Peygamberimiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peygamberimiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2013 Perşembe

Salavat ve Peygamberimize Salavat Getirmenin Lüzumu

    O’ndan başka hiçbir Peygambere verilmeyen bir özellik, hiç bir ümmete verilmeyen bir rahmet kapısıdır Salavat…
      İmam-ı Tahavî şöyle demektedir: “İnsan Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in adını andığı veya bir başkasından duyduğu her keresinde; salavat-ı şerife okumak kendisine vaciptir.”
    Salat ve salavat nedir? Peygamber Efendimiz’e ismi anıldığında salavat getirmek gerekir mi? Salavatın fazileti nedir?
   Salat: Tebrik, tezkiye, duâ manalarına gelir. Salât’ın çoğulu salavât gelir.
   Salat kelimesi Ayeti Kerimelerde bir çok yerde geçmektedir. Mesela zikir, tesbih ve duayı cem ettiği için namaza da “salat” denilmiştir.
Ancak konumuz Kur’an-ı Kerimin şu ayetinde geçen “Salat” ile alakalıdır:
   ”Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât ediniz ve samimiyetle selam veriniz” (el-Ahzab, 33/56)
Ayet-i Kerimede geçen Salat ne demektir?

   Buradaki “salat” dua etmek, rahmetine bürünmek manalarına gelir. Ancak ayette 3 tane salattan bahsedilmektedir. 1- Allah’ın Salatı, 2- Meleklerin Salatı, 3- Müminlerin Salatı.. 
Allah (Celle Celaluhu) ve meleklerin Salatı
Allahu Teala’nın salatı: Merhameti, affı, rahmeti, bağışlaması
Meleklerin salatı ise: istiğfarıdır…
    “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab 43)
    Allahu Teala’nın salatı, kulunu affetmesi, rahmeti ile kuşatması, makamını yüceltmesidir. Mü’minlerin salatı da ona “Allah’ın salat etmesini” istemesidir.
   Kâ’b b. Ucre’den şöyle rivayet edilmiştir: Dedik ki, Yâ Rasulallah! Sana selâm vermeyi biliyoruz, sana salât nasıl olur? Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! İbrahim’e salât ettiğin gibi, Muhammed’e ve âline de salât et…” deyin.. (Buhârî, Tefsir, 33/10)
   Allahu Teala, Resulüllah’a edilen salâtı karşılıksız bırakmamış, O’nun da bize salât etmesini istemiştir:
“Onlara salât (duâ) et. Çünkü senin salât’ın, duan onlar için sükûnettir” (Tevbe, 103)
SALAVAT BİZİM İÇİN BİR İBADETTİR
   Salat emri Müslümanların bir vazifesidir. Bu, Allahu Teala’nın mü’minler üzerine yüklediği bir vecibedir. Salavatın ömürde bir defa getirilmesi farzdır. Diğer salavatları ise nafile ibadettir. Ömründe hiç salavat getirmeyen bir Müslüman günahkar olur. 
Salavat-ı şerife mü’minler için bir rahmettir:
   Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
   ”Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder. “ (Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55)
   İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir. “ (Tirmizî, Vitir 21)
   Allah ve melekleri, peygambere salât-ü selâm ettiğine göre, bizim salât-ü selâmımıza ne gerek var?
   Cevap: Biz diyoruz ki, peygambere yapılan salât, peygamberin o salata olan ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, peygambere Allah salât-ü selâm edince, meleklerin de salâtına hacet kalmazdı. Bu ancak, ona duyulan saygıyı izhâr etmek içindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, hiç ihtiyacı olmadığı halde, bize, Kendisini zikretmemizi farz kılmıştır. Bu ancak, Cenâb-ı Hakk’ın bundan dolayı bize mükâfaat vermesi için ve de bize bir şefkat ve merhamet olsun diye, tarafımızdan peygambere duyulan saygıyı ortaya koymak içindir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Kim bana tek bir defa salât-u selâm getirirse, Allah Teâlâ da ona on defa salât (merhamet) eder”(Darimi, rikak, 58 (2/317)
   Resulüllah’a tazim ve hürmet etmek, O’nu saygısızca ve aramızdan birisymiş gibi anmamak için Allahu Teala bu emri vermiştir. Başka bir ayet-i kerime bu konuyu özetler:
“Peygamber’i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nur 63)
PEYGAMBERİMİZ SALAT-U SELAMA KARŞILIK VERİR
   Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder. “ (Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527)
   Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb-ı kirâm: 
- Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. 
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
- “Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65)
İSMİ ANILDIĞI ZAMAN SALAVAT GETİRMEYEN…
   Hazreti Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Cimri, yanında ismim anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir. “ (Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201)
   Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Yanında ismim anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun. “(Tirmizî, Daavât 101)
   Peygamberimizin “perişan olsun” sözü ümmetine bir beddua değil, ayet-i kerimenin gereğini yerine getirmediği için başına gelecek halin beyanıdır.
CUMA GÜNÜ BİZZAT ALIR
   Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokca salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur. “ (Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkâmet 79, Cenâiz 65)
SALAVATIN GETİRİLMEYECEĞİ YERLER
İbni Abidin’de bu konu şöyle ele alınıyor:
   “Kur’an okunurken veya hutbede Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ismini işitmek dahi istisna edilir. Çünkü bunlarda susarak dinlemek vaciptir. Fetevayı Hindiyye’nin kerahiyet bahsinde şöyle denilmektedir: “Bir kimse Kur’an okurken Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in ismini işitse salâvat getirmesi vacip olmaz.Ama okumayı bitirdikten sonra salavat getirirse iyidir.”
DİĞER PEYGAMBERLERE ALEYHİSSELAM DENİLİR
   Diğer Peygamberler için “salat” emri olmadığı için Onlara hürmeten isimleri anıldıkları zaman Kur’an-ı Kerimde geçtiği üzere selam verilir… “Aleyhisselam” denilir..
Alemler içinde selam olsun Nuh’a. (Saffat/79)
İbrahim’e selam olsun. (Saffat/109)
Musa’ya ve Harun’a selam olsun. (Saffat/120)
İlyas’a selam olsun. (Saffat/130)
Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun. (Saffat/181)
   Siz yeni yeni türeyen babasının dahi sapık ilan ettiği kişilere aldanıp da Salavat emrinden geri kalmayın, Peygamber Efendimize aşkla, iştiyakla, muhabbetle Salavat getirin. Zikir, dua, salavat… Bunlar bizim kazanç kapılarımız. Şeytanın askerleri bu kazancınızdan sizi alıkoymak isterler. Onlara kulak verirseniz mahrum olursunuz.
http://gercektarihdeposu.blogspot.com/
Peygamberimize Salavat Getirmenin Lüzumu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com



Kaynak iHVANLAR.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Sevgili Peygamberimizin sırdaşı.

Huzeyfe Bin Yemân
Huzeyfe bin Yemân hazretleri şöyle anlatıyor: 
"Hendek savaşının en şiddetli safhaya ulaştığı bir sırada, bir gece yarısı Eshâb-ı kirâmdan bir grup olarak Resûlullahın yanında idik. Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte gök gürültüsünü andıran korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı.

Ok ve taş atma
Bu sırada müşrik ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Peygamber efendimiz bize onların bu hâlini haber verdi. Resûluluh efendimiz gece bir miktar namaz kıldıktan sonra yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Bana dokunarak buyurdu ki:
- Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma. Sen benim yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın.

Resûlullahın bu sözlerinden anladım ki, bana hiç bir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah efendimiz benim için duâ etti:


- Allahım, onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!

Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına vardım. Reisleri Ebû Süfyân ve diğerleri ateş yakmışlar, başında ısınıyorlardı. Ebû Süfyân daha o zaman Müslüman olmamıştı.

Hemen aklıma Ebû Süfyân'ı orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada Resûlullahın, "Benim yanıma dönüp gelinceye kadar bir hâdise çıkartmayacaksın" buyurduğunu hatırladım ve onu öldürmekten vazgeçtim.

Bundan sonra kendimde kuvvetli bir cesâret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Alllahü teâlânın görülmeyen ordusu melekler, onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kap kacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp dedi ki:
- İçinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun!

Durulacak yerde değilsiniz
Ebû Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan, önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû Süfyân:
- Ey Kureyşliler, siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmaya, ölmeye başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz. İşte ben gidiyorum, diyerek devesine bindi.

Müşrik ordusu perişan bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş ve çakıl sesini işitiyordum.

Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resûlullahın yanına döndüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri şeklinde melekler çıktı. Bana dedilir ki:
- Resûlullaha haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişan etti!

Resûlullahın yanına geldiğimde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı.

Huzeyfe bin Yemân, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdur. Peygamberimiz ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vukû bulacak hâdiseleri de bildirmişti.

Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullahın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Hazret-i Huzeyfe'ye söyledi.

Lâzım olanı bildirdik
O ve Ebû Hüreyre buyurdular ki:
- Server-i âlem, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi lâzım olanları size bildirdik. Lâzım olmayanları, sakladık, bildirmedik.

Hazret-i Huzeyfe, Peygamber efendimizin sağlığında Hendek'ten sonraki savaşların hepsine katıldı. Resûlullahın vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, onu ordu kumandanı ta'yîn etti. Dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman'a gönderdi. Kendisine katılan İkrime ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman'da, önce zekâtları toplamakla, sonra da vâli olarak vazîfelendirildi. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak'ın ve İran'ın fethinde bulundu.

Nihâvend savaşında Nu'man bin Mukarrin şehîd olunca, İslâm sancağını Huzeyfe eline alarak Hemedân, Rey ve Deynura'yı fethetmiştir. Cezîre'nin fethinde bulunarak, Nusaybin vâliliğine ta'yîn olundu.

Hazret-i Ömer yeni bir vâli ta'yîn ettiği zaman, oranın halkına mektup yazarak, "Yeni vâli, âdâletle hükmettiği müddetçe; siz de onun emirlerine uyunuz" derdi. Hazret-i Huzeyfe'ye verdiği mektupta ise şöyle yazdı:
"Ey Nusaybin halkı! Bu gönderdiğim vâlinin, bütün emirlerine uyun. Her isteğini yerine getirin."

Nusaybinliler, karşılamaya çıktılar. Onu gördükleri zaman; hayvanı üzerinde, bir parça kuru etle ekmek yiyordu. Selâmlaştılar. Sonra halîfenin emirnâmesini gösterdi. Onlar da dediler ki:
- Hazret-i Ömer'in emirleri, başımız üzerine! Sen de hoş geldin, safâ geldin. Lâkin, bizden isteklerin ne ise; şimdi söyle. Belki karşılıyamıyacağımız şeylerdir!

Yeni vâli tebessüm ederek şu cevabı verdi:
- Aranızda kaldığım müddetçe sizlerden; sâdece, kendimin ve hayvanımın yiyeceğini istiyorum. Başka hiçbir şey istemem.

Duâ eden kurtulur
O şehirde, epeyce müddet bulundu. Görevini, kusursuz yapmaya çalışıyordu. Bilhassa Cum'adan önce, Müslümanlara vaaz ve nasîhat eylerdi. Bir defasında buyurdu ki:
- Ey Mü'minler! Fitne, önce kalblerde filizlenir. Su katılmamış şarap bile; fitne kadar, insan kalbini çelemez, bozamaz. Sizler, fitneye doğru gitmeyiniz. Allaha yemîn ederim ki fitne insanları; selin, çöpleri sürüklediği gibi sürükler götürür!..
- Yâ "Huzeyfe! Fitneden nasıl kurtulabiliriz?
- Duâ eden, kurtulur.
- Ne zaman duâ edelim?
- Namazdan sonra. Çünkü kulları, güzelce abdest alıp, namaza durdukları zaman; cenâb-ı Hak da namaz kılanlara yönelir. İşte o anlarda duâ ediniz! Fakat sizler; hayırlı kimseler olmak istiyorsanız; geçici olan dünya için âhireti terketmeyiniz!

Hazret-i Huzeyfe, Medâyin şehrinde uzun müddet vâlilik yaptı. Oranın halkı, onun idâresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Nihayet bir akşam, Hazret-i Ömer'den haberci geldi. Artık, Huzeyfe'nin Medîne'ye dönmesini istiyordu...

Emir üzerine hazırlandı, helâllaştı, vedâlaştı ve yola çıktı. Dönüşünü bekleyenler arasında, halîfe de bulunuyordu. Az çok yaklaşınca, Halîfe dikkatle baktı. Gördü ki; Medâyin vâlisi gönderdiği gibi dönüyor! Bunca yıl sonra; aynı hayvan üzerinde, aynı sâde elbiseler içinde.

Yan yana geldiler ve selâmlaştılar, kucaklaştılar. Halîfe sevinçle:
- Sen, benim kardeşimsin. Ben de, senin kardeşinim, diyerek, hislerini belirtti.

Cenâzesini niçin kılmadın?
Hazret-i Ömer halîfeliği zamanında Huzeyfe'nin bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, ona sordu:
- Niçin cenâze namazını kılmadın?

Resûlullahın sırdaşı Hazret-i Huzeyfe dedi ki:
- Resûlullah efendimiz, bana o kişinin münâfık olduğunu açıklamıştı. Bunun için onun namazını kılmadım.
- Allahın Resûlü münâfıklar arasında Ömer'i de saydı mı yâ Huzeyfe?
- Hayır, yâ Ömer.
- Peki memurlarım arasında münâfık var mı?
- Sadece bir tane var. Ancak ismini söylemeye memur değilim.

Huzeyfe hazretleri, Hazret-i Ömer'in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münâfık Hazret-i Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır.

Bundan sonra Hazret-i Ömer, Huzeyfe'nin gitmediği cenâzeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini, ölenin münâfık olduğuna işâret sayardı.

Birgün Hazret-i Ömer, huzurunda bulunan ba'zı Eshâb-ı kirâma sordu:
- Resûlullah efendimizin fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?

İçlerinden Huzeyfe dedi ki:
- Ey mü'minlerin emîri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır buyurdu ki,
"Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günâhlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak keffâret olur."

- Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum.
- Ey mü'minlerin emîri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.

Kapı kırılacak mı?
- Yâ Huzeyfe! Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?
- Ey mü'minlerin emîri! O kapı kırılacak.

Bu cevap üzerine Hazret-i Ömer:
- Desene ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek! diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Daha sonra Huzeyfe'ye o kapının ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
- O kapı Hazret-i Ömer idi.

Hazret-i Ömer'in bunu bilip bilmediği sorulunca da:
- Akşam ve sabahın olacağını bildiği gibi biliyordu, cevabını vermiştir.

Nitekim daha sonra Hazret-i Ömer şehîd edilmiş, Hazret-i Osman devrinin sonlarında alevlenen fitne târih boyunca bitmemiştir.

Kötü zaman gelecek mi?
Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:
Herkes Resûlullah efendimize hayırdan sorardı. Ben ise ileride hâsıl olacak fitnelerden sorardım. Çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Dedim ki:
- Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm ni'metini, iyiliklerini bizlere ihsân etti. Bu saâdet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?
- Evet gelecek.
- Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?
- Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur.
- Bulanıklık ne demektir?
- Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimseler ortaya çıkar. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler.

Cehenneme çağıranlar
- Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu?
- Evet, Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır.
- Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?
- Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar.
- Onların zamanlarına yetişirsem ne yapmamı emredersiniz?
- Müslümanların cemaatına ve hükümetine tâbi ol!
- Müslümanların hükümeti yoksa ne yapalım?
- Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma, ölünceye kadar yalnız yaşa.

Huzeyfe, Hazret-i Osman'ın halîfeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Buradaki hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de, Kur'ân-ı kerîm nüshâlarının çoğaltılmasına sebep olmasıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde,

Kur'ân-ı kerîmin değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur'ân-ı kerîmin Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hazret-i Osman'a teklif etti. Bunun üzerine Hazret-i Osman, Kur'ân-ı kerîm nüshâlarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi.

Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfe bin Yemân, Hazret-i Osman şehîd edildiğinde Medîne'de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Dördüncü halîfe Hazret-i Ali'nin, ilk günlerinde hastalandı. Artık iyice ihtiyarlamıştı. Müslümanlar akın akın ziyâret ediyorlardı.

Bir arkadaşına 300 dirhem vererek buyurdu ki:
- Bu parayla, kefen alıverin.

Desenli bir kumaş getirdiler. Onu görünce:
- Bu kefen değil, gömlek içindir. Kefen, boydan boya iki bez parçası olur, dedi.

Dost ânî geldi
Sonra da yavaş bir sesle buyurdu ki:
- Hem sizin arkadaşınız iyi bir Müslüman ise, cenâb-ı Hak; kabirde o kefeni, daha iyisiyle değiştirir. Kötü ise, daha kötü şeylere hazırlanmalıdır.

Hazret-i Ali'nin hilâfetinin 40. günü, 656 senesinde, Huzeyfe hazretleri de, sırlarıyla birlikte sevgili Peygamberimize kavuştu.

Hazret-i Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit şöyle duâ etmiştir:
- Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım, fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.


Hazret-i Huzeyfe http://gercektarihdeposu.blogspot.com



2 Ekim 2013 Çarşamba

Cebrail Aleyhisselam Yanlışı Düzeltirdi

Dinimizin emir ve yasaklarınınhepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmaktadır. 
Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Kur’an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiblerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur’ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkca anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir. 

İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. 

Bundan dolayıdır ki, vahy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır.

Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. 

Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. 

Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. 

Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu. 

Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.