turk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
turk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2013 Cumartesi

Osmanlı’nın kanatlı süvarileri: Deliler

Öylesine cesur hareket ederlerdi ki, insanları gölgelerinin bile öldürücü olduğuna inandırmışlardı.

Deliler  1. Bolum

Osmanlı kara ordusunda görevli bir askeri birliğin ismidir. "Deli" adı verilen süvarilerden oluşan bu birlik, savaşlarda üstün cesaret göstermeleri ve farklı giyinme şekilleri sebebiyle bu isimle anılmıştır. Asıl olarak kendilerine kılavuz, rehber manasına gelen delil ismi verilmesine karşın, cesur ve korkusuzca düşmana atılmaları nedeniyle halk arasında deli olarak anılmışlardır. Deli adını almalarının sebebi gönüllü 20-25 yaş arası gençlerden oluşmalarıydı ve savaşlarda ordunun en ön saflarında çarpışmalarıydı.
En tehlikeli görevlere korkusuzca atılmaları yüzünden bu ismi aldılar. Korkutucu bir görünümleri vardı. Silah olarak eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan taşıyan deliler, başlarına pars ya da benekli sırtlan derisinden yapılmış tüylü bir miğfer giyerlerdi. Kalkanlarını da yine kuş tüyleriyle süsleyen delilerin giysileri aslan, kaplan ve tilki postundan, şalvarları da ayı ya da kurt derisindendi. Ayaklarına ise "serhatlik" denen sivri burunlu mahmuzlu bir çizme giyerlerdi. Üzerlerine ayı, pars, aslan veya sırtlan postundan kılları dışarıda şalvarlar giyerlerdi. Bayraklarında "Kaderde ne varsa o gelir başa" yazılıydı.
Sonradan giysilerinde değişiklik yapıldı, 17. yüzyıldan itibaren başlarına bir arşın uzunluğunda siyah kuzu derisinden üstü sarıklı bir kalpak giymeye başladılar.
Çoğunluğu Türk'tür ve Rumeli'de yaşayan halklar arasından seçilmişlerdir. Türkler, Boşnaklar, Hırvatlar, ve diğer Slav halklarından oluşturulan Osmanlı birlikleri, Rumeli beylerbeyi ve serhat beylerinin maiyet askerleri arasında yer alırlar. Bu askerler Serhadkulu isimli askerler arasında yer almışlardır.
16. yüzyılda deliler; Rumeli beylerbeyi, Semendere ve Bosna sancak beylerinin yönetiminde; 17. yüzyılın sonlarından itibaren de Anadolu vezir ve beylerbeylerinin yönetimi altında olmuşlardır. 60'ar kişilik "bayrak" adı verilen ocaklara ayrılmışlar, seferlerde "Delibaşı" adı verilen komutanları tarafından yönetilmişlerdir. 18. yüzyılda bozulmaları sonucu yönetimi altındaki beylerbeyinin görevden alınması sonucu görevlerini kaybetmişlerdir. Bu süreçten sonra köylere saldırmaya başlamışlar, eşkiyalık faaliyetleri sebebiyle 1829'da II. Mahmut tarafından dağıtılmışlardır.
Gözünü budaktan sakınmayan yürekli ve korkusuz kişiler oldukları için efsanevi bir ünleri vardır.
Bir rivayete göre de ıslatılmış mermer üzerine çıplak elle tokat atarak talim ederlerdi. İri yarı adamların ellerinde sadece bir kalkanla ve dahi kimi zaman o bile olmaksızın üzerlerine saldırdığını gören düşman askeri ne olduğunu anlayamadan, mermere meydan okuyan meşhur Osmanlı tokadıyla karşı karşıya gelir, ve bunun nasıl bir şey olduğunu anladığında ya ölü ya da artık savaşamayacak denli sakat bir asker olurdu. Osmanlı tokadı kavramı buradan çıkmıştır.

  Deliler  2. Bolum

"Öylesine cesur hareket ederlerdi ki, insanları gölgelerinin bile öldürücü olduğuna indırmışlardı."
Venedikli Vecellio 1590 tarihli kitabında Osmanlı Ordusundaki "deliler"i böyle tarif etmişti. Peki "deli" adı nereden geliyordu ? Akıl hastası mı yoksa fazla mı cesyrdular ?
Deli süvarileri, Osmanlı fetihlerinin yoğun olarak devam ettiği, Rumeli'de ki sınır boylarında ortaya çıktı.Tarihi kayıtlara göre, bu askerler XV.  yüzyılın sonlarından itibaren görülmeye başlanmış ve XVI. yüzyılda belirli bir düzene kavuşturularak gelişme ya başlamışlardı. Neşri tarihinde kendilerine deliler denilen kanatlı askerlerin 1444 Varna ve 1448 Kosava muharebelerinde Osmanlı ordusunda savaştıkları yazar. Rumali'de, Semendire ve Bosna gibi önemli merkezlerde kurulan deli askerleri sancak beyleri veya beylerbeylerinin maiyetine, onların emri altına alınmışlardı.Deliler önceleri bölük halindeki muhafız birlikleriyken sonraları sayıları artarak ve geliştirlerek korkunç bir savaş unsuru haline getirildi.

Deliler Nasıl Ortaya Çıktı ?

XV. yüzyılın sonlarından itibaren Rumeli ve kuzey sınır bölgelerinde akıncılardan ve diğer mevcut sistemlerden farklı, yeni bir askeri atlı sınıfın ortaya çıkması Osmanlı 'da o zaman kadar meydana gelen bazı önemli gelişmelerin ve bunlardan alınan derslerin sonucuydu. XV. yüzyılın sonunda, Sultan Bayezid devrinde yaşanan şehzade kavgaları, Anadolu'da pek çok yerde yaşanan ayaklanmalar, Sultan 1. Selim'indoğuda İran, Mısır, Suriye seferleri ile meşgul oluşu, Rumeli sınırlarındaki beylerin aniden ortaya çıkabilecek ciddi tehlikeleri önleyebilmek için çare düşünmeye zorlanmış ve onlar da akıncılardan ayrı olarak kendi emirlerinde olacak hafif atlılardan oluşan yeni ve özel bir süvari sınıfı kurmaya yönelikti.

Greçekten Akıl Hastası mıydılar ?

Bu askerlere neden deli denildiği eski kaynaklar incelendiğinde net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Fransız mühendis ve asker Alain Manesson Malet, 17. yüzyılda basılan Les Travaux de Mars ou I'Art de la Guerra adlı eserindebu askerlere neden bu adın takıldığını şu sözlerle açıklar: "Bunlar öylesine cesurdurlar ki, bir tarafın hizmetine girdikten sonra, onları vazgeçirebilecek hiç bir ceza korkusu yoktur. Bu edenlerden dolayı Türkler olara deli adını vermişlerdir ve bu ad, dillerinde 'gözü pek' anlamına gelir." Mallet'in aktardığıan göre o zamanların Osmanlı Devleti'inde deli adı büyük üne sahipti ve bu üne sahip olmak isteyenler oldukça fazlaydı. 1672'de, Fransız elçisi maiyetinde İstanbul'a gelen Antonie Galland yayımlanan günlüklerinde deli adının nereden geldiği konusuna eğilmiş ve bildiklerini şu şekilde aktarmıştı: "Deli sözü Türk dilinde mecnun manasına gelir, fakat bu adamların mecnun oldukları ve akıllarını kaybettikleri manası çıkarılmamalıdır. Bu, kendilerini tehlikeye atmak hususnda gösterdikleri azim ve inattan, nefislerini tehlikeye hakikaten deli imişçesine bir pervasızlıkla atışlarından dolayıdır."  Deli ocağına mensup olan, sayıları binleri bulan bu savaşçıların akıl hastası olmadıkları elimizdeki kaynaklarda kesin olarak ifade edilmektedir.

Deliler Yemin Edip Başlık Giyerlerdi

Deli ocağına mensup olmanın önemi tarihi vesikalardan anlaşılmaktadır. Herkesin gelşigüzel kabul edilmediği bu ocağa dahil olmak için bazı şartların yerine getirilmesi zorunluydu. Deliere katılmak isteyen kişinin gereken iki temel şart vardı. Gösterişli bir fiziki yapıya sahip olmak ve cesaretini, savaşma becerisini kanıtlayabilmek. Mallet'e göre deliler iri cüsseli, kuvvetli fizikleri ile grurlu bir görünüşe sahiptiler. Bu göçlü görünümün yanında silah kullanmadaki  ustalıklarını ve cesaretlerini kanıtlmak için  düşmanla savaşmaları ve en az 8-10 düşman süvarisini öldürerek zafer kazanmaları gerekmekteydi. Şartları yerine getiren, eğitimlerini başarıyla yerine getiren deliler, deli başlığını giyerek ocağa resmen dajil olurlardı.
 Deli vahşi görünüşü ile düşman askerinin yüreğindeki en ilkel korkuyu açığa çıkarmaktaydı. Bilinmez ve şaşırtıcı olgulara duyulan korku, karşı tarafın savaşma azmini kesinlikle etkileyen bir faktördü. Delilerin parlak devirlerinde on bini bulan sayıları düşünüldüğünde, düşman düşman üzerşne hücuma geçen on bin atlı delinin yaratcağı görüntünün korkunçluğunu hayal etmek ve düşmanda yaratacağı dehşeti anlamak zor olmasa gerek. Yukarıda bahsedilen şanslı Fransız Galland'ın, sadece barış zamanı delileri sakince merasimde geçerken gördüğü zaman yaşadığı dehşetin, muharebe meydanında düşmanın bu delilerin süratle üzerlerine gelirken yaşadıkları dehşetten katbekat az olduğu açıktır.

http://gercektarihdeposu.blogspot.com/
deliler_osmanlinin_kanatli_suvarileri_gercek tarih deposu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com
http://gercektarihdeposu.blogspot.com
deliler_osmanlinin_kanatli_suvarileri_gercek tarih deposu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

http://gercektarihdeposu.blogspot.com
deliler_osmanlinin_kanatli_suvarileri_gercek tarih deposu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com


http://gercektarihdeposu.blogspot.com
deliler_osmanlinin_kanatli_suvarileri_gercek tarih deposu
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

11 Ekim 2013 Cuma

Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar verenler

Bunu yapanın Dininden Türklügünden süphe ederim

Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar verenler, Umur Bey Camii’ni ise vakıf malı olmasına rağman yıkıp üstüne İsmet İnönü’nün de katıldığı bir törenle Zafer Anıtı dikti.

Anadolu’da hangi köyün yanından geçseniz, mutlaka arşa yükselen bir minare görürsünüz. Kimi Söğüt’ün bağrındaki Osmanlı’nın ilk eseri Kuyulu Mescit gibi şirin, kimi Sivas Divriği Ulu Camii gibi heybetli… Farklılıkları ne olursa olsun, bu minarelerin hepsinin gölgesinde bir hikâye bekler bizi.
Afyon’daki tarihî Umur Bey Camii’nin de anlatacak çok şeyi olacaktı ama maalesef artık yok! Neden mi? 400 yıl boyunca minarelerinden Ezan-ı Muhammedî yükselen, müminlerin içinilebalep doldurduğu cami, Tek Parti devrinde vakıf malı olmasına rağmen yerle bir edildi de ondan.
Derin Tarih dergisinde yer alan araştırmaya göre; Ayasofya’yı müze, Sultanahmet’i kütüphane yapmaya karar veren irade, Umur Bey Camii’ne haritadan silinmeyi layık gördü. Sapasağlamken 1933 yılında yıktırıldı, 3 yıl sonra yerine Başbakan İsmet İnönü’nün de katıldığı ‘görkemli’ bir törenle Zafer Anıtı dikildi.

ORMAN SONSUZLUĞUNDA BİR CAMİ
Umur Bey’in anlattığına göre, 1396’da Haçlıların bozguna uğratıldığı Niğbolu

Muharebesi’nde Yıldırım Bayezid o tarihe kadar Osmanlı Ordusu’nda tatbik edilmemiş olanyeni bir taktikle zafer kazanmıştır.
Umur Bey, II. Murad zamanında 2 kardeşiyle beraber Germiyanoğlu II. Yakub Çelebi’ye elçi olarak gönderildikten sonra onunla birlikte bazen Afyonkarahisar’da, bazen de Kütahya’da ikamet etti. Yakub Bey’in, ölümünün ardından beyliğinin Osmanlılara verilmesini vasiyet etmesini sağlaması nedeniyle de beylerbeyi unvanına layık görüldü. Bu dönemde beylerbeyleri Ankara’da otururlardı. Umur Bey İstanbul’un fethine katıldıktan sonra hac ibadetini yerine getirdi, ardından da Afyon’a yerleşti ve burada çok değerli hayır tesisleri yaptırdı.


Afyon’a bıraktığı hayır kurumlarından biri de, hazin öyküsünden kısaca bahsettiğimiz, halk arasında Paşa Camii olarak da bilinen Umur Bey At Pazarı Camii’dir. Umur Bey Camii, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinin ardından ahşap direkler ve tavanlar kullanarak yaptıkları camilerin en güzel örneklerindendi. Selçuklu tarzındaki cami, 1455 (H. 859) yılında inşa edildi. Sedat Hakkı Eldem Türk Mimari Eserleri adlı kitabında, Doğan Kuban ise 100 Soruda Türkiye Sanatı Tarihi (1970) adlı eserinde Umur Bey Camii’nin Afyonkarahisar’daki Ulu Cami ile birlikte direkli camiler arasında iç tezyinatıyla muhteşem bir havası olduğundan bahseder. “Adeta balta girmemiş bir orman açıklığı içinde bulunuyormuşsunuz etkisini ve zevkini verir” diye tasvir edilir.
Umur Bey, külliyenin ihtiyaçlarının karşılanması için 1455 tarihinde bir vakfiye düzenleyerek Afyon’un Dinar ve Çivril ilçesi yolu üzerindeki Sarıcapınar köyündeki mallarını, Golya’daki hanı ve bazı tarlalarını vakfetti. Afyon’dan başka Bursa, Edirne, Biga ve Bergama’da da o zamanın lise derecesinde olan medreseler yaptırdı. Birer yatılı okul olan bu yerlerin idaresi için birer han ve hamam yaptırarak gelirlerini vakıflara bağışladı. Halkın ibadetlerini yerine getirebilmesi için cami ve mescitler inşa ettirdi.
Bütün vakıflarını bir vakıfname düzenleyerek Bursa’daki Umur Bey Camii’nin son cemaat mahalli duvarına taşa yazılı ve 1460 (H. 865) tarihli olarak koydurdu. Ne yazık ki Umur Bey’in yaptırdığı Alaca Medrese, Alaca Hamam, Kervansaray ve Kapalı Çarşı bakımsızlıktan dolayı yıkıldı. Umur Bey Camii ise yıkıldığı 1933 yılına kadar gayet bakımlıydı. Hayratından sadece Bursa’daki camisi halen ibadete açıktır.


Sedat Hakkı Eldem ve Doğan Kuban’ın eserlerinde Umur Bey Camii’nin ahşap direklerin ve bunların üzerindeki başlıkların düzenli bir ölçü ile tavanı taşıyan kirişleri taşımaları, bunlardaki ağaç işçiliklerinin insan ruhuna verdiği huzur öyle güzel anlatılır ki, Zafer Anıtı’nı dikmek için yıkılan bu muhteşem caminin içinde dolaşır gibi olursunuz.
26 m x 23 m boyutlarında inşa edilen caminin iç tezyinatında 24 adet, 40 cm çapında ahşap direk üzerine kıble istikametinde 7 aralıklı nef oluşturacak şekilde 35 bölüm yapıldı. Klasik Ulu Cami tipindeki caminin 2 girişi bulunuyordu. Kıble arkasından girilen kısmında bir son cemaat yeri ile üzerinde bir mahfel teşkil ediyordu. İç duvarları beyaz badanalı olan camide hiçbir süsleme bulunmuyordu. Sadece duvarlarda yuvarlak motif içinde 4 halifenin isimleri bulunan basit süslemeli yazılar mevcuttu. Caminin yanı başında bir de medresesi vardı.
DİRENİŞİN ÖRGÜTLENME MERKEZİ
Umur Bey Camii merkezi bir konumda olması nedeniyle halkın toplanma mekânıydı. Cumhuriyet öncesi, devlet merkezinden sancağa gelen ve halka iletilmesi gereken emirler; ulema, meşâyih, hatibler, imamlar, mahalle muhtarları, esnaf kethüdaları ile halkın ileri gelenleri buraya çağrılarak öğle namazından sonra kendilerine duyurulur, onlar da temsil ettikleri grupları ve halkı haberdar ederlerdi. Özellikle cuma namazı çıkışlarında cami ve belediye binası önünde toplantılar tertiplenirdi.
Milli Mücadele yıllarında Afyonkarahisar Müftüsü olan Hüseyin Bayık’ın hatıralarında anlattığına göre İzmir’in işgalinde Turunçzade Yusuf Bey, Ethemzade, Hacı Hüseyin Efendi, Sivas Kongresi’ne katılan Akosmanzade Hacı Hüseyin Efendi ve oğlu Nebil Efendi ile birlikte toplanıp bir miting düzenleme kararı alırlar. Afyon’da bulunan İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri komutanlarına, hükümetlerine verilmek üzere ‘3 kıt’a protesto-name’ hazırlarlar.
Umur Bey Camii meydanında geniş katılımlı bir miting düzenlenir ve kararlaştırıldığı gibi protesto evrakı işgal kuvvetleri komutanlarına verilir. Böylelikle Umur Bey Camii adeta işgale karşı direnişin örgütlendiği bir kışla vazifesi görür.
BU NASIL KARAR?
Derken Cumhuriyet’in 10. yıldönümü gelir, çatar. Tarihler 1933’ü gösterdiğinde İstanbul’un kutlu askerlerinden Umur Bey’in yaptırdığı, birçok aydının yetiştiği ve Kurtuluş Savaşı’nda işgal ordularına direnişin mevzilendiği bir kışla vazifesi gören bu cami için yıkım kararı çıkarılır. Belediye Başkanı Hüseyin Haşim Tiryakioğlu’nun başkanlığında 18 Eylül 1933’te toplanan Belediye Encümen üyeleri, 1168 no’lu kararla cami ve medresenin yıkılmasına, taarruzun planlandığı mevkiye bir anıt dikilmesine ve yerine kentsel dönüşüm adına bir park yapılmasına karar verirler. Belediye 1,290 lira bedelle istimlak ederek Umur Bey Camii’ni yıkar.


Ancak istimlak kararında hazin bir not olarak aynen şu ifadeler yer alır:
“Büyük Zafer Abidesi mahalli için istimlak olunan yerler hakkında idarei hususiye müdüriyeti ile cam göz oğlu Kadir, Altıparmak oğlu kızı Şerife ve Evkafdan müdüriyetinin itiraznameleri birer birer okunduktan sonra gürüşüldü: Paşa Cami ile Kadri vakfına ait mahallerin bulundukları mevki ve miktari mesahaya muhamminlerce takdir edilen bedeller çok dön görüşülmüş; Bunlardan paşa camisine ‘1290’ ve kadi vakfine ait yerler içine ‘450’ liraki cam’an hey’eti umumiyesine ‘1650’ liraya iblağış…”
Vakıf malı olmasına rağmen Zafer Anıtı’nı dikmek için Afyonkarahisar’ın simgesi durumundaki Umur Bey Camii’nin yıkım kararı işte bu bozuk Türkçe ve sefil imla ile yazılmış sözlerle alındı. Caminin yıkımı sırasında bir kişinin düşerek öldüğü, halk arasında o devri yaşayanlardan aktarılır. Camiden arta kalan birkaç istalaktit başlık Afyonkarahisar İslam Eserleri Müzesi envanterinde kayıtlıdır. Umur Bey Camii ve çevresindeki evlerin istimlaki ile ortaya çıkan kereste ise yıkım kararını alan Afyonkarahisar Belediyesi tarafından kullanılır. Paşa Camii su mahzeni yol-kaldırım ve lağım inşaatı sebebiyle 10 liraya istimlak edilir. Su mahzeninden çıkan 177 taştan 68’i belediye merdivenine kurban edilir, bir tanesi de satılır.
İNÖNÜ DE ORADAYDI
Umur Bey Camii’nin yıkılmasının ardından Afyonkarahisar Valiliği, 1,290 liraya istimlak edilen caminin yerine 59,446 liraya Avusturyalı heykeltıraş H. Krippel’e Viyana’da bir Zafer Anıtı yaptırarak caminin yerinde hazırlanan kaideye yerleştirir. Anıt, kaide ve heykel olmak üzere 2 kısım halinde yapılır. Kaidenin üzerinde yaklaşık 4 metre yüksekliğinde bronz figür grubu yer alır. 2 erkek figüründen oluşan heykel bir kayanın üstünde betimlenmiştir. Her ikisi de çıplak olan figürlerden biri ayakta durur, diğeri onun ayaklarının dibinde yerde yatar.

KAYNAK: DERİN TARİH DERGİSİ


http://gercektarihdeposu.blogspot.com
TURK iSLAM
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

1 Ekim 2013 Salı

Tarihimiz karmaşık şifrelerle doludur

Da Vinci Şifresi isimli kitapta yazılı olanlar da ne ki? Tarihimiz o kitaptakilere rahmet okutacak derecede karmaşık şifrelerle doludur

Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında altı asırdan buyana duran, şimdilerde pek bir moda olan ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitapta anlatılanları hatırlatan ve vaktiyle yapılmış büyük bir zulümden sözeden şifreye benzer bir şiirden bahsetmiştim.
Yazdıklarımın gerek akademik, gerekse popüler çevrelerde ilgiyle karşılandığını görünce aynı camide bulunan şifreye benzer iki şiiri daha daha yazayım dedim. İlk örnekte devlet düşmanlarına belá okunuyor, diğerinde ise Hazreti Muhammed’in hadisi bir satır ilávesi ile şiir haline getiriliyor. Çözebilenler, çözsün!
Batı dünyasının gizli sembolleriyle ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitap sayesinde tanıştığımızı ama tarihimizin ve eski eserlerimizin böyle çok sayıda şifreyle dolu olduğunu yazmıştım ve Çelebi Mehmed tarafından yaptırılıp inşaatı 1419’da tamamlanan Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında
altı asırdan buyana duran ufak bir çini panonun üzerindeki iki satırlık şiiri örnek göstermiştim.
12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinden alınmış ve İslam dünyasında az kullanılan ‘noktasız girift’ yazı ile yazılmış olan Farsça beyitte ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ deniyordu. Mihrabın öbür tarafında bu sözlerin yeraldığı çini panonun hizasındaki bir başka panoda da, mihrabın ‘Tebrizli üstádların eseri’ olduğu yazılıydı.
Mihraptaki yazı, 1400’lü yılların ilk çeyreğinde Bursa’nın unutulmayacak bir zulme şahit olduğunu göstermekteydi ama bu zulmün kim tarafından, kime karşı ve nasıl olduğu hususunda bugün hiçbirşey bilmiyorduk.
FARSÇA BİLEN, ANLAR
Fars Edebiyatı’na áşina olan okuyucularımdan çok sayıda e-mail aldım. Mihraptaki yazının sembol yahut şifre olmadığını ve ‘zálim’ sözüyle 1402’deki Ankara Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni büyük bir hezimete uğratan Timur’un kastedildiğini söylüyorlardı.
Hayır! Mihrapta altı asırdan beri duran lánet, Timur’u değil, bir başkasını hedef almaktadır. Bu konuyu yandaki kutuda anlatıyorum ve burada aynı camide yine asırlardan beri varolan, şifreyi andıran ve kime hitaben yazıldıkları konusunda bugüne kadar ciddi bir araştırma yapılmayan iki şiiri daha gözler önüne sermek istiyorum:
İşte, ilk şiir:
Yeşil Cami’de, zulümden bahseden beyitlerin yazılı olduğu mihrabın sağ ve sol tarafında bulunan oda şeklindeki bölümlerde hem kapıların, hem de pencerelerin üzerindeki nefis çinilerde Farsça bir dörtlük yazılıdır: ‘İn imáret tá ebed ma’mur bád / Sáhibeş ber düşmanán mansur bád / Her ki in dovlet neháhed páy-dár / Dáimá ender-cihán makhur bád’. Türkçesiyle ‘Bu imáret sonsuza kadar mámur vaziyette kalsın, sahibi düşmanlarına karşı muzaffer olsun ve bu devletin ayakta kalmasını istemeyen her kim varsa dünyada kahırlara uğrasın’
Camiler o devirde sadece ibadet değil, aynı zamanda önemli devlet işlerinin görüşüldüğü mekánlardı ve toplantı maksadıyla da kullanılırlardı. Zamanın hükümdarının vezirleriyle camide biraraya geldiği olur, camiler sosyal bir merkez kabul edilir ve buluşma, toplanma yeri olma vazifesi görürlerdi. Şiirde camiden ibadetháne değil ‘imáret’ şeklinde bahsedilmesinin sebebi de binanın bu özelliği idi.
Dolayısıyla kapılarla pencerelerin üzerine yazılmış olan ve hem hükümdarın hem de camiye giren hemen herkesin gözünün önünde duran koskoca harflerle vaktiyle devletin aleyhinde yapılan bir faaliyet hatırlatılıyor, üstelik aynı işi yapmaya kalkışacak olanlar için ‘Allah belánızı versin!’ diye beddualarda bulunuluyordu.
O devirde dünyanın en güzel çinilerine nakşolunacak derecede hemen herşeyi etkilemiş olan devlet aleyhindeki bu faaliyet acaba ne idi ve böyle bir işe kim kalkışmıştı? Bunları bugün maalesef bilemiyoruz.
Ve, Bursa’daki Yeşil Cami’de bulunan ve yine rahmetli Abdülbaki Hoca’dan (Gölpınarlı) öğrendiğim son bir şifre daha:
HADİSTİ, ŞİİR OLDU
Camiiin bir yerinde, Hazreti Muhammed’in bir hadisinin sonuna bir mısra iláve edilmiş, yani hadis, şiir haline getirilmiştir.
‘Cennet, cömerdlerin yurdudur’ anlamına gelen ‘El cennetu dáru’l-ezkiyai’ şeklindeki hadis, aruzun ‘Mef’ulü mefáilün failün’ vezniyledir, mısra olarak alınmış, hemen arkasına aynı vezinle ve o devrin Türkçe’si ile bir başka mısra getirilmiştir: ‘Oda yakısarlar eşkiyayı’; yani ‘Kötülük edenleri, áhırette ateşe atarlar’.
Ama bu yazının camiin neresinde olduğunu söylemeyeyim, merak edenler arayıp bulsunlar!
Peygamberin sözünü şiir haline getirmek gibisinden pek alışılmadık bir işin sebebinin ne olduğu ve ‘eşkiya’ sözüyle kimin kastedildiği de yine bugünün bilinmezleri arasında ve bütün bunlar, Yeşil Cami’deki esrarın sadece birkaçı...
‘Da Vinci Şifresi isimli kitapta yazılı olanlar da ne ki? Tarihimiz o kitaptakilere rahmet okutacak derecede karmaşık şifrelerle doludur’ demekte haksız mıyım?
Şifreleri Timur’a maletmeyin, çözmeye çalışın
YEŞİL Cami’nin mihrabında bulunan ve şifreyi andıran şiiri geçen hafta yayınlamamdan sonra bu şiir hakkında çeşitli yorumlar yapıldı ve ‘zalim’ sözüyle Timur’un kastedildiği ileri sürüldü.
Bu yorumu yapanlardan biri, Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mefail Hızlı idi. Hızlı, Anadolu Ajansı’na bir demeç verdi ve Yeşil Cami’nin mihrabındaki beyitlerde geçen ‘zalim’ sözüyle, Yıldırım Bayezid’i Ankara Savaşı’nda yenmiş ve Osmanlı birliğini yıkmış olan Timur’a hitaben ‘Senin zulmün işte geldi geçti biz camimizi yaptık’ diye seslenildiğini söyledi (Hızlı’nın açıklamasındaki bozuk Türkçe bana değil, haberin dilini düzeltmemiş olan AA’nın redaktörlerine aittir).
O dönemde yazılmış olan Osmanlı tarihlerini dikkatli bir şekilde okuyanlar böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, yani mihraptaki yazıyla Timur’un kastedilmeyeceğini gayet iyi bilirler.
Yıldırım Bayezid fetihler yapmış çok büyük bir askerdir ama bir o kadar da sevilmeyen bir devlet adamıdır. Sevilmemesinin en büyük sebebi, kendini beğenmişliği ve etrafındakilerin söylediklerine önem vermemesidir, üstelik çok içmektedir.
YILDIRIM SEVİLMEZDİ
Hükümdarın bir başka tasarrufu yüzünden devrinin devlet bürokrasisi, özellikle de derin devleti, Yıldırım’dan artık nefret eder hale gelmiştir; zira Yıldırım Osmanlı Devleti’nin ilk merkez hazinesini kurmuş ve bütün gelir kaynaklarını yeni hazineye aktarmıştır. Bu, akınlarda ve savaşlarda elde edilen ganimetin artık askerler tarafından paylaşılamayacağı, doğrudan doğruya devlete gideceği ve askerlerle akıncıların ganimetlerden sadece hisse alabilecekleri anlamına gelir.
Timur da zalimdir, sevilmemektedir, özellikle Osmanlılar’a Ankara Savaşı ile indirdiği darbe yüzünden bizde büyük nefrete uğramıştır ama çok önemli bir başka özelliği vardır, Sünni bir hükümdardır. Aynı dinden ve mezhepten olan bir hükümdarı kötülemek, geleneğimizde yoktur.
Unutmayalım! Uğradığımız büyük yenilgilerden pek bahsetmemek, bu yenilgilerin üzerlerini örterek unutulmaya terketmek bizde çok eski bir ádettir ve Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı tarihçileri de bu ádete uymuşlardır. O dönemde kaleme alınmış tarihlerde, Ankara Savaşı çok kısa şekilde yeralmış ve sadece Timur’u değil, Yıldırım Bayezid’i de suçlayan ifadeler kullanılmıştır.
MENDERES VALSİ
Biraz teknik olacak ama aslı 12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinde bulunan mısralarla Yeşil Cami’nin mihrabında yazılı olan şekil arasındaki bir farkı da hatırlatmam gerekiyor.
Her iki şiirde, şahıslar farklıdır. Mihrapta yazılı olan ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ sözü, Sadi’nin Gülistan’ında ‘Zulmeden kişi bize zulmettiğini sandı; bize yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ şeklindedir. Yani, Sadi’de bir kişi değil, bir grup konuşmakta ve belli bir zulümden değil, yapılmış olan genel bir fenalıktan sözedilmektedir.
Eskiden yazılmış şiirleri yahut şarkıları zamanın şartlarına göre başka şekillerde okumak da eski ádetimizdir ve Muhlis Sabahaddin Bey’in 1920’lerde bestelediği ‘Hatırla ey peri o mes’ud geceyi’ diye başlayan meşhur valsinin 27 Mayıs darbesinden sonra ‘Hatırla Menderes o meş’um geceyi’ diye okunması da bunun örneklerindendir.
Dolayısıyla, Yeşil Cami’deki şifreyi andıran yazılarda Timur’un kastedildiği gibi kolaylıklara kaçmayı bir tarafa bırakın ve işin derinindeki başka mánáları araştırın! Mihrabın, Timur’un ülkesinden gelen Tebrizliler’in eseri olduğunu da unutmayın...


Yazar : Murat BARDAKÇI (webarsiv.hurriyet.com.tr/2004)

Bursa Yeşil Camii
http://gercektarihdeposu.blogspot.com

2 Eylül 2013 Pazartesi

iMZA: Gazi M. Kemal 16/17.8.1931 Yalova (ibretlik mektup)

M.Kemal'in ''İKRA BİSMİ RABBİKE'' (Türkçe meali:"Rabbinin adıyla oku".) ayeti ile ilgili şok ifadeleri !.. (KENDİ EL YAZISIYLA) (Kemalist Kaynaklı Paylaşım)


Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı'na
[Mektubumuza açıklamadır]

"Mektubumuzda heyetinizin gözlemine çok şeyler arz olunduğunu zannederim. Bu görüşleri içeren mektup yazılıp zarfa konulduktan sonra çok önemli olduğu düşüncemizde bir defa beliren noktaları dikkatinize sunmayı önemli gördük. Son senelerde Istanbul'da yayınlanan gazetelerde Roman diye okuduğumuz bazı tarihi eserler vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözleminden kaçmış değillerdir; Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur; bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir. Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; "Ikre, Bismi, Rabbi **safsatasını**" esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa

Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler Islam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız Islam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli
görürüm." diye devam eden mektup.

iMZA:
Gazi M. Kemal
16/17.8.1931
Yalova
(Yalı ova)

KAYNAK:

Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, (80 Yıl sonra ilk kez, kendi el yazısıyla, sansürsüz!...), Demkar
Yayınevi/Tarih Dizisi, Istanbul 2011, 1. Basım, sayfa 61. Orijinal el yazısı; sayfa 75.



1 Eylül 2013 Pazar

İlkokulda bile içimiz-dışımız slogan olmuştu en buyuk turk

En büyük Türk

Sevgili dostlarım…
Zaman zaman sözkonusu ettiğim ilkokul Başöğretmenim var ya: Atatürk’le Sultan Vahideddin’i karşılaştırmayı pek severdi.
“Dinleyin çocuklar” diye başlardı, “Sultan Vahdettin kendi çıkarı için vatanını satmıştı. Atatürk pusulasız çürük Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkıp vatanı kurtarmasaydı, şimdi yabancıların egemenliği altında inim inleyecektik.”
Azıcık soluklandıktan sonra, devam ederdi: “İşte bunun için çocuklar, Atatürk tarihimizin en büyük komutanıdır.”
Bir solukta malum sloganı atardı önümüze: “En büyük Türk Atatürk!”
İlkokulda bile içimiz-dışımız slogan olmuştu ya, itiraza hakkımız yoktu.
Bunu, yeni şeyler öğrenmenin heyecanıyla babama aktardığımda, sordu:
“Osman Gazi, hiç yoktan Osmanlı Devleti’ni kurdu mu?”
“Kurdu” dedim.
“Fatih, İstanbul’u fethetti mi?”
“Etti.”
“Yavuz Sultan Selim o zamana kadar geçilemeyen Sina Çölü’nü geçip Halife oldu mu?”
“Oldu.”
“Ama hiç biri ‘en büyük Türk’ olamadı.”
Ne bileyim? Demek ki, hiç yoktan devlet kurmakla en büyük olunmuyormuş; İstanbul’u fethetmekle en büyük olunmuyormuş, Sina Çölü’nü geçmekle, Viyana kapılarını zorlamakla en büyük olunmuyormuş!..
Başöğretmenim öyle diyor! Meğer okulun bahçesine bir büst dikmeyi kafasına koymuş, bizi gaza getirmeye çalışıyordu.
Daha önce bu işin parasını halka yüklemeye çalışmış, cami imamından Cuma namazından sonra cemaatten para toplamasını istemiş, ama imam, “Halk heykele para vermez” diyerek yan çizmişti.
O gün sınıfa barut gibi girdi. Girer girmez de patladı:
“Camiin minaresine, boyasına, duvarına para veriyorlar da Atatürk heykeline neden vermiyorlar? Bunlar Cumhuriyet düşmanı!”
Bahsettiği insanlar babalarımızdı. İçime sindiremedim. Cumhuriyetle büstün ne ilgisi olduğunu sordum.
“Var” diye bağırdı, “Cumhuriyet demek Atatürk demektir! Camiler de Atatürk’ün sayesinde açıktır. Atatürk olmasaydı İngilizler çoktan camilere çan takmıştı.”
O gün mantıklı gibi gelmişti, ama bugün çok mantıksız geliyor. Zira İngiliz işgali üç yıl sürdü. Bu süre içinde yayılmaya çalışmadılar, İstanbul’da kaldılar. Hiç bir camiye de çan takmadılar. Belli ki, bunun için gelmemişlerdi. Üç yıl sonra merasimle bayraklarını indirip gittiler. Hâlbuki onlarla hiç bir cephede savaşmadık. Hiç bir meydan savaşında onları yenmedik.
Bundan şöyle bir soru çıkar: Neden geldiler, niçin gittiler?
“Neden geldiler?” sorusunun cevabı, “Giderken ne götürdüler?” sorusunun cevabını bulmaya bağlı.
Hatırlayalım: İşgali kaldırıp İngiltere’ye dönen gemilerin birinde halife/padişah Sultan Vahideddin vardı.
İngiltere yıllardan beri hilafetin kalkmasını istiyordu. Çünkü İslâm dünyasının üzerindeki emellerini gerçekleştirmeye halife en büyük engeldi. Önce saltanat bitti, ardından hilafet gitti, biz sağ, İngiltere selamet!
Halktan istediğini alamayan Başöğretmenim, bize yüklendi: Bir hafta içinde her öğrenci iki lira getirecekti.
Babam evde yoktu. Gemisiyle bilmem nerelere gitmişti yine. Annem ise konuya hiç sıcak bakmadı. Üstelik beni azarladı. Az daha dayak yiyordum.
Bereket versin, bir süre sonra Başöğretmenim de büst dikmekten vazgeçti. Sanıyorum Milli Eğitim Müdürlüğü’ne mevzuu açmış, ama yüz bulamamıştı: “Böyle bir uygulamamız yok” filan denmişti.
Benim çocukluğumda her okulun bahçesinde ve şehir meydanlarında büst/heykel yoktu zaten.

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit (2012-02-14)



23 Ağustos 2013 Cuma

CUMHURSUZ CUMHURIYET

Bu insanlar niçin dışlandı? Bu insanlara onca eziyet ve cefa niçin çektirildi?

Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’le beraber olan, kurtuluş savaşına en az Mustafa Kemal kadar katkı sağlayan beş isim. Bunlar Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Alı Fuad, Refet Bele ve Cafer Tayyar’dır. 

Bu isimlerin ortak özelliği, canlarıyla, mallarıyla ülkenin düşman işgalinden kurtulması için ortaya koydukları mücadeledir. Bunlar, ne vatan hainidir, nede cemiyetin suç kabul ettiği bir fiil işlemişlerdir.
Dahası, irtica damgası yiyecek kadar İslam’ı yaşamıyor, hatta hiçbiri namaz dahi kılmıyordu.

Bu insanlar niçin dışlandı? Bu insanlara onca eziyet ve cefa niçin çektirildi?

Her fırsatta Türk milletinin fazilet ve üstünlüğünden bahseden Mustafa Kemal, Türk müziğini yasaklayıp, yerine batı müziğini niçin getirdi?

Bu ülkede yıllarca, radyodan Türk müziği çalınması yasaktı. Bunun sebebi nedir?


Kurtuluş savaşı öncesinde ve sonrasında İngilizler bizim dostumuz mu, yoksa düşmanımız mıdır? İngiliz’lerin düşmanımız olduğu şüphe kaldırmayacak kadar gerçektir.

Neden mi? Çanakkale savaşının mimarı İngiliz’ler olduğu için…
Neden mi? İstanbul’u işgal eden İngiliz’ler olduğu için…
Neden mi? Mısır, Filistin, Arabistan’ı bizden alan İngiliz’ler olduğu için…
Neden mi? Musul ve Kerkük’ü bizden alan İngiliz’ler olduğu için…

Bizi bölüp parçalamak gayesi ile yapmadığını bırakmayan İngilizler “bizim hayrımıza olacak bir işi, bize önerirler mi?”

İngilizler bizden neyi yapmamızı istedi?

Hilafetin kaldırılmasını. Bu İngiliz’lerin elli yıllık rüyasıdır. İngiliz’ler; “Güneş batmayan imparatorluklarının önünde ki en önemli engel, olarak hilafet makamını görmektedirler. Bu makam bir an önce Türklerin elinden alınmalıdır.”

İngilizler, hilafetin kaldırılmasını bizim hayrımız için mi, istiyorlardı?

İngilizler dünya egemenliğinin önünde ki bir engel kalktı, bunun için bayram ettiler, peki biz yıllardır neyin bayramını kutlarız?

Dünya üzerinde, harf devrimi yapmış, bizden başka devlet, millet var mıdır? Dil bilimcilerinin çoğunluğunun ortak görüşüdür ki; bir milletin–devletin harf devrimi yapması demek, bir anda o milletin cahil bırakılması, geçmişi ile bağlarının kesilmesi demektir. Harf devrimi sayesinde bin yıllık tarihi birikimimiz ile irtibatımız kesildi.

Tarihle irtibatımızın kesilmesi ülkemize ne kazandırdı?

Dünya üzerinde kılık kıyafet devrimi yapan, bizden başka devlet–millet var mıdır? Vatandaşına kıyafet giymeyi dayatan, giymeyeni idam eden, bizden başka ülke var mıdır?
Zorla şapka giydirmenin yoğun olarak yaşandığı günlerde, halktan tepki geldiğini gören Yahya Galip Bey, İsmet İnönü’ye bir öneride bulunur.
–Şapkanın ortasına ay yıldız takalım. Diğer milletlerden ayırt edilmiş oluruz.

İstiklal savaşı yıllarında halk düşmanı “şapkalı gâvur” diye tanıyordu. Şimdi bu durumdan tedirgin olanlar var.
Bu öneri karşısında İsmet İnönü’nün verdiği cevap ilginçtir:
–Canım biz bunları onlardan bir farkımız olmasın diye yapıyoruz, sen ne teklif ediyorsun.

Kılık kıyafet devrimi ülkemize, milletimize ne kazandırdı?




7 Ağustos 2013 Çarşamba

Onlar ne doğru dürüst Yahudidir, ne de Müslümandır onlar Sabetayist

Yalan Yazan Tarih utansın

Onları deşifre etmek zorundayız.

Cumhuriyeti Sabetayistler kurdular.
Osmanlı'yı sabetayistler yıktılar. 

Türkiye Hahambaşılığınasoruldu,"onlar Musevî değildirler"cevabı alındı.

Diyanet İşleri Başkanlığına soruldu."İslam fırkaları ve mezhepleri içinde böyle bir fırka ve mezhep yoktur"fetvası verildi.

Onlar ne doğru dürüst Yahudidir, ne de Müslümandır.

Peki inanç ve kimlik bakımından onlar nedir, ne değildir?

Onlar, Yahudilikten sapmış bir taifedir.

Onlar iki dinli, iki kimliklidir. Dıştan Müslüman görünürler, asıl kimlikleri ise Ortodoks Yahudilikten sapmış bir tarikattir.

Onlar namaz kılar mı?

Sünnî Müslümanların içine sızıp casusluk, ajanlık, provokatörlük, yönlendiricilikyapmakla vazifeli olanlar zâhiren namaz kılarlar, diğerleri kılmaz. Çok azı cumaya gider.

Öldüklerinde tabutları musalla taşına konulur ve cenaze namazları kılınır.

Onlar homojen bir cemaat midir? Değildir.Çeşitli kollara, kabilelere, ailelere, meşreblere ayrılırlar.

Aralarında birlik, ittihad, vifak yoktur.

Onların militanları, fanatikleri, aktivistleri vardır.

İslam'ı ya kökünden kaldırmak isterler. Bunu yapamazlarsa dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik yaparak İslam'ı ve Müslümanları değiştirmek isterler.

Müslümanların içine sızmışlar mıdır?

Sızmışlardır. Hem Sünnîlerin, hem de Alevîlerin.

Tarikatlara sızmışlar mıdır?.. Bazı tarikatlara sızmışlardır.

Cemaatlere sızmışlar mıdır?.. Bazı önemli ve güçlü cemaatlere sızmışlardır. Çok büyük bir cemaat içinde onlardan biri 35 yıl boyunca cemaat büyüğünün sağ kolu olarak çalışmıştır.

Yakın tarihimizde onların oynadığı rol nedir?.. Baş rollerde oynamışlardır?

Neler yapmışlardır?..Türkiyeyi tarihî devamlılık çizgisinden çıkartmışlar, tarihî ârıza ve kaza devrini başlatmışlardır.

İslam'ı büsbütün inkâr ederler mi?.. Etmezler. Kendilerine göre sağ ayakları ile İshakîlikte, sol ayakları ile İsmailîliktedirler.

Bu inançları, bu halleri ile onlara mü'min ve müslim demek mümkün müdür? Değildir.

Onlardan İslam'a gerçekten, yürekten, ihlasla dönmüş olanlar var mıdır? Vardır ama sayıları gayet azdır.

Türkiye'deki sayıları ne kadardır? Bu rakam kesin olarak bilinmiyor ama Gizli Yahudilerin sayısının 1,5 milyon olduğunu söyleyenler var.

Onlar Cumhuriyetçi midir?.. Gerçek Cumhuriyet istemiyorlar ama kendi Cumhuriyetlerini istiyorlar.

Kendi Cumhuriyetleri nedir? Bir tür Yahudi Cumhuriyetidir.

Mehmet Şevket Eygi
Gazeteci - Yazar


İşgal altındaki Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimciler, Batı Şeria'daki Hebron bölgesinde bir camiye saldırırken, Peygamberimiz Hazreti Muhammed'e de çirkin hakaretlerde bulundu.

 
Hebron'da illegal olduğu gerekçesiyle boşaltılmasına karar verilen evlerde yaşayan Yahudiler, Müslüman mezarlığına ait mezar taşlarını kırarken, Yahudi yerleşimcilere yakın bir camiye de saldırdı. Yahudiler, caminin camlarını kırarken, cami duvarına mezar taşlarına da Siyon yıldızı çizdi.

Peygamberimiz için 'Muhammed bir d...' ve benzeri ağza alınmayacak hakaretlerde bulunan Yahudi yerleşimciler, 'Araplara ölüm' sloganları attı.

Yahudilerin, cami ve mezar taşları üzerindeki yazılar, Filistin güçlerince boyanırken, bazı Filistinliler bu duruma isyan etti.