ayasofya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayasofya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2013 Salı

UNUTMADIK VE UNUTMAYACAĞIZ

Adalet terazimizi ve ahlak yapımızı bozdular..

İttihad ve terakki çetelerinin entrikalarla kurduğu hain kapitalist ve sosyalist şeytani düzenlerin Müslüman ülkeleri işgalinden beri tam yüz elli yıldır çok canlar verildi. Çok ocaklar söndü. Çok yuvalar dağıldı. 

Musul, Kerkük ve Balkanlar gibi en verimli toprakları kaybettik. Koskoca Cihan Devleti Osmanlı’yı yıkan bu masonik sabataist çetenin başımıza musallat ettiği bu çarpık ve bozuk düzen, işe Allah’a savaşla başladı. 

Bu düzenin temsilcileri eliyle Ana Hayat Yasamız Kur’an-ı Kerim suç aleti sayılarak okunması, anlaşılması ve yaşanmasına türlü engeller konuldu.

Ecdat yadigarı camilerimizin minarelerinden Allah-u Ekber ezanlarını tam 17 yıl yasakladılar. Sultan Fatih’in emaneti Ayasofya Camimiz müzeye çevrildi. 

İzinden gitmekle şeref duyduğumuz Başöğretmenimiz ve eşsiz önderimiz Hz. Muhammed (s.a) efendimizin mesajları öğretilmedi. Tanıtılmadı, anlatılamadı ve yaşanılamadı.. 


Bu sebeble bilhassa ahlaki çöküş depremi bütün hızıyla sürüyor…

Her Peygamber Efendilerimiz devrinin Firavuni düzenini yıkarken bu asrın zalimleri Hakk düzenini devre dışı bırakarak Allah’ın değişmez ve değiştirilemez yasası İslam düzenini hayatımızdan çıkardılar. 

Ölçü düzenimizi, adalet terazimizi ve ahlak yapımızı bozdular..

Ve sonunda Allah’a kul olmaktan ve kulluk görevlerini yapmaktan utanan ve sıkılan bir toplum meydana getirdiler. 

Depremlerde yıkılan demirinden ve çimentosundan çalınmış binalar gibi imanımızı, şuurumuzu, birlik ve kardeşlik ruhumuzu çaldılar. 

Başımızı (hilafetimizi) kopararak Ümmet ve vahdet binamızı yıktılar. Ve bizleri kurda kuşa yem ettiler. 

Harflerimizi kaldırarak medeniyetimizle aramızdaki bin yıllık köprüyü bombaladılar. 

Eğitimsizlikten, savunmamızı, sanayimizi ve teknolojimizi düşmanlarımızın müsaadesine ve himayesine terk ettiler.

Camilerimizi dilsizler, sağırlar ve körler okulu haline getirdiler. 

Binlerce idam sehpalarıyla ve çeşitli baskılarla alimler susturulunca hakikatleri duyamayan toplum gerçekleri göremez hale geldi. 

Şimdi iki yüz yıldır devam eden bu sarsıntıların bedelini fertte, ailede, toplumda beraberce ödüyoruz. Saygı, sevgi, merhamet, sorumluluk duygusu köreltilmiş batı hayranı ve moda kurbanı şeytanın maskarası bir nesil yetiştirmeyi başaran bu hain düzen entrikacılarını, 

Osmanlı Devletimizi çökerten ve genç Türkiye’mizin rotasının İslam Nizamına döndürülmemesi için uğraşan Siyonist, Sabataist ve Masonik çeteleri unutmadık ve asla unutmayacağız….

Tekrar tekrar söylüyor ve ilan ediyorum ki,

Hâkimiyet ve Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Allah’ın Hak düzenine ait oluncaya ve Hak düzen İslam’a dönünceye kadar başımızın belalardan kurtulma imkânı yoktur.

Allah’ın düşmanlarını dost, dostlarını da düşman görmeye devam ettikçe sarsılacağız, sürüleceğiz, dövüleceğiz ve ağlamaya devam edeceğiz.

Müslümanlar kardeş olmadıkça, birbirimizi sevmedikçe ve birbirimizin kuyusunu kazmaya devam ettikçe iki yakamız bir araya gelmesi mümkün değildir.

Şevki Yılmaz – Yeni Akit (11 Kasım 2011)


http://gercektarihdeposu.blogspot.com
Tekrar tekrar söylüyor ve ilan ediyorum ki,
Hâkimiyet ve Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Allah’ın Hak düzenine ait oluncaya ve Hak düzen İslam’a dönünceye kadar başımızın belalardan kurtulma imkânı yoktur.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Fatih Sultan Mehmed Han

1429 da Edirne’de doğup, 1481 de Gebze’de vefat etti. 

Osmanlı padişahlarının yedincisidir. İkinci Murad hanın oğlu, ikinci Bayezid hanın babasıdır. 1429 da Edirne’de doğup, 1481 de Gebze’de vefat etti. Türbesi Fatih camii yanındadır. 

1451 de padişah oldu. Bosna Herseki ve birçok yerleri aldı. 1453 Mayıs ayının yirmidokuzuncu Salı günü İstanbul’u Bizans Rumlarından alarak, orta çağa son verdi. Ayasofya kilisesini cami yaptı. Kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyet ve vakf eyledi. Fakat, 1935 Ramazan ayında müze yapıldı. 1990 Ramazan ayında, bir kısmı ibadete açıldı. Ayasofya [Sainte Sophie] camii, İstanbul'da, Topkapı sarayı yanındadır.

Fatih camii, Yedikule camii, Kireç iskelesi camii, Şehremini camii ve Rumeli-hisarı, Fatih sultan Mehmed’in Türklere bıraktığı yadigârlarının en kıymetlilerindendir. Ayvansaray’da Tahta-minare ve Aksaray’da Horhor çeşmelerine bitişik Hindiler tekkesi mescidlerini de Fatih yaptırdı. Havan topunu ilk yaptıran Fatih’tir.

Fatih sultan Muhammed, Kasım paşada Divanhane mescidini de yaptırmıştır. Sultan Süleyman, bu camiin etrafına bir saray ve bir divanhane yaptı. Osmanlılarda ilk tersaneyi 1516 da Yavuz sultan Selim han yapmıştır. Okmeydanı camiini de Fatih yaptırmıştır. İstanbul’u kuşatınca, yetmiş gemiyi Balta limanından kızaklarla karadan Kasım paşaya indirdi. Bir sene sonra Bayezid kulesinin olduğu yerde, ilk Türk sarayını yaptırdı. Bu büyük saraya (Eski saray) denir.

Batılı gözüyle Fatih:
Büyük devlet ve ilim adamı olan Fatih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran padişahtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde şöyle demiştir:
“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekası, daimi bir çalışma halindeydi. Çok cömertti. Her işte fevkalade atılgan, hatta cüretkârdı. Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefadan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpçayı çok iyi konuşurdu. Her gün bir müddet okurdu. Roma tarihi, başka devletler tarihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu tarihler arasındaydı. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askeri ve coğrafi ilimlerle isteyerek meşgul olur,

araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta maharetliydi.”

Diğer bir İtalyan tarihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır:
“Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silahlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirası ile yanan, cömert ve iyi kalbli, gayelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdardı. En çok harp sanatına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırmacıydı. Sefahat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Nefsine hakim ve uyanıktı. Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihan devleti peşindeydi.”

Alman müsteşrik Franz Babinger, (Mehmed-II der Eroberer und seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende) adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türk dünyası için Fatih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer tarihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukayese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün tarihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-i kabil şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı, Fatih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyayı görüş tarzında, Fatih’in şahsiyeti, zekaları tesir altında bırakmıştır.”

Fatih’in sayısız vasıflarından bazıları
Fatih’in ölümü, Türk milletini büyük mateme gark etti. Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.

Türk tarihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihangirlerle doludur. Fatih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yan yana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır. Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir. Tetkik edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryalaşan bu cihangirin sayısız vasıflarından bazıları şunlardır:

Fatih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel misalini, Belgrad Muhasarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhasarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesaretinin büyük örneğidir.

Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükunetle hazırlayan bir insandı.

Çok merhametli ve müsamahalıydı. Kendisine elli gün mukavemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebep olan İstanbul şehri ve onun sakinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Halbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fatih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla alicenaplığını gösteren cihangir, şu sözlerle patriği teselli etti: “Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı şahanemden korkmayınız!”

Fatih, gayrimüslim tebeasının din ve mezheplerine asla dokunmadı, herkesi vicdani inanışında serbest bıraktı. Fatih, İstanbul’un imarında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkanını sağladı. Bu müsamaha o devir dünyasının hayalinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi.

Askeri ve siyasi sahada eşsiz bir deha idi. Askeri alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itaatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezalandırırdı. Ordusunu, plansız, düzensiz hareket ettirmez, macera hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, planlı bir fütuhat haline getirdi ve devletini, sistemli bir idarecilik şuuruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı.

Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafi işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gayeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plana göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lazım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle neticelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruatını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı daima beraber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münasebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münasebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamanında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı.

Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bazen birkaç cephede beş, on hatta daha fazla devletle birden harp halinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin, siyasi müzakereler, vaatler ve geçici tavizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını bulurdu.

Casuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzakere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilatına da sahipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş casusları da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve daimi bir Türk haber alma servisiyle örülüydü. Fatih’in, bu teşkilatı sayesinde düşmanlarından günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.

Fatih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekamül ettirmişti. Ordunun silahları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekamül etmiş şekilde kurucusu Fatih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce, top, bütün dünyada, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muharebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fatih, bütün bunları akıl ederek, o tarihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Piyadeye de, öncesine nispetle, büyük önem verdi. Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvari ordusu olmaya devam etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyade sınıfları, Fatih devrinde önem kazandı.

Fatih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı itibariyle ileri hamleden hoşlanan, terakki ve medeniyetten zevk alan bir padişahtı. Tıpkı askeri fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdar oldu. Yeni devletin kurulması planının icrasında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maarif sistemini kanunla tanzim ederek ulema sınıfı diye tanınan ve idarenin temelini meydana getiren diyanet ve hukuk kurumlarını teşkilatlandırdı. Devlet idaresini ve bunun ilmileştirilmesini esas aldı.

Akli ve nakli ilimlerde söz sahibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürani, Molla Yegan, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelamda Hocazade, zamanının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyanın dört bir tarafından âlimler akın ederdi.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih, hocası Akşemseddin’in elini öpüp, tahtı tacı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddin bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen padişahın asıl vazifesini yapmamış olacağını, din-i İslam ve adaletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olduğunu; aksi halde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.

Fatih Sultan Mehmed, kelam ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı tarihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sahasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır.

Fatih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve imarcı idi. Devlet idaresini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe İslam’ın esaslarına uygun kanunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimat dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kanunu olarak mer’iyyette kalan Fatih Kanunnamesi çok mühim bir eserdir. Padişahın görüşleri alınarak sadrazam Karamani Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kanunnameyi, Nişancı Leyszade Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kanuni Sultan Süleyman devrinde hazırlanan kanunnamede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilatı, Fatih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderun Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.

Fatih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temasa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bayezid de Türk medeniyetini ilerletmek hususunda babasını takip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fatih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti. Fatih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi takip etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyacını duymamıştır.

İstanbul’un imarına çok önem veren Padişah, saray, camiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak vakfetti. Büyük camilerin yanındaki medreselerin haricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisatı ile iki gemi tersanesi ve kışla yapılan binalar arasındadır. İstanbul imar olunurken, diğer taraftan Bursa, Edirne gibi şehirlerde imar faaliyetleri büyük bir hızla devam etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sair şehirlerde 60 cami yapıldı.


http://gercektarihdeposu.blogspot.com
Fatih Sultan Mehmed Han
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

11 Ekim 2013 Cuma

Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar verenler

Bunu yapanın Dininden Türklügünden süphe ederim

Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar verenler, Umur Bey Camii’ni ise vakıf malı olmasına rağman yıkıp üstüne İsmet İnönü’nün de katıldığı bir törenle Zafer Anıtı dikti.

Anadolu’da hangi köyün yanından geçseniz, mutlaka arşa yükselen bir minare görürsünüz. Kimi Söğüt’ün bağrındaki Osmanlı’nın ilk eseri Kuyulu Mescit gibi şirin, kimi Sivas Divriği Ulu Camii gibi heybetli… Farklılıkları ne olursa olsun, bu minarelerin hepsinin gölgesinde bir hikâye bekler bizi.
Afyon’daki tarihî Umur Bey Camii’nin de anlatacak çok şeyi olacaktı ama maalesef artık yok! Neden mi? 400 yıl boyunca minarelerinden Ezan-ı Muhammedî yükselen, müminlerin içinilebalep doldurduğu cami, Tek Parti devrinde vakıf malı olmasına rağmen yerle bir edildi de ondan.
Derin Tarih dergisinde yer alan araştırmaya göre; Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar veren irade, Umur Bey Camii’ne haritadan silinmeyi layık gördü. Sapasağlamken 1933 yılında yıktırıldı, 3 yıl sonra yerine Başbakan İsmet İnönü’nün de katıldığı ‘görkemli’ bir törenle Zafer Anıtı dikildi.

ORMAN SONSUZLUĞUNDA BİR CAMİ
Umur Bey’in anlattığına göre, 1396’da Haçlıların bozguna uğratıldığı Niğbolu

Muharebesi’nde Yıldırım Bayezid o tarihe kadar Osmanlı Ordusu’nda tatbik edilmemiş olanyeni bir taktikle zafer kazanmıştır.
Umur Bey, II. Murad zamanında 2 kardeşiyle beraber Germiyanoğlu II. Yakub Çelebi’ye elçi olarak gönderildikten sonra onunla birlikte bazen Afyonkarahisar’da, bazen de Kütahya’da ikamet etti. Yakub Bey’in, ölümünün ardından beyliğinin Osmanlılara verilmesini vasiyet etmesini sağlaması nedeniyle de beylerbeyi unvanına layık görüldü. Bu dönemde beylerbeyleri Ankara’da otururlardı. Umur Bey İstanbul’un fethine katıldıktan sonra hac ibadetini yerine getirdi, ardından da Afyon’a yerleşti ve burada çok değerli hayır tesisleri yaptırdı.


Afyon’a bıraktığı hayır kurumlarından biri de, hazin öyküsünden kısaca bahsettiğimiz, halk arasında Paşa Camii olarak da bilinen Umur Bey At Pazarı Camii’dir. Umur Bey Camii, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinin ardından ahşap direkler ve tavanlar kullanarak yaptıkları camilerin en güzel örneklerindendi. Selçuklu tarzındaki cami, 1455 (H. 859) yılında inşa edildi. Sedat Hakkı Eldem Türk Mimari Eserleri adlı kitabında, Doğan Kuban ise 100 Soruda Türkiye Sanatı Tarihi (1970) adlı eserinde Umur Bey Camii’nin Afyonkarahisar’daki Ulu Cami ile birlikte direkli camiler arasında iç tezyinatıyla muhteşem bir havası olduğundan bahseder. “Adeta balta girmemiş bir orman açıklığı içinde bulunuyormuşsunuz etkisini ve zevkini verir” diye tasvir edilir.
Umur Bey, külliyenin ihtiyaçlarının karşılanması için 1455 tarihinde bir vakfiye düzenleyerek Afyon’un Dinar ve Çivril ilçesi yolu üzerindeki Sarıcapınar köyündeki mallarını, Golya’daki hanı ve bazı tarlalarını vakfetti. Afyon’dan başka Bursa, Edirne, Biga ve Bergama’da da o zamanın lise derecesinde olan medreseler yaptırdı. Birer yatılı okul olan bu yerlerin idaresi için birer han ve hamam yaptırarak gelirlerini vakıflara bağışladı. Halkın ibadetlerini yerine getirebilmesi için cami ve mescitler inşa ettirdi.
Bütün vakıflarını bir vakıfname düzenleyerek Bursa’daki Umur Bey Camii’nin son cemaat mahalli duvarına taşa yazılı ve 1460 (H. 865) tarihli olarak koydurdu. Ne yazık ki Umur Bey’in yaptırdığı Alaca Medrese, Alaca Hamam, Kervansaray ve Kapalı Çarşı bakımsızlıktan dolayı yıkıldı. Umur Bey Camii ise yıkıldığı 1933 yılına kadar gayet bakımlıydı. Hayratından sadece Bursa’daki camisi halen ibadete açıktır.


Sedat Hakkı Eldem ve Doğan Kuban’ın eserlerinde Umur Bey Camii’nin ahşap direklerin ve bunların üzerindeki başlıkların düzenli bir ölçü ile tavanı taşıyan kirişleri taşımaları, bunlardaki ağaç işçiliklerinin insan ruhuna verdiği huzur öyle güzel anlatılır ki, Zafer Anıtı’nı dikmek için yıkılan bu muhteşem caminin içinde dolaşır gibi olursunuz.
26 m x 23 m boyutlarında inşa edilen caminin iç tezyinatında 24 adet, 40 cm çapında ahşap direk üzerine kıble istikametinde 7 aralıklı nef oluşturacak şekilde 35 bölüm yapıldı. Klasik Ulu Cami tipindeki caminin 2 girişi bulunuyordu. Kıble arkasından girilen kısmında bir son cemaat yeri ile üzerinde bir mahfel teşkil ediyordu. İç duvarları beyaz badanalı olan camide hiçbir süsleme bulunmuyordu. Sadece duvarlarda yuvarlak motif içinde 4 halifenin isimleri bulunan basit süslemeli yazılar mevcuttu. Caminin yanı başında bir de medresesi vardı.
DİRENİŞİN ÖRGÜTLENME MERKEZİ
Umur Bey Camii merkezi bir konumda olması nedeniyle halkın toplanma mekânıydı. Cumhuriyet öncesi, devlet merkezinden sancağa gelen ve halka iletilmesi gereken emirler; ulema, meşâyih, hatibler, imamlar, mahalle muhtarları, esnaf kethüdaları ile halkın ileri gelenleri buraya çağrılarak öğle namazından sonra kendilerine duyurulur, onlar da temsil ettikleri grupları ve halkı haberdar ederlerdi. Özellikle cuma namazı çıkışlarında cami ve belediye binası önünde toplantılar tertiplenirdi.
Milli Mücadele yıllarında Afyonkarahisar Müftüsü olan Hüseyin Bayık’ın hatıralarında anlattığına göre İzmir’in işgalinde Turunçzade Yusuf Bey, Ethemzade, Hacı Hüseyin Efendi, Sivas Kongresi’ne katılan Akosmanzade Hacı Hüseyin Efendi ve oğlu Nebil Efendi ile birlikte toplanıp bir miting düzenleme kararı alırlar. Afyon’da bulunan İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanlarına, hükümetlerine verilmek üzere ‘3 kıt’a protesto-name’ hazırlarlar.
Umur Bey Camii meydanında geniş katılımlı bir miting düzenlenir ve kararlaştırıldığı gibi protesto evrakı işgal kuvvetleri komutanlarına verilir. Böylelikle Umur Bey Camii adeta işgale karşı direnişin örgütlendiği bir kışla vazifesi görür.
BU NASIL KARAR?
Derken Cumhuriyet’in 10. yıldönümü gelir, çatar. Tarihler 1933’ü gösterdiğinde İstanbul’un kutlu askerlerinden Umur Bey’in yaptırdığı, birçok aydının yetiştiği ve Kurtuluş Savaşı’nda işgal ordularına direnişin mevzilendiği bir kışla vazifesi gören bu cami için yıkım kararı çıkarılır. Belediye Başkanı Hüseyin Haşim Tiryakioğlu’nun başkanlığında 18 Eylül 1933’te toplanan Belediye Encümen üyeleri, 1168 no’lu kararla cami ve medresenin yıkılmasına, taarruzun planlandığı mevkiye bir anıt dikilmesine ve yerine kentsel dönüşüm adına bir park yapılmasına karar verirler. Belediye 1,290 lira bedelle istimlak ederek Umur Bey Camii’ni yıkar.


Ancak istimlak kararında hazin bir not olarak aynen şu ifadeler yer alır:
“Büyük Zafer Abidesi mahalli için istimlak olunan yerler hakkında idarei hususiye müdüriyeti ile cam göz oğlu Kadir, Altıparmak oğlu kızı Şerife ve Evkafdan müdüriyetinin itiraznameleri birer birer okunduktan sonra gürüşüldü: Paşa Cami ile Kadri vakfına ait mahallerin bulundukları mevki ve miktari mesahaya muhamminlerce takdir edilen bedeller çok dön görüşülmüş; Bunlardan paşa camisine ‘1290’ ve kadi vakfine ait yerler içine ‘450’ liraki cam’an hey’eti umumiyesine ‘1650’ liraya iblağış…”
Vakıf malı olmasına rağmen Zafer Anıtı’nı dikmek için Afyonkarahisar’ın simgesi durumundaki Umur Bey Camii’nin yıkım kararı işte bu bozuk Türkçe ve sefil imla ile yazılmış sözlerle alındı. Caminin yıkımı sırasında bir kişinin düşerek öldüğü, halk arasında o devri yaşayanlardan aktarılır. Camiden arta kalan birkaç istalaktit başlık Afyonkarahisar İslam Eserleri Müzesi envanterinde kayıtlıdır. Umur Bey Camii ve çevresindeki evlerin istimlaki ile ortaya çıkan kereste ise yıkım kararını alan Afyonkarahisar Belediyesi tarafından kullanılır. Paşa Camii su mahzeni yol-kaldırım ve lağım inşaatı sebebiyle 10 liraya istimlak edilir. Su mahzeninden çıkan 177 taştan 68’i belediye merdivenine kurban edilir, bir tanesi de satılır.
İNÖNÜ DE ORADAYDI
Umur Bey Camii’nin yıkılmasının ardından Afyonkarahisar Valiliği, 1,290 liraya istimlak edilen caminin yerine 59,446 liraya Avusturyalı heykeltıraş H. Krippel’e Viyana’da bir Zafer Anıtı yaptırarak caminin yerinde hazırlanan kaideye yerleştirir. Anıt, kaide ve heykel olmak üzere 2 kısım halinde yapılır. Kaidenin üzerinde yaklaşık 4 metre yüksekliğinde bronz figür grubu yer alır. 2 erkek figüründen oluşan heykel bir kayanın üstünde betimlenmiştir. Her ikisi de çıplak olan figürlerden biri ayakta durur, diğeri onun ayaklarının dibinde yerde yatar.

KAYNAK: DERİN TARİH DERGİSİ


http://gercektarihdeposu.blogspot.com
TURK iSLAM
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

9 Ekim 2013 Çarşamba

EZAN SESİNİ SUSTURAN İÇİMİZDEKİ BİZANS ZİHNİYETLERİ

481 SENE EZAN SESİ SUSMAYAN AYASOFYA'DA EZAN SESİNİ SUSTURAN İÇİMİZDEKİ BİZANS ZİHNİYETİ

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Başka türlü girmeye hakları yoktur. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır."
(Bakara Suresi / 114.Ayet)

İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse,

Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.

Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453
(Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde Bulunan
Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)
AYASOFYA
Mimarlar: Trallesli AnthemiusMiletli İsidoros
Defnedilen kişiler: Safiye Sultan

6 Ekim 2013 Pazar

Ayasofya’yı müze yapma fikri İngilizlerden gelmiş

Ayasofya’nın sahibi kim olacaktı? 
27 Mayıs’tan sonra müze yapılmış olan Trabzon Ayasofya Camii yeniden ibadete açıldı. Ne diyelim, darısı İstanbul’daki Ayasofya’nın başına.
Ancak İstanbul’daki Ayasofya’nın açılması öbürlerinkine benzemez. Geçen yıl Ayasofya Müzesi Müdürü’yken Haluk Dursun isim vermeden Batılı devlet adamlarının (İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve ABD Başkanı Obama da içlerinde olmalı) Ayasofya’yı ziyaretlerinde ne zaman yeniden kilise olacağını sorduklarını ifade etmişti.
Peki neden bu kadar merak ediyorlardı Ayasofya’nın kilise yapılmasını?
Birazdan vereceğim örnekler karşısında İngiltere devleti ve kamuoyunun İstanbul’un işgali başlar başlamaz Ayasofya’nın rehinden kurtarılması (the redemption of St. Sophia) kampanyaları başlattığını ve bunu 1922 yılında İstanbul yeniden Milli Güçlerin eline geçene kadar devam ettirdiklerini bilmemiz gerekir.
Mütareke yıllarında İngiltere’de Ayasofya’nın rehinden kurtarılması için hususi komiteler kurulduğunu biliyor muydunuz?
Başbakan Lloyd George’un “İstanbul’dan Sultan gidecek ve Müslüman nüfus da ardından şehri boşaltacak, böylece Ayasofya doğal olarak Hıristiyan olacak, Haç yeniden Ayasofya’nın kubbesine konulacak. Bu olunca yeni bir çağ başlayacak.” dediğini duymuş muydunuz?
Lozan’da yeniden karşımıza çıkacak olan Lord Curzon’un 1919 tarihli ünlü memorandumunda şöyle dediğini hafızamızdan hiç çıkarmayalım:

“Bu şartlarda Jüstinyen’in muhteşem mabedi Ayasofya -ki 900 yıl Hıristiyanlığa hizmet etmiştir, Müslümanlığa hizmet ettiği süre ise bunun yarısından biraz fazladır- doğal olarak asli Hıristiyan mabedi haline dönecektir. Öte yandan İstanbul’un selatin camileri Müslümanlara fazlasıyla yeter de artar bile.”
Sonradan tarihçiliğe girecek olan ama o tarihte Dışişleri Bakanlığında istihdam edilen Arnold Toynbee, 6 Mart 1919’da şaşırtıcı bir teklifte bulunuyordu. Konuşan Toynbee değil de sanki Atatürk’tür. Şöyle der: “Ayasofya’da dinî statüko terk edilmeden ona arkeolojik bakış açısından ‘uluslararası abide’ statüsü vermek mümkün olamayacaktır.”
Kilise yapmak mı müze yapmak mı?
Ayasofya için iki seçenek vardır İngilizlerin kafasında: 1) Yeniden kilise yapmak, 2) Dinî statüsünü ortadan kaldırarak uluslararası bir anıt, yani müze yapmak. Thomas Hohler yıllar sonra Atatürk’ün uygulayacağı formülü bulmuştur bile. Hohler’e göre bina mimari bir anıt olmalı ve din sorunu da ortadan kaldırılmalıdır.
Ayasofya’yı rehinden kurtarmaya yeminli komite deyince bunun ayak takımından oluştuğunu sanmak hata olur. Komitenin iki üyesi, sonraki yıllarda Dışişleri Bakanlığı yapacak, diğerleri de hatırı sayılır makamlara gelecektir.
Velhasıl Ayasofya’nın kimliği Hıristiyan dünyasının lideri olarak İngilizler için çok önemlidir ve bu, İslam dünyasının kalbini teşkil eden Osmanlı’nın tasfiyesinden sonra onun başkenti dahil, hilafeti dahil, Ayasofya’sı dahil tasfiyesi düşüncesinin bir parçasıdır.
Hedefler şunlardı: 1) Halife Bursa’ya veya Konya’ya gönderilecek, 2) Halk onun peşinden gideceği için İstanbul’da Müslüman neredeyse kalmayacak ve şehir yeniden Konstantinopolis olacak, 3) Ayasofya Camii kilise yapılarak tepesine haç dikilecektir.
Zira İngiltere, Lloyd George’un dediği gibi “Belki de dünyadaki en büyük Müslüman devletti.” Bu İngiltere’nin Halifeyi ve Halifeliği elinde bulunduran bir devleti önemsememesi düşünülemezdi.
Ancak bir sorun çıktı. Ayasofya’nın sahibi kim olacaktı? Yunanlılar bizim diyordu, Fener Patrikhanesi de öyle, Rusya’nın öteden beri -Trubetskoy bunu 1915’te söylemişti- Ayasofya’ya haç dikme idealini kovalayan bir ülke olduğu biliniyor. Dostoyevski bile bayağı buna inanmış biriydi. Öte yandan İngilizler Hind Müslümanlarının ayaklanmasından korkuyorlardı.
İstanbul Yunanistan’ın başkenti olursa Yunan mandası mı kurulacaktı bu şehirde yoksa başka bir idare tarzı mı sürdürülecekti? Hindistan Ofisi bu çözüme karşı çıkıyor, İstanbul bir Hıristiyan şehri haline gelirse ben Hint Müslümanlarını tutamam, bilesiniz diyordu.
Bir yandan da iç kamuoylarında Yunan sevdalıları ile Türklere fazla haksızlık yapıldığını savunanlar ve İstanbul’da Türkleri hesaba katmadan bir çözüm bulunabileceğine inanmayanlar ayaktaydı. Megalo İdea İstanbul’a girerse diğer Hıristiyan ve gayri Müslim unsurlar bundan hoşnut olmayacaklardı vs.
Bütün bu müzakere sürecinden sonra İstanbul’un başka bir ülkeye bırakılamayacağı sonucuna ulaşıldı ve Sevr’de Hilafet üzerinde belli bir kontrol kurularak başkent İstanbul olarak kaldı.
Müze fikri kimin?
Crowe adlı görevli 7 Aralık 1918’de Dışişlerine yazdığı bir mektupta Türklerin İstanbul’dan kovulması çözümünden bahsedebiliyordu. Diyordu ki, Ayasofya Türklerden alınmadıkça onların Hıristiyanlık karşısındaki galebesinin sembolü orada Hıristiyanların başında bir kılıç gibi sallanmaya devam edecektir.
Şubat 1919’dan itibaren bir dizi kitap çıkar İngiltere’de. Hepsi de Ayasofya’yı geri istemektedir. Bu arada ilginç bir girişimden de bahsetmek gerekir. Dışişleri Bakanlığı, Ayasofya’nın rehinden kurtarılması girişimi bizzat Türklere yaptırılsa iyi olur diye bir fikir ortaya atar Nisan 1919’da. Ne var ki İstanbul hükümetini razı edemez.
Ancak 15 Mayıs’ta İzmir’in işgali bütün hadiseye şekil değiştirtecek ve bir yandan direnişi uyandırırken öbür yandan Ayasofya’nın korunması için bir askeri birlik camiye yerleştirilecek, eğer çan takmaya gelen olursa camiyi havaya uçuracakları tehdidinde bulunacaklardır.
Bu kadarını göze alamayan İngilizler zamanla kararlarını gözden geçirdiler. Ancak bir şeyi unutmadılar: Ayasofya cami kaldıkça Hıristiyan dünyasının, bu arada kendi kamuoyunun rahatsızlığını yenemeyecektir. Bu nedenle ısrar edecek ve önce 1924’te Hilafetin kaldırılması, ancak bundan sonra Lozan’ı onaylaması, 1930’lu yıllarda Amerikalı ‘uzmanlar’ın devreye girmesiyle başlayan restorasyon çalışmaları derken Toynbee ile Hohler’in 15 yıl önce ortaya attıkları Ayasofya’yı beynelmilel (uluslararası) bir abide yapma girişimi başarıya ulaşacak ve binanın dinî statüsü ortadan kaldırılarak ne cami, ne kilise, herkes buyursun müzeye formülü uygulamaya geçirilecektir.
Ne ki, bunun ilk defa bizim aklımıza geldiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Malum o yıllarda ışık Batı’dan gelirdi. Bana hayal gördüğümü söyleyenler bu bilgileri kendisinden toparladığım tarihçi Erik Goldstein”ın “Byzantine and Modern Greek Studies” dergisindeki “Ayasofya ve İngiliz Dış Politikası” başlıklı makalesine bakabilirler (1991).
Bu arada aklıma takıldı: İngilizlerin Başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya gönderme politikaları sizde bir çağrışım yapmadı mı? Sanki bu da uygulanmış gibi geliyor ama neyse. Bu hafta bu kadar çatırtı yeter.

Mustafa ARMAĞAN / ZAMAN


AYASOFYA CAMII
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

13 Ağustos 2013 Salı

Ayasofya, Hıristiyan Bizans tan çok Müslüman Türk ün eseridir.


Ayasofya bir Osmanlı mâbedidir 


1453’te İstanbul’u fetheden Osmanlılar, şehri ve Ayasofya’yı harabe halde bulmuşlardı.
Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli madenler, bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen Haçlılar tarafından bölüşülmüştü. Kubbesinin tepesindeki altın haç bile çalınmıştı.

Müverrih Tursun Bey, görgü şahidi olarak, fethin Ayasofya’sını şöyle anlatıyor:
“Onun rahnesine (bozulan yerlerine) taş koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahır harap olmasun deyü tamirini ve bakımını emretti.


İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duyuyor:

“Ayasofya’nın muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.


Yanında bulunan bazı İtalyan ve Rumların rivayetine göre Fatih, cami haline dönüştürmek için mozaikleri sökmek isteyen mimarları durdurmuş, “Bu mozaik resimleri günaha sebep olmamaları için bir kireç tabakasıyla örtmekle yetininiz! Fevkâlâde olan bu kakmaları koparmayınız” demiştir.

1930’lu yıllarda Amerikan Bizans Ensititüsü tarafından Ayasofya mozaiklerini araştırmakla görevlendirilen Amerikalı Thomas Whittemore şöyle diyor:

“Bu mozaiklerin hiçbirinde insan tarafından tahribat ika edildiğine ait bir iz görülmemiştir. Hatta binanın her tarafındaki yüzlerce haç hiç bozulmadan kalmış olup binanın uzun müddet Türkler tarafından muhafaza edildiğine şehadet etmektedir
”.

Tursun Bey’e göre, Ayasofya’yı tepeden tırnağa gezen Fatih, “... Bu binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab görmüş” bunun üzerine Sadî’nin meşhur Farsça beytini mırıldanmıştır:


Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût;
Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb.”

(Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nöbet vuruyor).

Kısacası fetih tam vaktinde gerçekleşmiştir. Biraz daha gecikilseydi ortada Ayasofya’nın sadece harabesi kalacaktı. Fatih, Ayasofya’nın yok olmasını da engelleyen padişahtır. Dünya bu yüzden ona minnet duymalıdır.

Ayasofya, Fatih’in fetihten hemen sonra görmek istediği yerdir. Onca kiliseyi geçip diğerlerine nispetle uzak olmasına rağmen Ayasofya’ya gitmiş, dış avluda atından inmiştir (Avrupalı tarihçiler ısrarla Fatih’in at sırtında içeri girdiğini yazarlarsa da bu doğru değildir, çünkü Osmanlı geleneklerinde hangi inancın olursa olsun mâbede ve inananlara saygısızlık yoktur).

Fethin görgü şahitlerinden tarihçi Tursun Bey, “Hünkâr (Padişah) Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti” diyor.

Müverrih Âlî ise, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali (acelesi) Ayasofya nam kenise-i azime-yi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” (Ayasofya’yı camie çevirmeye yönelik) olduğunu söylüyor.

Şu halde, “Ayasofya bir Osmanlı mâbedidir” demekte hiçbir mahzur yoktur.

Yavuz BAHADIROĞLU, 03 Haziran 2011 Cuma/ Yeni Akit