bursa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bursa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2013 Çarşamba

Birinci Murad Han Osmanlı padişahlarının üçüncüsüdür.

Birinci Murad Han

Özet Bölum:  Detayli anlatim asagida 

Sultan Murad-ı Hüdavendigar, Osmanlı padişahlarının üçüncüsüdür. Sultan Orhan’ın oğlu, Yıldırım sultan Bayezid’in babasıdır. 1326 da doğdu. Bursa valisi oldu. Babası zamanında altın para basılmasında hizmeti görüldü. 1362 de, pederi vefat edince tahta çıktı. 


Selçuki devleti parçalanınca Ankara’da bir devlet kuran Ehilerin, Konya’daki Karaman oğulları ile, Osmanlı aleyhine birleştikleri işitilince, 1362 de Ankara’yı aldı. Lala Şahin paşayı ilk serdar ve sadr-ı azam yaptı. Çorlu, Keşan, Edirne, Gümülcine’yi alıp Bursa’ya döndü. Biga’yı aldı.


Haçlı ordusu geldiğinden Rumeli’ye geçip Sırp Sındığı muharebesini kazandı. Tuna’ya kadar aldı. İkiyüzbin kişilik ikinci haçlı ordusu geldi. Kosova ovasında çetin savaşı kazandı. Sırp Kralı Lazari ve kumandanları öldü. Sırp devleti yok edildi.

1389 de, bir yaralı sırbın hâlini sorarken şehit edildi. Bursa’da Çekirgede defnedildi. Dini bütün, adil, merhametli, faziletli idi. Otuzyedi gaza etti.

Murad-ı Hüdavendigar Han zaferden zafere koşmuş, Anadolu'da ve bilhassa Avrupa'da devletin hudutlarını çok genişletmiş ve babasından bir beylik olarak aldığı ülkeyi büyük bir devlet halinde oğluna bırakmıştır.

Azim ve irade kudreti, vakar ve ciddiyeti, ahalisine karşı şefkatli oluşu, açık ve samimi siyasetiyle içte ve dışta istikrarıyla ve mühim askeri, adli, mali ve idari teşkilatıyla Osmanlı Devletini sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Güneydoğu Avrupa'ya Anadolu'dan Türk-İslam nüfusunun naklinde tatbik ettiği şuurlu sistem, Sultan Murad Hanın dahiyane bir siyasetidir. Fütuhatla alınan Rumeli topraklarına iskan edilen Türk ve İslam nüfusu, Avrupa'da kalıcı bir hakimiyetin ve emniyetin başlangıcı olmuştur.

Anadolu'da, Rumeli'nde pek çok hayır müesseseleri, dini, askeri ve idari teşkilatlarını kuran Sultan Murad Han, tarihte kazandığı zaferlerle olduğu gibi, yaptığı eserlerle de milletin kalbinde taht kurmuştur. Sultan Murad Han, ihtiyaç ve lüzumunda eserler yaptırdığı gibi zaferlerin ardından da şükran ifadesi olarak, mescid, cami, medrese, mektep, imaret, han ve sosyal müesseseler inşa ettirmiştir. 1364 Sırpsındığı Zaferi sonunda şükran olarak; Bursa ve Bilecik'te birer cami, Yenişehir'de bir imaret, Çekirge'de bir imaret, medrese ile kaplıca ve han yaptırmıştır.



I. Murâd Han (Hüdâvendigâr)
Târihin Ender Şahsiyetlerinden Gâzîler ve Şehîdler Sultanı 


_____________________________________

Genisletilmis Bolum:


I. Murâd Han (Hüdâvendigâr)
Târihin Ender Şahsiyetlerinden Gâzîler ve Şehîdler Sultanı I. Murâd Han (Hüdâvendigâr)

Osmanlı Pâdişâhları’nın üçüncüsüdür.

Nilüfer Hatun’dan dünyâya gelmiştir. Doğduğu sene, dedesi Osman Gâzî vefat etmiş ve Bursa fethedilmişti1.

(1. Osman Gâzî’nin Karacahisarı zaptı ile Orhan Gâzî’nin doğumu aynı âna denk gelmişti. Yine Bursa’nın fethi ile de Murâd Han’ın doğumu aynı zamana tesâdüf etmişti ki, garîb bir tevâfuk kabûl edilir. Ayrıca Murâd Han’ın doğumu, Osman Gâzî’nin vefatına Orhan Gâzî’nin cülûsuna tesâdüfü ile oğlu Yıldırım’ın doğumu da, Orhan Gâzî’nin vefatına kendisinin cülûsuna tesâdüf etmiştir ki, Osmanlı kaynaklarında bu tevâfuka pek ehemmiyet verilir.)

I. Murâd Han, devrinin zâhirî ve bâtınî ilimlerinde otorite olan büyük şahsiyetler tarafından yetiştirilmiştir. Ağabeyi Rumeli fâtihi Süleyman Bey’in vefatı üzerine veliaht tâyin edildi. Kısa bir müddet sonra babası vefat etti. Bursa’ya dâvet edilerek Osmanlı tahtına oturtuldu. Hüdâvendigâr ve Gâzî-Hünkâr diye anıldı.

Bir devlet adamında bulunması gereken mümtaz vasıflara mâlik olan Murâd Han, aynı zamanda kalbî derinliğe de sahipdi. İşte bu kalbî derinlik sebebiyle velîlik, ahî şeyhliği ve şehîdlik gibi mânevî pek yüce makamlara vâsıl oldu.

O, Anadolu’da sükûn ve huzûru kısa bir zamanda sağladıktan sonra istikâmetini Rumeli’ye çevirdi. O’nun zamanında fütûhât, Avrupa’ya yayıldı, İslâm hukûkuna göre harpte elde edilen ganîmetlerin beşte biri devletin hakkı olduğundan “Pencik (beşte bir) Kânûnu” çıkarıldı. Fethedilen yerlerde Osmanlı devlet teşkilâtı mükemmel bir sûrette te’sîs edildi. Kimse aç ve açıkta bırakılmayıp, fakir-zengin, müslim-gayr-i müslim herkes büyük bir huzûr ve seâdete kavuşturuldu.

Bütün bu güzel hamleler devam ederken Osmanlı’nın batıdaki fütûhâtı neticesinde krallıklarının son bulacağından endîşe eden Avrupalı hıristiyan devletler, 60-100 bin kişilik bir “haçlı seferi” düzenlediler.

Bunun üzerine Sultan Murâd, Hacı İlbey kumandasındaki dörtbin kişilik bir orduyu, keşif maksadıyla onların üzerine gönderdi. Diğer taraftan haçlılar da, Meriç’i geçtikleri halde hiçbir mukâvemet ile karşılaşmadıklarından zafer çığlıkları atarak şenlikler yapmağa başlamışlardı. Yiyip içip sarhoş olduktan sonra uyudular. Düşmanın gafletinden istifâde eden Hacı İlbey, üç koldan düşman üzerine bir gece baskını yaptı.

Dörtbin kişilik Osmanlı askerinin hücûmu ile neye uğradığını şaşıran ve paniğe kapılan müttefik haçlı askerleri büyük bir bozguna uğradılar. Gece karanlığında pek çoğu birbirini kırarak çekilirken, geriye kalanların ekserîsi de Meriç Nehri’nde boğuldu. Kurtulabilen çok az bir kısmı kaçabildi. Tan yeri ağardığında artık bütün kâfirler tamamen helâk olup gitmişti. Böylece târîhteki meşhur “Sırp Sındığı” zaferi meydana gelmiş oldu. Haçlılar perîşân oldular. Bu hâdiseden sonra başşehir, Bursa’dan Edirne’ye nakloldu.

Câmiler, medreseler, birçok kültür müesseseleri inşâ edilerek Edirne, devletin aynı zamanda bir medeniyet merkezi hâline getirildi. Anadolu’dan yeni fethedilen yerlere göç eden müslümanlar, oralarda da İslâm’ın yüce hayat tarzını ve yaşayışını sergilediler. Ahlâk ve fazîlet nümûnesi oldular. Devletin âdil idâresi ve kurduğu hayır müesseseleri, her yerde büyük bir hoşnudluk meydana getirdi. Hududlar, tâ orta Avrupa’ya kadar dayandı. Artık sıra Avrupa’da fitnenin başı olan Sırp unsûrunu bertaraf etmeğe gelmiş oldu.

Priştine’nin güney batısındaki Kosova sahasında, müttefik haçlı kuvvetleri ile Osmanlı ordusu karşı karşıya geldi. Müttefikler, yaklaşık yüzellibin kişilik bir güce sahipti. Osmanlı ordusu ise, ancak altmışbin kişi idi.

Şafak sökerken Osmanlı ordusu, muhârebe nizâmına girdi. Merkeze Sultan Murâd Han, sağ cenâha Şehzâde Yıldırım Bâyezîd, sol cenâha da Şehzâde Ya’kûb Çelebi kumanda ediyordu. Baba ve oğulları, tek bir kalb ve tek bir nefes hâline gelmişlerdi. İ’lâ-yı kelimetullâh uğruna şehîdliğe ve gâzîliğe hazırlanmanın heyecanını yaşıyorlardı. Sanki «Anam, babam ve cânım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!..» diyen ashâb-ı kirâmdan bir rüzgâr, Avrupa ortasındaki Kosova ovasını dalgalandırıyordu. Nitekim bu ulvî rüzgârdan bir nefes teneffüs eden Murâd Han, muhârebenin nihâyetinde şehîd olacak, o gün Kosova ovasında kazanılacak destânî bir zaferin temelinde yatan îmân, vecd ve gayretin müstesnâ bir sembolü olarak kıyâmete kadar yaşayacaktır.

Pâdişâh, 8 Ağustos 1389’da Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Bu durumda âdetâ göz gözü görmüyordu. İşte o gece Berât Gecesi idi. Murâd Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duâyı yaptı:

“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günâhları yüzünden çıktıysa, mâsûm askerlerimi cezâlandırma!..

Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler!..

İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine sana ilticâ ediyorum; duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın.. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim!..

Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum.. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin.. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim..

Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin!. Dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun yolunda kurbân olsun!..

Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki tek Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râzıyım. Tek ki, bu mü’minlerin uğruna benim rûhum fedâ olsun.. Beni gâzî kıldın. Sonunda da lutfen ve keremen şehîd eyle!

Âmîn!..”

Yâ Rabbî! 
Bu fırtına, şu âciz Murâd kulunun günâhları yüzünden çıktıysa, 
mâsûm askerlerimi cezâlandırma!..

Bu âbidâne münâcaattan sonra Sultan, fevkalâde bir huzûr içinde Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine başladı. Çok geçmeden rahmet bulutları peydâh oldu. Kosova meydanı üzerine sağnak hâlinde yağmur boşandı. Rüzgâr durdu. Toz bitti..

Rüzgârın kesilmesi ve yağmurun toz bulutlarını sindirmesi üzerine bütün Osmanlı ordusunda büyük sevinç ve memnunluk yaşandı. Murâd Han, secde-i şükrâna kapandı. O gün sevinç gözyaşları, yağmur damlalarıyla kardeş oldu.

Harp başlamadan evvel Murâd Han, mümtaz askerlerine şu târihî hıtâbede bulundu:

“–Yiğitlerim! Bugün gayret günüdür. İbrâz-ı hamiyyet vakti, erlik zamanı ve mertlik demidir…

Bunca senedir vatan sizinle fahreder. Şimdi dahî sizden cihâna yayılmış bulunan şân ve şerefle dolu geçmişimizi te’yîd edecek büyük muvaffakıyetler bekler.

Bugün mehâbetinizle titreyen şu Kosova meydanı, bi-izni’llâh muzaffer bir şekilde dalgalanacak olan şanlı sancağımızın Macaristan içlerine doğru gitmesini bundan sonra hiçbir düşman hamlesi durduramayacaktır. Bugün kazanacağımız şanlı bir galebe, bütün Rumeli’nde i’lâ-yı kelimetullâha sebep olacaktır.

İnsanın ömrü uzun olsa da ebedî değildir. Âkıbet bitecektir. Dâim bâkî olan yalnız Allâh Azîmü’ş-şân’dır. İ’lâ-yı kelimetullâh ile cennete kavuşmak isteyenlere, işte şu meydân-ı şân ü celâdet duruyor.

Gâzîler! Benimle beraber Allâh sadâları ile hücûm ve savlet eyleyiniz!”

Bu sözlerin ardından başlayan şanlı mehterin cenk marşları arasında yükselen «Allâh, Allâh…» sesleri ile düşman saflarına hücûm başladı. 8 Ağustos 1389 sabahı başlayan meydan muhârebesi, sekiz saat sürdü. Hemen hemen düşmanın tamamı imhâ oldu.

Muhârebenin sonunda zaferin kesinleştiğini gören Murâd Han, bunun şükrânesi olarak muhârebe sahasında geziniyor, bir şehîde rastladığında:

إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ

“Muhakkak ki biz, Allâh içiniz ve hiç şüphesiz ki biz O’na döndürüleceğiz!..” (el-Bakara, 156) diyordu.

Yaralı bir cengâverinin yanına geldiği zaman ise, onu okşuyor ve ızdırabı olup olmadığını, bir arzusunun bulunup bulunmadığını sorarak merhamet ve şefkat gösteriyordu. Bu esnada ölüler arasından yaralı bir Sırp askeri kalkarak;

“–Beni bırakınız; pâdişâhın elini öpüp müslüman olacağım! Ayrıca size bir müjdem var! Kral Leyan da yakalandı. Getiriliyor..” dedi.

Hünkâr’ın muhâfızları, bir anlık gafletle, getirilmekte olduğu söylenen kralı görmek üzere etrafa bakınırken, yaralı taklidi yapan Sırplı, pâdişâhın elini öper gibi yaptı ve koltuğunun altında sakladığı hançerini hızla çıkararak kaşla göz arasında Hünkâr’ın göğsüne sapladı. Muhâfızlar, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Kâtili yakalayıp bir anda paramparça ettiler.

Böylece Murâd Hân’ın duâsı da kabul olmuş oldu. Zîrâ Sultan Murâd Han, daha önce Rabbinden şehîdlik temennî eden ve târihde meşhur olan bir duâ yapmıştı.

Hünkâr’ın şehîd olmadan önceki son sözleri şunlardı:

“–İslâm’ın muzafferiyeti, benim şehîd olmama bağlı ise, şehîdlik şerbetini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz etmiştim. Demek ki duâm kabûl buyuruldu. Allâh’a hamd ve senâ olsun ki, İslâm askerlerinin zaferini gördükten sonra hayâtım son bulmaktadır!..

Ben artık sizleri, muzaffer askerlerimi ve devletimi Mevlâ’ma emânet ediyorum..”

Bu sözlerinin ardından Sultan Murâd’ın temiz nâşı, şehâdetin mübârek kanlarına bürünerek, ilâhî ve ebedî yolculuğa sefer etti!..

Şâir Ahmedî, Sultan Murâd’ın eriştiği yüce makamı ifâde sadedinde bir beytinde şöyle der:

İstiânet dile rûhundan anın,

Ki eresin fethe fütûhundan anın…

“O’nun (fetihle müzeyyen) rûhundan mânevî bir yardım (nasîb) iste ki, sen de O’nun fetih(ler)i gibi bir fethe nâil olasın!”

Sultan I. Murâd Han’ın hançerle parçalanan azîz bedeninin iç organları, şehîd olduğu yere gömüldü ve oraya bir türbe yapıldı. Asıl cesedi ise, Bursa’ya getirilerek Çekirge’de yaptırmış olduğu câmi ve külliyenin yanına defnedildi. Oraya da ikinci bir türbe yapıldı.

Sultan Murâd’ın iç organlarının gömülü olduğu Kosova’daki yer de “Meşhed-i Hüdâvendigâr” olarak meşhûr oldu. Meşhed, ism-i mekân olduğundan Sultan Murâd’ın şehîd olduğu yere “Meşhed-i Hüdâvendigâr” ismi verildi. Meşhed-i Hüdâvendigâr, o kadar mukaddes sayılmıştır ki, Osmanlı, Balkanlar’dan çekilirken bile imzaladığı anlaşmalara bu yer için husûsî bir madde koydurtmuştur.

Arnavut asıllı Kosovalı rahmetli hocam Ali Yakub Efendi, Osmanlılar’ı çok sever ve hep rahmet ile anardı. Şöyle derdi:

“–Ben Osmanlılar’ı nasıl sevmeyeyim ki, onlar gelmeseydi, bizler küfrün karanlığı içinde kalacaktık… Bizim memlekette Osmanlı ile dîn muhabbeti öyle mecz olmuştur ki, Osmanlı ile müslümanlık, değişik lafızlarla birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Öyle ki, bazen gayr-i ihtiyârî olarak İslâm’ın şartı yerine «Türklüğün şartı kaçtır?» diye sorulur olmuş, cevaben de İslâm’ın şartları sayılmıştır. Ben hergün bir hatm-i şerîf okusam, her nefeste «Yâ Rabbî! Bu kavme rahmet eyle!» diye duâ etsem, yine de Osmanlılar’ın haklarını ödeyemem!..”

Allâh cümle geçmişlere rahmet eyleye!..

Halkı ve askeri tarafından çok sevilen I. Murâd Han, birçok ünvân ve lâkaplarla yâd olunur. Bunların başlıcaları:

Sultânü’l-guzât ve’l-mücâhidîn (gâzîlerin ve mücâhidlerin sultanı),

Melikü’l-meşâyıh (mürşidlerin sultanı)

Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn (dîn ve dünyâ işlerine imdâd edici, yardım edici),

Ebu’l-feth (fethin babası),

Es-sultânü’l-adl (adâletli sultan),

Leysü’l-İslâm (İslâm’ın arslanı)

Ve en meşhûru olarak da Hüdâvendigâr (mücâhid, kahraman, sahip ve hükümdar)’dır..

Murâd Hüdâvendigâr, yirmidokuz sene hükümdarlığı müddetince zaferden zafere koştu. Mağlûbiyet yüzü görmedi. Babasından küçük bir beylik olarak aldığı devleti, kısa zamanda yüce bir imparatorluk haline getirdi. Gerçekten babası Orhan Gâzî’nin vefâtında 95.000 km∑ olan Osmanlı’nın toprakları, Murâd Han devrinde 500.000 km∑’ye ulaşmıştır.

Sultan Murâd Han, 27 senelik saltanatı müddetine 37 muhârebe sığdırmış, ömrünü harp meydanlarında geçirmiş ve târihin ender şahsiyetlerinden olmuştur.

Bütün hıristiyanlık âleminin lideri olan Papa dahî, O’nun satvetine karşı âcizdi. Şâir bu ihtişâmı şöyle anlatır:

Çünkü ol Gâzî Murâd’a erdi baht,

Buldu arâyiş anınla tâc ü taht..

O, ağabeyinin Rumeli’de başlattığı fütûhâtı, büyük bir ihlâs ve azim ile kısa zamanda geliştirdi ve Orta Avrupa’ya kadar genişletti. Balkanlar kâmilen Türk nüfûsuna dâhil olmuş, Bizans, Bulgaristan ve Sırbistan, Osmanlılar’ın haraç-güzârı olmuştu.

Murâd Han, fethettiği yerlere, devrin mânevî büyüklerini yerleştirdi. Oralara, zamanının en mükemmel ilim ve irfân müessesesi olan tekke ve zâviyeler inşâ ettirdi.

Ayrıca, ciddî bir iskân siyâseti takip etti. Türkmen aşîretlerini getirip bu bölgelere yerleştirdi. Bu göçler sâyesinde torunlarının fütûhâtı, Viyana önlerine kadar ilerleyebildi. Rumeli’de beşyüz yıl devam edecek olan Osmanlı Devleti hâkimiyetinin temelleri atılmış oldu.

Osmanlı sultanları, küffâra karşı gazâ ve cihâd üzre iken Anadolu’daki birtakım beylikler tarafından zaman zaman saldırılara mârûz kalıyorlardı. Nitekim Sultan Murâd Han, Rumeli’de gazâ ve cihâd üzre iken de böyle bir durum vâkî oldu ve Karamanoğlu Alâaddîn Bey, Osmanlı topraklarına taarruz etti. Bunu öğrenen Hünkâr, son derece üzülerek yanındakilere:

“–Şu zâlimin yaptığına bakın! Bizler bir aylık mesâfede kâfirler ile cenk üzre olup gece gündüz gazâ eyleyelim, o da gelip müslümanların mülkünü yağma etsin! Ey gâzîler! İmdi cihâdı bırakıp da ben nasıl müslüman kardeşlerime kılıç çekeyim?!.” diyerek tevhîd-i ümmet için Anadolu beyliklerine karşı sabır ve tahammül-fersâ müsâmahasını sergiledi.

Çünkü ceddi gibi O da, Anadolu beyliklerine düşman nazarıyla bakmıyordu. Ayrıca, beylikleri kuvvet ve cebir zoruyla kendilerine râm etmeyi mahzurlu buluyor, böyle kurulacak bir vahdetin çok çabuk zevâl bulacağını biliyordu. Bu sebepledir ki O’nun, ve diğer Osmanlı sultanlarının, Anadolu’da işi hep ağırdan almaları, bir zaaf eseri değil, kendileri gibi müslüman olan Anadolu’yu iknâ yoluyla birleştirip bütünleştirmeyi daha münâsip bulmalarındandır. Dolasıyla onlar, kesin bir mecbûriyet olmadıkça kuvvet yoluna başvurmamışlardır. Bu firâsetli ve uzun sabrın neticesi olarak Anadolu birliği, ancak Yavuz zamanında kurulabilmiştir. Ama öyle muhkem kurulmuştur ki, bütün Osmanlı topraklarının dağıldığı zamanlarda bile Anadolu, dimdik ve yek-vücûd yapısını olduğu gibi muhâfaza etmiştir.

Babası Orhan Gâzî, velî ve şehîd bir pâdişâh olan Sultan Murâd Hân’a yaptığı vasıyetinde:

“Nasıl Selçuklular’ın vârisi biz isek, Roma’nın da vârisi biziz!.” buyurarak oğluna Avrupa’yı hedef göstermişti.

Sultan Murâd Hân da, kendinden sonra gelenlerin önünü açmış ve Avrupa’yı onların fethine âmâde bir hâle getirmiştir. Avrupa, ova ve yaylaları hâlâ O’nun cevvâl atının ayak izleri ile doludur.

Bütün bunlar da göstermektedir ki Murâd Han, büyük bir ahlâkî, irâdî ve idârî güce sahipti. Yaptıkları dâhiyâne idi. Şer’î kânûnları büyük bir titizlikle tatbîk ederdi. Geliştirip güçlendirirdi. Âni karar vermedeki mâhirâne hasleti, kendisine çok zaferler kazandırmıştır. Gâyet dîndar, ulemâ ve meşâyıha karşı hürmetkârdı.

Bizans târihçisi Halkondil, Sultan Murâd hakkında şu îtirafta bulunmuştur:

“Sultan Murâd, Anadolu ve Rumeli’de otuz yediden ziyâde harbi idâre ederek zafer üzerine zafer kazanmıştır. Düşmandan kaçtığı ve arkasını döndüğü hiç görülmemiştir.

O, askerini bir müddet istirahat ettirmeyi arzu ettiği zamanlarda bile, kendisine bir meşgûliyyet bulurdu. Tembellikten nefret ederdi. İstirahat nedir bilmezdi. Askerleri, istirahat ederken O, ava çıkardı. Yaşlılığında da cevvâliyetini hiç kaybetmemiştir.

Kemâl-i sükûnetle boyun eğen milletlere ve sarayındaki ecnebî çocuklara şefkatle muâmele ederdi. Mükâfât vermede de cömert ve sür’atli idi. Harbe gireceği zaman, askerini cesâretlendirip coştururdu. Yapılan yanlış hareketleri müsâmahasız cezâlandırırdı. Verdiği söze riâyet ederdi.

Murâd Hân’ın maiyyeti, O’nun heybeti ve şiddeti ile titrerdi. Bununla beraber, onlara bir kumandanın gösteremeyeceği yumuşaklık, şefkat ve muhabbetle muâmele ederdi.”

Gibbons’un şu ifâdeleri de câlib-i dikkattir:

“Otuz sene kadar bir müddet Murâd Han, zamanının hiçbir devlet adamı tarafından fevkine geçilemeyen bir kiyâset ile Osmanlı mukadderâtını sevk ve idâre etmiştir.

Biz, Sultan Fâtih ile Muhteşem Süleyman hakkında daha çok şeyler bildiğimizdendir ki, Murâd, Osmanlı hânedânı içinde en şâyân-ı dikkat ve en muvaffak bir devlet ve harp adamı olarak kendine has mevkie geçememiş görünmektedir. Ancak kendisinin karşılaştığı müşkilâtı, hallettiği mes’eleleri, saltanatının neticelerini, daha ziyâde göz kamaştıran haleflerinin icrâatıyla mukâyese edecek olursak, onun, bunların üstünde değilse de, onlarla birlikte kolayca yer tutabileceğini görürüz.

O’nun hayatı esnâsında vukûa gelen değişiklikler, bütün târihin en hayret verici vak’alarındandır. O’nun fütûhâtı 1878 Berlin muâhedesine kadar beş asır devam etmiştir..

Sultan Murâd, Bizans kilisesi erbabının nazarında Îsâ düşmanı kabul edilse de, onlara papalarından daha iyi muâmele etmekte idi. O, Allâh’dan korkan, akıllı ve temkînli bir kimseydi. Mağlûba karşı insaflıydı. Bu sebeple O’nun mührünü gören derhal dizleri üzerine çökerdi.

Osman Gâzî, etrafına toplamış, Orhan Gâzî de devleti kurmuştu, fakat imparatorluğu kuran Sultan Murâd olmuştur.”

Düşmanın bile itirafa mecbur kaldığı şu güzel sıfatların sahibi olan Sultan Murâd, gerek Anadolu’da ve gerekse Rumeli’de yaptırdığı eserlerle de, milletin kalbinde taht kurmuştur. 1364 Sırp Sındığı zaferinin sonunda şükrân ifâdesi olarak, Bursa, Bilecik ve Filibe’de birer câmî, Yenişehir ve Bursa Çekirge’de bir imârethâne, medrese, kaplıca ve bir han yaptırmıştır.

Şâir, Osmanlı’nın bu ihlâsları neticesinde Hakk katında makbûl kimseler olarak yüce bir ihtişâma nâil olduklarını şöyle ifâdelendirir:

Âl-i Osman’ın çün ihlâsı oldu hâs,

Buldular Hakk hazretinde ihtisâs!..

Bu hakîkati aşağıdaki hâdise ne güzel sergiler:

Sultan Murâd Hüdâvendigâr, derviş meşrebli bir pâdişâh idi. Bunun için elinden gelen her türlü gayreti sarfettikten sonra her işin sonunu Allâh Teâlâ’ya havâle eder, duâ ve niyâzdan hiçbir zaman fâriğ kalmazdı. Nitekim Plevne’yi onbeş gün muhâsara ettiği halde fethin bir türlü müyesser olmaması üzerine oraya bir miktar asker bırakarak geri çekilmişti. Ancak bu kadar çok emeğe rağmen geri çekilmesi kendisini son derece üzmüş ve:

“Hâlık Teâlâ Hazretleri, bu yıkılası kaleyi kahreyleyip vîrân eyleye!..” diye duâ ve ilticâda bulundu.

Bu esnâda bir haberci geldi ve kalenin bir duvarının yerle bir olduğunu bildirdi. Oysa kalenin yıkılmasını îcâb ettiren bir sebep yoktu. Cenâb-ı Hakk’a şükrederek o yıkık duvardan kaleye giren İslâm askeri, kısa bir müddette orayı fetheyledi.

Kosova şehîdi, velî pâdişâh Murâd Han’ın îmân, vecd ve ittikâsını gösteren aşağıdaki şu hâli, bizler için ne muazzam bir ibret levhasıdır. Murâd Han, saray imâmına gözyaşları içerisinde şöyle demişti:

“–Namazlarda tekbîr aldığım zaman, üç tekbîr getirmeden Kâbe’yi göremiyor ve huzûr içinde namaz kılamıyorum…”

Bugün, Balkan ülkelerinde var olan bütün müslüman halkların mevcûdiyeti, ilk Osmanlı fütûhâtı ve iskân siyâsetinin bir eseridir.

O ahâlî ise, bugün bize Osmanlı’nın bir emânetidir. Onların bulundukları yerlerde muhâfaza olunmaları zarûrîdir. Zîrâ ezân sadâsı, Avrupa’da onlarla devam edegelmektedir.

Kosova, Avrupa ortasında İslâm’ın ilk karakoludur.

Kosova, Murâd Han’ın mübârek kanı karşılığında bize pahalıya mâl olmuş bir mîrâsdır. Merhûm Âkif bu mîrâsı ne kadar güzel hatırlatır:

Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova…

Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?

Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın?

Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?

Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?

Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;

Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?..

…..

Basacak mıydı fakat göğsüne Sırp’ın çarığı?!.

…..

O günkü Sırp ile bugünkü Sırp aynıdır. Zaman farkından başka değişen hiçbir şey yoktur.

Acabâ Sırp yılanları, şaha kalkıp evlâd-ı fâtihânı, yâni Sultan Murâd’ın evlâdlarını ağır bir zulümle imhâ ederken, bizlerin, kırık kanatlı bir kuş gibi çırpınan mazlûm, muzdarip kardeşlerimize yardım yüreğimiz ne kadar uzanabiliyor? Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in:

“Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstemekte bir vücûd gibi olduklarını görürsün!. (Bu vücûdun herhangi) bir uzvu muzdarip olduğu takdîrde diğer kısımları da uykuyu kaybedip ateşler içinde onun ızdırabını duyarlar.”

“Mü’minler, birbirlerine kenetlenmiş (cüzlerden meydana gelmiş) bir binâ gibidirler.”

hadîs-i şerîfleri muktezâsı olarak biz mü’minlerin, kalbi ve nabzı tek olan bir insanın kalbi ve nabzı gibi olmamız îcâb etmez mi? Sürûrlarımızın müşterek olması gerektiği gibi elemlerimizin de müşterek olması ve paylaşılması gerekmez mi?

Bugün, Kosova’nın, Bosna’nın vâris-i tabiîsi olan bizler, bir nefis ve tarih muhâsebesine mecbûruz!.

Ülkemizde yüz yıla yakın zamandan beri, ecdâdımızın bize bıraktığı mukaddes mîrâsı reddedişimizin ve onların hâtıralarını rencide edecek çirkin üslûbun hazîn âkıbeti gözler önündedir!.

Silkinip tarihimize dönmeye mecbûruz. Bosna ve Kosova fâciaları gibi ibretli hâdiseler, hamdolsun bugün bize bir kısım nâdânın “gömdük” diyerek övündüğü Osmanlı rûhunu yeniden hatırlatmakta ve bizi, O’nun emânetine sahip çıkmaya doğru zorlamaktadır!.

Gerçekleşmekte olan yeni bir uyanış ve dirilişin, gelecek hesâbına va’d ettiği bereketli azmin şanlı cengaverlerine ne mutlu!.

Rabbim! Ecdâdın gönül iklîminden bizlere de yeni bir hamle gücü ihsân eyle ki, yirmibirinci yüzyıla girerken doğan büyük fırsatları kaçırmayalım!.

“Muhakkak ki biz, Allâh içiniz ve hiç şüphesiz ki biz O’na döndürüleceğiz!..” (el-Bakara, 156) diyordu.
“Muhakkak ki biz, Allâh içiniz ve hiç şüphesiz ki biz O’na döndürüleceğiz!..”
(el-Bakara, 156) diyordu.


1 Ekim 2013 Salı

Tarihimiz karmaşık şifrelerle doludur

Da Vinci Şifresi isimli kitapta yazılı olanlar da ne ki? Tarihimiz o kitaptakilere rahmet okutacak derecede karmaşık şifrelerle doludur

Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında altı asırdan buyana duran, şimdilerde pek bir moda olan ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitapta anlatılanları hatırlatan ve vaktiyle yapılmış büyük bir zulümden sözeden şifreye benzer bir şiirden bahsetmiştim.
Yazdıklarımın gerek akademik, gerekse popüler çevrelerde ilgiyle karşılandığını görünce aynı camide bulunan şifreye benzer iki şiiri daha daha yazayım dedim. İlk örnekte devlet düşmanlarına belá okunuyor, diğerinde ise Hazreti Muhammed’in hadisi bir satır ilávesi ile şiir haline getiriliyor. Çözebilenler, çözsün!
Batı dünyasının gizli sembolleriyle ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitap sayesinde tanıştığımızı ama tarihimizin ve eski eserlerimizin böyle çok sayıda şifreyle dolu olduğunu yazmıştım ve Çelebi Mehmed tarafından yaptırılıp inşaatı 1419’da tamamlanan Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında
altı asırdan buyana duran ufak bir çini panonun üzerindeki iki satırlık şiiri örnek göstermiştim.
12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinden alınmış ve İslam dünyasında az kullanılan ‘noktasız girift’ yazı ile yazılmış olan Farsça beyitte ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ deniyordu. Mihrabın öbür tarafında bu sözlerin yeraldığı çini panonun hizasındaki bir başka panoda da, mihrabın ‘Tebrizli üstádların eseri’ olduğu yazılıydı.
Mihraptaki yazı, 1400’lü yılların ilk çeyreğinde Bursa’nın unutulmayacak bir zulme şahit olduğunu göstermekteydi ama bu zulmün kim tarafından, kime karşı ve nasıl olduğu hususunda bugün hiçbirşey bilmiyorduk.
FARSÇA BİLEN, ANLAR
Fars Edebiyatı’na áşina olan okuyucularımdan çok sayıda e-mail aldım. Mihraptaki yazının sembol yahut şifre olmadığını ve ‘zálim’ sözüyle 1402’deki Ankara Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni büyük bir hezimete uğratan Timur’un kastedildiğini söylüyorlardı.
Hayır! Mihrapta altı asırdan beri duran lánet, Timur’u değil, bir başkasını hedef almaktadır. Bu konuyu yandaki kutuda anlatıyorum ve burada aynı camide yine asırlardan beri varolan, şifreyi andıran ve kime hitaben yazıldıkları konusunda bugüne kadar ciddi bir araştırma yapılmayan iki şiiri daha gözler önüne sermek istiyorum:
İşte, ilk şiir:
Yeşil Cami’de, zulümden bahseden beyitlerin yazılı olduğu mihrabın sağ ve sol tarafında bulunan oda şeklindeki bölümlerde hem kapıların, hem de pencerelerin üzerindeki nefis çinilerde Farsça bir dörtlük yazılıdır: ‘İn imáret tá ebed ma’mur bád / Sáhibeş ber düşmanán mansur bád / Her ki in dovlet neháhed páy-dár / Dáimá ender-cihán makhur bád’. Türkçesiyle ‘Bu imáret sonsuza kadar mámur vaziyette kalsın, sahibi düşmanlarına karşı muzaffer olsun ve bu devletin ayakta kalmasını istemeyen her kim varsa dünyada kahırlara uğrasın’
Camiler o devirde sadece ibadet değil, aynı zamanda önemli devlet işlerinin görüşüldüğü mekánlardı ve toplantı maksadıyla da kullanılırlardı. Zamanın hükümdarının vezirleriyle camide biraraya geldiği olur, camiler sosyal bir merkez kabul edilir ve buluşma, toplanma yeri olma vazifesi görürlerdi. Şiirde camiden ibadetháne değil ‘imáret’ şeklinde bahsedilmesinin sebebi de binanın bu özelliği idi.
Dolayısıyla kapılarla pencerelerin üzerine yazılmış olan ve hem hükümdarın hem de camiye giren hemen herkesin gözünün önünde duran koskoca harflerle vaktiyle devletin aleyhinde yapılan bir faaliyet hatırlatılıyor, üstelik aynı işi yapmaya kalkışacak olanlar için ‘Allah belánızı versin!’ diye beddualarda bulunuluyordu.
O devirde dünyanın en güzel çinilerine nakşolunacak derecede hemen herşeyi etkilemiş olan devlet aleyhindeki bu faaliyet acaba ne idi ve böyle bir işe kim kalkışmıştı? Bunları bugün maalesef bilemiyoruz.
Ve, Bursa’daki Yeşil Cami’de bulunan ve yine rahmetli Abdülbaki Hoca’dan (Gölpınarlı) öğrendiğim son bir şifre daha:
HADİSTİ, ŞİİR OLDU
Camiiin bir yerinde, Hazreti Muhammed’in bir hadisinin sonuna bir mısra iláve edilmiş, yani hadis, şiir haline getirilmiştir.
‘Cennet, cömerdlerin yurdudur’ anlamına gelen ‘El cennetu dáru’l-ezkiyai’ şeklindeki hadis, aruzun ‘Mef’ulü mefáilün failün’ vezniyledir, mısra olarak alınmış, hemen arkasına aynı vezinle ve o devrin Türkçe’si ile bir başka mısra getirilmiştir: ‘Oda yakısarlar eşkiyayı’; yani ‘Kötülük edenleri, áhırette ateşe atarlar’.
Ama bu yazının camiin neresinde olduğunu söylemeyeyim, merak edenler arayıp bulsunlar!
Peygamberin sözünü şiir haline getirmek gibisinden pek alışılmadık bir işin sebebinin ne olduğu ve ‘eşkiya’ sözüyle kimin kastedildiği de yine bugünün bilinmezleri arasında ve bütün bunlar, Yeşil Cami’deki esrarın sadece birkaçı...
‘Da Vinci Şifresi isimli kitapta yazılı olanlar da ne ki? Tarihimiz o kitaptakilere rahmet okutacak derecede karmaşık şifrelerle doludur’ demekte haksız mıyım?
Şifreleri Timur’a maletmeyin, çözmeye çalışın
YEŞİL Cami’nin mihrabında bulunan ve şifreyi andıran şiiri geçen hafta yayınlamamdan sonra bu şiir hakkında çeşitli yorumlar yapıldı ve ‘zalim’ sözüyle Timur’un kastedildiği ileri sürüldü.
Bu yorumu yapanlardan biri, Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mefail Hızlı idi. Hızlı, Anadolu Ajansı’na bir demeç verdi ve Yeşil Cami’nin mihrabındaki beyitlerde geçen ‘zalim’ sözüyle, Yıldırım Bayezid’i Ankara Savaşı’nda yenmiş ve Osmanlı birliğini yıkmış olan Timur’a hitaben ‘Senin zulmün işte geldi geçti biz camimizi yaptık’ diye seslenildiğini söyledi (Hızlı’nın açıklamasındaki bozuk Türkçe bana değil, haberin dilini düzeltmemiş olan AA’nın redaktörlerine aittir).
O dönemde yazılmış olan Osmanlı tarihlerini dikkatli bir şekilde okuyanlar böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, yani mihraptaki yazıyla Timur’un kastedilmeyeceğini gayet iyi bilirler.
Yıldırım Bayezid fetihler yapmış çok büyük bir askerdir ama bir o kadar da sevilmeyen bir devlet adamıdır. Sevilmemesinin en büyük sebebi, kendini beğenmişliği ve etrafındakilerin söylediklerine önem vermemesidir, üstelik çok içmektedir.
YILDIRIM SEVİLMEZDİ
Hükümdarın bir başka tasarrufu yüzünden devrinin devlet bürokrasisi, özellikle de derin devleti, Yıldırım’dan artık nefret eder hale gelmiştir; zira Yıldırım Osmanlı Devleti’nin ilk merkez hazinesini kurmuş ve bütün gelir kaynaklarını yeni hazineye aktarmıştır. Bu, akınlarda ve savaşlarda elde edilen ganimetin artık askerler tarafından paylaşılamayacağı, doğrudan doğruya devlete gideceği ve askerlerle akıncıların ganimetlerden sadece hisse alabilecekleri anlamına gelir.
Timur da zalimdir, sevilmemektedir, özellikle Osmanlılar’a Ankara Savaşı ile indirdiği darbe yüzünden bizde büyük nefrete uğramıştır ama çok önemli bir başka özelliği vardır, Sünni bir hükümdardır. Aynı dinden ve mezhepten olan bir hükümdarı kötülemek, geleneğimizde yoktur.
Unutmayalım! Uğradığımız büyük yenilgilerden pek bahsetmemek, bu yenilgilerin üzerlerini örterek unutulmaya terketmek bizde çok eski bir ádettir ve Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı tarihçileri de bu ádete uymuşlardır. O dönemde kaleme alınmış tarihlerde, Ankara Savaşı çok kısa şekilde yeralmış ve sadece Timur’u değil, Yıldırım Bayezid’i de suçlayan ifadeler kullanılmıştır.
MENDERES VALSİ
Biraz teknik olacak ama aslı 12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinde bulunan mısralarla Yeşil Cami’nin mihrabında yazılı olan şekil arasındaki bir farkı da hatırlatmam gerekiyor.
Her iki şiirde, şahıslar farklıdır. Mihrapta yazılı olan ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ sözü, Sadi’nin Gülistan’ında ‘Zulmeden kişi bize zulmettiğini sandı; bize yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ şeklindedir. Yani, Sadi’de bir kişi değil, bir grup konuşmakta ve belli bir zulümden değil, yapılmış olan genel bir fenalıktan sözedilmektedir.
Eskiden yazılmış şiirleri yahut şarkıları zamanın şartlarına göre başka şekillerde okumak da eski ádetimizdir ve Muhlis Sabahaddin Bey’in 1920’lerde bestelediği ‘Hatırla ey peri o mes’ud geceyi’ diye başlayan meşhur valsinin 27 Mayıs darbesinden sonra ‘Hatırla Menderes o meş’um geceyi’ diye okunması da bunun örneklerindendir.
Dolayısıyla, Yeşil Cami’deki şifreyi andıran yazılarda Timur’un kastedildiği gibi kolaylıklara kaçmayı bir tarafa bırakın ve işin derinindeki başka mánáları araştırın! Mihrabın, Timur’un ülkesinden gelen Tebrizliler’in eseri olduğunu da unutmayın...


Yazar : Murat BARDAKÇI (webarsiv.hurriyet.com.tr/2004)

Bursa Yeşil Camii
http://gercektarihdeposu.blogspot.com