fransiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fransiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2013 Cuma

UÇAK GEMİSİ BATIRAN TOP MERMiLERi Topçu Teğmen MUSTAFA ERTUĞRUL BEY

Tanımadığımız Kahramanlar
DÜNYADA İLK UÇAK GEMİSİ BATIRAN KİŞİ: MUSTAFA ERTUĞRUL BEY

Mustafa Ertuğrul 1. Musika muallimi Yüzbaşı Ahmet Nuri Efendi’nin mahdumu olarak 1893 yılında Girit’te dünyaya geldi. 

İlköğreniminden sonra gittiği askeri okuldan genç bir topçu teğmeni olarak 1. Dünya Savaşının Çanakkale Gelibolu cephesinde bir çok savaşlara katılan Mustafa Ertuğrul Çanakkale savaşlarının efsanevi komutanı ve daha sonra kayınpederi olan 27. Alay Komutanı Mehmet Şefik Aker beyin komutasında Çanakkale’de bir çok kahramanlıklar göstermiştir.

1916 yılında 5. Ordu komutanlığının kararı ile Akdeniz sahillerini savunmak üzere Erhart dağ toplarıyla Aydın’dan Denizli’ye trenle gelir. Denizli’den, Elmalı üzerinden 2 ayda katır sırtında taşıdıkları 4 adet topla yaya olarak Kaş’a gelirler. Burada düzenlenen Meis Adası baskınına katılır.



27 Aralık 1916 tarihinde Ben My Chree adlı İngilizlerin uçak gemilerini Bayındır Burnu’ndaki siperlerden top atışı ile batırır ve bir çoğunu da savaş dışı bırakır.

Buradaki görevden sonra yine sahilden yaya olarak Antalya’ya 57. Fırka emrinde önce Antalya’ya oradan da emrindeki askerlerle birlikte Kemer’e gelir. Bugünkü Koca Burun’da kazdıkları siperler günümüzde de mevcudiyetini sürdürmektedir.

Çamyuva Alacasu ile Phaselis arasındaki tepeye geçici telefon istasyonu kurarlar. Halen bu tepe telefon gediği olarak anılmaktadır.

13 Aralık 1917′de Fransızların Paris 2 adlı savaş gemisini burada batırır. Ayrıca 8 Şubat 1918 günüde yine Fransızların Aleksandra isimli savaş gemisini de portakal ve dinamit yüklü bir yelkenliyle tuzağa düşürüp batırmıştır. 1968 yılında Antalya'da vefat etmiştir.

Kabri nur, makamı cennet olsun..




http://gercektarihdeposu.blogspot.com
MUSTAFA ERTUĞRUL BEY
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

23 Eylül 2013 Pazartesi

Benden sonra 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!

Ne bitmez kinmiş bu Ya Rabbi!  

Meselenin özü şu: Ne bitmez kinmiş bu Ya Rabbi!   an bir turnusol kâğıdı gibi çalışıyor hâlâ. Ülkeyi istikrarsızlaştırıp bir yangın yerine çevirmek isteyenler ile meşruiyet dairesinde hareket edenleri ayırt etmekte işe yaradığı kesin:
1909’un 27 Nisan’ında tahta veda ettiğinde söylediği rivayet edilen o söz hâlâ çivi gibi akıllarda çakılı: “Benden sonra 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!” Nisan 1909’dan tam 9 yıl 6 ay 3 gün sonra, yani 10 yılın dolmasına 6 ay kala Osmanlı Devleti fiilen yok oldu! “Bu kadar basiret de biraz fazla!” diyebilirsiniz ama biz de kolay bulunan birinden bahsetmiyoruz.
Ertuğrul Özkök, bir dergiye verdiği mülakatta Sultan Abdülhamid’in en başarılı padişahlardan biri olduğu gerçeğini teslim ediyor ama hemen ekliyor: “Bugün kendisinden bize kalan sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiyelik sistemidir. Adı da o yüzden Kızıl Sultan diye kalmıştır…”
Gerçi Özkök’ün derdi tarih değil, Başbakan’a laf çakmak ama biz işin tarih bilgisi kısmında kalalım. Gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’den geriye kalan “sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiye sistemi” miymiş? Yine gerçekten de Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” yaftasını kim veya kimler yapıştırmış?
Bir kere Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” demek ona Fransız-Ermeni lobisinin gayri ciddi gözlükleriyle bakmak demektir. Gayri ciddi, çünkü bunlar genellikle propaganda amaçlı kitaplardı ve çoğunlukla da karikatürize eden amatörce bir gayretkeşliğin ürünüydü ve Jön Türkler tarafından tercüme ettirilip silah olarak kullanılmıştır.
Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun Derin Tarih’in Şubat 2013 sayısında çıkan makalesi çok ilginç bir noktaya ışık tutmaktadır. Hanioğlu’na göre Jön Türkler tarafından bir Devr-i Sâbık (Eski Dönem) kavramsallaştırması yapılırken istibdad (otokrasi) kavramı kullanılıyor ama bu kavram, İslam siyasi düşüncesinde gayri meşru görülmediği için onun içeriğini giderek değiştiriyor ve zulüm ile eşitlemeye çalışıyorlardı. Böylece İsmail Kara’nın dediği gibi İslamcılar bu noktada Abdülhamid yönetimini İslami görüş açısından gayri meşru ve yıkılması gereken bir düzen olarak görebilirken, tam tersine laik aydınlar tarafından ‘irticâî’ bir dönem olarak damgalanabiliyordu kolaylıkla.
Prof. Hanioğlu’nun asıl dikkatimizi çektiği nokta ise şu: Abdülhamid dönemine ‘istibdad’ denilmesi bu yönetimin yalnız başına siyasî açıdan baskıcı olduğunu ifade etmiyordu. Hem baskıcı yönetim meseleyse Abdülhamid, dedesi II. Mahmud’unkinden pek de farklı bir yönetim sergilemiyordu (bana kalırsa baskıcılıkta dedesinin eline su dökemezdi). Oysa dikkat edilirse laik aydınlarımız II. Mahmud’a toz kondurmaz ve onun boynuna istibdad gibi baskıcılık ifade eden bir yaftayı asmaktan kaçınırken, özellikle bu sıfatı Abdülhamid hakkında kullanmaktadırlar. Öyleyse mesele baskıcılıktan ziyade Abdülhamid döneminin dinî karakteridir ve 1931 tarihli lise ders kitabında belirtildiği gibi o dönem bir ‘irtica’ devridir! Abdülhamid de mürtecidir ve sorun buradan çıkmaktadır!
Bu arada özel (mahrem) hayatıyla ilgili olmadık saçmalıklar üretilmesi de cabası. Bu da yine Avrupa kökenli bir arketipin parlayışıdır. Abdülhamid’i Doğulu Despot kavramının içerisine sokuşturma çabasının bir ürünüdür.
Oysa aynı dönemde Abdülhamid’e olumlu yaklaşan ‘namuslu’ kalemlere de rastlanıyordu. Mesela Şükrü Bey’in örnek verdiği “The Times” muhabiri Henri Blowitz’in 1883 tarihli söyleşisinde Sultan’ın Osmanlı’nın sorunlarını çözme yeteneğine fazla sahip olduğunu yazması veya “New York Herald”a yazan ve Ahmed Midhat Efendi’nin dostu olan Sidney Whitman, Sultan Abdülhamid’i yakından inceleyerek hakkında “Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından da benimsenen despot imajının yanıltıcı olduğunu, kendisinin otokrat olarak tanımlanmasının uygun olacağını” belirtiyordu (Hanioğlu, agy, s. 73).
Ermeni ayaklanmalarını bastırdığı ve ülkesi üzerinde bir Ermenistan kurulmasına izin vermediği için Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından benimsenen despot veya Kızıl Sultan imajının günümüzde bile pahalı müşteriler bulabilmesine hem Midhat Efendimiz, hem de Henri ve Sidney beylerin hayretler içinde kalacağından adım gibi eminim.
Ne demiştik: Bu ne bitmez bir kinmiş böyle?
Abdülhamid’in son cevabı
Sultan II. Abdülhamid’in devlete, millete ve orduya bir beyanname yayınladığını biliyor muydunuz? Belki de bugünlerde kendisine atılan iftiralara cevap olmak üzere tahttan indirilip Selanik’e gönderildikten 39 gün sonra servetine el koymak için kendisini sıkıştıran gerçek diktatör Mahmud Şevket Paşa’yı atlayarak “Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere Hitaben Arzıhaldir” başlıklı bir beyanname göndermişti. Şevket Paşa’yı kızdıracak olan beyannamede kendisini ve servetini savunurken bazı önemli noktaları da vurgulama imkânı bulmuştu. Daha önce Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’nde Mithat Sertoğlu tarafından neşredilen beyannamenin çarpıcı satırlarını aşağıya alıyorum. Okuyun ve etrafınıza bakın, hakkında hâlâ okkalı iftiraların atılabildiği bir insan mezarın ötesinden bu yalan dağını nasıl delebilmiş ve sesini bugüne ulaştırabilmiş? İşte o sırrı yakalayacağımız ibretlik satırları:
“Tuğgeneral Hüsnü Paşa elime tabanca vererek Allah göstermesin bir tecavüz olursa evvela kendisini tabanca ile öldürmekliğimi Vallahi, Billahi, Tallahi sözleriyle yemin ve Kur’an-ı Kerim’i de getirtip ona da yemin edeceğini anlatmışsa da, ‘Haşa Allah esirgesin, ben kâtil olamam’ diyerek teminat ve yeminlerine kanaat edip özel trenle Selanik’e gelindi.(…)
İyi ve kötü, fakat hüsn-i niyetle 34 yıl Vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhine amal-i nüfuz etmedim (nüfuzumu kullanmadım). İstanbul’daki asker hadisesinde (31 Mart ayaklanmasını kastediyor) Vallahi bildiğim yoktur. (…)
Servetimin asker için saklandığını tam bir hakikat olarak beyan edebilirim. Mevcudum keşke daha ileri bir derecede bulunsaydı hepsinin askere terkine muvaffakiyet şerefine erişmiş olma temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu fani dünyada biricik maksadım, yalnız devlet ve millete duacı olarak emniyetle belli sayıdaki nefeslerimin bulunduğum yerde tamamlanmasıdır. Katiyyen başka düşüncem yoktur.”
İşte tahttan indirilen Sultan’ın dilinden düşürmediği sözler: son nefesime kadar devlet ve milletime dua edeceğim. Peki bugün kendisine Kızıl Sultan diyenlerin hangisinin ağzından sadır olur böyle dualı sözler?
Mustafa Armagan


8 Ağustos 2013 Perşembe

Kruvasana Osmanlı katkısı

Kruvasana Osmanlı katkısı


"İtalyanların ulusal yemeği nedir?" diye sorsanız, çoğunluk hiç düşünmeden "Makarna!" diyecektir. Aynı soru Fransızlara sorulsa, onlar büyük olasılıkla onlar "croissant" diye yazdıkları, bizim pastacılık literatürümüze de "kruvasan" olarak giren bir çöreğin adını söyleyeceklerdir. Paris'te sabah kahvaltısı da veren bir barın önünden geçtiyseniz, büyük olasılıkla fırından yeni çıkan, yağlı hamurundan yapılmış kruvasan ile taze çekilmiş kahvenin insanın başını döndüren koku beraberliği ile tanışmışsınızdır. Nitekim bir Fransız için sabah keyfi, çanak büyüklüğünde bir fincan sütlü kahveye batırılarak yenen hilal şeklinde, tereyağlı taptaze kruvasandan ibarettir. Kruvasanın şatobriyan, makaron, fuagra gibi bir Fransız icadı olmadığını kim iddia edebilir? Çoğu Fransız kruvasanın ilk kez kendi ataları tarafından yapılmış bir çörek olduğunu sanır. Fransızları ve Fransız hayranlarını hayal kırıklığına uğratacağımı bile bile işin doğrusunu açıklayayım: Kruvasan bir Fransız çöreği değil. İlk kez Viyana'da ortaya çıkmış ve onun ilk yapılışı Osmanlı savaşlarıyla geçen 17. yüzyıla dayanıyor.
BİRÇOK EFSANE VAR
Bugün Türkleri Avrupa Birliği'nde görmek istemeyenlerin genlerinde, o dönemde yaşayan atalarından kendilerine kadar ulaşan, Türklerin bütün Avrupa'yı ele geçirmelerine ramak kaldığı 1529'daki birinci ve 1683'deki ikinci Viyana kuşatmalarının korkusu gizli. Özellikle ikinci kuşatmada kent sadece abluka altına alınmakla kalmadı. Tepeden tırnağa silahlı Osmanlı ordusu Viyana'nın dünyayla bağlantısını kestikten sonra, top ateşiyle kent surlarında gedikler açmaya da başladı. Viyana halkı kıtlık ve yorgunluktan bitkin düşmüş, cephaneleri iyice suyunu çekmişti. Batı dünyasının karabasanı gerçekleşiyordu; Türk orduları Hıristiyanlığın doğudaki son önemli üssünü ele geçiriyordu. Ama Viyana düşmedi. Polonya Kralı Jan Sobiyeski yönetimindeki Alman-Polonya kuvvetleri Köprülü Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu geri püskürttü. Buraya kadarı gerek bizde, gerekse Avrupa'nın bütün ülkelerinde tarih derslerinde öğretiliyor. Ancak kruvasanın tarihçesi bu kadar kesin değil. Daha doğrusu bu hilal şeklindeki çörekle ilgili birden çok efsane var; kimse tam olarak gerçeğin ne olduğunu bilmiyor. Ben sizlere onunla ilgili akla en yakın öyküleri aktarayım, artık hangisini daha çok yakıştırırsanız, o versiyonu kabul edin.
1. ÖYKÜ
Türkler Viyana'yı kuşattıklarında şehir surlarının altından bir tünel kazarlar, buradan gizlice içeri sızıp bir baskınla kenti ele geçirmeyi planlamaktadırlar. Viyana'nın sabaha kadar ekmek yapan fırıncıları gecenin sessizliğinde yeraltından sesler duyarlar ve nöbetçileri uyarırlar. Kuşatma kalktıktan sonra da fırıncılar bu olayın anısına Türk sancaklarındaki hilalden esinlenerek ay şeklinde çörek yapmaya başlarlar.
2. ÖYKÜ
Kuşatma sırasında kenti kurtarmak üzere gelmesi beklenen Polonya ordusuna bilgi götüren Sırp casusu Kolçinski, Osmanlı ordusunun geri çekilmesinden sonra Viyana'da açtığı kahvehanede ilk kruvasanı yapar.


3. ÖYKÜ
Viyanalı pasta ustası Leo Navrantil kuşatma sırasında Viyana'nın ilk kahvehanesini açar ve burada hilal şeklindeki ilk çöreği üretir.
4. ÖYKÜ
Kuşatmadan sonra Viyanalı fırıncı ustası Peter Wender, Osmanlı sancağındaki hilali alaya almak amacıyla onun hamurdan bir taklidini yapar. Ona bugün Avusturya'da kruvasan için kullanılmakta olan Kipferl adını verir.
5. ÖYKÜ
Hilal şeklinde çörek Viyana'da değil, yakınlardaki Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de ilk kez yapılmıştır. Görüldüğü gibi, bizim yoğurdumuzun, beyaz peynirimizin üstüne konanlar gibi kruvasana da sahip çıkanlar çok. Kuşkusuz kruvasanın geçmişine ilişkin daha başka öyküler de var. Ancak hemen bütün öyküler kaynak olarak Viyana'yı gösteriyor ve Osmanlı kuşatması bu kenti hedef aldığına göre, Osmanlı tehlikesinin kalkmasına en çok sevinenlerin de Viyanalılar olması doğal. Nitekim sadece kruvasan değil, ortası haşhaş tohumlu bugün bizde de satılan ayçöreği, yine hilal şeklindeki değişik hamur çeşitleriyle yapılan kurabiyeler 17. yüzyıldan sonra Viyana'dan Avrupa'nın diğer merkezlerine yayıldı. Öte yandan kahve gibi kaliteli kruvasanların yapıldığı milföy hamurunu da Viyanalılar büyük olasılıkla Türklerden öğrenmişlerdi. Kuşatmanın kalktığı 1683'ten 1770 yılına kadar Fransızların kruvasanla ilgileri yok. 1770'de Avusturya İmparatoriçesi Marie Theresa'nın 15. çocuğu Marie Antoinette, Fransız Veliahtı Louis August ile evlendi ve Paris'e taşındı. 1774'te ise Kral XV. Louis çiçek hastalığından ölünce, Marie'nin kocası XVI. Louis adıyla tahta çıktı. Avusturya asıllı yeni kraliçenin hilal şeklindeki çöreği önce Fransa saray çevrelerine tanıttığı konusunda tarihçiler görüş birliği içindeler. Buna önce Türk çöreği denmiş, ardından büyüyen ay anlamına gelen croissant olarak adlandırılmış. Kruvasan sadece sarayda sevilmekle kalmamış. Sıradan halk da onun bağımlısı olmuş. Bugün Fransız kahvaltısının simgesi haline gelen bu çöreği kendilerine armağan eden Avusturyalı prensese Fransa halkı teşekkürlerini nasıl ifade etti dersiniz? İhtilalde onu ve kocasını giyotine çıkarıp ikisinin de kellesini keserek!.. Kruvasanı sevseler de Avusturyalı gelinlerini sevememişti Fransızlar. Ne diyeyim, insanlar bazen nankör olabiliyor...


19.07.2009 Sabah Gazetesi,  Ahmet Örs