31 Mayıs 2008 Cumartesi

Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973)

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel’den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.


1901’de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel’in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.
Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel’in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

Aşık Veysel’in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.


Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma’dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel’in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921’de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.


Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırdı. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.


Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.


Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.”


1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel’in de vardı şiirleri. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyordu. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara’ya gittiler. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine
sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum

Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım

Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Dileğin var ise Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş
Hak'tanBenim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allah'a
Hak'kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

Kaynak:kimkimdir.gen.tr

Aşık Veysel Şatıroğlu (1894 - 1973)

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel’den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.


1901’de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel’in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.
Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel’in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

Aşık Veysel’in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.


Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma’dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel’in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921’de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.


Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırdı. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.


Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.


Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.”


1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel’in de vardı şiirleri. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyordu. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara’ya gittiler. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine
sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum

Benim sadık yarim kara topraktır.
Nice güzellere bağlandım kaldım

Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yarim kara topraktır.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkesler gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yarim kara topraktır.

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yarim kara topraktır.

Dileğin var ise Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş
Hak'tanBenim sadık yarim kara topraktır.

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allah'a
Hak'kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yarim kara topraktır.

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yarim kara topraktır.

Kaynak:kimkimdir.gen.tr

29 Mayıs 2008 Perşembe

Nâzım Hikmet Ran



Nâzım Hikmet tam adıyla Nâzım Hikmet Ran lakabı "Güzel Yüzlü Şair"dir. (d. 20 Kasım 1901-15 Ocak 1902, Selanik - ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nâzım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece vezni yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki bir çok şairden farklıydı.

Hece vezninden ayrılarak Türkçe'nin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezini benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden bir çoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Bir kaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır.
Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır.Nazım Hikmet anneannesi tarafından da kuzey kafkasya çerkezlerindendir.

Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflâsla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır.

Hayatı

Selanik'te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.

İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’'ı 1913'te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü'nde güverte subayıdır.

Bolu'ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924'te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. Bu yüzden DP hükümeti tarafından ülke vatandaşlığından çıkarılır ve Nazım Hikmet, mecburen büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer ve Borzecki soyadını alır. Moskova'da 3 Haziran 1963 tarihinde kalp krizinden ölür.

Davaları ve sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.



Davaları

1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

Ölümü ve sonrası

Haziran 1963 sabahı saat 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşama veda etmiştir. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.
Şair Nazım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu

Bazı eserleri

Memleketimden İnsan Manzaraları
Kafatası
Unutulan Adam
Taranta Babu'ya Mektuplar
Ferhad ile Şirin
Kurtuluş Savaşı Destanı
Kız Çocuğu
Tahir ile Zühre
Şeyh Bedrettin Destanı
Sevdalı Bulut, (Tiyatro oyunu)


Başka sanatçıların değerlendirmesi

Pablo Neruda (1904-1973) Şilili şair

GÜZ ÇİÇEKLERİNDEN NÂZIM'A ÇELENK

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?

Kardeşim,
öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

"Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam - başkalarının yaptığı gibi - dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova'da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
"Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (...)
"Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor." ("Nâzım Hikmet'e Saygı" başlıklı yazısından.)


Philippe Soupault (1897-1990)

"Nâzım Hikmet bir insandı, büyük bir şairdi. Onunla hep rastlantıyla karşılaşmışımdır. Daha ilkinden, sevinçle benimsedim onun parlaklığına tutulmayı. Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. (...) Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar. (...)
"Çağımızda şairin yeri, yalnızca doğrulanmış değil, aynı zamanda yükseltilmiş oldu onunla." (1964'te, Paris'te yayımlanan Nâzım Hikmet Şiini Antolojisi'ne yazdığı önsözden.)


Louis Aragon (1897-1982)

"Nâzım, senden bana ilk 1934'te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmedi. Ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani Türk halkı ile dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün, bu da çok şey." ("Nâzım Hikmet İçin" başlıklı yazısından.)

Tristan Tzara (1896-1963)

"Baştan başa Türk ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet'in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım'ın şiiri günümüz insanının ekinsel alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
"Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım'ın şiiri çağdaş Batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle Mayakovski ve Garcia Lorca'nın yapı çizgisindedir. (...)
"Nâzım'ın memleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım'ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürlütüsüz ama güçlü savaşla bağlantıdadır." ("Nâzım Hikmet Üstüne"
başlıklı yazısından.)


Attilâ İlhan (d.1925)

MÜJGÂN'A AŞK ŞARKILARI

o akşam da lambamızı söndürmüştük nedîm ile
nedîm'den bile kıskandığım sevdiğim ile
son şarkılar dağılmıştı mevsim ile
yalnız çamlıca'da bir ud yankılanırdı

dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar
nâzım'ın piraye'yi sevdiği zamanlar
ölse ölümünden ne suçlar çıkarılırdı

boğucu bir sessizlikte ateşten goncalardır
o demirden şiirler ki sanki tabancalardır
umutsuz hangi gününde el atsan ateşe hazır
nâzım onları yazarken duvarlar çatırdardı

gördün sessizce buluştuğunu nâzım'la nedîm'inl
acivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin
birinin elinde varidat'ı simavnalı bedreddin'in
birini ağzında gül elinde mey kâsesi vardı.

Abidin Dino (1913-1993)

"Günün birinde, durup dururken haşarı küçük Nâzım bir cam kıracak olmuş.
"'Neden kırdın bu camı?' sorusuna çocuğun karşılığı aydınlatıcı :
"'Camdan bir uçak yapmak için!'
"Belki yeni bir şiir türünün başlangıcı sayılabilirdi bu söz. Çok sonra Bursa Hapishanesi'ne 'Taş tayyare' adını koyacaktı tutuklu şair. Acayip bir ilişkisi olacaktı Nâzım'ın uçaklarla. Pekin'de geçirdiği 'enfarktüs' krizi üstüne apar topar Moskova'ya dönüş serüveni örneğin...
"Havana'ya uçuşu bir sevinç olmuştu, ona karşılık Tanganika'ya uçuşta yüreği çok ağrımıştı. Ve elbette oralara kadar gitmesi kesinlikle doğru değildi. Hangi sersem bu yolculuğu istemişti Nâzım'dan? Lübnan'a giderken uçak Türkiye toprakları üzerinden geçmişti, öylesine yüksekten ki, türkiye boz bir kilime benziyordu.
"Kederli kederli anlatmıştı Nâzım uçak lombozundan memleket manzaralarını seyredişini. Aşkla seyretmişti bozkırları, dağları, ırmakları, ovaları son kez." (24 Eylül 1990'da yazdığı "Yazılmamış Bir Kitaba Başlangıç" başlıklı yazısından.)

Ve daha bir çok sanatçı Nazım Hikmet Ran hakkında yorum yapmıştır.Fakat yazmayla bitmeyecek kadar uzun olduğu için yalnızca bu kadarını ele alıyoruz.


Nazım Hikmet'den bir şiir


MEMLEKETİMİ SEVİYORUM


Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim :Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

Nazım Hikmet


Kaynak:nazimhikmetran.com,wikipedia

Nâzım Hikmet Ran



Nâzım Hikmet tam adıyla Nâzım Hikmet Ran lakabı "Güzel Yüzlü Şair"dir. (d. 20 Kasım 1901-15 Ocak 1902, Selanik - ö. 3 Haziran 1963, Moskova) Türk şair ve oyun yazarı. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyıl'ın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır.

Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır.

1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nâzım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır.

Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece vezni yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki bir çok şairden farklıydı.

Hece vezninden ayrılarak Türkçe'nin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezini benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden bir çoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Bir kaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan ve Cem Karaca tarafından bestelenmiştir.

Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır.
Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır.Nazım Hikmet anneannesi tarafından da kuzey kafkasya çerkezlerindendir.

Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflâsla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır.

Hayatı

Selanik'te doğdu. Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi.

İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’'ı 1913'te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar. 1917'de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazörü'nde güverte subayıdır.

Bolu'ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924'te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. Bu yüzden DP hükümeti tarafından ülke vatandaşlığından çıkarılır ve Nazım Hikmet, mecburen büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçer ve Borzecki soyadını alır. Moskova'da 3 Haziran 1963 tarihinde kalp krizinden ölür.

Davaları ve sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.



Davaları

1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası

Ölümü ve sonrası

Haziran 1963 sabahı saat 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşama veda etmiştir. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçye Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.
Şair Nazım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu

Bazı eserleri

Memleketimden İnsan Manzaraları
Kafatası
Unutulan Adam
Taranta Babu'ya Mektuplar
Ferhad ile Şirin
Kurtuluş Savaşı Destanı
Kız Çocuğu
Tahir ile Zühre
Şeyh Bedrettin Destanı
Sevdalı Bulut, (Tiyatro oyunu)


Başka sanatçıların değerlendirmesi

Pablo Neruda (1904-1973) Şilili şair

GÜZ ÇİÇEKLERİNDEN NÂZIM'A ÇELENK

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
onda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?

Kardeşim,
öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir,
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.

Al sana bir demet Şili kasımpatlarından,
al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını,
halkların savaşını, kendi dövüşümü
ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü
kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz,
çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç
veren dostluğundan yoksun.

Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle,
zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten,
zulmün izlerini görmüştüm ellerinde,
kinin oklarını aramıştım gözlerinde,
ama parlak bir yüreğin vardı,
yara ve ışık dolu bir yürek.

Ne yapayım ben şimdi?
Tasarlanabilir mi dünya
her yana ektiğin çiçekler olmadan?
Nasıl yaşamalı seni örnek almadan,
senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan?
Böyle olduğun için teşekkürler,
teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

"Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. Onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam - başkalarının yaptığı gibi - dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova'da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. Ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.
"Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (...)
"Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor." ("Nâzım Hikmet'e Saygı" başlıklı yazısından.)


Philippe Soupault (1897-1990)

"Nâzım Hikmet bir insandı, büyük bir şairdi. Onunla hep rastlantıyla karşılaşmışımdır. Daha ilkinden, sevinçle benimsedim onun parlaklığına tutulmayı. Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. (...) Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar. (...)
"Çağımızda şairin yeri, yalnızca doğrulanmış değil, aynı zamanda yükseltilmiş oldu onunla." (1964'te, Paris'te yayımlanan Nâzım Hikmet Şiini Antolojisi'ne yazdığı önsözden.)


Louis Aragon (1897-1982)

"Nâzım, senden bana ilk 1934'te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmedi. Ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani Türk halkı ile dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldın. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün, bu da çok şey." ("Nâzım Hikmet İçin" başlıklı yazısından.)

Tristan Tzara (1896-1963)

"Baştan başa Türk ulusunun umutlarını soluyarak Nâzım Hikmet'in şiiri bütün ulusların ortak dileklerinin alabildiğine insansı anlatımını kucaklıyor. Bu anlamda, Nâzım'ın şiiri günümüz insanının ekinsel alanının sahibidir ve tarihsel değerinin gürlüğüyle sürekli bir hakikat değeri kazanır.
"Her ne kadar yadsınamaz bir özgünlüğü de olsa, Nâzım'ın şiiri çağdaş Batı şiirinin yapısına yabancı değildir. Özellikle Mayakovski ve Garcia Lorca'nın yapı çizgisindedir. (...)
"Nâzım'ın memleketinin edebiyatında oynadığı tarihsel rolün bilincine varanlar artık biliyorlar ki, Nâzım'ın adı, yığınların karşıdevrimin karanlık kuvvetlerine karşı yapmakta olduğu gürlütüsüz ama güçlü savaşla bağlantıdadır." ("Nâzım Hikmet Üstüne"
başlıklı yazısından.)


Attilâ İlhan (d.1925)

MÜJGÂN'A AŞK ŞARKILARI

o akşam da lambamızı söndürmüştük nedîm ile
nedîm'den bile kıskandığım sevdiğim ile
son şarkılar dağılmıştı mevsim ile
yalnız çamlıca'da bir ud yankılanırdı

dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşlandıkça anlar
nâzım'ın piraye'yi sevdiği zamanlar
ölse ölümünden ne suçlar çıkarılırdı

boğucu bir sessizlikte ateşten goncalardır
o demirden şiirler ki sanki tabancalardır
umutsuz hangi gününde el atsan ateşe hazır
nâzım onları yazarken duvarlar çatırdardı

gördün sessizce buluştuğunu nâzım'la nedîm'inl
acivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin
birinin elinde varidat'ı simavnalı bedreddin'in
birini ağzında gül elinde mey kâsesi vardı.

Abidin Dino (1913-1993)

"Günün birinde, durup dururken haşarı küçük Nâzım bir cam kıracak olmuş.
"'Neden kırdın bu camı?' sorusuna çocuğun karşılığı aydınlatıcı :
"'Camdan bir uçak yapmak için!'
"Belki yeni bir şiir türünün başlangıcı sayılabilirdi bu söz. Çok sonra Bursa Hapishanesi'ne 'Taş tayyare' adını koyacaktı tutuklu şair. Acayip bir ilişkisi olacaktı Nâzım'ın uçaklarla. Pekin'de geçirdiği 'enfarktüs' krizi üstüne apar topar Moskova'ya dönüş serüveni örneğin...
"Havana'ya uçuşu bir sevinç olmuştu, ona karşılık Tanganika'ya uçuşta yüreği çok ağrımıştı. Ve elbette oralara kadar gitmesi kesinlikle doğru değildi. Hangi sersem bu yolculuğu istemişti Nâzım'dan? Lübnan'a giderken uçak Türkiye toprakları üzerinden geçmişti, öylesine yüksekten ki, türkiye boz bir kilime benziyordu.
"Kederli kederli anlatmıştı Nâzım uçak lombozundan memleket manzaralarını seyredişini. Aşkla seyretmişti bozkırları, dağları, ırmakları, ovaları son kez." (24 Eylül 1990'da yazdığı "Yazılmamış Bir Kitaba Başlangıç" başlıklı yazısından.)

Ve daha bir çok sanatçı Nazım Hikmet Ran hakkında yorum yapmıştır.Fakat yazmayla bitmeyecek kadar uzun olduğu için yalnızca bu kadarını ele alıyoruz.


Nazım Hikmet'den bir şiir


MEMLEKETİMİ SEVİYORUM


Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim :Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

Nazım Hikmet


Kaynak:nazimhikmetran.com,wikipedia

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Bahçıvan Çocuklar Projesi



İstanbul'da bulunan Nezahat Gökyiğit Botanik bahçesinin "Bahçıvan Çocuklar" projesi var. Projenin amacı çocuklarda çevre bilinci oluşturmak, bitkiler dünyasını tanıtmak ve sevdirmek, biyolojik çeşitlilik ve önemi konusunda bilgi ve ilgiyi arttırmak, bilimsel süreç becerilerini geliştirmek, doğal kaynakların sınırlılığı konusunda bilinci arttırmak.
Çalışmalarını geçen yıl bir konferansta dinlemiştim. O zamandan beri bahçeyi gezmek istiyorum, birtürlü olmadı. Dergide ve internette de fotoğraflarını görünce daha çok istek duydum. Fırsat bulursanız sizlere de tavsiye ediyorum.

23 Mayıs 2008 Cuma

Oskar Schindler




Oskar Schindler (28 Nisan, 1908 - 9 Ekim, 1974), II. Dünya Savaşı'nda, Polonya'da ve günümüzün Çek Cumhuriyeti'nde bulunan emaye ve mühimmat fabrikalarında, çalıştırma yoluyla 1.200'e yakın Yahudi'yi soykırımdan kurtaran Alman işadamı.
Hayatı 1982'de Thomas Keneally'nin yazdığı Booker Ödülü sahibi Schindler'in Gemisi(Schindler's Ark) kitabına ve bu kitaptan uyarlanan Steven Spielberg'in 1993 yapımı yedi Oscar kazanan Schindler'in Listesi (Schindler's List) filmine konu olmuştur.

Erken Dönem Hayatı

Schindler 28 Nisan 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı Moravia bölgesinde, Zwittau'da doğdu. Zwittau'nun günümüz Çek Cumhuriyeti'ndeki adı Svitany'dir.

Oskar Schindler'in ebeveynleri Hans Schindler ve eşi Franziska Luser, Roma Katoliği'ydiler, ama Oskar 27 yaşındayken boşandılar.Oskar ablası Elfriede ile çok yakındı. Okuldan sonra Brno'da bir elektrik mühendisliği firmasında pazarlamacı olarak çalıştı. 1930'larda birçok kez iş değiştirdi. Ayrıca birçok farklı iş kurmayı denedi ancak Büyük Buhran sebebiyle iflas etti. Çekoslovakya vatandaşı olmasına rağmen Schindler Alman ordu haberalma servisi (Abwehr) için çalışmaya başladı. Temmuz 1938'de açığa çıktı ve hapse atıldı, ancak Münih Anlaşması sonrasında bir politik hükümlü olarak serbest bırakıldı.[6] 1939'da Schindler Nazi Partisi'ne katıldı. Bir kaynağa göre (Nazi dokümanlarına ve savaş sonrası soruşturmalara dayanarak) Abwehr ile çalışmaya devam etti ve 1 Eylül 1939'da başlayan Polonya'nın İşgali'ne giden yola katkıda bulundu.
6 Mart 1928'de Schindler Josef ve Maria Pelzl'in kızları Emilie Pelzl (1907-2001) ile evlendi.[8], Bu evlilikten çocuğu olmadı.

II. Dünya Savaşı



Fırsatları değerlendiren bir işadamı olarak Almanya'nın 1939'daki Polonya işgalinin yaratacağı iş olanaklarını gören birçok kişiden biriydi. Schindler Nazi Almanyası'nın aryanlaştırma politikası dahilinde Yahudi endüstrici Nathan Wurzel'in Kraków'daki bir fabrikasının sahibi oldu.
Schindler, Wurzel'in tavsiyesine uyarak fabrikasının adını Deutsche Emaillewaren-Fabrik, veya DEF yaptı ve emaye eşya üretmeye koyuldu. Yahudi muhasebecisi Itzhak Stern yardımıyla 1,000 civarında Yahudi köle-işçiyi fabrikasında çalıştırmaya başladı. Stern ve Schindler ilk tanıştıklarında, Schindler elini uzatmış, ancak Stern sıkmamıştır. Schindler sebebini sorduğunda Yahudi olduğunu söylemiş ve bir Yahudinin bir Alman'ın elinin sıkmasının yasak olduğunu söylemiştir. Schindler'in cevabı bir Alman argo terimi olan "Scheiße" olmuştur. İlk başlarda Schindler'in ana motivasyonu para olmuştur, örneğin zengin Yahudi yatırımcılarını saklamıştır, ancak daha sonraları tüm işçilerini durumun parasal maliyetini düşünmeden korumaya başlamıştır. Örneğin bir çok kez vasıfsız işçilerinin aslında fabrika için önemli olduğunu iddia etmiştir. İşçilerine zarar verilmesi Schindler'in şikayetlere ve hükümetten tazminat taleplerine yol açmıştır.





1942'de Kraków gettosuna yapılan akına şahitlik eden Schindler,askerlerin burada yaşayanları toplayıp Kraków-Płaszów toplama kampına nakliyat için hazırlamasını da görmüştür. Schindler, kendisi için çalışan bir çok Yahudinin öldürülüşü karşısında dehşete düşmüştür. Schindler, ikna ediciliği sayesinde Schindler'in Yahudileri (Schindlerjuden) olarak tabir edilen çalışanlarını korumak için tüm hünerlerini kullanabilmiştir. Schindler DEF'te çalışan Yahudileri kurtarmak için sık sık sıradışı yollara başvurmuştur, sıklıkla kişisel karizmasına ve insanların sevgisini kazanma yeteneğine başvurmuş, gereken durumlarda yağcılık yapmıştır. Eric Silver'in The Book of Just (Adilin Kitabı) kitabında bahsettiği bir olayda "İki Gestapo gelerek ofisine girdiler ve sahte Polonyalı kimlik belgelerine sahip beş kişilik bir ailenin teslim edilmelerini istediler. 'içeri girmelerinden üç saat sonra' dedi Schindler, 'iki sarhoş Gestapo, ellerinde mahkumları ve talep ettikleri suçlayıcı dokümanlar olmadan ofisimden dışarı çıktı'".Schindler'in ayrıca gettodan dışarı çocuk kaçırarak Polonyalı rahibelere teslim ettiği ve rahibelerin çocukları Nazilerden sakladıkları veya Hristiyan yetimler olarak tanıttıkları da bilinmektedir.Plaszow'un kumandanı Amon Göth ile 700 Yahudinin yakındaki bir fabrika tesisine taşınmasını da ayarlamış, böylece Alman gardiyanların yaratabileceği tehlikeden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Haziran ile Ekim 1942 arasında SS'ler gettoda bulunan 17,000 esirden 14,000'ini Belzec ölüm kampına yollamıştır,Schindler'in kurtardığı Yahudiler kurtulanların arasında çoğunluktadır.




Schindler "karaborsacılık" ve "zimmete para geçirmeye katılma" şüpheleriyle iki kez tutuklanmıştır. Komutan Amon Göth ve diğer SS subaylarının kanunen Reich'e ait olan para, mücevherat ve sanat eserleri gibi Yahudi mallarını kendileri için alıkoymalarına yardımcı olmuştur. Schindler bu malların satışında aracılık etmiş ve çalıntı malları alıkoymuştur. Her tutuklanmasından sonra genellikle rüşvet ile soruşturmayı engelleyerek serbest kalmayı başarmıştır.
Kızıl Ordu'nun Auschwitz ve doğudaki diğer toplama kamplarının yakınlarına gelmesiyle SS'ler kalan esirleri batıya doğru göndermeye başlamıştır[kaynak belirtilmeli]. Schindler SS subaylarını ikna ederek 1.100 Yahudi işçisinin Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da, dönemin Sudetanland eyaletinde yer alan Brněnec-Brünnlitz'e gönderilmesini sağlamış, bu sayede ölüm kamplarından kurtarmıştır[kaynak belirtilmeli]. Brněnec'de bir diğer Yahudi fabrikasını aynı şekilde ele alarak 37 mm. mühimmat (cephane) bileşenleri üretmeye başlamıştır.

Savaştan Sonra

Savaşın sonuna doğru Schindler tüm servetini rüşvet ve karaborsadan işçileri için yaptığı alımlarla tüketmişti. Hemen hemen yoksul biçimde Regensburg, Almanya'ya ve daha sonra Münih'e taşındı; ancak savaş sonrası Almanya'da başarılı olamadı Gerçekte, mali durumu Yahudi organizasyonlarından yardım alacak kadar kötüydü. 1948'de Schindler Arjantin'e göç etti ancak orada iflas etti[17]. 1958'de Almanya'ya döndü ve bir seri başarısız iş girişiminde bulundu. Am Hauptbahnhof Nr. 4, Frankfurt am Main, Batı Almanya adresinde küçük bir apartmana yerleşti ve tekrar bir Yahudi organizasyonun ayrdımıyla bir çimento fabrikası kurmaya çalıştı. Ancak bu iş de 1961'de iflas etti. İş ortağı ortaklığı iptal etti.



Oskar Schindler Frankfurt, Almanya'da 9 Ekim 1974'te 66 yaşında öldü. Ölümünden kısa bir süre önce, bir Schindlerjuden olan Poldek Pfefferberg'e Kudüs'te gömülmek istediğini söylemişti. Bu isteğin sebebini "Benim çocuklarım burada" sözleriyle gerekçelendirmiştir. Kudüs'ün Sion Dağı'ndaki katolik mezarlığına gömüldü.
Schindler'in gerçek motivasyon sebebi net olarak bilinmemektedir. Yine de bu konuda "Benim için çalışan insanları tanıdım... İnsanları tanıdığınızda, onlara karşı insanlar gibi davranırsınız" sözüyle, Yahudilerin Nazi Almanyası'nda insan sayılmaması fikrine katılmadığını belirtmiştir.


Mirası


1967'de, Schindler İsrail'de Holokost kurbanlarına adanmış Yad Vashem anıtında, Holokost sırasında Yahudilere yardım eden ve Yahudi olmayanları belirten "diğer uluslardan adil kişiler" arasında belirtilmiştir. Bu anıtta ismi yer alanlar, çok büyük kişisel risk alarak Yahudileri kurtaran Yahudi olmayan kişilerdir. Schindler, Nazi partisi üyesi olup da bu anıtta yer alan tek kişidir. Onuruna Yad Vashem Anıtı'nda bir ağaç dikilmiştir.





Schindler'in Holokost'tan kurtulan Poldek Pfefferberg tarafından anlatılan hikayesi, Tom Keneally'nin kitabı Schindler'in Gemisi romanının temelidir.Roman daha sonra Schindler'in Listesi olarak yeniden adlandırılmıştır. Bu kitap, 1993 yılında Schindler'in Listesi adıyla Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmde, Schindler Liam Neeson tarafından canlandırılmıştır. Neeson, bu filmdeki performansı ile En İyi Aktör kategorisinde Oskar adayı olmuş, film ise En İyi Film Ödülü'nü kazanmıştır.






Spielberg'in filminin getirdiği ses, Schindler'i popüler kültüre taşıdı. Spielberg'in filmi, popüler kültürde Schindler'in bilinirliğinin temelini oluşturdu: Kâr amaçlı, etik değerlere çok önem vermeyen bir endüsticinin, bir noktada verdiği sessiz ama bilnçli kararla tüm varlığını, gerektiğinde Nazi'lerin göz ardı etmesini sağlamak için bile olsa işçilerinin hayatlarını kurtarmaya harcamasının hikayesi. Spielberg'in filmi sinematik sebeplerle orijinal hikayeye kıyasla bazı farklılıklarla sahip olsa da, Schindler'in rolü tarihi hikayelerin dramatizasyonunda nadir rastlanan bir sadakatle anlatılmıştır. Schindler gerçekten varlığının çok büyük kısmını Yahudileri kurtarmak için harcamış, işçilerinin hayatlarını kurtarabilmek için politik duruşuna ve ülkesine sonsuza dek yabancılaşmıştır; fakat savaşın sonunda filmde anlatıldığı gibi tamamen parasız kalmamıştır.


1999 sonbaharında bir zamanlar Schindler'in arkadaşlarına ait olan bir evin tavan arasında bulunan bir çantada, Oskar Schindler'e ait 7.000 doküman ve fotoğraf bulundu. Yerel gazete "Stuttgarter Zeitung" bu çantanın içindekileri inceledi. Daha sonra orijinal belgeler Yad Vashem, İsrail'de bulunan Holokost Müzesi'ne, kopyaları ise Schindler'in eşi Emilie Schindler'e gönderildi. Bu belgeler arasında kurtardıklarının listesi ve 'Yahudilarini' bırakmadan önce yaptığı konuşması da yer almaktaydı. Emilie'ye daha sonra 25.000 € ödül gönderildi.

Oskar Schindler




Oskar Schindler (28 Nisan, 1908 - 9 Ekim, 1974), II. Dünya Savaşı'nda, Polonya'da ve günümüzün Çek Cumhuriyeti'nde bulunan emaye ve mühimmat fabrikalarında, çalıştırma yoluyla 1.200'e yakın Yahudi'yi soykırımdan kurtaran Alman işadamı.
Hayatı 1982'de Thomas Keneally'nin yazdığı Booker Ödülü sahibi Schindler'in Gemisi(Schindler's Ark) kitabına ve bu kitaptan uyarlanan Steven Spielberg'in 1993 yapımı yedi Oscar kazanan Schindler'in Listesi (Schindler's List) filmine konu olmuştur.

Erken Dönem Hayatı

Schindler 28 Nisan 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na bağlı Moravia bölgesinde, Zwittau'da doğdu. Zwittau'nun günümüz Çek Cumhuriyeti'ndeki adı Svitany'dir.

Oskar Schindler'in ebeveynleri Hans Schindler ve eşi Franziska Luser, Roma Katoliği'ydiler, ama Oskar 27 yaşındayken boşandılar.Oskar ablası Elfriede ile çok yakındı. Okuldan sonra Brno'da bir elektrik mühendisliği firmasında pazarlamacı olarak çalıştı. 1930'larda birçok kez iş değiştirdi. Ayrıca birçok farklı iş kurmayı denedi ancak Büyük Buhran sebebiyle iflas etti. Çekoslovakya vatandaşı olmasına rağmen Schindler Alman ordu haberalma servisi (Abwehr) için çalışmaya başladı. Temmuz 1938'de açığa çıktı ve hapse atıldı, ancak Münih Anlaşması sonrasında bir politik hükümlü olarak serbest bırakıldı.[6] 1939'da Schindler Nazi Partisi'ne katıldı. Bir kaynağa göre (Nazi dokümanlarına ve savaş sonrası soruşturmalara dayanarak) Abwehr ile çalışmaya devam etti ve 1 Eylül 1939'da başlayan Polonya'nın İşgali'ne giden yola katkıda bulundu.
6 Mart 1928'de Schindler Josef ve Maria Pelzl'in kızları Emilie Pelzl (1907-2001) ile evlendi.[8], Bu evlilikten çocuğu olmadı.

II. Dünya Savaşı



Fırsatları değerlendiren bir işadamı olarak Almanya'nın 1939'daki Polonya işgalinin yaratacağı iş olanaklarını gören birçok kişiden biriydi. Schindler Nazi Almanyası'nın aryanlaştırma politikası dahilinde Yahudi endüstrici Nathan Wurzel'in Kraków'daki bir fabrikasının sahibi oldu.
Schindler, Wurzel'in tavsiyesine uyarak fabrikasının adını Deutsche Emaillewaren-Fabrik, veya DEF yaptı ve emaye eşya üretmeye koyuldu. Yahudi muhasebecisi Itzhak Stern yardımıyla 1,000 civarında Yahudi köle-işçiyi fabrikasında çalıştırmaya başladı. Stern ve Schindler ilk tanıştıklarında, Schindler elini uzatmış, ancak Stern sıkmamıştır. Schindler sebebini sorduğunda Yahudi olduğunu söylemiş ve bir Yahudinin bir Alman'ın elinin sıkmasının yasak olduğunu söylemiştir. Schindler'in cevabı bir Alman argo terimi olan "Scheiße" olmuştur. İlk başlarda Schindler'in ana motivasyonu para olmuştur, örneğin zengin Yahudi yatırımcılarını saklamıştır, ancak daha sonraları tüm işçilerini durumun parasal maliyetini düşünmeden korumaya başlamıştır. Örneğin bir çok kez vasıfsız işçilerinin aslında fabrika için önemli olduğunu iddia etmiştir. İşçilerine zarar verilmesi Schindler'in şikayetlere ve hükümetten tazminat taleplerine yol açmıştır.





1942'de Kraków gettosuna yapılan akına şahitlik eden Schindler,askerlerin burada yaşayanları toplayıp Kraków-Płaszów toplama kampına nakliyat için hazırlamasını da görmüştür. Schindler, kendisi için çalışan bir çok Yahudinin öldürülüşü karşısında dehşete düşmüştür. Schindler, ikna ediciliği sayesinde Schindler'in Yahudileri (Schindlerjuden) olarak tabir edilen çalışanlarını korumak için tüm hünerlerini kullanabilmiştir. Schindler DEF'te çalışan Yahudileri kurtarmak için sık sık sıradışı yollara başvurmuştur, sıklıkla kişisel karizmasına ve insanların sevgisini kazanma yeteneğine başvurmuş, gereken durumlarda yağcılık yapmıştır. Eric Silver'in The Book of Just (Adilin Kitabı) kitabında bahsettiği bir olayda "İki Gestapo gelerek ofisine girdiler ve sahte Polonyalı kimlik belgelerine sahip beş kişilik bir ailenin teslim edilmelerini istediler. 'içeri girmelerinden üç saat sonra' dedi Schindler, 'iki sarhoş Gestapo, ellerinde mahkumları ve talep ettikleri suçlayıcı dokümanlar olmadan ofisimden dışarı çıktı'".Schindler'in ayrıca gettodan dışarı çocuk kaçırarak Polonyalı rahibelere teslim ettiği ve rahibelerin çocukları Nazilerden sakladıkları veya Hristiyan yetimler olarak tanıttıkları da bilinmektedir.Plaszow'un kumandanı Amon Göth ile 700 Yahudinin yakındaki bir fabrika tesisine taşınmasını da ayarlamış, böylece Alman gardiyanların yaratabileceği tehlikeden uzaklaşmalarını sağlamıştır. Haziran ile Ekim 1942 arasında SS'ler gettoda bulunan 17,000 esirden 14,000'ini Belzec ölüm kampına yollamıştır,Schindler'in kurtardığı Yahudiler kurtulanların arasında çoğunluktadır.




Schindler "karaborsacılık" ve "zimmete para geçirmeye katılma" şüpheleriyle iki kez tutuklanmıştır. Komutan Amon Göth ve diğer SS subaylarının kanunen Reich'e ait olan para, mücevherat ve sanat eserleri gibi Yahudi mallarını kendileri için alıkoymalarına yardımcı olmuştur. Schindler bu malların satışında aracılık etmiş ve çalıntı malları alıkoymuştur. Her tutuklanmasından sonra genellikle rüşvet ile soruşturmayı engelleyerek serbest kalmayı başarmıştır.
Kızıl Ordu'nun Auschwitz ve doğudaki diğer toplama kamplarının yakınlarına gelmesiyle SS'ler kalan esirleri batıya doğru göndermeye başlamıştır[kaynak belirtilmeli]. Schindler SS subaylarını ikna ederek 1.100 Yahudi işçisinin Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da, dönemin Sudetanland eyaletinde yer alan Brněnec-Brünnlitz'e gönderilmesini sağlamış, bu sayede ölüm kamplarından kurtarmıştır[kaynak belirtilmeli]. Brněnec'de bir diğer Yahudi fabrikasını aynı şekilde ele alarak 37 mm. mühimmat (cephane) bileşenleri üretmeye başlamıştır.

Savaştan Sonra

Savaşın sonuna doğru Schindler tüm servetini rüşvet ve karaborsadan işçileri için yaptığı alımlarla tüketmişti. Hemen hemen yoksul biçimde Regensburg, Almanya'ya ve daha sonra Münih'e taşındı; ancak savaş sonrası Almanya'da başarılı olamadı Gerçekte, mali durumu Yahudi organizasyonlarından yardım alacak kadar kötüydü. 1948'de Schindler Arjantin'e göç etti ancak orada iflas etti[17]. 1958'de Almanya'ya döndü ve bir seri başarısız iş girişiminde bulundu. Am Hauptbahnhof Nr. 4, Frankfurt am Main, Batı Almanya adresinde küçük bir apartmana yerleşti ve tekrar bir Yahudi organizasyonun ayrdımıyla bir çimento fabrikası kurmaya çalıştı. Ancak bu iş de 1961'de iflas etti. İş ortağı ortaklığı iptal etti.



Oskar Schindler Frankfurt, Almanya'da 9 Ekim 1974'te 66 yaşında öldü. Ölümünden kısa bir süre önce, bir Schindlerjuden olan Poldek Pfefferberg'e Kudüs'te gömülmek istediğini söylemişti. Bu isteğin sebebini "Benim çocuklarım burada" sözleriyle gerekçelendirmiştir. Kudüs'ün Sion Dağı'ndaki katolik mezarlığına gömüldü.
Schindler'in gerçek motivasyon sebebi net olarak bilinmemektedir. Yine de bu konuda "Benim için çalışan insanları tanıdım... İnsanları tanıdığınızda, onlara karşı insanlar gibi davranırsınız" sözüyle, Yahudilerin Nazi Almanyası'nda insan sayılmaması fikrine katılmadığını belirtmiştir.


Mirası


1967'de, Schindler İsrail'de Holokost kurbanlarına adanmış Yad Vashem anıtında, Holokost sırasında Yahudilere yardım eden ve Yahudi olmayanları belirten "diğer uluslardan adil kişiler" arasında belirtilmiştir. Bu anıtta ismi yer alanlar, çok büyük kişisel risk alarak Yahudileri kurtaran Yahudi olmayan kişilerdir. Schindler, Nazi partisi üyesi olup da bu anıtta yer alan tek kişidir. Onuruna Yad Vashem Anıtı'nda bir ağaç dikilmiştir.





Schindler'in Holokost'tan kurtulan Poldek Pfefferberg tarafından anlatılan hikayesi, Tom Keneally'nin kitabı Schindler'in Gemisi romanının temelidir.Roman daha sonra Schindler'in Listesi olarak yeniden adlandırılmıştır. Bu kitap, 1993 yılında Schindler'in Listesi adıyla Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmde, Schindler Liam Neeson tarafından canlandırılmıştır. Neeson, bu filmdeki performansı ile En İyi Aktör kategorisinde Oskar adayı olmuş, film ise En İyi Film Ödülü'nü kazanmıştır.






Spielberg'in filminin getirdiği ses, Schindler'i popüler kültüre taşıdı. Spielberg'in filmi, popüler kültürde Schindler'in bilinirliğinin temelini oluşturdu: Kâr amaçlı, etik değerlere çok önem vermeyen bir endüsticinin, bir noktada verdiği sessiz ama bilnçli kararla tüm varlığını, gerektiğinde Nazi'lerin göz ardı etmesini sağlamak için bile olsa işçilerinin hayatlarını kurtarmaya harcamasının hikayesi. Spielberg'in filmi sinematik sebeplerle orijinal hikayeye kıyasla bazı farklılıklarla sahip olsa da, Schindler'in rolü tarihi hikayelerin dramatizasyonunda nadir rastlanan bir sadakatle anlatılmıştır. Schindler gerçekten varlığının çok büyük kısmını Yahudileri kurtarmak için harcamış, işçilerinin hayatlarını kurtarabilmek için politik duruşuna ve ülkesine sonsuza dek yabancılaşmıştır; fakat savaşın sonunda filmde anlatıldığı gibi tamamen parasız kalmamıştır.


1999 sonbaharında bir zamanlar Schindler'in arkadaşlarına ait olan bir evin tavan arasında bulunan bir çantada, Oskar Schindler'e ait 7.000 doküman ve fotoğraf bulundu. Yerel gazete "Stuttgarter Zeitung" bu çantanın içindekileri inceledi. Daha sonra orijinal belgeler Yad Vashem, İsrail'de bulunan Holokost Müzesi'ne, kopyaları ise Schindler'in eşi Emilie Schindler'e gönderildi. Bu belgeler arasında kurtardıklarının listesi ve 'Yahudilarini' bırakmadan önce yaptığı konuşması da yer almaktaydı. Emilie'ye daha sonra 25.000 € ödül gönderildi.

22 Mayıs 2008 Perşembe

KİSS (Rock Grubu)






Tarih 1973’ ü gösterirken, çiçek çocuklar, hippiler, barış yanlısı sempatik gruplar, efendi adamlar müzik dünyasını tam da işgal etmişken ortaya çıkmış bir grup Kiss. Sahne Şovları, Corpse Paint denilen ve Black Metal ile var olduğu düşünülen makyaj stilini ilk kullanan grup olmaları ve hızlı bir şekilde albüm çıkarmalarıyla ünlü. Hard Rock denildiğinde akla ilk gelen grup olmasının haklılığını yazıyı okuyunca anlayacaksınız…


Gene Simmons ve Paul Stanley tarafından kurulan grup çok geçmeden kadrosuna önce Peter Criss ve hemen ardından Ace Frehley’ ı ekleyerek canlı performanslara ve dünyaya adlarını duyuracak sahne şovlarına başladı. Kuruluşu oldukça iddialı olan grup, haklarındaki bu düşünceyi doğrulamak istercesine, 1974 yılı Ekim ayında grubun kendi adını taşıyan “Kiss” albümü raflardaydı 9(dokuz) parçadan oluşan bu albümün hemen ardından yine ekim ayında 10(on) parçadan oluşan “Hotter Than Hell” isimli albümlerini aynı ay içerisinde raflara yerleştirdi.
Albümler satılıyor ve dinleyicilerin farklılığa olan açlığı Kiss grubu tarafından ustaca kullanılıyordu. Önceki iki albümün hemen ardından 1975 yılının Mart ayında “Dressed To Kill” albümü piyasaya çıktı, 10(on) parçadan oluşan bu albümle beraber Kiss grubunun adı her yerde anılmaya başlandı ve grubun albüm satışları hızla artmaya devam etti. Hızını yine alamayan grup, “Dressed To Kill” albümünden 7 (yedi) ay sonra “Kiss Alive I” adlı konser albümünü de piyasaya çıkardı. Efsanevi konserlerinde söyledikleri 16(on altı) parça bu albümle beraber Kiss hayranlarının beğenisine sunuldu.


1976 yılının Mart ayında “Destroyer” albümü piyasaya çıktı. Grup hiçbir şekilde dinleyicisini kendisinden mahrum etmemeye kararlı bir şekilde ilerliyordu. Ve gün geçtikçe grup üyeleri daha fazla değişiyordu. Grubun makyajları(corpse paint), ilginç sahne kostümleri gün geçtikçe daha ilgi çekici bir hal alıyordu.

Yine 1976 yılında “Rock And Roll Over” albümü piyasaya çıktı ve yine büyük ilgi topladı. 10(on) parçadan oluşan bu albüm Kiss Grubunun hiçbir gününün boş geçmediğini gösteriyordu.
1977 yılının temmuz ayında, “Love Gun” albümü dinleyiciye raflardan göz kırpmaya başlamıştı ve bu albüm de 10(on) parçadan oluşmaktaydı. Albüme ismini veren Love Gun parçası, yerini hak etmiş bir parça olduğunu göstermekteydi. Çok geçmeden “Kiss Alive II” konser albümü piyasaya çıktı.



1978 yılının Nisan ayında “Double Platinum” adlı, Grubun kült olmuş parçalarından oluşan bir albüm çıktı. Ve tam da bu sırada grup içerisinde anlaşmazlıklar baş göstermeye başladı. Her üye kendi solo albümünü yapmak için stüdyoya girdi ve 18 Eylül 78’ de “Paul Stenley”, “Gene Simmons”, “Ace Frehley” ve “Peter Criss” isimli üyelerin kendilerini yansıttığı solo albümleri piyasaya çıktı.

1979 yılının Mayıs ayında 9(dokuz) parçadan oluşan albüm “Dynasty” dinleyiciyle buluştu. Bu albüm Kiss grubunun en iyi çalışmalarından biriydi ve anlaşılan solo albüm isteği ile aralarında anlaşmazlıklar çıkan grup üyeleri istekleri gerçekleşince yeni albüme daha iyi kanalize olmuşlardı. Tek sorun; albümün disko kültüründen etkilenmiş olmasıydı. Ancak zaman değişiyordu ayak uydurmak lazımdı.


1980 yılının Mayıs ayında piyasaya çıkan “Unmasked” albümü ile beraber grup ilk kaybını verdi ve Peter Criss Kiss grubundan ayrıldığını açıkladı. Belki de bu ayrılık Unmasked albümünün kötü satış grafiğiyle alakalıydı. Cevabını yalnızca kendisinin ve arkadaşlarının bildiği sessiz bir ayrılıktı bu. Bu kaybın ardından Kiss için “bitti” tarzında yorumlar yapılsa da, Criss ayrılığının hemen ardından Davula, Eric Carr geçti. Hızlı ve başarılı bir giriş yapan Eric Carr ile beraber Kiss tekrar eski tarzına döndü. Hiç vakit kaybetmeden Kasım 81’ de yeni albüm “Music From The Elder” meraklı Kiss hayranlarının karşısına çıktı ve yüreklere su serpti.


1982 yılının Ekim ayında dinleyiciyle buluşan “Creatures Of The Nights”, grubun hala ayakta kaldığına ve kendilerinden ödün vermediklerine başka bir kanıt niteliğindeydi. Ancak bu albümle beraber gitarist Ace Frehley gruba veda etti ve yerine Vinnie Vincent geçti. Ancak bu sırada Kiss hayranlarını deli eden bir olay yaşandı. Grup MTV’ de canlı yayında Makyajlarını silerek, binlerce hayranının Kiss plaklarını kırmasına sebep oldu. Grup makyajlı haliyle o kadar benimsenmişti ki, hayranları makyajsız Kiss grubunu görünce kelimenin tam anlamıyla çıldırdı.
Eylül 83’ de yeni albüm “Lick it Up” piyasaya çıktı. Makyajlarının silinmesiyle irtifa kaybeden grup, bu albümün kapağında karşımıza makyajsız çıkıyordu. Herkes Kiss grubunun bittiğini düşünmeye başlamışken, 10(on) parçalık Lick it Up albümü, “biz hala buradayız” dercesine, grubun bittiğini düşünenlere meydan okuyordu. Albüm Glam Rock yapısında başarılı çalışmalardan meydana geliyordu. Bu albümle beraber Vinnie Vincent gruptan ayrıldı ve yerine Mark St John geçti ancak Mark da aynı yıl içeriside grubu bıraktı ve yerine Bruce Kullick geçti. Grup hemen yeni albüm için stüdyoya kapandı.


Eylül 84’ de 9(dokuz)parçadan oluşan yeni albüm “Animalize” raflara kuruldu. Hiç ara vermeden Eylül 85’ de başka bir yeni albüm “Asylum” piyasaya çıktı. Ancak Kiss Eski tarzından ödün vermedi ve turnelerden fırsat bulduğu anda yeni albüm için çalışmalara başladı.
Eylül 87’ de “Crazy Nights” albümü de 1 yıl aradan sonra dinleyiciyle buluştu. Kasım 88’ de “Smashes Thrashes And Hits” albümü de piyasadaydı. Bu albüm grubun hit parçalarının tabir-i caiz ise “remix yemiş” hallerinden oluşuyordu ancak 15(on beş) parçalık bu albüm kesinlikle “kötü” diye nitelendirilecek bir yapıda değildi.


Ekim 89’ da yeni albüm “Hot In The Shade” piyasaya çıkmıştı. Grup hala beklenenin tersi yönde devam ediyor ve Kiss olma özelliğini koruyordu. Her geçen gün daha fazla sevilen, daha fazla saygı gören grup bu sıralarda acı bir haberle yıkılmıştı. Gruba zor zamanında yetişen ve tekrar eski Kiss grubunun hayranlarının karşısına çıkmasına vesile olan kişi Eric Carr, kanser olmuştu. Grup bir süre dinlendi, çalışmalarına ara verdi ancak Eric, 1991 yılında kasere yenik düşerek hayata veda etti.
Eric’ in ölümüyle sarsılan grup belki de bir kez daha bu sefer onun için toparlandı ve Eric Carr’ dan boşalan yeri Eric Singer ile doldurarak yoluna devam etti ve 1992 yılının Mayıs ayında 12(on iki) parçadan oluşan “Revenge” albümünü çıkardı.

1993 yılında “Kiss Alive III” isimli konser albümü piyasaya çıktı. 1994 yılında da Tribute albüm olan “Kiss My Ass” albümü piyasaya çıktı.


1996 yılında “MTV Unplugged” isimli grubun Mtv sahne performanslarından oluşan bir albüm de piyasaya çıktı. Yine aynı yıl, “You Wanted The Best…You ‘ve God The Best” adlı bir çalışma piyasaydı.


1997 yılında Grubun sevilen şarkılarından oluşan 16(on altı) parçalık, “Greatest Kiss” albümü dinleyiciyle buluştu. Bu sıralarda Kiss eski kadrosunu toplamıştı ve artık; Gene Simmons, Ace Frehley, Paul Stanley ve Peter Criss olarak tekrar yoluna devam ediyordu. Ancak eski üyeleri ve arkadaşları Bruce Kullick ve Eric Singer için, onların da içinde bulunduğu “Carnival Of Souls” albümü kaydedildi ve 97 yılının Ekim ayında piyasaya sürüldü. Aynı yıl “Detroit Rock City” filmi çekildi ve uzun süre gösterimde kaldı. Bu elbette ki Kiss grubunun ne anlama geldiğini bir kez daha insanlara gösteren bir durumdu.


1998 yılının Eylül ayında piyasaya çıkan “Psycho Circus” albümü Kiss tarihinin en sert soundlu albümü olarak akıllara kazınacaktı. Bu albümle beraber Klip çekimleri ve Turlar olağanca hızıyla, üyelerin ilerlemiş yaşına rağmen devam etti.


Uzunca süre turlar düzenleyen grup için 2002 yılında “The Very Best Of Kiss” adında En iyi parçalardan oluşan bir albüm çıktı.




Daha sonra sırasıyla 02’ de “Symphony Alive IV”(Dvd) 03’ de “Millenium Collection”, 04’ de “Millenium Collection vol: 2”, yine 04 yılında “Kiss Gold 1974-82” piyasaya çıktı.
Nisan 05’ de Irak ve Afganistan’da savaşan askerlere adadıkları konserlerinde tam 40.000 kişi vardı.




Kasım 2005’ de 2 (iki)dvd den oluşan “Rock The Nation Live” piyasaya çıktı.





Kaynak:rakunroll.com