kurtulus savasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurtulus savasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2013 Perşembe

Abdülhamid devrinin her 24 saati bin muammayla doludur.

II. Abdülhamid, Atatürk'ü hapse attırmış!

“Abdülhamid devrinin her 24 saati bin muammayla doludur.” 1930’larda sıkı bir Abdülhamid düşmanı iken 1960’larda tam tersine koyu bir Abdülhamid hayranı olarak karşımıza çıkan yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun bu cümlesi beni çok düşündürmüştür.
Her 24 saatine binbir muammayı doldurmuş bu karmaşık iktidar döneminin kıvrımları arasında saklanmış nice olay ve çehrenin gerçek yüzü, ağır ağır aydınlanmakta.
Anlatacağım olay da, bizzat Mustafa Kemal tarafından en az iki defa dillendirildiği halde, Atatürk’ün resmi biyografilerinde ya geçiştirilmiş yahut da yazıldığı halde dikiz aynamıza bir türlü girememiştir. Bugün vefatının 90. yılında Sultan II. Abdülhamid’i rahmetle anarken, onun “muamma”larından birini daha büyüteç altına alıyoruz.
21 Ekim 1904’te, 24 yaşında Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal, birkaç ay kadar tayinini bekleyecekti. Bir süre sınıf arkadaşı Ali Cebesoyların Kuzguncuk’taki yalısında misafir kalmış,

daha sonra yine tayin bekleyen birkaç arkadaşıyla birlikte Beyazıt-Gedikpaşa civarında bir Ermeni’nin apartman dairesini kiralamışlardı. Burada toplanıp memleket sorunlarını görüşürken, kurtuluş için Meşrutiyet yönetiminin geri getirilmesinin şart olduğu, bunun için de ordunun Saray’ı sıkıştırması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardı. Bu amaçla her biri atanacakları yerlerde birer örgüt kuracak, sonra da şubeleri birleştirip hükümet üzerinde baskı kuracaklardı.

Ne var ki, Abdülhamid’in meşhur hafiye örgütünün içlerine sızacağını hesaplayamayacak kadar toydular o sırada.

Toplantılar olanca hızıyla sürerken günün birinde subayken ordudan atılmış Fethi Bey adlı birisini aralarına almak gafletinde bulunurlar. Başlangıçta “örgüt” adına epeyce yararlılıkları görülen Fethi Bey, günün birinde kendilerine yeni bir arkadaşın daha katılmak istediğini bildirir. Önce sözü edilen arkadaşı görmeleri gerektiğini söylerler ve Galata Köprüsü civarında bir kahvede buluşmaya karar verirler. Ancak gelmesi beklenen yeni ‘arkadaş’, Abdülhamid’in has adamlarından Zülüflü İsmail Paşa’nın yaverinden başkası değildir ve yanında bir sürü jandarma da getirmiştir! Meğer acıyarak yanlarına aldıkları Fethi Bey, bir hafiye ve konuştukları her şeyi günü gününe Abdülhamid’e bildirmekte değil miymiş!

İşte bu baskınla Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Fethi Okyar da aralarında olmak üzere “gizli örgüt”ün bütün elemanları jandarmalar tarafından yakalanarak hapse atılır.

Bundan sonrası daha da ilginçtir. Çünkü Yüzbaşı Mustafa Kemal, Abdülhamid’in yaşadığı Yıldız Sarayı’nın mabeyn dairesine götürülüp gizli örgüt kurmak, bu amaçla para toplamak, gazete çıkarmak ve toplantılar yapmaktan sorguya çekilmiştir. Kendisi hatıralarında ‘aylarca’ hapiste kaldığını söylese de, tutukluluğunun en fazla iki ay sürdüğünü biliyoruz. (Mezuniyeti 21 Ekim’de, Şam’a tayini ise 11 Ocak’tadır.)

Asıl şüpheyi davet eden nokta, bir Ermeni’nin evinde kalmaları ve Jön Türklerin yasak yayınlarını takip etmeleriydi. O günlerde Ermenilerin Sultan’a bir suikast düzenleyeceklerine dair haberler alınıyordu; Saray’a, Ramazan’ın 15’inde Hırka-i Şerif’i ziyaret edecek olan Abdülhamid’e bombalı bir saldırı düzenleneceği ihbarı yapılmıştı. Padişah, Beyazıt civarından arabayla geçecekti ve onların bu güzergâhta bir ev tutmuş olmaları şüpheyi daha da artırmaktaydı. Nitekim bu ihbar, 6 ay kadar sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları aklanıp Şam’a gönderildikten sonra Ermeni teröristlerin elinde gerçek adresini bulacaktı (21 Temmuz 1905, Bomba Olayı).

Yıldız Sarayı Mabeyn Dairesi’ndeki sorgulama sırasında bizzat Abdülhamid’in sorgu odasına kadar geldiği ve görünmeyen bir yerde Mustafa Kemal’in cevaplarını dinlediği rivayeti, ta 1931 yılında liseler için hazırlanan “Tarih” kitabından beri dillerdedir ama Atatürk’ün kendisi bize bundan hiç bahsetmemiştir. Annesi Zübeyde Hanım’ın mezarı başında Ocak 1923’te yaptığı konuşmada, şunları söylediğini biliyoruz:

“Hayata ilk hatveyi adımı atıyordum. Fakat bu hatve hayata değil, zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve idare-i müstebidenin istibdat yönetiminin zindanına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem bundan ancak mahpesten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye şitap etti koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar idare-i müstebidenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkadan beni takip ediyordu. Beni menfama götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmekten men edilen validem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu.”

Annesinin ağlamaktan gözlerinin zayıfladığını söyleyen genç Mustafa Kemal, yine de ucuz kurtulmuş sayılırdı. Eğer Serasker Rıza Paşa araya girip de Sultan’ı, onların gençliklerine uyup bir hata işlediklerine ikna etmemiş olsaydı, rejimi değiştirmek için gizli örgüt kurmaktan tutuklanmaları ve askerlikten atılmaları işten bile değildi.

Velhasıl, “yıldızın parladığı anlar”dan birindeydi. Günün birinde bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında İsmail Hakkı Paşa, Padişah’ın kararını kendisine şöyle bildirecekti: “Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin… Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın… Siyasete ve Padişah’ınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Buna rağmen Efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. Ve seni affetti. Yalnız tayin beklediğin Edirne ve Makedonya’ya değil, Şam’a gönderileceksin.”

Mustafa Kemal’in çok yıllar sonra, “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adlı kitabıma da aldığım “Abdülhamid yönetiminin her şeye rağmen hoşgörülü olduğu” yolundaki sözlerinin kaynağı bu af olayı olsa gerek.

Atatürk bu sözü söylediği sırada, İzmir suikastı teşebbüsünden sonra en yakın silah arkadaşlarının idamla yargılandığını mı hatırlamıştı dersiniz? 


KAYNAK: MUSTAFA ARMAĞAN 

Benim ATAM Abdülhamid Han
http://gercektarihdeposu.blogspot.com


20 Ağustos 2013 Salı

Şimdi asıl düşmanla mücadele etmeye başlayacağız! isaret edilen Islam ve Seriat

ASIL DÜSMAN KIM?



7 Düveli vatandan kovmus !,

Emperyalistleri dize getirmis !,

Türk`ü yoktan var etmis !

Türk`ün herseyini borclu oldugu !

Büyük Kurtarici icin asil düsman kim olabilir ?

Atatürk`ün en yakinindaki,en yakin arkadasindan dinliyoruz..

Falih Rifki Atay anlatiyor:

"Gazi Mustafa Kemal'le şehirde(İzmir) yangın çıktığı gün buluştuk. Bizi Buca'daki bir İngiliz evine misafir etti. Kendisi de yakın bir köşkte idi. Gittiğimizin üçüncü veya dördüncü günü Latife hanımın şehirdeki evinde öğle yemeği yiyorduk. Bütün merakımız.....
bundan sonra ne olacağı idi. Bize dedi ki:

-Hiç bir işimiz bitmemiştir.

Ve sanki İzmir'den Erzurum'a kadar bütün yurdu gösterir gibi, başını geriye çevirerek:

-Şimdi asıl düşmanla mücadele etmeye başlayacağız!"(1)


Düşmanlar vatandan kovulduguna göre kurtaricinin bahsettigi asil düşman kim olabilir?

"İrtica ile boğuşmanın istilayı söküp atmaktan daha lâzım ve zor olduğunu belirtmek isteriz. Onun içindir ki, Kurtuluş savaşındaki(10bin) can kaybının 50 kat fazlasını irtica ile savaşta verildiğini hatırlatmak gerekir."(2)

Kurtuluş savaşında takriben on bin şehidimiz var. Bunun elli katı demek, tam beş yüz bin insan anlamına gelir. Bu sayı inanılmaz yahut abartı gelebilir. Ama, bunu diyen kişinin Mustafa Kemal Paşa’nın bir numaralı adamlarından bir tanesi olduğunu hatırlayınca, abartı değil, bilakis “hafif gösterme” olduğunu anlayabilirsiniz.

Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? s 24
Falih Rıfkı Atay Eski Saat, S. 330




9 Ağustos 2013 Cuma

YILLARCA UYUTULDUK KURTULUŞ SAVAŞI FALAN KAZANMADIK!

BİZ KURTULUŞ SAVAŞI FALAN KAZANMADIK!

Kurtuluş Savaşında Yedi Düveli Yendik mi?


1915'de Çanakkale Savaşında, o akıl almaz destanı yazdık, yedi düvele set olduk ve düşmanı geçirmedik... Ama sadece üç sene sonra aynı düşman, en ufak bir direnişle karşılaşmadan Çanakkale Boğazı'nı geçti ve İstanbul'u yani başkentimizi işgal etti... Devletin idare edildiği saraylar bile kuşatıldı... Osmanlı diz çökmüştü artık... Ya sonra?

Sonra Yedi Düveli Yendik mi?

Çok defa bunu başarmıştık ama Kurtuluş Savaşı için bu durum doğru değildir.

Kurtuluş savaşımızda yedi düveli yendiğimiz iddiası maalesef ki gerçeği ifade etmemektedir...

"Düvel-i Muazzama" usulunce, savaşmadan geri çekildiler...

Yunan'ı denize dökmedik... Her yeri yaka yaka hatta önlerine hayvan sürülerini kata kata, ağır ağır geri çekildiler... Trakya'nın gerisinde yerleşip bir şeylerin gerçekleşmesini beklediler... O anda tam beş senedir İstanbul'u işgal altında tutan İngilizler Yunan'a böyle emretti; "Usulüyle geri çekil!"...

Yerli-yabancı devlet arşivlerinde Yunan'ın denize döküldüğüne dair tek bir vesika yok... Ne bir fotoğraf, ne bir video, ne de geçerli bir vesika yok?

Neden acaba ?.. Neden taktik bir hareketle geri çekildiler ve Ankara Hükümetini mağlupken galip haline getirdiler?

Bizden korktular mı ?..

Silahımız yoktu...

En son Çanakkale, Rus cephesi, Filistin, Trablusgarp, Balkan ve Yemen savaşlarından sonra askerimiz de kalmamıştı. Düzenli ordularımız da yok gibiydi...

Zaten Çanakkale'de bile gönüllüler savaşmıştı..

Savaş uçaklarımız, denizaltılarımız, yani kara kadar hava ve deniz kuvvetlerimiz de yoktu...

Bir ara Genelkurmay başkanı olan Karadayı paşamızın dili sürçtü ve Irak sınırımız hakkında;

" Yahu! Biz bu SINIRI Çizmedik ki İngilizler Çizdi " deyiverdi...

İngilizler 1918-1923 yılları arasında fiilen işgal altında tuttukları ve bazen aralıksız bir ay havadan bomba yağdırıp sivillerini katlettikleri İstanbul'umuzu neden bırakıp çekip gittiler?

Mahalle aralarında sapan kavgası yapan çocuklarımızın uçaklarını düşürüp hava kuvvetlerini imha etmelerinden, usta balıkçılarımızın olta ve misinaları ile kruvazör ve denizaltılarını avlamalarından mı korktular? Elbetteki hayır!..

Söz de bizim başarılarımızdan (!) endişeye kapıldılar ve Bursa'da Mudanya Barış Antlaşmasınıimzaladılar...

İyi de bunun az evvelinde General Refet Bele komutasındaki bir kolordumuz İstanbul'u İngilizlerden almak için bir taarruz yaptı ve tabiri caizse varlık bile gösteremedi... O halde?..

Gitmeleri karşılığında bir şeyler aldılar ki gittiler?

Neydi bu akıl almaz kararlarının arkasındaki sır?

İşte, ne aldıklarını merak edecek olursanız LOZAN ANTLAŞMASI'nın detaylarında bulabilirsiniz...

"TÜRKLERİ DİNİ-MANEVİ HASSASİYETLERİNDEN KOPARTMAK VE HİLAFETİ KALDIRMAK ŞARTI İLE YAPAY BİR BAĞIMSIZLIK TANINDI. SAHTE KURTARICILAR SAHNEYE SÜRÜLDÜ."
akademi >