peygamberim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
peygamberim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2013 Pazar

PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ

Peygamber Efendimizin Şekli, Şemâili ve Ahlâkı



PEYGAMBER EFENDİMİZ'İN ŞEKLİ VE ŞEMÂİLİ 

Peygamberler ve bütün târihi şahsiyetler arasında, şekil ve şemâili, en ufak husûsiyetlerine varıncaya kadar bilinen ve nesilden nesile naklolunan bir peygamber ve târihî şahsiyet varsa, o da ancak bizim Peygamberimiz Muhammed'ül Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem'dir. 

Peygamberimiz'in dâmâdı Hz.Ali ve üvey evlâdı Hz.Hind'e göre şekli ve şemâili şöyle idi: 

Her ululuk, Rasûlüllah'da toplanmıştı. 

Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Teni, kırmızı ile karışık, ak ve güzeldi. 

Ne uzun ne de kısa boylu idi. O, herkesten ayrılan bir orta boylu idi. 

Saçı, ne dümdüz, ne de kıvırcıktı. Hâreli idi. Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zamanda da onları ayırmayıp, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulaklarının memesini aşardı. 

Alnı, açık ve genişti. Kaşları, uzun ve kavisli idi. Kaşlarının uçları ince, araları çok yakındı, fakat, çatık değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, kızgınlık zamanında kabarır, görünürdü. 

Burnunun iki kaş arasında başladığı yer, yüksekçe, burnunun ucu da ince idi. Bundaki denklilik ve ölçülülük, dikkat edenlerin gözünden kaçmazdı. Burnunda ayrı bir parlaklık da vardı. 

Sakalı, sıktı. Yanakları düzdü, yumru ve tombul değildi. Ağzı, tabîi bir büyüklükte idi. Dişleri inci taneleri gibi idi. Göğsünden, göbeğine kadar, çizgi gibi inen ince tüyler vardı. Boynu uzunca idi. Gümüş gibi ak ve pâktı. 



Bütün uzuvları düzgündü. Ne şişman, ne de zayıftı; İkisinin ortası, sıkı etli idi. Karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü ve iki küreğinin arası genişti. İri yapılı, iri kemikli idi. Soyunduğu zaman vücudundan nur saçılırdı. Vücudu, kıllı değildi. Yalnız, omuz başlarında, pazularında biraz kıllar vardı. 

Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları kalınca ve uzunca idi. Ayaklarının altı düz değil, çukurca idi. Ayakları, hafif etli idi, üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı. 

Yürürken, ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman, bakacağı tarafa bütün vücudu ile dönerek bakardı. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Yeryüzüne bakışı, semâya bakışından çoktu. Yeryüzüne bakışı da göz ucu ile idi. 
İki küreği arası enli, kendisinin Peygamberler hâtemi olduğu, omuz kürekleri arasındaki Peygamberlik Mührü'nden belli idi. 
Kâvim ve kabîle yönünden de insanların en şereflisi idi. 

O'nu birden bire görenler, mânevi bir vakar ve heybetinden sarsılırlar, kendisini yakından tanıyınca da O'na en derin sevgi ile bağlanırlardı. O'nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen: "Ben, ne ondan önce, ne de sonra O'nun bir benzerini görmedim!" demekten kendisini alamazdı. 

RASULÜ EKREM'İN MEKÂRİMİ AHLÂKI 

Peygamber Efendimiz, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Onun için, O'nun her hâli ve sözü fazîlettir. 

Hz.Peygamberimiz, insanların en güzel ahlâklısı idi. Çünkü O, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmıştı. 

Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Kötülüğü, kötülükle karşılamaz, affeder ve bağışlardı. Peygamberimiz'in ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı. 

Rasûlü Ekrem'in sözü gâyet açık ve düzgündü, konuşmaları her türlü noksanlıktan ve fazlalıktan uzaktı. Onu işiten hemen ezberleyebilirdi. Hz.Âişe (R.Anha) şöyle buyurur: "Allah Rasûlü'nün kelâmı gâyet açıktı ve O'nunla oturan hemen O'nun sözlerini ezberleyiverirdi..." 

O kadar ağır konuşurdu ki, birisi arzu etse kelimeleri sayabilirdi... 

Eshab'ından bâzısı Peygamberimiz'e; "Biz Senden daha edebî konuşan bir kimse görmedik" dediklerinde, 

Peygamberimiz; "Bu gâyet normal, Kur'ân benim lisânımla geldi. Öyle bir lîsan ki fasih Arabça" buyurdu. 

Bir gün, Hz.Ebû Bekir (R.A.) Rasûlüllah'a şöyle dedi: (Hz. Ebû Bekir kavminin en iyi neseb ve şecere bileniydi.) "Bütün Arabistan'ı dolaştım. Onların fasih konuşanlarını dinledim. Sizin gibi fasih ve beliğ konuşanını görmedim". 

O'na Peygamberimiz şöyle cevap verdi: "Beni Rabbim edeblendirdi. Hem de en güzel bir şekilde". 

Büyük edib Câhız, Allah Rasûlü'nün fesâhatı hakkında şöyle söyler: "Allah, Rasûlü'nün sözlerinin içine güzellik ve sevgi koymuştur. Allah Rasûlü konuştuğu zaman, kimse tekrar etmesine ihtiyaç hissetmezdi. Sözlerinde hiçbir eksiklik yoktu. Hâtâ yapmazdı. Karşısına, fesâhatta hiçbir kimse çıkamazdı. O'nu kimse, hitâbette geçemezdi. Çok kısa sözlerle uzun hutbeler okurdu. O ancak doğru konuşurdu. Hiçbir kimse Allah Rasûlü'nün sözlerinden daha fâideli, daha doğru hiçbir söz işitmemiştir." 

O, Eshâbı ile tatlı tatlı konuşur sohbet eder, hatta şakalaşırdı. Küçükleri okşayıp sever, onları sevindirirdi. 

Zengin, yoksul, köle demez, herkesin hatırını sorar, gönlünü alırdı. Fakirlerle birlikte otururdu. Köleler arpa ekmeğine bile dâvet etseler, dâvetlerine icâbet ederdi. 

Dullar, zayıflar ve kimsesizlerle birlikte yürümekten, onların ihtiyaç ve dileklerini yerine getirmekten arlanmaz ve onurlanmazdı. 

Peygamberimiz, toprak üzerinde oturur ve yemeğini de yerde yerdi. Kimsenin kalbini kırmazdı. 

En kenar mahallelerden bir kimse hastalandı mı, gider ziyâret eder hatırını sorardı. 

Herkese selam verir, karşılaştığı kimsenin elini sıkardı. Herkese tatlı söz söyler, güler yüz gösterirdi. Hiçbir zaman aşırılığı sevmezdi. Tevâzû sâhibi idi. 

Bir gün, adamın biri ziyâretine geldiğinde, huzûrunda titremişti. Ona; "Arkadaş, korkma, ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum" demişti. 

Sâde fakat, temiz giyinirdi. Temizliği severdi. "Temizlik îmândandır" buyururdu. Pislikten ve fena kokulardan asla hoşlanmazdı. Câmiye temiz gelmelerini Eshâbına tembih ederdi. 

Âile hayâtında hüsn-ü muâşeret sâhibi, çok geçimli idi. Evinde boş oturmazdı. "Bu dünyâda dört şeyden hiç hoşlanmam, onlardan Allâh'a sığınırım: Korkaklık, cimrilik, tembellik bir de pislik." buyururdu. 

Hizmetçilerine bile bir defa "of! aman!" dediği işitilmemişti. 

Gönlü insanlık sevgisi ile dolu idi. En çok, şefkata muhtaç olan yoksullara, öksüzlere, çocuklara merhamet gösterirdi. 

Bir gün çocuğu severken onu gören bir bedevi, "Siz küçükleri çok seviyorsunuz. Benim on torunum var. Bir tanesini bile kucağıma alıp sevmem" deyince, 

Peygamber Efendimiz, ona; "Senin kalbinde merhamet yoksa ben ne yapayım. Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." buyurdu. 

O'nun sevgisi hudutsuzdu. Hayvanlara karşı bile merhametli davranmağı öğretmiştir. Kapıda seslenen bir kediyi eliyle içeri almıştı. Hastalanmış bir hayvanın tedavisiyle meşgul olurdu. Susuz kalmış bir köpeğe, ayakkabısıyla su çekip veren kimsenin günahı dahi olsa onu cennetle müjdelemişti. Bir kediyi aç bırakan kadının, bu yüzden azap göreceğini bildirmişti.

Susuz kalmış bir ağacı sulayana, sevap yazıldığını haber vermişti. 

Peygamber Efendimiz'den bir şey istendi mi asla yok demezdi. İstenilen şey yanında bulunursa onu yerine getirir, bulunmazsa vaad ederdi. Cömertliğin hepsi kendisinde mevcuttu. 

O her hususta fazîlet timsali idi. 

O, BÜTÜN ÂLEMLERE RAHMETDİR. 

( RAHMET'EN LİL ÂLEMÎNDİR.) 

Salât Sana, selâm Sana, Ey Allâh'ın Rasûlü! 

Seni hakkıyla bilen ve öven, Âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ'dır. 

Sen, «Rahmet'en Lil âlemînsin!» 

Sen, «Hâtem'ül Enbiyâ'sın!» 

Sen, «Levlâke, Levlâke, Lemâ Halakt'ül Eflâk» hitâbı izzetinin muhâtabısın. 

Sen, «Muhammed Mustafâ'sın» (Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed'in ve alâ alihî ve sahbihî ve sellim.) 

[1] [İhram: Müslüman, farz hac veya umreye niyet ettiğinde, üzerindeki elbisesini çıkarır ve kumaştan, iki parça halinde, dikişsiz bir kumaş parçası giyer. Bu parçalardan birini, göbeğinden aşağı ve bacaklarına örter ki, buna «izar» adı verilir. Diğer parçayı da omuzlarına örter ki buna da «rida» adı verilir. İhramın Hac'daki mevkii, tekbirin namazdaki mevkii gibidir. Müslüman ihramı giyince, daha önce helâl olan birçok şeyler haram olur. Tabî ki bu ihram, erkekler içindir. Kadınlar elbiselerini çıkarmazlar. Ancak yüzleri açık kalır. İhram giymeden önce gûsletmek, yıkanmak sünnettir. 

[2] [Telbiye, şu duâyı okumaktır: «Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk, Lâ şerîke leke Lebbeyk, innel hamde ve'n niğmete, leke, vel mülk, Lâ şerîke lek.» Bunun mânâsı ise; "Allâh'ım, biz Senin dâvetine icabet eder, zâhiren ve bâtınen Sana itaat ederiz. Sen'in ortağın yok. Hamid ve niğmet, mülk Sen'in içindir. Bunu da Kâbe'ni ziyaret etmekle tam olarak gösteriyoruz." 

Tıpkı (teşbih olmasın), baban seni çağırıyor ve ona diyorsun ki; "evet babacığım ben senin bütün hizmetine hazırım." İşte böyle bir hâl. 

[3] [Hacer-ül-Esved: Kabe'nin doğu köşesinde birbuçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yakutlarından olan parlak siyah taş. Esas adı Hacer-ül-Esad'dır. Bu taş içerisinde Cenab-u Hakk'a Elestü bezminde verdiğimiz ahidnamenin bir sureti bulunmaktadır. Bu mubarek taş yeryüzüne ilk indirildiğinde beyazdı. Günahkar insanların ellerini, yüzlerini sürmesi ile üzerine zulmetten manevi siyah bir perde çekilerek Hacer-ül-Esved adını almıştır. Piranımız, Velâyet-i Ulya'ya sahip olan evliyaullah'ın o mübarek taşı bembeyaz gördüklerini beyan etmişlerdir. Hacer-ül-Esved'in kendisine has çok hoş bir kokusu vardır. Ziyaret edenler hissederler.] 

[4] [Veda Hutbesi adıyla anılan bu hutbe, M.:632, Hicretin 10. yılı, Zilhicce ayının dokuzuncu arefe günü, Veda Haccı'nda Sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından, onbinlerce Sahâbeye Arafat'taki Rahmet dağı üzerinde îrad edilmiştir.] 

[5] [Kölelik, aslında İslamla gelmiş bir müessese değildir. İslamdan önce de kölelik vardı. Ancak İslâmiyet onu düzene sokmuş ve kölelere bir takım insani haklar temin eden sisteme oturtmuştur. Cenâb-u Hakk, kendisine imân etmeyenleri, imân eden kullarına "köle (hizmetçi)" yapıyor ki, onlar da imân eden kulları vâsıtasıyle kendisini tanısınlar, imân etsinler, böylece ebedî hayatlarını kazansınlar diye. Nitekim, Müslüman efendilerine köle olarak gelenlerden, Müslüman olmayan kalmamıştır. 

İslâmın kölelik mevzuuna dudak büken düşmanların, kulakları çınlasın. İslâmda kölelik kalkmış değildir. Fakat, dînimiz bir kısım şer'i cezâların keffâretinin köle âzâdı ile ödenmesini emretmiştir. Bunun hikmeti; hürriyetine kavuşan köle ile kavuşturan sâhibi arasında kardeşlik ve birliği sağlamaktır. Kölelik, din düşmanlarının dedikleri gibi İslâmın alnında siyah bir leke değil, bilâkis İslâmın âlicenaplığını gösteren şâhitlerden biridir. Çünkü, Müslümanlar kölelerine, Avrupalıların yaptıkları gibi, zûlüm ve işkence değil, şefkat ve merhametle me'murdurlar. Nitekim, Rasûlüllah Efendimiz'in bu hutbedeki emri de bunu gösterir. Gerçekten Müslümanlar, bu emre büyük bir sa dâkat ve samimiyetle itâat etmişlerdir. İslâmın ilim âfâkında parlayan yıldızların pek çoklarının azledilmiş köleler olması, bunun ilk şahididir.] 

Hasan Arıkan

www.tarihimiz.info
Peygamberler ve bütün târihi şahsiyetler arasında, şekil ve şemâili, en ufak husûsiyetlerine varıncaya kadar bilinen ve nesilden nesile naklolunan bir peygamber ve târihî şahsiyet varsa, o da ancak bizim Peygamberimiz Muhammed'ül Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem'dir.


www.tarihimiz.info



Şefaat

Ey Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini söyle

5053 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 

"Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı Kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı âhirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimden şirk koşmadan ölenler nâil olacaktır." 

Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizi, Da'avat 141, (3597). 


5054 - Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir." 

Tirmizi, Kıyamet 12, (2437); Ebu Davud, Sünnet 23, (4739); İbnu Mace, zühd 37, (4310). 

Tirmizi, şu ziyadeyi kaydeder: "Hz. Câbir radıyallahu anh dedi ki: "Kebâir (büyük günah) ehli olmayanın şefaate ne ihtiyacı var!" 

5055 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 

"Kıyamet gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Hz. Âdem aleyhisselam'a gelip: "Evlatlarına şefaat et!" diye talepte bulunacaklar. O ise: 


"Benim şefaat yetkim yok. Siz İbrahim aleyhisselam'a gidin! Çünkü o Halilullah'tır" diyecek. İnsanlar Hz. İbrahim'e gidecekler. Ancak o da: 

"Ben yetkili değilim! Ancak Hz. İsa'ya gidin. Çünkü o Ruhullah'tır ve O'nun kelamıdır!" diyecek. Bunun üzerine O'na gidecekler. O da: 

"Ben buna yetkili değilim. Lâkin Muhammed aleyhissalatu vesselam'a gidin!" diyecek. Böylece bana gelecekler. Ben onlara: 

"Ben şefaate yetkiliyim!" diyeceğim. Gidip Rabbimin huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup, Allah'ınilham edeceği ve şu anda muktedir olamayacağım hamdlerle Allah'a medh u senâda bulunacak, sonra da Rabbime secdeye kapanacağım. Rabb Teâla: 

"Ey Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine getirilecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!" buyuracak. Ben de: 

"Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetimi istiyorum!" diyeceğim. Rabb Teâla: "(Çabuk onların yanına) git! Kimlerin kalbinde buğday veya arpa danesi kadar iman varsa onları ateşten çıkar!" diyecek. Ben de gidip bunu yapacağım! Sonra Rabbime dönüp, önceki hamd u senâlarla hamd ve senâlarda bulunacağım, secdeye kapanacağım. Bana, öncekinin aynısı söylenecek. Ben de: "Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!" diyeceğim. Bana yine: 

"Var, kimlerin kalbinde hardal danesi kadar iman varsa onları da ateşten çıkar!" denilecek. Ben derhal gidip bunu da yapacak ve Rabbimin yanına döneceğim. Önceki yaptığım gibi yapacağım. Bana, evvelki gibi: 

"Başını kaldır!" denilecek. Ben de kaldırıp: 

"Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!" diyeceğim. Bana yine: 

"Var, kalbinde hardal danesinden daha az miktarda imannı olanları da ateşten çıkar!" denilecek. Ben gidip bunu da yapacağım. Sonra dördüncü sefer Rabbime dönecek, o hamdlerle hamd u senâda bulunacağım, sonra secdeye kapanacağım. Bana: "Ey Muhammed! Başını kaldır ve (dilediğini) söyle, sana kulak verilecektir! Dile, talebin verilecektir! Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir!" denilecek. Ben de: "Ey Rabbim! bana Lailâhe illallah diyenlere şefaat etmem için izin ver!" diyeceğim. Rabb Teâla: 

"Bu hususta yetkin yok! -veya: "Bu hususta sana izin yok!- Lâkin izzetim, celâlim, kibriyâm ve azametim hakkı için lailâhe illallah diyenleri de ateşten çıkaracağım!" buyuracak." 

Buhari, Tevhid 36, 19, 37, Tefsir, Bakara 1, Rikak 51; Müslim, İman 322, (193). 

5056 - Yine Sahiheyn ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den kaydettikleri bir rivayet şöyledir: "Biz bir davette Resûlullah ile beraberdik. Ona sofrada hayvanın ön budu(n dan bir parça) ikram edildi. Bud hoşuna giderdi. Ondan bir parça ısırdı ve: 

"Ben Kıyamet günü âdemoğlunun efendisiyim! Acaba bunun neden olduğunu biliyor musunuz? (Açıklayayım:) Allah o gün, öncekileri ve sonrakileri tek bir düzlükte toplar. Bakan onlara bakar, çağıran onları işitir. Güneş onlara yaklaşır. Gam ve sıkıntı, insanların tahammül edemeyecekleri ve tâkat getiremeyecekleri dereceye ulaşır. Öyle ki insanlar: 

"İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musunuz, sizlere şefaat edecek birini görmüyor musunuz?" demeye başlarlar. Birbirlerine: 

"Babanız Âdem var!" derler ve ona gelerek: "Ey Âdem! Sen insanların babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı, kendi ruhundan sana üfledi. (Bütün isimleri sana öğretti). Meleklerine senin önünde secde ettirdi. Seni cennete yerleştirdi. (Allah katında itibarın, makamın var.) Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu halimizi, başımıza şu geleni görmüyor musun?" derler. Âdem aleyhisselâm da: 

"Bugün Rabbim çok öfkelidir, daha önce bu kadar öfkelenmedi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok, çünkü, cennette iken, Allah) beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa âsi oldum. (Ben cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün günahlarım affedilirse bu bana yeter). Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin, Nûh aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Nûh aleyhisselam'a gelecekler: 

"Ey Nuh! Sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin. Allah seni çok şükreden bir kul (abden şekûrâ) diye isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın?" diyecekler. Nuh aleyhisselâm da şöyle diyecek: 

"Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce hiç bu kkadar öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek! Benim bir dua hakkım vardı. Ben onu kavmimin aleyhine (beddua olarak) yaptım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. İbrahim aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar İbrahim aleyhisselam'a gelecekler: 

"Ey İbrahim! Sen allah'ın peygamberi ve arz ahalisi içinde yegane Halilisin, bize Rabbin nezdinde şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?" diyecekler. İbrahim aleyhisselam onlara: 

"Rabbim bugün çok öfkeli. Bundan önce bu kadar öfkelenmemişti, bundan sonra da bu kadar öfkelenmeyecek. (Şefaat etmeye kendimde yüz de bulamıyorum. Çünkü ben) üç kere yalan söyledim!" deyip, bu yalanlarını birer birer sayacak. Sonra sözlerine şöyle devam edecek: 

"Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Musa aleyhisselam'a gidin!" İnsanlar, Hz. Musa aleyhisselam'a gelecekler ve: 

"Ey Musa! Sen Allah'ın peygamberisin. Allah seni, risaletiyle ve hususi kelamıyla insanlardan üstün kıldı. Bize Allah nezdinde şefaatte bulun! İçinde bulunduğumuz hali görmüyor musun?" diyecekler. Hz. Musa da: 

"Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce böylesine öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen Rabbim nezdinde şefaate yüzüm de yok. Çünkü) ben, öldürülmesi ile emrolunmadığım bir cana kıydım. (...Bugün ben mağfirete mazhar olursam bu bana yeterlidir.) Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Hz. İsa aleyhisselâm'a gidin!" diyecek. İnsanlar Hz. İsa'ya gelecekler ve: 

"Ey İsa, sen Allah'ın Peygamberisin ve Meryem'e attığı bir kelamısın ve kendinden bir ruhsun. Üstelik sen beşikte iken insanlara konuşmuştun. Rabbin nezdinde bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?" diyecekler! Hz. İsa aleyhisselam da: 

"Bugün Rabbim çok öfkeli. Daha önce bu kadar öfkelenmedi, bundan böyle de hiç bu kadar öfkelenmeyecek!" diyecek. -Hz. İsa şahsıyla ilgili bir günah zikretmeksizin- (Bir başka rivayette:) "(Beni, Allah'tan ayrı bir ilah edindiler. Bugün bana mağfiret edilirse bu bana yeter!") Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Muhammed aleyhissalatu vesselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'a gelecekler, -bir diğer rivayette: "Bana gelirler!" denmiştir- ve: 

"Ey Muhammed! Sen Allah'ın peygamberisin, bütün peygamberlerin sonuncususun. Allah seni geçmiş-gelecek bütün günahlarını mağfiret buyurdu. Bize Rabbin nezdinde şefaatte bulun. Şu içinde bulunduğumuz hali görmüyor musun?" diyecekler. Bunun üzerine ben Arş'ın altına gideceğim. Rabbim için secdeye kapanacağım. Derken Allah, benden önce hiç kimseye açmadığı medh u senâları benim için açacak (Ben onlarla Rabbime medh u senâlarda bulunacağım). Sonra: 

"Ey Muhammed başını kaldır ve iste! (İstediğin) sana verilecek! Şefaat talep et! Şefaatin yerine getirilecek!" denilecek. Ben de başımı kaldıracağım ve: "Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim ümmetim!" diyeceğim. Bunun üzerine: 

"Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları cennet kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da insanlara ortaktırlar!" denilecek." 

Resûlullah sonra şöyle buyurdular: 

"Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun. Cennet kapısının kanatlarından iki kanadının arasındaki mesâfe Mekke ile Hecer arasındaki veya Mekke ile Busra arasındaki mesafe kadardır." 

Buhari, Enbiya 3, 8, Tefsir, Beni İsrail 5; Müslim, İman 327, (194); Tirmizi, Kıyamet 11, (2436). 

Hz. İbrahim aleyhisselam'ın kıssasıyla ilgili bir rivayette şu ziyade var: (Hz. İbrahim, (insanlar, şefaat etmesi için kendine geldikleri zaman, Allah'a şefaat talebinde bulunmasına mani olan üç günahı olarak yıldızlar hakkında sarfettiği "İşte bu Rabbim" (En'am 76) sözünü, atalarının putları hakkında sarfettiği "Belki de bu (putları kırma) işini onların en büyüğü yapmıştır" (Enbiya 63) sözünü ve bir de: "Ben gerçekten hastayım" (Saffat 89) sözünü zikretti." 

5057 - Yezîd İbnu Süheyb el-Fakîr anlatıyor: "Hâricilerin görüşlerinden biri içime işlemişti, Haccetmek, sonra da (propaganda yapmak üzere) insanların karşısına çıkmak arzusuyla, kalabalık bir grup içerisinde yola çıktık. Medine'ye uğradık. Orada Câbir İbnu Abdillah radıyallahu anh, insanlara hadis rivayet ediyordu. Bir ara cehennemlikleri zikretti. Ben: "Ey Resûlullah'ın arkadaşı! Sen ne konuşuyorsun? Halbuki Allah Teâla Hazretleri: "(Ey Rabbim!) Ateşe kimi atarsan mutlaka onu rezil-rüsvay edersin" (Âl-i İmran 192); "Ateşten her çıkmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler" (Secde 20) buyurmaktadır" dedim. Hz. Câbir: 

"Sen Kur'ân'ı okuyor musun?" dedi. Ben de: 

"Evet!" dedim. 

"Öyleyse onun evvelini oku! Çünkü o, küffar hakkındadır!" dedi ve sonra ilave etti: 

"Sen, Allah'ın Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ı dirilteceği Makam-ı Mahmud'u işittin mi?" 

"Evet!" dedim. Dedi ki: 

"O, Muhammed aleyhissalâtu vesselam'a mahsus mahmûd makamdır. Allah Teâla Hazretleri o makamın hatırına, cehennemden çıkaracaklarını çıkarır!" 

(Hz. Câbir) sonra, Sırat köprüsünün konuluşunu ve üzerinden insanların geçişini tavsif etti. Biz: 

"Bu ihtiyarın, Aleyhissalâtu vesselâm hakkında yalan söyleyeceğini mi zannedersiniz?" dedik ve Hâricilikten rücû ettik. Hayır! Vallahi bizden bir kişiden başka, Hâricilikte kalan olmadı." 

Müslim, İman 320, (191). 

5058 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 

"Kıyamet günü, cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirilerek ateşe bir kere batırılacak. Sonra: 

"Ey ademoğlu denilecek. (Cehennemde) hiç nimet gördün mü? Sana hiç hayır uğradı mı?" 

"Hayır! Ey Rabbim, vallahi hayır!" diyecek. Sonra cennetliklerden dünyüdü en fakir olan getirilecek. O da cennete bir sokulup çıkarılacak ve kendisine: 

"Ey âdemoğlu (cennette) hiç fakirlik gördün mü, hiç sıkıntı çektin mi?" denilecek. O da: 

"Hayır! Vallahi ya Rabbi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim" diyecek." 

Müslim, Münafıkûn 55, (2807). 

5059 - Yine Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: 

"Allah Teâla Hazretleri azabı en hafif olan cehennemliğe:

"Eğer dünya her şeyiyle senin olsaydı, şu azabdan kurtulmaya bedel, fidye olarak verir miydin?" diye soracak. Adam: "Evet!" diyecek. Rabb Teâla bunun üzerine: 

"Sen daha Hz. Âdem'in sulbünde iken ben senden bundan daha hafifini istemiş: "Bana hiçbir şeyi ortak kılma da seni ateşe sokmayayım, cennete koyayım" demiştim. Sen buna yanaşmadın, şirke girdin" buyuracak." 

Buhari, Rikak 51, 49, Enbiya 1; Müslim, Münafikûn 51, (2805). 

5060 - İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde oldukları zaman ölüm getirilir. Cennetle cehennemin arasına konup orada kesilir. Sonra bir münadi nida eder:

"Ey ehl-i cennet! Artık ebediyet var, ölüm yok! Ey ehl-i nâr! Artık ebediyet var, ölüm yok! Cennetliklerin sürûru bununla daha da artar. Cehennemliklerin de hüznü artar." 

Buhari, Rikâk 50, 51; Müslim, Cennet 43, (2850). 

Kaynak: Kütüb-i Sitte

"Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı Kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı âhirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimden şirk koşmadan ölenler nâil olacaktır."

www.tarihimiz.info



27 Ekim 2013 Pazar

Hz. Peygamber'in Tebliğ ve Terbiye Metodu

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.

"Hz. Peygamber’in kendisinden öğüt isteyen bir sahabiye defalarca, “Kızma, kızma, kızma” diyerek tavsiyede bulunması, onun tebliğinin ve öğretiminin temel esasının öfkelenmeme olduğunu göstermektedir."


Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem’in İslam’ı tebliğ etme ve insanları terbiye metodu, Kur’ân’ın tayin ettiği ve sınırlarını çizdiği ilkeler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Onun davetinin ve taliminin temeli, hikmete, güzel öğüde, merhamet ve yumuşaklık prensiplerine dayanıyordu.
Kur’ân ona tebliğ konusunda şu öneride bulunmuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125) Ayette geçen “hikmet” kavramı çeşitli anlamlara gelmektedir. Hikmet, sözde ve fiilde doğruyu tutturmak, varlıkların özündeki manaları ve Allah’ın emrini anlamak, varlık düzenindeki her şeyi yerli yerine koymak, doğru ve güzel işlere yönelmektir. Allah’ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. Doğru ve hızlı karar verebilmektir. Allah’a itaattir. Doğruya iletmektir. (Geniş bilgi için bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1971, II. 205–215)

İnsanın gücü nispetinde Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. (Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb (Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, VIII, 60)

Hikmet kelimesine yüklenen anlamlar çerçevesinde düşünüldüğünde Hz. Peygamber, en güzel, en hızlı, en verimli şekilde tebliğini sürdürmüştür. Sözü ve özü ile tam bir uyum içerisinde tebliğ vazifesini icra etmiştir. Rasûl-i Ekrem,“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (Saff, 61/2–3) ayetlerinde bildirilen esaslara bağlı kalmış, Allah tarafından vahyedilen kuralları öncelikle nefsinde ve aile içerisinde hayata geçirmiştir. Zira o tebliğin başarılı olmasının, tebliğcinin hâl ve hareketlerinin söyledikleri ile uyum içerisinde olmasına bağlı olduğunu biliyordu.
Hz. Peygamber’in tebliğdeki başarısını Kur’ân-ı Kerîm, onun muamelelerinde insanlara merhametli olmasına ve yumuşak davranmasına bağlamıştır. “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in risalet görevindeki başarısı, onun yufka yüreğe, müşfik bir kalbe ve tatlı bir dile sahip olması ile irtibatlandırılmıştır. Rasûl-i Ekrem, bu sayede insanları etrafında toparlamayı başarmış, kendisini ve tebliğ ettiği dini sevdirebilmiştir. Onun tebliğ ve terbiye metodunu şu hadis veciz bir şekilde anlatmaktadır:

“Ey Aişe! Allah refiktir. Yumuşak davranmayı sever. Sert davranış karşılığında vermediğini, yumuşaklık karşılığında verir. Allah bütün işlerde yumuşak davrananları sever.” (Buhari, Daavat, 59; İsti’zan, 22; Müslim, Birr, 77; Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizi, İsti’zan, 12)

Eğitim ve öğretimin temelini sevgi oluşturmaktadır. Yumuşak ve yumuşak üsluplarla verilecek eğitimin, daha etkili ve kalıcı olduğu bilinmektedir. Kendisinin kolaylaştırıcı bir muallim olarak gönderildiğini (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 328; İbn Mace, Mukaddime, 17) söyleyen Hz. Peygamber’in, yukarıdaki açıklaması, çağdaş eğitim sistemlerinin de en önemli kuralı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in kendisinden öğüt isteyen bir sahabeye defalarca, “Kızma, kızma, kızma.” (Buhari, Edeb, 76; Tirmizi, Birr, 73) diyerek tavsiyede bulunması, onun tebliğinin ve öğretiminin temel esasının öfkelenmeme olduğunu göstermektedir.


Hz. Peygamber insanları Allah yoluna davet ederken, Kur’ân’ın kendisine tebliğ konusunda yüklediği sorumluluğu yerine getirebilmek için son derece nazik ve sevecen bir tavırla hareket etmiştir. Onun bu metodunun insanlar üzerindeki muazzam etkisi aşağıdaki misalde bariz bir şekilde görülmektedir.

Hz. Peygamber insanları Allah yoluna davet ederken, Kur’ân’ın kendisine tebliğ konusunda yüklediği sorumluluğu yerine getirebilmek için son derece nazik ve sevecen bir tavırla hareket etmiştir.


Bir genç Hz. Peygamber’den, “Ey Allah’ın Rasûlü! Zina etmeme müsaade et.” diyerek izin ister. Olaya şahit olan ashab-ı kiramın, gencin bu tavrına canları sıkılır, onu azarlar ve susturmaya çalışırlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber gençten kendisine yaklaşmasını ister. Genç Hz. Peygamber’in yanına oturur. Hz. Peygamber, gence herhangi bir kimsenin, annesi, kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi ile zina etmesini hoş karşılayıp karşılamayacağını sorar. Genç, böyle bir duruma hoşnutluk göstermeyeceğini söyleyince Hz. Peygamber, “İnsanlar da, annesi, kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi ile birilerinin zina yapmasını istemez.” buyurur. Daha sonra Hz. Peygamber, elini gencin üzerine koyarak onun hakkında şöyle dua eder: “Allah’ım! Onun günahlarını bağışla. Kalbini temizle, namusunu koru.”Genç bu hadiseden sonra böyle olumsuz ve kötü şeylere iltifat etmez. (Ahmed b. Hanbel, V, 257)
Görüldüğü gibi ashab-ı kiram, Rasûlullah (sav)’a karşı adaba mugayir hareketinden dolayı genci susturmak isterken Hz. Peygamber onu azarlamamış, rencide etmemiş, son derece anlayışlı davranmıştır. Aksine Rasûl-i Ekrem, Allah’ın haram kıldığı bir fiili yapmak için kendisinden ruhsat isteyen genci, empati yöntemi ile irşat etmeye çalışmıştır. Rasûlullah (sav)’ın bu tebliğ ve terbiye metodu yerini bulmuş ve gencin daha sonra böyle bir düşünce ve tavırdan vazgeçtiği bildirilmiştir. Günümüzde İslam’ı tebliğ etmek, anlatmak ve kitlelere ulaştırmak için Peygamber’in yöntemini uygulamaya ne kadar muhtaç olduğumuzu vurgulamaya bile gerek yoktur.
Hz. Peygamber’in kendisine hakaret edenlere, yakışıksız söz söyleyenlere ve onu adaletsiz davranmakla suçlayanlara bile gayet anlayışlı davrandığını görmekteyiz. Bir ganimet dağıtımı esnasında kendisine adaletli davranmasını ve Allah’tan korkmasını söyleyen bir kimseye “Ben adaletli davranmazsam kim davranır? Ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurmuştur. Hz. Ömer (ra) ve Halid b. Velid (ra), Rasûlullah (sav)’ın adaletini ve takvasını sorgulamaya çalışan ve terbiye sınırlarını aşan bu şahsı cezalandırmaya hazır olduklarını ifade etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, böyle bir harekete karşı çıkmış, “Belki ileride namaz kılan bir kimse olur.” diyerek Hz. Ömer ve Hz. Halid b. Velid (ra)’in teşebbüslerine ruhsat vermemiştir. Ashab-ı kiramdan bazıları kendisine “Nice namaz kılanlar var ki, kalbinde olmayanı söyler.” dediğinde Hz. Peygamber, “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak için emrolunmadım” buyurarak hiç kimsenin kalbinden geçen duyguları ve niyetleri sorgulamakla görevli olmadığını söylemiştir. Söz konusu çirkin sözleri söyleyen şahsın ikiyüzlü (münafık) olduğuna hadiste ayrıca işaret edilmiştir ki, (Müslim, Zekât, 142–148) buna rağmen Hz. Peygamber, onu cezalandırma yolunu tercih etmemiştir. Bu uygulama Hz. Peygamber’in engin bir merhamete, İslam’ı tebliğ etmek ve onun güzelliğini göstermek için üstün bir sabra ve fedakârlığa sahip olduğuna işaret etmektedir.

“Halkın, benim ashabımı öldürttüğümü söylemelerinden Allah’a sığınırım” buyurarak İslam’ı tebliğ etmek uğrunda asılsız yakıştırmalara, iftiralara ve incitici dedikodulara tahammülün ne demek olduğunu şahsında göstermiştir.

Rasûl-i Ekrem’in terbiye ve tebliğ yöntemi karşı tarafı incitmeme, gönlünü kırmama ve rencide etmeme temeline dayanıyordu. Bir gün evinde bulunduğu sırada bir sahabi selam vermeden yanına girmek için izin ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber, hizmetçisine, “Dışarı çık. Ona izin istemesini öğret. Ona, ‘esselamü aleyküm edhulü?’ (selam sizin üzerinize olsun içeri girebilir miyim?), demesini söyle” buyurur. Dışarıda beklemekte olan sahabi, Peygamber’in sözlerini işitir ve aynen bu sözleri uygular ve neticede Hz. Peygamber’in izni ile içeri girer. (Ahmed b. Hanbel, V, 369; Buhari, Edeb, 38, 48; Ebu Davud, Edeb, 138) Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, bir başkasının evine girmek için nasıl hareket edileceğini gelen misafirine onu incitmeden öğretmek istiyor. Bunun için de hizmetçisini görevlendiriyor. Misafir, olayı izlemekte ve Rasûlullah (sav)’ın hizmetçisine verdiği talimatı duymaktadır. Can kulağı ile meseleyi dinleyen sahabi hizmetçinin kendisine daha henüz talimatı bildirmeden ne yapacağını kavrıyor ve uygulayarak Allah Rasûlü (sav)’nün yanına girmekle müşerref oluyor.
Hz. Peygamber bir kimse hakkında hoşlanmadığı bir şeyi duyunca, “İnsanlara ne oluyor ki, böyle böyle söylüyorlar?” diyerek genele yönelik tenkit yapar ve uyarıda bulunur, şahsın ismini zikretmezdi. (Ebu Davud, Edeb, 6) Hz. Enes’in anlattığına göre, üstü başı kirden sararmış birisi Hz. Peygamber’in yanına girdi. Söz konusu şahıs Hz. Peygamber’in yanından ayrılınca Rasûl-i Ekrem “Yıkanmasını emretseniz iyi olur.” (Ebu Davud, Edeb, 6) buyurmuştur. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, onu insanlar arasında utandırmaz ve gayet yumuşak üslupla davranırdı. Bazen de dolaylı olarak terbiye etmeyi ve tebliğde bulunmayı tercih ederdi.

Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, onu insanlar arasında utandırmaz ve gayet yumuşak üslupla davranırdı.


Bedir Savaşı’nın gerçekleştiği sırada Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas henüz Müslüman olmamıştı. Savaş Müslümanların zaferi ile neticelenmişti. Hz. Peygamber gömleksiz bir şeklide esirlerin arasında bulunan amcasına acımış, ona gömlek aramaya koyulmuştu. Abbas uzun boylu bir kimse olduğu için onun bedenine uyan gömlek ancak münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül’de bulunmuştu. Hz. Peygamber, Abdullah b. Übey’den gömleği alarak amcasını giydirmişti. Abdullah b. Übey vefat edince Hz. Peygamber, bu münafığın Müslüman olan oğlu Abdullah’ın gönlünü hoş tutmak ve Bedir günü yaptığı iyiliğe karşılık olmak üzere kefenlenmesi için kendi gömleğini verdi. Hz. Peygamber, “Benim gömleğim bu şahsı Allah’ın azabından kurtarmak için ona hiçbir fayda sağlayamaz. Benim yaptığım bu uygulama ile onun kavminden bin kişinin Müslüman olmasını ümit ediyorum.” buyurmuştur. Rasûlullah (sav)’in bu uygulamasından dolayı Hazreç kabilesinden bin kişinin Müslüman olduğu ve yaptıkları nifak fiilinden tövbe ettikleri bildirilmiştir. (bkz. Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, c. IV, cz. VIII, 143, 144) Günümüzde yukarıda zikredilen nebevi metotla İslam’ı tebliğ etmenin zarureti ortadadır. Hz. Peygamber’in yukarıdaki uygulaması, tebliğ ve irşadın temeli kabul edildiği takdirde, çok faydalı ve köklü çözümlerin gerçekleşeceği unutulmamalıdır.

http://gercektarihdeposu.blogspot.com

Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, 

onu insanlar arasında utandırmaz 

ve gayet yumuşak üslupla davranırdı.

25 Ekim 2013 Cuma

Peygamberimizin sahabesini nasıl bilirsiniz?

İnsanları Değiştirmek

Peygamberimizin sahabesini nasıl bilirsiniz? Hepsi birer kahraman mıydı meselâ? Hepsi aynı derecede cesur ve savaşçı ya da alim, zahid miydi? Hepsi merhametli ve müşfik ya da ciddi ve vakur muydu? Bir sahabe şablonu var mıdır, her birini içine sığdırabileceğimiz?
Peygamberimiz Müslüman olan her insanı karakteriyle, kişiliğiyle yeni bir kalıba dökmeye çalışmış mıdır? Yoksa "bir dağın yer değiştirdiğine inanın; bir adamın huy değiştirdiğine inanmayın" sözü icabı insandan sadece yaratılıştan gelen özellikleriyle birlikte iyi bir mü'min olmasının bekleneceğini mi işaret etmiştir?
Çekingenleri atak, yumuşak huyluları sert, sakinleri çevik, yavaşları hızlı yapmaya çalışmış mıdır Efendimiz? Yoksa her bir insanı doğal haliyle kabul edip, o halin barındırdığı zenginlikleri İslam için kullanmaya mı teşvik etmiştir?
Meselâ Hassan b. Sabit (ra)'ten bir savaş kahramanı çıkarmaya çalışmak yerine ona "Peygamber Şairi" ünvanını verip kendisini şiirle yerenlere cevap vermesi için "Kalk ya Hassan!" dediğinde onun kılıçların değil, kelimelerin efendisi olduğunu bilmiş ve aynı şekilde herkese iyi oldukları konunun efendisi muamelesi yapmış, böylelikle de gönüllerin efendisi olmuştur Efendimiz.
Hassan b. Sabit (ra) Hendek savaşına gitmeyip kadınlarla birlikte bir kaleye sığındığında O'nun gözünden düşmemiş; hiçbir sahabe O'nun kıymet verdiği biri olabilmek için Allah vergisi fıtratıyla savaşmak zorunda kalmamış. İşte tam da bu nedenle herkes "iyi" olduğu alanda öne çıkmış ve "yıldızlar gibi" olmuşlar. Biz ise "iyi"nin nasıl olacağını Allah'ın yarattığı tabiatta değil; kendi kafamızdaki standartlarda bulmaya çalıştığımızdan iyi ihtimalle "her şeyden biraz-hiçbir şey tam değil" insanlar; kötü ihtimalle ise ucubeler yetiştiriyoruz.
Oysa İslam tek tip insan istemiyor. Dünyanın her insan tipine ihtiyacı var. İyi Müslüman olmak, fıtratlarımızı zorla yeni şekillere sokmaya çalışmak değil, İslam'a canı gönülden teslim olmak ve onun dışında bir yol düşünmemek demektir. Neresinde yer alırsak alalım bu kafilede olmak demektir.
Fatma Bayram


17 Ekim 2013 Perşembe

Salavat ve Peygamberimize Salavat Getirmenin Lüzumu

    O’ndan başka hiçbir Peygambere verilmeyen bir özellik, hiç bir ümmete verilmeyen bir rahmet kapısıdır Salavat…
      İmam-ı Tahavî şöyle demektedir: “İnsan Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in adını andığı veya bir başkasından duyduğu her keresinde; salavat-ı şerife okumak kendisine vaciptir.”
    Salat ve salavat nedir? Peygamber Efendimiz’e ismi anıldığında salavat getirmek gerekir mi? Salavatın fazileti nedir?
   Salat: Tebrik, tezkiye, duâ manalarına gelir. Salât’ın çoğulu salavât gelir.
   Salat kelimesi Ayeti Kerimelerde bir çok yerde geçmektedir. Mesela zikir, tesbih ve duayı cem ettiği için namaza da “salat” denilmiştir.
Ancak konumuz Kur’an-ı Kerimin şu ayetinde geçen “Salat” ile alakalıdır:
   ”Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât ediniz ve samimiyetle selam veriniz” (el-Ahzab, 33/56)
Ayet-i Kerimede geçen Salat ne demektir?

   Buradaki “salat” dua etmek, rahmetine bürünmek manalarına gelir. Ancak ayette 3 tane salattan bahsedilmektedir. 1- Allah’ın Salatı, 2- Meleklerin Salatı, 3- Müminlerin Salatı.. 
Allah (Celle Celaluhu) ve meleklerin Salatı
Allahu Teala’nın salatı: Merhameti, affı, rahmeti, bağışlaması
Meleklerin salatı ise: istiğfarıdır…
    “O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab 43)
    Allahu Teala’nın salatı, kulunu affetmesi, rahmeti ile kuşatması, makamını yüceltmesidir. Mü’minlerin salatı da ona “Allah’ın salat etmesini” istemesidir.
   Kâ’b b. Ucre’den şöyle rivayet edilmiştir: Dedik ki, Yâ Rasulallah! Sana selâm vermeyi biliyoruz, sana salât nasıl olur? Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! İbrahim’e salât ettiğin gibi, Muhammed’e ve âline de salât et…” deyin.. (Buhârî, Tefsir, 33/10)
   Allahu Teala, Resulüllah’a edilen salâtı karşılıksız bırakmamış, O’nun da bize salât etmesini istemiştir:
“Onlara salât (duâ) et. Çünkü senin salât’ın, duan onlar için sükûnettir” (Tevbe, 103)
SALAVAT BİZİM İÇİN BİR İBADETTİR
   Salat emri Müslümanların bir vazifesidir. Bu, Allahu Teala’nın mü’minler üzerine yüklediği bir vecibedir. Salavatın ömürde bir defa getirilmesi farzdır. Diğer salavatları ise nafile ibadettir. Ömründe hiç salavat getirmeyen bir Müslüman günahkar olur. 
Salavat-ı şerife mü’minler için bir rahmettir:
   Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
   ”Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder. “ (Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55)
   İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir. “ (Tirmizî, Vitir 21)
   Allah ve melekleri, peygambere salât-ü selâm ettiğine göre, bizim salât-ü selâmımıza ne gerek var?
   Cevap: Biz diyoruz ki, peygambere yapılan salât, peygamberin o salata olan ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, peygambere Allah salât-ü selâm edince, meleklerin de salâtına hacet kalmazdı. Bu ancak, ona duyulan saygıyı izhâr etmek içindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, hiç ihtiyacı olmadığı halde, bize, Kendisini zikretmemizi farz kılmıştır. Bu ancak, Cenâb-ı Hakk’ın bundan dolayı bize mükâfaat vermesi için ve de bize bir şefkat ve merhamet olsun diye, tarafımızdan peygambere duyulan saygıyı ortaya koymak içindir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Kim bana tek bir defa salât-u selâm getirirse, Allah Teâlâ da ona on defa salât (merhamet) eder”(Darimi, rikak, 58 (2/317)
   Resulüllah’a tazim ve hürmet etmek, O’nu saygısızca ve aramızdan birisymiş gibi anmamak için Allahu Teala bu emri vermiştir. Başka bir ayet-i kerime bu konuyu özetler:
“Peygamber’i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nur 63)
PEYGAMBERİMİZ SALAT-U SELAMA KARŞILIK VERİR
   Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder. “ (Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527)
   Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb-ı kirâm: 
- Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular. 
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
- “Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65)
İSMİ ANILDIĞI ZAMAN SALAVAT GETİRMEYEN…
   Hazreti Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Cimri, yanında ismim anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir. “ (Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201)
   Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   ”Yanında ismim anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun. “(Tirmizî, Daavât 101)
   Peygamberimizin “perişan olsun” sözü ümmetine bir beddua değil, ayet-i kerimenin gereğini yerine getirmediği için başına gelecek halin beyanıdır.
CUMA GÜNÜ BİZZAT ALIR
   Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokca salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur. “ (Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkâmet 79, Cenâiz 65)
SALAVATIN GETİRİLMEYECEĞİ YERLER
İbni Abidin’de bu konu şöyle ele alınıyor:
   “Kur’an okunurken veya hutbede Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ismini işitmek dahi istisna edilir. Çünkü bunlarda susarak dinlemek vaciptir. Fetevayı Hindiyye’nin kerahiyet bahsinde şöyle denilmektedir: “Bir kimse Kur’an okurken Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in ismini işitse salâvat getirmesi vacip olmaz.Ama okumayı bitirdikten sonra salavat getirirse iyidir.”
DİĞER PEYGAMBERLERE ALEYHİSSELAM DENİLİR
   Diğer Peygamberler için “salat” emri olmadığı için Onlara hürmeten isimleri anıldıkları zaman Kur’an-ı Kerimde geçtiği üzere selam verilir… “Aleyhisselam” denilir..
Alemler içinde selam olsun Nuh’a. (Saffat/79)
İbrahim’e selam olsun. (Saffat/109)
Musa’ya ve Harun’a selam olsun. (Saffat/120)
İlyas’a selam olsun. (Saffat/130)
Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun. (Saffat/181)
   Siz yeni yeni türeyen babasının dahi sapık ilan ettiği kişilere aldanıp da Salavat emrinden geri kalmayın, Peygamber Efendimize aşkla, iştiyakla, muhabbetle Salavat getirin. Zikir, dua, salavat… Bunlar bizim kazanç kapılarımız. Şeytanın askerleri bu kazancınızdan sizi alıkoymak isterler. Onlara kulak verirseniz mahrum olursunuz.
http://gercektarihdeposu.blogspot.com/
Peygamberimize Salavat Getirmenin Lüzumu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com



Kaynak iHVANLAR.