apdulhamit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
apdulhamit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2013 Cuma

Kurtuluşun faturasını ödeyen adam

Beni, Milli Mücadeleyi açmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Sultan Vahideddin’dir…

Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı, Sevr Antlaşmasını imzalamasından ötürü “Vatan Haini” olarak lanse edenler, lütfen bir zahmet Sevr Antlaşmasının üstüne baksınlar ve padişahın imzasını bulup bana da göstersinler. Gösteremezler çünkü yoktur. Çünkü; Sultan Vahideddin Han, Sevr paçavrasını imzalamamıştır.

Bizim tarihimizde hain yoktur.
Bir gün, Yıldız Sarayında Sultanın çalışma odasından başlayıp bütün sarayı saran meşhur yangın esnasında nöbetçilerden biri saraya bakar ve ağlar. Bu durumu gören Sultan Vahideddin Han nöbetçiye hitaben; “…Ne ağlıyorsun be adam benim memleketim yanıyor. Sarayım yanmış, evim yanmış ne ehemmiyeti var.” der.
6 Asır yaşayan Osmanlı İmparatorluğunun 36. ve son padişahı Sultan Mehmed Vahideddin Han, 4 Ocak 1861’de İstanbul’da doğdu. 16 Mayıs 1926’da San Remo’da Allah’ına kavuştu. 4 aylıkken, Babası Sultan Abdülmecid Han vefat etti, yetim kaldı, 5 yaşında annesi vefat etti, öksüz kaldı. Bakımını üvey annesi ve ağabeyi Sultan Abdülhamid Han üstlendi. Annesiz ve babasız büyüyen Sultan Vahideddin Han, her daim saray nimetlerinden hep en az istifade edendi.


4 yaşında “Âmin Alayları”yla beraber okula başladı. 5 yaşında okuma yazmayı öğrenen her şehzade gibi dinî ve müsbet ilimler ile hemhâl oldu. 10 yaşında başladığı Şehzadeler mektebinden Piyano, musiki, Fransızca gibi derslerden kaçarak gizli gizli halkın kullandığı tramvaylarla İstanbul’un “Fatih” semtindeki medreselere kaçar, burada Farsça, Arapça, Hadis, Kelam, Fıkıh gibi derslere girerdi. Bu sayede döneminin en mühim Fıkıh âlimlerinden biri oldu. Padişahlığı esnasında kendisine sunulan fetvaları usûlden ve esastan bozacak, geri gönderecek ve şeyhülislamlara Fıkıh dersleri verecektir.
Genç denilecek bir yaşta evlendi. Dinî ilimlerde zirveyi yakalamış olan Sultan Vahideddin Han, Edebiyat, Güzel Sanatlar ve Musiki alanında da ciddî çalışmalarda bulundu. Usta denilecek düzeyde piyano ve tambur çalabiliyordu. Bugün T.R.T. repertuarlarında 41 tane piyano ve tambur ile çalınabilen bestesi mevcuttur. Ömrü boyunca hiçbir zaman çok parası olmadı. Hayalini bile kurmadı. Ağabeyi Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin düğün hediyesi olarak verdiği Çengelköy’deki evi dışında hiç gayrimenkulu olmadı. Kendisini tamamen Tasavvuf ve ilim dolu bir hayata gark eden Sultan Vahideddin, 57 yaşında 3 Temmuz 1918’de Ağabeyi Sultan Mehmet Reşad Han’ın vefatı üzerine 4 Temmuz 1918 Perşembe günü sabah 11,30 da taht’a oturdu. Oturduğu an etrafında bulunan herkese;
“— Ben kendimi bu vazife için hazırlamadım. Şaşmış ve korkmuş bir haldeyim. Bana dua ediniz” demiştir.

Sultan Vahdettin Ve Hüzünlü Yıllar
Taht’ta çıkışından 2 ay 26 gün sonra, bir grup cahil maceraperestin hatasından dolayı girdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nın faturasını bize kesmek üzere emperyalist güçlerce tezgahlanan “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı. 1. dünya savaşının faturasını bize kesmek üzere emperyalist güçlerce tezgahlanan bu antlaşmayı, Sadrazam Tevfik Paşa’ya, meşhur “Bahçe Telgrafı” olarak bilinen telgrafla Mustafa Kemal Paşa tarafından;
“— Muhakkak bu insanı Bahriye Nazırı yapın” diye tavsiye ettiği “Rauf Orbay” imzalamıştır.
Padişah Mehmed Vahideddin Han’ın;
“…Sert ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehlikeye sokacak maddelerle karşılaşırsan asla imzalama ve derhal geri dön” diye telkin ve ihtarda bulunmasına ve imzalanmasını asla istememesine rağmen, şimdi bazı çehreler ve çevreler bu antlaşmadan dolayı memleketin parçalanmasının faturasını bu zavallı padişahın omuzlarına yüklüyorlar. Halbuki ülkenin parçalanmasına sebep olan bu antlaşmayı imzalayan Rauf Orbay, ilerleyen zamanlarda Meclis Başkanı ve hatta Başbakan bile olacaktır… Tarihin cilvesi denen şey bu olsa gerek.
Bir gün, Yıldız Sarayında Sultanın çalışma odasından başlayıp bütün sarayı saran meşhur yangın esnasında nöbetçilerden biri saraya bakar ve ağlar. Bu durumu gören Sultan Vahideddin Han nöbetçiye hitaben;
“…Ne ağlıyorsun be adam benim memleketim yanıyor. Sarayım yanmış, evim yanmış ne ehemmiyeti var.” der.

İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Sonradan Mustafa Kemal Paşa’nın yanına geçen ve İstanbul’da Ankara hükümetinin casusluğunu yapan Sultan Vahideddin Han’ın emir subayı Neşet Bey, Sakarya Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesi üzerine Sultanın yaşlı gözlerle gökyüzüne bakıp;
“…Allah’ım sana çok şükür” dediğini anlatacaktır. Bu hadiseyi bizlere nakleden Neşet Bey cumhuriyet sonrası Deniz Kuvvetleri Komutanlığına kadar yükselecektir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Saltanat Şurasında Sevr antlaşmasının görüşmeleri esnasında rahatsızlanan ve meclisi terk eden Sultan Mehmed Vahideddin Han, ilerleyen zamanlarda Mustafa Kemal Paşa’nın yanına Anadolu’ya geçen ve İstanbul’da Ankara hükümetinin casusluğunu yapan damadı İsmail Hakkı Okday, Başkâtibi Ali Fuat Bey ve Veliaht Abdülmecid Efendi’nin koluna girip sendeleye sendeleye salonu terk ederken merdivenlerde dengesini kaybeder, ve düşecek gibi olur. Hüngür hüngür ağlayarak;
“— Ya Rabbi bana yardım et, ülkem bölünüyor ve ben sadece ağlıyorum başka da bir şey yapamıyorum” diyecektir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Birgün, içinde Es Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin de bulunduğu, devrin en meşhur alimlerini saraya iftara davet edip onlara;
“…Ankara hükümetinin ve Kuva-i Milliye güçlerinin muzaffer olması için Allah’a dua ediniz demiştir.”
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Memleketten beş parasız kovulduğu gün Topkapı Sarayında bugün sergilenen imparatorluğun hazinesine elini sürmemiş ve hatta kendisine babasından kalan zümrüt taşlı yüzüğü de parmağından çıkartıp demirbaşa sokup memlekette bırakan Sultan Vahideddin Han, bu hareketi niçin yaptığını soranlara;
“— Bu yüzük de tıpkı diğer hazine parçaları gibi benim değil, bu memleketindir. Yani benim değildir.” demiştir.
İşte tarihe “HAİN” olarak lanse edilen adam…
Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı, Sevr Antlaşmasını imzalamasından ötürü “Vatan Haini” olarak lanse edenler, lütfen bir zahmet Sevr Antlaşmasının üstüne baksınlar ve padişahın imzasını bulup bana da göstersinler. Gösteremezler çünkü yoktur. ÇÜNKÜ;
Sultan Vahideddin Han, Sevr paçavrasını imzalamamıştır.
Mehmed Vahideddin Han, yıllar sonra kendisine bu antlaşma hakkında fikrini soran Mevlanzade Rıfat Bey’e;
“…Ben o lanetli Sevr’i elime aldığımda korkunç bir ürpeti ve rahatsızlık duydum. O metni asla imzalamadım İmzalayamazdım da… Çünkü o metin bu milletin İdam fermanı idi. Kafama silah dayasalardı da padişahlıktan istifa edecektim ama yine de imzalamayacaktım.” diyecektir.
16 Mayıs 1926 günü Allah’ın rahmetine kavuşan Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın vefatını Adana’daki bir yurt gezisinde öğrenen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa;
“…Vah vah, Allah Rahmet eylesin. Bir tarih kapandı. Kim isterdi ki böyle olmasını. Çok namuslu bir insan ölmüştür. Eğer isteseydi hazineyi de beraberinde götürür, Avrupa’da o parayla öyle büyük bir ordu kurup üzerimize öyle bir gelirdi ki….” demiştir.
Bazı tanıklar ki bunlardan biri Hasan Rıza Soyak’tır, o gece Mustafa Kemal’in gözlerinden ince ince yaşlar süzüldüğünü anlatacaktır ileriki zamanlarda… Kolay değil bir imparatorluğun son padişahı ölmüştür. Hem de kendisini, memleketi kurtarması için vazifelendiren bir padişah. Derhal odasına çekilir ve kimseyle konuşmaz. Ama Sultan Vahideddin Han için ne düşündüğü, akıttığı göz yaşlarından belli olur. Üzüldüğünü herkes anlamıştır…
Çoğu geceler aç yatardı, ve yine çoğu geceler sadece soğan ekmek yerdi, ama asla Türkiye ve Mustafa Kemal Paşa hakkında en küçük bir hakaret etmedi. Hatta bir gün bahçede oyun oynayan torunu ve oğlu, şarkı babında bir şeyler söylemekte ve araya “Kahrol Mustafa Kemal Paşa” sözlerini serpiştirmektedirler. Bu sözleri duyan sultan, çocukları yanına çağırır ve der ki, “Bir daha böyle sözler söylediğinizi duyarsam kulaklarınızı keserim. Mustafa Kemal Paşa memleketi kurtardı ve ayrıca o benim paşamdır.” demiştir.
Vahideddin Han, 16 Mayıs 1926’da vefat eder, Fakat esnafa olan borç yüzünden evi hacizlidir ve, Vahideddin Han’ın tabutu da bu haczin içindedir. Borçlar ödenene kadar tabut kalkmaz, kalkamaz. En nihayet vefatından tam bir ay sonra kızı ve damadı sultanın borçlarını öder ve son Osmanlı Padişahı Mehmed Vahideddin Han’ın tabutu üzerindeki haciz kalkar.
Düşünün bir ceset, borçları yüzünden tam bir ay boyunca bir evin ortalık yerinde yatıyor. Bu ne hazin bir manzaradır… Üzerindeki haciz kararı kalkan tabut, 15 Haziran 1926’da, evden çıkarılır ve bir trenle Beyrut’a götürülür, 3 Temmuz 1926’da vefatından tam 47 gün sonra, evet yanlış okumadınız vefatından 47 gün sonra Suriye Şam’da Yavuz Selim Camii’nin bahçesine gömülür.
Sessiz sakin kimseye zahmet vermeden bu dünyadan göçüp giden sultanın geriye söylediği şu sözler kalır; “…Ben anlaşılmayı tarihçilere bıraktım. memleketin parçalanmasına engel olamadıysam da, tüm kötülükleri üzerime çekerek ve ankara’ya zaman kazandırarak bir nevi paratoner vazifesi gördüm. ben anlaşılmayı tarihçilere bıraktım.”
Mustafa Kemal Paşa bir gün yanında kendisine hizmet eden Cemal Granda’ya ve Yazı İşleri Müdürü Tevfik Bey’e der ki;
“…Beni, Milli Mücadeleyi açmak üzere bunca paşa arasından seçip Anadolu’ya gönderen Sultan Vahideddin’dir…
Uzun söze ne hacet. Tarih, bir gün her şeyin en doğrusunu herkese gösterecektir.



Sultan Mehmed Vahideddin Hanhttp://gercektarihdeposu.blogspot.com


KAYNAKLAR:
1) Ali Fuat TÜRKGELDİ, Görüp İşittiklerim, T.T.Kurumu, 1984, 3. Baskı s.138-139
2) Lütfi SİMAVİ, Osmanlı Sarayının Son Günleri,s.28, Hürriyet Gaz. Yay, 2. Kitap
3) Hanri BENAZUS, Mustafa Kemal Ve Vahdettin, s.11, Mor Kalem Yay. 2005, 1. Baskı
4) Nevzat Vahdettin, Yıldız’dan San Remo’ya, s.45, Arma Yayınları, 1999, 1. Baskı
5) Mevlanzade Rıfat, Türkiye İnkılabının İç Yüzü, Pınar Yayınları, 2000, 2. Baskı
6) Necip Fazıl KISAKÜREK, Sultan Vahidüddin, Büyük Doğu Yayınları, 1975, 2. Baskı
7) Murat BARDAKÇI, Sultanî Besteler, Pan Yayınları, 1997, 1. Baskı
İlhan Bardakçı, Vahdettin’den Mustafa Kemal’e, 3.baskı, sayfa; 140–141
9) Muzaffer Erendil, Yakınlarından Hatıralar Anekdotlarla Atatürk, sayfa; 98–99
10) Murat Bardakçı, Şahbaba, 4. baskı, sayfa; 412–413

http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kurtulusun_faturasini_odeyen_adam/14929#.UY_t0aLwlc0

23 Eylül 2013 Pazartesi

Benden sonra 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!

Ne bitmez kinmiş bu Ya Rabbi!  

Meselenin özü şu: Ne bitmez kinmiş bu Ya Rabbi!   an bir turnusol kâğıdı gibi çalışıyor hâlâ. Ülkeyi istikrarsızlaştırıp bir yangın yerine çevirmek isteyenler ile meşruiyet dairesinde hareket edenleri ayırt etmekte işe yaradığı kesin:
1909’un 27 Nisan’ında tahta veda ettiğinde söylediği rivayet edilen o söz hâlâ çivi gibi akıllarda çakılı: “Benden sonra 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!” Nisan 1909’dan tam 9 yıl 6 ay 3 gün sonra, yani 10 yılın dolmasına 6 ay kala Osmanlı Devleti fiilen yok oldu! “Bu kadar basiret de biraz fazla!” diyebilirsiniz ama biz de kolay bulunan birinden bahsetmiyoruz.
Ertuğrul Özkök, bir dergiye verdiği mülakatta Sultan Abdülhamid’in en başarılı padişahlardan biri olduğu gerçeğini teslim ediyor ama hemen ekliyor: “Bugün kendisinden bize kalan sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiyelik sistemidir. Adı da o yüzden Kızıl Sultan diye kalmıştır…”
Gerçi Özkök’ün derdi tarih değil, Başbakan’a laf çakmak ama biz işin tarih bilgisi kısmında kalalım. Gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’den geriye kalan “sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiye sistemi” miymiş? Yine gerçekten de Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” yaftasını kim veya kimler yapıştırmış?
Bir kere Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” demek ona Fransız-Ermeni lobisinin gayri ciddi gözlükleriyle bakmak demektir. Gayri ciddi, çünkü bunlar genellikle propaganda amaçlı kitaplardı ve çoğunlukla da karikatürize eden amatörce bir gayretkeşliğin ürünüydü ve Jön Türkler tarafından tercüme ettirilip silah olarak kullanılmıştır.
Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun Derin Tarih’in Şubat 2013 sayısında çıkan makalesi çok ilginç bir noktaya ışık tutmaktadır. Hanioğlu’na göre Jön Türkler tarafından bir Devr-i Sâbık (Eski Dönem) kavramsallaştırması yapılırken istibdad (otokrasi) kavramı kullanılıyor ama bu kavram, İslam siyasi düşüncesinde gayri meşru görülmediği için onun içeriğini giderek değiştiriyor ve zulüm ile eşitlemeye çalışıyorlardı. Böylece İsmail Kara’nın dediği gibi İslamcılar bu noktada Abdülhamid yönetimini İslami görüş açısından gayri meşru ve yıkılması gereken bir düzen olarak görebilirken, tam tersine laik aydınlar tarafından ‘irticâî’ bir dönem olarak damgalanabiliyordu kolaylıkla.
Prof. Hanioğlu’nun asıl dikkatimizi çektiği nokta ise şu: Abdülhamid dönemine ‘istibdad’ denilmesi bu yönetimin yalnız başına siyasî açıdan baskıcı olduğunu ifade etmiyordu. Hem baskıcı yönetim meseleyse Abdülhamid, dedesi II. Mahmud’unkinden pek de farklı bir yönetim sergilemiyordu (bana kalırsa baskıcılıkta dedesinin eline su dökemezdi). Oysa dikkat edilirse laik aydınlarımız II. Mahmud’a toz kondurmaz ve onun boynuna istibdad gibi baskıcılık ifade eden bir yaftayı asmaktan kaçınırken, özellikle bu sıfatı Abdülhamid hakkında kullanmaktadırlar. Öyleyse mesele baskıcılıktan ziyade Abdülhamid döneminin dinî karakteridir ve 1931 tarihli lise ders kitabında belirtildiği gibi o dönem bir ‘irtica’ devridir! Abdülhamid de mürtecidir ve sorun buradan çıkmaktadır!
Bu arada özel (mahrem) hayatıyla ilgili olmadık saçmalıklar üretilmesi de cabası. Bu da yine Avrupa kökenli bir arketipin parlayışıdır. Abdülhamid’i Doğulu Despot kavramının içerisine sokuşturma çabasının bir ürünüdür.
Oysa aynı dönemde Abdülhamid’e olumlu yaklaşan ‘namuslu’ kalemlere de rastlanıyordu. Mesela Şükrü Bey’in örnek verdiği “The Times” muhabiri Henri Blowitz’in 1883 tarihli söyleşisinde Sultan’ın Osmanlı’nın sorunlarını çözme yeteneğine fazla sahip olduğunu yazması veya “New York Herald”a yazan ve Ahmed Midhat Efendi’nin dostu olan Sidney Whitman, Sultan Abdülhamid’i yakından inceleyerek hakkında “Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından da benimsenen despot imajının yanıltıcı olduğunu, kendisinin otokrat olarak tanımlanmasının uygun olacağını” belirtiyordu (Hanioğlu, agy, s. 73).
Ermeni ayaklanmalarını bastırdığı ve ülkesi üzerinde bir Ermenistan kurulmasına izin vermediği için Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından benimsenen despot veya Kızıl Sultan imajının günümüzde bile pahalı müşteriler bulabilmesine hem Midhat Efendimiz, hem de Henri ve Sidney beylerin hayretler içinde kalacağından adım gibi eminim.
Ne demiştik: Bu ne bitmez bir kinmiş böyle?
Abdülhamid’in son cevabı
Sultan II. Abdülhamid’in devlete, millete ve orduya bir beyanname yayınladığını biliyor muydunuz? Belki de bugünlerde kendisine atılan iftiralara cevap olmak üzere tahttan indirilip Selanik’e gönderildikten 39 gün sonra servetine el koymak için kendisini sıkıştıran gerçek diktatör Mahmud Şevket Paşa’yı atlayarak “Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere Hitaben Arzıhaldir” başlıklı bir beyanname göndermişti. Şevket Paşa’yı kızdıracak olan beyannamede kendisini ve servetini savunurken bazı önemli noktaları da vurgulama imkânı bulmuştu. Daha önce Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’nde Mithat Sertoğlu tarafından neşredilen beyannamenin çarpıcı satırlarını aşağıya alıyorum. Okuyun ve etrafınıza bakın, hakkında hâlâ okkalı iftiraların atılabildiği bir insan mezarın ötesinden bu yalan dağını nasıl delebilmiş ve sesini bugüne ulaştırabilmiş? İşte o sırrı yakalayacağımız ibretlik satırları:
“Tuğgeneral Hüsnü Paşa elime tabanca vererek Allah göstermesin bir tecavüz olursa evvela kendisini tabanca ile öldürmekliğimi Vallahi, Billahi, Tallahi sözleriyle yemin ve Kur’an-ı Kerim’i de getirtip ona da yemin edeceğini anlatmışsa da, ‘Haşa Allah esirgesin, ben kâtil olamam’ diyerek teminat ve yeminlerine kanaat edip özel trenle Selanik’e gelindi.(…)
İyi ve kötü, fakat hüsn-i niyetle 34 yıl Vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhine amal-i nüfuz etmedim (nüfuzumu kullanmadım). İstanbul’daki asker hadisesinde (31 Mart ayaklanmasını kastediyor) Vallahi bildiğim yoktur. (…)
Servetimin asker için saklandığını tam bir hakikat olarak beyan edebilirim. Mevcudum keşke daha ileri bir derecede bulunsaydı hepsinin askere terkine muvaffakiyet şerefine erişmiş olma temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu fani dünyada biricik maksadım, yalnız devlet ve millete duacı olarak emniyetle belli sayıdaki nefeslerimin bulunduğum yerde tamamlanmasıdır. Katiyyen başka düşüncem yoktur.”
İşte tahttan indirilen Sultan’ın dilinden düşürmediği sözler: son nefesime kadar devlet ve milletime dua edeceğim. Peki bugün kendisine Kızıl Sultan diyenlerin hangisinin ağzından sadır olur böyle dualı sözler?
Mustafa Armagan