29 Mayıs 2013 Çarşamba

367 ) BALTA VE BALTACILAR ÜZERİNE !..

  

   Çocukluğumdan kalan ilk balta anısı, herhalde hemen her yaşıtım gibi, bir çocuk şarkısının sözleri idi : 

"Baltalar elimizde, 
 uzun ip belimizde 
 Biz gideriz ormana
 hey ormana.."

  O yıllarda her taraf hala orman tabii.. Bu şarkıyı söyleye söyleye, o güzelim yeşillikleri tükettik.. 
  Balta ile ilgili çocukluğumdan kalan diğer anılar arasında ; tarihi yabancı filmlerdeki siyah kukuletalı cellatlar ve baltayla kestikleri kafalar var.. 

      

  Bir de ünlü "Baltacı Mehmed ile Katerina" olayı var tabii !.. Ders kitapları olsun, hamasi tarihi romanlarda olsun iyice sulandırılan bu öykü, çocukluk ve gençliğimin Türklük gururuydu !.. Osmanlı ordusu Rusları dize getirmiş, bataklık önünde kıstırmış, "ha" dese oracıkta boğacak onları.. Ama heyhat, Çariçe Katerina, sen gel bir gece Baltacı'nın çadırına !.. Sonrası kişisel hayal gücüne dayanan, bağımsız senaryolar !..
   Halbuki bilemezdik ki o yaşımızda ; Çorum/Osmancıklı Sadrazamın o tarihte 82 yaşında, bir ayağı çukurda bir ihtiyarcık olduğunu !.. Örneğin Murat Sertoğlu kitabının kapağındaki Baltacı epey genç görünümlü biriydi !.. 
   Yine bilemezdik ki, sadrazam da olsa, böyle bir antlaşmaya tek başına karar veremez.. Asker, diplomat ve vezirlerden oluşan bir Harp Divanı alır bu kararı..
   
  

   Gerald MacLean adlı bir İngiliz yazarın, "Doğu'ya Bakış" adlı kitabında ,ilginç bir bölüm okudum : Muhtemelen, Doğu Akdeniz bölgesinde göçmen misafir işçi olarak çalışmış olan ilk İngilizler, 12. yüzyıldan itibaren Konstantinopolis'teki Bizans sarayında düzenli olarak görev yapmaya başlayan baltalı muhafızlardı.
Bu muhafızlar hakkında Richard Hakluyd şunları yazmış :
"Nicetas Choinata tarafından Inglini Bipenniferi, Curopolata tarafından ise Barangi olarak adlandırılmış, baltaları omuzda daima imparatora eşlik eden, İmparator halka nutuk çektikten sonra geri dönerken kendini halka gösterdiğinde baltalarını havaya kaldırıp çarpıştırarak dehşet verici bir gürültü çıkaran bu İngiliz baltalı muhafızların imparatorların muhafızlığı görevini bırakmasından çok sonra bile muhafızlar İmparatora, İngilizce dilinde uzun ömürler dilemişlerdir.."    



   Osmanlılarda ise "Teberdaran/Baltacı" denilen, devşirmelerin iri yarı ve güçlü olanlarından seçilmiş, İkinci Murad döneminde kurulmuş bir yeniçeri teşkilatı vardı.  Nakliye ve istihkam işlerinde çalışırlardı. Fatih Sultan Mehmed döneminde, saray muhafazasına alındılar. 
  1675 yılında, bulundukları Galata ve İbrahimpaşa Saraylarındaki teşkilatları bozulduktan sonra, "Teberderan-ı Hassa/ Zülüflü Baltacılar" ve "Eski Saray Baltacıları" olarak yeniden örgütlendiler. 
   Zülüflü Baltacılar, Topkapı Sarayı'nın Orta Kapı dahilindeki koğuşlarda yatarlardı. Ayda bir kere Harem Dairesine odun taşırlardı ; bu görevi yerine getirirken "sağı solu" görmesinler diye, yüksek yakalı gömlek giyer ve iki tarafta "zülüf" uzatırlardı.. 
   Diğer görevleri ise ; bayram ve cüluslarda padişahın tahtını Babüssade'nin önüne getirmek ve arkasında nöbet tutmak, padişah haremiyle beraber sayfiyeye giderken eşyasını taşımak, her yıl Sultanahmed Camii'nde okunan geleneksel mevlid sırasında orada bulunanlara şerbet, gülsuyu ve buhur dağıtmaktı. Savaş sırasında da otuz zülüflü baltacı Sancak-ı Şerif altında Kur'an-ı Kerim okurdu. Ayrıca, padişah, şehzade, sultan ve saray kadınlarının cenazelerini de onlar taşırlardı..

    

   Bana tarihi sevdiren yazarlardan biri olan Reşat Ekrem Koçu, "Yeniçeriler" adlı kitabında ilginç bir yeniçeri adetinden bahseder.. Son yeniçerilerin zorbalık dönemlerindendir bu adet. 
  "Balta", son yeniçeriler argosunda, "Bir mal veya bir şahıs üstünde sahip çıkma hakkını beyan eden belge, nişan" demekti. Zorba hangi yeniçeri ortasına mensup ise herhangi bir yere takacağı, asacağı veya herhangi bir kimseye vereceği baltanın üzerinde o ortanın alameti farikası bulunurdu. 
  Müslim veya gayrimüslim, zengin ya da orta halli bir kimse İstanbul içinde bir bina yaptıracak oldu mu, yapılan ister bir evceğiz, isterse bir konak, ya da han olsun, o semti bıçağı altından geçirmiş zorbaya haraç vermeden yapıya asla devam edemezdi. Zorba adamını gönderir, yapının herhangi bir yerine bir çivi çaktırır ve o çiviye de sapında ortasının alameti farikası bulunan bir balta astırırdı. O baltayı gören usta, kalfa, amele işten derhal el çekerdi. Eğer çekmezse zorbanın yeniçeri çetesi gelir, hepsini tepeler, daha daha ayak direyecek olsalar öldürürlerdi. Bir yapıya bir kere balta asıldı mı, inşaatın devamı için haracın hemen verilmesi gerekirdi. Engel haraçla da kalmaz, işi zorba üzerine alır, dilediği yevmiyeyle adam çalıştırır, kereste ve sair inşaat malzemesini dilediği yerden dilediği fiyata o satın alır, faraza 100 altına mal olacak bir bina bu şekilde 300 altına mal olurdu..
  İçindeki mal ne olursa olsun, limana giren bir tüccar gemisi ister açıkta demirlesin, isterse sahile palamar atıp bağlasın, karşısında hemen bir yeniçeri zorbası belirir, geminin en uygun yerine, genellikle burundaki mahmuza, baltasını asardı. Gemilere asılan zorba baltası, üstünde ortasının alameti farikası resmedilmiş tahta bir levhadan ibaretti. Bu "balta asma" olayından sonra artık ne kaptan, ne de malın sahibi tüccar ağız açamazlardı. Malı zorba indirir, götürür, satar, birinin eline gemi navlunu, öbürünün eline de sermaye ve kar diye ne verirse razı olurlardı. 
  Azılı zorbalar daimi rekabet halindeydiler, birinin astığı baltanın başkası tarafından indirilmesi, hiç kimse tarafından önlenemez büyük ve kanlı bir kavgaya, adeta iki çete arasında bir şehir savaşına sebep olurdu. Bu kanlı kavgada pek çok ölü vererek taraflardan biri tasfiye edilirdi ki, buna da yeniçeri ağzında "Bıçak altından geçirme" denilirdi. Zorbalar ile çeteleri arasında belli dövüş yeri, bu İstanbul gladyatörlerinin arenası, Galata Kulesinin büyük hendeğinin içiydi. Dövüşlerde hendek etrafına binlerce seyirci toplanırmış..

   Daha fazla uzatırsam "baltayı taşa vuracağım" !.. 




Fiziki Muayene Notları

http://egitim-akademisi.blogspot.com
Başta Tıp Fakültesi ve Sağlık Okulları Öğrencileri Olmak Üzere,
İlgi Duyan Herkesin Yararlanabileceği Bir Çalışmadır.

İnsan Bedenine Yapılan Çeşitli Fiziki Muayene Yöntemlerini Öğreneceksiniz.
Hem kendinizi sevdiklerinizi muayene edebileceksiniz.

  İNDİR: Fiziki Muayene Notları.rar

http://www.kiraguru.com/

www.topshop.com.tr

www.mudo.com.tr

www.bitenekadar.com

Yerli Otomobile Gerek Yok mu?

Yerli otomobile gerek yok mu?Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç ‘Yerli otomobile gerek yok!’ demiş. Medyada yer alan açıklamalarını okuyunca ‘Güler misin ağlar mısın?’ dedim kendi kendime. Milletin gözünü n içine baka baka yanlış yönlendirme yapıyor. Bunu da kasıtlı ve bilinçli yaptığını herkes biliyor.
Maliyet hesabı yapmaktan bahsediyor Koç ailesi. Şayet mesele, sadece maliyet hesabı ile olsaydı, ‘Çin Malı’ araçlara rağbet etmemiz gerekiyordu. En ucuz maliyet onların.  ‘Çinlilerin arabaları daha ucuza geliyor. Biz araba üretmeyelim’ diyen bir ülke var mı dünyada? Bu cümleyi kuran bir tane Alman işadamı duydunuz mu? Bu cümleyi kuracak işadamını, ihanet ile suçlar Almanlar.
Devrim arabaları!
Devrim arabalarının başına gelenleri, okumanızı tavsiye ederim. Devrim arabası ile ilgili film bile yaptılar. Ancak olayın perde arkasını işlemediler. ‘Aracın benzini unutulduğu için üretilemedi’
 mesajıyla bitirdiler filmi. Koç ailesinin bu olaya müdahalesine işlemeyerek, dolaylı yoldan bu günaha ortak oldular
Koç ailesinin günahı, bilinenlerden çok daha fazladır. Elli yıl önce devrim arabalarının üretilmesine engel olmayı başaran Koç ailesi, umarım bu sefer başarılı olamaz. Ülkemizin bir elli yıl daha kaybetmeye zamanı olmadığını düşünüyorum. Halen çalışan motoru ile depoda bekleyen devrim otomobilinin hikayesi, dünya ekonomi devlerinin hikayesinden ayrı anlaşılamaz.
Utanılacak durum
Doksan yıllık bir tarihi olan Cumhuriyetin, en büyük utançlarından birisidir, üretememek. Birçok evde iki araç olduğu halde, halen kendi arabamızı üretememiş olmamızdan dolayı, yerin dibine girilmesi gerekirken, iş adamı sıfatı olan kişilerin ‘Yerli otomobile gerek yok!’ demesi bambaşka bir utançtır. Bu açıklamayı yapan kişilerin utanmasını beklemiyorum. Ancak yalanlarına ve toplumu yanlış yönlendire gayretlerine cevapsız kalmakta doğru değil.
Dünya üretimin en büyük pazarı İslam ülkeleridir. Avrupa ve ABD bir şey üretirken, o ürettiklerini İslam ülkelerine satamayacak olsa, çok ciddi krizler yaşamak zorunda kalır. İslam ülkeleri öyle bir Pazar ki, kendi ülkelerinde satabildiklerinden çok daha fazlasını İslam ülkelerine satabiliyorlar.
Bunun en önemli sebeplerinden birisi, kendi nüfuslarının yaşlı, İslam ülkelerinin genç bir nüfusa sahip olmasıdır. Sürekli kendini yenileyen teknolojiyi, elli yaş ve üzeri bir kitleye satamazsınız. Yenilikleri gençler daha çok ilgi duyar. İslam ülkelerinde yaşayan genç nüfusa satış yaparak büyüyen şirketler, kendi arabamızı ve cep telefonumuzu üretmemize engel olmaya çalışıyorlar.
Sadece Türkiye’de satılan arabaları ve cep telefonlarını bir düşünün. Bu araçları kedimiz üretip, hem iç piyasaya hem de diğer İslam ülkelerine satabilseydik,  ülkemizin kazanacağı parayı bir hesap edin. Koç ailesi bu hesabı bilmiyor mu? Biliyor ama işine gelmiyor.
Düşünmeyin, üretmeyin, oyalanın!
İslam ülkelerinde sürekli iç karışıklar çıkaranlar, İslam ülkelerinin ekonomik olarak batmasını da istemiyorlar. ‘Ne kendi ayaklarınız üzerinde durun, nede yerlerde sürünün. Ölmeyin ama tam sağlığınıza da kavuşmayın’ diyorlar adeta. Kendi ülkemizi düşünün. Ülkemizde uzun süreli bir ekonomik kriz yaşansa, yeni ürettikleri araba ve cep telefonlarını, kime nasıl satacaklar? Ekonomik krizlerle batmamıza izin vermeyenler, kendi ayaklarımız üzerinde durmamıza da izin vermiyorlar.
‘Bizim ürettiklerimizi alacak kadar ekonomik güç size yeter. Kendi ihtiyaçlarınızı kendiniz üretecek kadar aklınızı kullanmaya gerek yok!’ diyorlar adeta. ‘Siz iç karışıklıklarınızla uğraşın. Aklınızı o işler dışında çalıştırmayın!’ diyorlar. Biz enerjimizi terör ve iç karışıklarla harcarken, onlar yeni icatlar yapmaya devam ediyorlar.
Iphone5 marka cep telefonunun, ABD ekonomisine katkısının, ABD ekonomisinin %0,5’i kadar olduğunu biliyor muydunuz?
Başbakana rağmen!
‘Yerli otomobil üretecek babayiğit lazım!’ açıklamasını bir işadamı veya fikir adamı yapmadı. Ülkemizi yöneten başbakan böyle bir açıklama yaptı. Birçok teşvik vereceklerini de söyledi. Başbakanın bu açıklamalarına rağmen, en büyük işadamları bile adım atamadılar. Bunun çok farklı sebepleri olduğunu biliyorum. Ülkeyi yöneten siyasi kadroların teşvik ve desteğine rağmen, yerli araba için adım atmayan / atamayan işadamlarının asıl derdi ne?   
28 Şubat!
Her gün 28 Şubat dönemiyle ilgili haberler okuyoruz. Refah – Yol Hükümetinin yıkılma sürecinde yaşananlar konuşuluyor. Hiç o kadar teferruata gerek yok. 28 Şubat darbesinin iki temel nedeni var. Havuz Sistemi ve D-8 Projesi.
Havuz sistemi, Koç ailesi gibi ailelerin, devleti soymasına engel olmuştur. Yattığı yerden milletin parasını kasasına akıtan aileler, Havuz Sistemine karşı birleşmiş ve hükümetin düşürülmesi için her şeyi yapmıştılar.
D-8 Projesi, birçok insanın sandığı gibi, sadece İslam ülkelerinin bir araya gelmesi anlamına gelmiyordu. Ekonomik işbirliği yaparak, Avrupa ve ABD’de üretilen ürünleri değil, kendi aralarında üretimi paylaşarak, büyümeyi hedeflemiştiler. Biz araba üretip Endonezya ve diğer İslam ülkelerine satarken, Endonezya tarım araçları ve helikopter üretip, hem bize hem diğer İslam ülkelerine satacaktı. 800 milyondan fazla nüfusa sahip bu güç birliği, 1,5 Milyarlık İslam ülkelerinin bütün ihtiyaçlarını kendileri üretecekti.
Yüz yıldan fazla bir süredir, bütün İslam ülkelerini sömüren güçler, D-8 Projesinin hayata geçirilmesine engel oldular. Biz sadece 28 Şubat merkezli o günleri konuşuyor. D-8 Projesine imza atan bütün liderler ve ülkeler cezalandırıldı.
Ağanın yalakası!
I. ve II. Dünya savaşının farklı sebepleri görünse bile, temelde asıl sebep ekonomi savaşıdır. Dünya nimetlerinden daha fazla istifade etmek isteyen ülkelerin çıkar çatışmaları, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bu çatışmada başarılı olmak isteyen firmalar, farklı ülkelerde, kendi çıkarlarını koruyan işadamlarını beslerler. Koç ailesi ve o zihniyette insanların asıl derdi, menfaat sağladıkları çarkın kırılmamasıdır.
Başkasının tarlasında ırgatlık yapmayı, kendi tarlasında üretim yapmaya tercih eden kişi, ya ahmaktır veya ırgatları daha çok çalıştırarak, ağadan daha çok para kopartabilen, ağanın yalakası olan kişidir.
‘Yerli otomobile gerek yok!’ cümlesinin, başka hiçbir açıklaması olamaz.

Sait ÇAMLICA

28 Mayıs 2013 Salı

4 İşlem Programı

http://egitim-akademisi.blogspot.comBu program sayesinde Çeşitli Zorluklarda Toplama, Çıkarma, Çarpma ve Bölme
İşlem Alıştırmaları Yapabilir ve
Bu Sayede Hem Beyninizi Çalıştırır
Hem Zekasını Geliştirebilir
Hem İşlemleri Daha Hızlı Yapabilir
Hem de Eğlenebilirsiniz..
Ayrıca Bu Program İlköğretim Öğrencilerinin de 4 İşlem Yapma Yeteneklerini Geliştirecektir.
İNDİR:  4 İslem Programı.rar


BENZER KONULAR
Ters Yazı Yazma Programı
Alexa Toolbar İndir
IQ ZEKA PUANI TESTİ
"7300 Adet Hadis" Programı
Hızlı Okuma Egzersiz Programı
Office 2007 Açma Yaması



www.mudo.com.tr

www.topshop.com.tr

www.bitenekadar.com

27 Mayıs 2013 Pazartesi

366 ) BİR TÜRK YAZARIN GÖZÜYLE DEVRİM SONRASI RUSYA VE RUSLAR !...

  

   Gerçek Rusya, asıl Rus ovalarında başlar. Rus ovasının ruhta uyandırdığı ilk etki, bir genişlik duygusudur. Öyle bir genişlik ki, bir ormanın küçük bir boşluğunda kaybolup da birkaç yüz metre, birkaç bin metre ilerinizdeki ağaçlıkların bir adım ötesini görmeseniz bile, kendinizi gene de, içinde milyonlarca insan kaynaşan uçsuz bucaksız bir enginliğin ortasında hissedersiniz. 
   Bu enginlik, hem çokluk, hem yalnızlık duyguları uyandırır. Hatta ruhunuza melankolik bir hürriyet arzusu da verir. Bu hürriyet arzusunda, ancak sınırsızlıklara yer vardır : Ya toplumdan tamamen çekiliş, bir ormanın sessizliğinde ömür boyunca kayboluş, bir meçhul, hatta bir hiç olmak arzusu. Mutlak yalnızlık, mutlak bir başıboşluk hevesi. Yahut da tamamen bunun tersi : Kendini topluma veriş, cemiyete terk ediş.. Milyonların içinde, milyonlardan biri olarak, fakat o milyonlar için çile çeken bir çöl ermişinin mistik duygusu içinde eriyiş... Ya kendinden tamamen geçiş, yahut kendine tamamen bağlanış. Din veya mutlak dinsizlik. Mutlak ve şikayetsiz itaat, ya da vahşi bir isyan.. 
   Ufuklar alabildiğine yemyeşildir. Zaten Rusya demek, biraz da orman demektir. Orman, Rus'un asıl vatanıdır. Steplere yayılmadan önce Ruslar hep ormanlarda yaşıyorlardı. Her Rus'un bilincinin altında ormanın mistik kokusu ve kutsallığı vardır. 
   Türkler nasıl yaylaların çocuklarıysa, Türklerin tarihi, nasıl Sarıdeniz'e kadar uzanan yaylalar eksenine bağlı taşma ve durulmaların, iniş çıkışların tarihi ise, Rus milletinin tarihi de, ormanlardan taşmanın ve ormanlara sığmamanın öyküsünden ibarettir..
   Biz Türkler, ormanı pek iyi tanımayız. Hatta pek sevmeyiz de. Bu, bizim atalarımızın, orman olan yerde sere serpe yayamadıkları, dolaştıramadıkları  sürüleri için midir bilinmez. Ama Ruslar da sürüyü, yaylayı, bozkırı anlamazlar. Onların efsanelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları yoktur..  
   Bunun içindir ki, Rus ovası halkının tarihinde denge veya ılımlılık yoktur. Rus tarihinde insanlar, cemaatler ve fikirler, daima bir uçtan diğer uca atılırlar. Daima iki kutup arasında yaşarlar.. 
   Örneğin, hayata gelişi kaderin en bedbaht tecellisi ve dolayısıyla en büyük günah sayarak, bu lekeyi temizlemek için kendini yakmak dini Rusya'da doğdu. Hem de bu ateşe atılış, bütün aile, çoluk çocuk, hatta yeni doğanlar ve bütün dünya malıyla beraber olurdu !. Evet, bu din 17. yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl başlarında yalnız Rusya'da doğdu ve yalnızca orada yaşadı. Tolstoy, "Büyük Petro" adlı romanında bu mezhebe geniş yer verir.. Yıllarca devlet, istediği kadar engellemeye çalışsın, bu dine kendilerini verenler, dünyaya gelmiş olmak günahının, bütün çilelerini çektikten sonra vakit ve saat gelince kendilerini ve yakınlarını tereddütsüz ateşe attılar...
   Rus devriminin birçok safhalarında da, samojigatelstvonun , yani kendi kendini ateşe atışın, ruhi belirtilerini görmek mümkündür..



   Rus ovasında insanlar, ya ölesiye mümin, ya ölesiye imansızdır. Orada "orta" yoktur. Bu ovada sarhoş bile ölesiye sarhoş olur. İçtiği zaman cemiyetin bütün kayıtlarından, iğreti bir giysinin içinden sıyrılır gibi sıyrılır. O zaman onun için hayatın en büyük mutluluğu, bu sarhoşluktan bir daha uyanmamaktır. Ve çok defa da bu sarhoşluk içinde ölür, gider. Eski Rus şehirlerinde Yılbaşı geceleri belediyelerin, sokaklarda sızanları veya ölenleri toplamak için arabalı ekipler tayin etmesi de bu yüzdendir. Ve en iyi geçen Yılbaşı, ancak sokaklarda sızıp donanların sayısıyla ölçülürdü. Bu sayı, bazen bir şehirde birkaç yüzü aşardı. 
   Aşk da böyledir. Seven, sevgilisi için dünyanın hiçbir yerinde düşünülmeyen çılgınlıkları yaptığı zaman, sevdiğini anlar. Bunun için, sevdiğinin kendisini sevmesi bile şart değildir. Yahut da aşk, bazen o kadar küçümsenir, o kadar hor görülür ki, o artık aşk değil, azgın bir hayvanlık yahut aşağılık bir şey olur..

   
   Rus ovasında bu ekstremler, bu aşırılık, siyasi hayatta da kendini gösterir. Herkes ya aşırı derecede köle ruhlu, yahut da aşırı derecede asi ve mücadelecidir.. 
   Nihilizmi Rus ovası ve Rus ruhu doğurdu. Bu, bir garip anarşizmdir ki, kuramı yoktur. Açıklaması ve amacı da yoktur. Ama Nihilist vardır ve birçok asil Rus, bu kuramı olmayan, amacı da bilinmeyen yolda kendini feda etmiştir..
   İşte Rus ovası, 1921'de biz oralardan geçerken tarihinin en büyük çilesini yaşıyordu. Yüz elli milyonu aşan bir insan kalabalığı, bir avuç bağnaz, mutaassıp müminin elinde, bir bakışta akıl almaz bir deneye feda ediliyordu. Maksim Gorki bu deneyi, hatta bütün Rus milletinin hayatına bile mal olsa benimsiyor, savunuyordu..
   Volga'da, Don'da otuz milyon insan açlıktan eriyordu. Ülkeler ateşe ve ihtilale verilmişti. Büyük bir hanedan devrilmişti. Bu hanedandan ortada tek kişi kalmamıştı. Tahtı ayakta tutan sınıfların bütün mensupları ; asiller, ruhaniler, dünyanın en kalabalık ordusunun bütün kumanda kadrosu, köy ve toprak aristokrasisi, şehir burjuvazisi, olduğu gibi tasfiye olunmuştu. "Silindir" hiç durmadan yürüyordu. Akademiler, üniversiteler, eski kalem,fikir ve sanat toplantıları olduğu gibi boşalmıştı.Sıra daha aşağı kademelere gelmişti. Her yerde yeni insanlar görülüyor ve bu insanlar, durmadan değişiyorlardı. 
   Bu deneyi dünyada ancak bu toprak kaldırabilirdi. Bu deney, yalnız burada yaşayan insanların ruh yapısına uygundu : Her şeyi bir anda feda edebilmek. Bir anda yapmak. Sonra gene bir anda yıkabilmek !..
   Rus ruhu, bir aşırılıklar alemiydi ; Rus ihtilali ise, tarihin en büyük aşırılığı idi..   
   

      

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bilgisayarlı Muhasebe Ders Notları (ETASQL)

http://egitim-akademisi.blogspot.comBilgisayarlı Muhasebe Ders Notlarını Aşağıdaki Linkten İndirebilirsiniz..

Muhasebe ile uğraşanların, muhasebe dersi alan öğrencilerin, muhasebeciliğe ilgi duyanların ya da bilgisayarlı muhasebe ile uğraşmak isteyenlerin çok işine yarayacaktır.

Dökümanlar Sizler için Tamamen ücretsizdir.

İNDİR: Bilgisayarlı Muhasebe Ders Notları






23 Mayıs 2013 Perşembe

365 ) ENVER PAŞA'NIN GÖNÜL İŞLERİ !..

  

   Her genç subay gibi Enver Bey de yüzbaşı olarak kurmay okulunu bitirip Makedonya'da orduya katılınca, onun da evlenme meseleleri çevresinde konuşulmaya başlanır. Bu meseleler, her genç subay gibi onun da, hele geceleri bekar odalarına dönülünce, hayallerini süsleyen heyecanlı konulardır.
   Enver Bey'in ilk subaylık hayatında, Selanik'ten anasına yazdığı mektuplarda evlenme konuları önemli yer tutar. Anası Manastır'dadır ve oğluna uygun kısmetler bulmuştur. Eldeki mektuplardan öyle anlaşılır ki, Yüzbaşı Enver Bey de evlenmeye hazırdır. Ama iş ciddiye alınıp aileler arasında temaslar başlayınca, beklenmeyen meselelerle karşılaşılır. Bazı aileler, kızlarını Enver Bey'e vermekten kaçınırlar. Bu hal üzüntüler, düş kırıklıkları yaratır. Bir türlü "şu mahalle kızlarından" biri ile evlenme işi gerçekleşmez..
   Enver Bey'in yaşamında o günlerin karargah veya kışla stajlarından sonra başlayan hareketli dönem, yani dağlarda çete takipleri, gecesi gündüzü olmayan dağ savaşları, her taşın, her çalının arkasında pusu kuran bin bir tehlike, onun kafasından elbette ki bu tür davaları siler..
   10 Temmuz 1908'de Enver Bey, bir Hürriyet kahramanı olarak imparatorluğun üstünde parlayınca, artık Manastır mahallelerinde kız arama işleri kendiliğinden sona erer. Çünkü Binbaşı Enver Bey'in şöhret ve itibarı artık, bu mahallelerin sınırlarını aşmıştır. Şimdi onun çok daha yukarılarda bir şeyler hayal etmesi, elbette ki hakkıdır.. Nitekim öyle de olur..

  

   Enver Bey'in yaşamında romantik aşk yoktur. Kadın macerası da yoktur. Onun yaşamını tek bir kadın dolduracaktır. O da onun, yüzünü görmeden nişanlandığı, nikahlandığı eşidir. Ama Berlin'de ikinci ataşemiliterliği sırasında Enver Bey'in adı etrafında dönen bazı kadın öyküleri bilinmektedir. Bunlardan biri çok hoştur ve Binbaşı Enver Bey'in kadın karşısındaki davranışını aksettirmesi bakımından ilginçtir. Bunu bütün ayrıntıları ile, hem General Ali Fuad (Cebesoy) Paşa hem de o sırada Berlin'e gönderilen küçük şehzadelerin mürebbisi, yöneticisi olarak Berlin'de bulunmuş olan eski ordu mensubu Sait (Aydos) Bey, Şevket Süreyya Aydemir'e anlatmıştır. Nakledilenler birbirini doğrular, tamamlar. Hele o sıralarda Roma ataşemiliteri olup, sık sık Berlin'e gidebilen ve Enver Bey'in dostu, arkadaşı olan Ali Fuad işin bir ara çatallaşan nazik bir safhasını da anlatır :
   Enver Bey, yakışıklı bir genç subaydır. O sırada 29 yaşının içindedir. Almanlara, Alman askerliğine hayrandır. Almanlar arasında da kendisine karşı, bir yabancı devlet ataşemiliterine gösterilen ilgi ile kıyaslanamayacak bir ilgi ve sempati vardır. Almanların uzun zamandan beri, ilerisi için de olağanüstü ilgi duydukları bir ülkenin bir üstün şöhreti Berlin'dedir. Bir ihtilal kahramanıdır. Yarının belki de bir askeri lideri olabilir. Böylece büyük saygı görür. Enver Bey Berlin'de, adeta sefirden daha ileri tutulur. Alman imparatoru, kendisine ilk takdim edildiği zaman bu genç adama, bir yabancı devletin ataşemiliteri gibi değil, Türkiye'nin bir prensi, bir önde gelen şahsiyeti gibi davranır. Onun hakkında bilgiler edindiği anlaşılmaktadır. Ona üstün iltifatlarda bulunur. Hatta bu genç ve yakışıklı kahramanın, sultanın kızlarından biri ile evli olup olmadığını sorar..
   Bütün kabullerde Enver Bey, salonların saygın bir konuğudur. Önemli bir kişilik olarak kabul görür. İşte bu sıralarda imparatorun yeğenlerinden genç ve güzel bir prensesin, Türk binbaşısına karşı ilgisi gittikçe artar. Öyle görünür ki, bu Alman prensesi bu Türk binbaşısına karşı kayıtsız değildir. Ona gittikçe göze çarpan bir ilgiyle bağlanır. Bu iltifatlar ve yaklaşma çabaları karşısında Enver Bey, gönlü ile de yaşayan bir genç insan gibi değil de, kışla havasından bir türlü kurtulamayan taşralı bir subay gibi davranır.
   Prenses yılmaz, devamlı davetler düzenler. Sevdiği bu Türk subayına fırsatlar hazırlar. Ama Enver Bey'in davranışları değişmez. Nihayet bir gün ve tabii ancak bir Alman prensesinin ölçüleri içinde, konağındaki bir kabul günü, Enver Bey gene davetlidir. Bir aralık prenses odasına çekilir. Oldukça hafif bir tuvalet ile bir divana uzanmıştır. Enver Bey'i odasına davet ettirir. Odaya mahrem, davetkar bir hava sinmiştir. Beklediği hararetli ilgi tahmin edilebilir. Ama Enver Bey, birden gene asker durumunu alır, ayaklarını bitiştirir ve sayın prensesi tam bir asker gibi selamlar, emirlerini bekler !..
   İşte o zaman olan olur. Prenses divandan fırlar. Yüzü şaşkınlıktan çok kızgınlıktan mosmor kesilmiştir. İlk rastladığı Türk, Said Beydir. Ona haykırır :
"-Fakat Said, bu bir manken !..." 
   Ali Fuad Paşa, o geceki olayın Alman sarayında bize karşı, hissedilebilir derecede siyasi soğukluk yarattığından bahseder..

    

   Enver Bey'in Berlin'de, içinden gelen ilk kadın ilişkisi, Mısırlı bir prensesle masum, fakat kararlı dostluğudur. Prenses İffet ile evlenmeyi de düşünür, hatta prenses ve ailesi de buna hazırdırlar. Fakat nereden ve nasıl duyulmuşsa İstanbul, tam bu sırada işe müdahale eder, bu evliliği istemez. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa işe el koyar. İttihat ve Terakki merkezinin arzusu, ordunun Enver Bey gibi yıldızlarının hanedanla yakınlaşması ve hanedana mensup sultanlarla evlendirilmeleridir. 
   Enver Bey, Berlin'de bir olup bittiye bırakmamak için bulunan yol, onun hanedandan bir hanım sultanla nikahlandırılmasıdır. Bazı sondajlar yapılır ve bir hanım sultan bulunur. İş, Enver Bey'in annesine de bildirilir. Anne çok memnun ve heyecanlıdır. Oğlu bir sultanla evlenecektir. Padişaha damat olacaktır. Hem Hüseyin Hilmi Paşanın hem de annesinin mektupları Berlin'e yağmur gibi yağmaya başlar !..
   Enver Bey'in Ahmet Rıza Bey'e mektuplarından biri, 12 Ağustos 1909 tarihlidir. Şu cümleler dikkat çekicidir :
"Bu yakında bir evlenme modasıdır çıktı. Ben de kendimi denemek istiyorum... Sizden bir ricam var.. Hemşirem hanımefendi, sultanın öğrenimi, güzelliği hakkında bilgi alıp verebilirler mi ?.. Kendi anneme güvenim yok.. Acaba kızın serveti ne kadar olacak ?..Hükumetten maaş filan verilecek mi ?.. Yahut bu kızdan daha başka biri var mı ?.. Ağabeylik hatırı için yazınız.."
   Enver Bey'in bu servet, maaş hesaplarını yadırgamamak doğrudur. Çünkü gireceği saray, bir binbaşının maaşıyla dönmez. Bunu düşünmekte haklıdır. Bu yazışmalar böylece devam eder.. Ama kısa zamanda karara varır. Çünkü iş, artık dedikodu şeklini almak üzeredir. Bunun üzerine 17 Ağustos 1909 tarihli mektupla onayını bildirir. 

     

   Bu arada, Naciye Sultan'ın hatıralarından ( 19 Temmuz 1952'den itibaren VATAN gazetesinde Rezzan Yalman tarafından yayımlanan ) bazı ilginç bilgiler de öğrenebiliriz..  
"Her şehzadenin 1.000 altın maaşı vardı. Evlenmemiş hanım sultanlara 100 altın, evlenenlere 800 altın verilir ve ayrıca düğün masrafı olarak 6.000 altın ödenirdi.." 
"Sultan Abdülhamid amcamdı. Beni oğlu Abdürrahim Efendi ile evlendirmek istiyordu. 1908 yılıydı, ben daha çocuktum. Annem de babam da bu işe karşıydılar. Abdülhamid tahttan indirilince bu sözlerin de arkası kesildi. Ağabeyim Abdülhalim Efendi de bu işe karşıydı.." 
   Enver Bey'in Naciye Sultan ile nişanlanması böylece gerçekleşir. Ama bir durum vardır : Enver Bey 30, Naciye Sultan ise henüz 12 yaşındadır !..
   Naciye Sultan, Enver Bey ile nişanlanmasından sonrasını, hatıralarında şöyle anlatır :
"Mektuplaşmaya başladık. Birbirimizi hiç görmemiştik. Onun, benim resmimi bile görmüş olduğunu zannetmiyorum. Beni, annesinin tarifi ile tanıyordu. Beni hayalinde nasıl canlandırdığını bilmiyordum. Fakat mektuplarımızla birbirimizi az çok tanıdık ve sanıyorum ki sevdik. Bir yıl kadar süren bu tatlı ayrılık, bizi birbirimize yaklaştırdı. Enver Bey ile bir yıl sonra, 1911 yılında nikahımız kıyıldığı zaman, o gene uzaktaydı. Nikahı Şeyhülislam Musa Kazım Efendi kıydı. Tören sade oldu. Ve biz birbirimizi, gene mektupla tebrik edebildik.."  

ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'İN, "Enver Paşa" adlı eserinin 2. cildinden derlenmiştir... 

20 Mayıs 2013 Pazartesi

364 ) BİR OSMANLI SUBAYININ ÇÖL ANILARI !..

   

   Sina çölünde birçok savaşlar yaptık. Katiye, Rummani, Magdabe, Tellü'r-Refah muharebeleri Türk ordusunda unutulmaz anılar bırakmıştır. Birinci keşif savaşı 1330 (1914) Şubat'ında, Tellü'r-Refah 1332 (1916) yılı sonlarında oldu. 1331 (1915) yılı büyük Mısır seferi için hazırlıkların tamamlanması yılıydı..
   Ordunun yürüdüğü yönde ilk yolu birinci devenin ayak izleri açtı. Birçok yerinde hiçbir yerleşim birimi olmayan Tepe çölü, bir üçgene benzer. Urban denilen fakir bedeviler odun bulunabilecek yerlerde, su çukurlarının dibinde otururlar. 
   Üçgenin Akdeniz tarafında Cifr Çölü, ortasında Tepe (Tih) Çölü ve güneyinde Tur-ı Sina Çölü vardır. Çöl adamları, İsrailoğullarının 40 yıl kaybolduğu Tepe Çölüne İsrailoğulları Çölü der. 
   Bir zamanlar sultanlar eski çölü imar etmek istediler ama yapılan saraylar, mabetler ve malikanelerin yerinde şimdi taş toprak ve tuğla yığınlarından başka bir şey yok. Ariş'ten geçenler bir evliya makamının etrafını çeviren mezarlığın bir taşında şu kelimeleri okurlar :"Yeniçeri ağası, emir-i emiran".
Türklerin eski Mısır seferinden, belki çöller içinde yalnızca bu dört kelime kalmıştır. 
   Her yıl Haziran ayına doğru Cifr Çölünün havasında korkunç sinek sürüleri uçar. O zaman kervan develerini kumaşa sarmak, konak yerlerinde tütsü yakmak gerekir..
   Tepe Çölünü sert taştan bir dağ silsilesi yarar. Burada kum daha azdır. Güneyde Sina Çölünün dağları uzaktan rengarenk görünür. Bu müthiş çölün hiç kaynak suyu yoktur. 
   Ordu ; insanlar, erzak, eşya ve su için yalnız Suriye, Hicaz ve Irak develerinden yararlandı. Böyle bir sefer, çökmekte olan Türkiye'nin rüyasına bile girmediği için, hazırda bir deve teşkilatı yapılmamıştı. Bu ince hayvanlara özel bir itina ile bakmak, dayanma güçlerini, ve seferlerini kendi adetlerine göre idare etmek için iyi uzmanlarımız yoktu. Bu eksiklik birbiri ardına birçok güç işler açtı. Çabuk etkilenip ölen develerin yerine yenilerini bulmak, daima gezip dolaşan aşiretleri çöller arasında bulup altınla onlardan deve satın almak sonra da altın bulmak...



   Bi'r Hasana denen noktadan sonra artık sapsarı, ayak bileklerine kadar geçen kumdan başka bir şey yoktur. İnsan bu kumda bir bataklıkta gibi yürür. Ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar. 
   Çöl ve sıcak insana suyu düşündürür. Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir menfezden ateşe iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan daha kutsal ne olabilir ? Ne var ki Sina, taze sulardan, bereketli kuyulardan yoksundu. Yalnız, kuzeydeki çölde tatlı ve tuzlu bazı kaynaklar var. Ancak Bedeviler koyunlarla develere kaynağın başında su verdikleri için bu sular pis ve hastalıklıdır. Bazı meçhul suları yalnız urban bilir, fakat hiç kimseye sır vermez. Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir. 
   On yıldan beri yalnız seferimiz sırasında Tepe Çölüne yağmur düşmüştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur akıntılarını durdurdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için 24 saatte bir matara suya izin veriyor ve fazladan su için birikintilere tecavüz edenleri çok ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnızca kumandan, büyük bir ordu içinden tek bir kişi, yüzünü yıkamak için ikinci bir matara kullanmak hakkına sahipti. Ordu kumandanı, kendi karargah komutanlarından birinin, haftalardır su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu ondan esirgedi.. Suyun her damlası, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir özen ile ve kesin emir almış süngülü neferlerle korunmuştur. Bu ufak çukurlar bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle doluydu. Hatta bir gün ordu kumandanının yaveri çok pis bir çukurdan matarasının kadehini doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor, "Sıhhiye reisi sıfatı ile sizi bu suyu içmekten men ederim !" dedi. 
Kadeh, dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde kızgınlık, bir ateş gibi yandı. Bu, kim bilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla, serinliğini ruhunda duyarak içti. Bu bir içimlik su ancak içindeki haşereleri ıslatmak için yeterliydi !..

   

    Birlikler Kanal'a kadar katı peksimetler yedi. Yemleri kalmayan develere insanlardan artan peksimet kırıntıları verdiler. Tahammül edemeyen develerden birçoğu yollarda ölüp gitti..
   Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen birliklerden biri Kanal'a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki geçirecekleri bu son akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matara suları vardı. Boş yere taşıdıkları karavanalarını zayıf tahtalarla yaktıkları ateşlerin üzerine koydular ve tepenin dibinde yatan ölü bir devenin başını kesip pişirmeye başladılar. Fakat talih, akşamüstü hafif bir çizgi halinde Kanal suyunu gören ve Mısır hikayeleriyle mest olan bu birliğe, yaşamak için son bir geceyi çok gördü. Aldıkları emir üzerine ölü deve başını ve yarı kaynamış sularını kumlar üstüne döktüler. Tulumları alıp Kanal'a gittiler..

    

   Bedevi, koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, sivri başlı, hızlı bakışlı bir adamdır. Her kabilenin bir şeyhi vardır. Bu şeyh, asil, cesur ve cömerttir. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kısas memuru bulunur. 
   Şeyhlerin verdiği cezalar hakkında garip hikayeler işittim. Örneğin kendi arzusuyla bekaretini bozduran bir kadınla erkeği kendi babalarına ya da kardeşlerine idam ettirmek adetmiş. Katiller ya "diyet" veriyor, ya da öldürülüyor. Diyet, 40 adi deve, beyaz bir dişi hecin devesi ve kendisiyle evlenebilir bir kızdan ibarettir. Bu kız ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadırına götürülür ve bir erkek çocuk doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik yapar. Doğurduğu çocuk, sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırıldığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez, katilin bedbaht kızı, şeyhler meclisinin huzuruna çıkar ve efendisine : "Bu çocuk kimdir ?" der. Eğer adam, "Yemin ederim ki benimdir !" cevabını verirse çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle alakasını keser ve ailesinin yanına geri döner...
   Vaktiyle bir Bedevi düğününde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı. Bu mektubun en canlı yerlerini kitaba alıyorum :

"Çöl kızlarından amcaoğulları olmayanlar, şehir kızlarından bile bahtiyardır. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilir fakat her kız için amcasının oğluna varmak mecburiyeti var. Hatta bu amca oğlunun birkaç karısı olsa bile.. 
   Ben, askerimden yardım görmüş bir kabilede nikah ve düğüne davet edilmiştim. Nikah günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki : 'Ben taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Allah'ın ve Peygamber'in emrettiği gibi beni kendine erkek diye kabul eder misin ?' Kız cevap verdi : 'Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.'
   Bu sözleri üç kez tekrar ettiler. Sonra kayınpeder elindeki çöpü damadına verdi. Damat bu çöpü başındaki örtü üzerindeki bağın arasına koydu. Çölde nişan alameti işte bu çöptür. Damat bu hareketiyle demek istiyor ki : 'Kızınız bir çöp de olsa başımın üstündedir.'
   Damat geline bir aba, bir entari, demir halhal, saça takmak için bir sicime dizili boncuk, bir çift bilezik, kakülden gerdana kadar burnu örterek asılmak üzere gümüş İngiliz liraları asılı bir bez parçası hediye etti. Sonra da gelin, ta küçüklüğünden beri, böyle bir gün için ayırıp sakladığı cins hecin devesinin burnuna kendi saçından ördüğü halkayı taktı ve kadınlardan oluşan gürültülü bir kortej önünde damadın çadırına girdi..."

      
     

(FALİH RIFKI ATAY'ın "Ateş ve Güneş" adlı anı kitabından derlenmiştir..)    

Güneş Enerjili Çadır



Orange firması teknolojiye farklı bir gözden bakarak değişik konsepte güneş enerjisi ile çalışan bir çadır üretti. 
Özel bir kumaştan yapılan bu çadır, üzerinde bulunan üç hareketli panel sayesinde güneş enerjisini depolayabiliyor ve böylelikle elektrik olmayan bir yerde güneş enerjisinden faydalanarak cep telefonlarınızı şarj edebilir herhangi bir elektronik cihazınızı çalıştırabilirsiniz. 
Üstelik çadırın içinde bulunan LCD monitör ile depolanan enerji hakkında yeterli bir bilgiye sahip olabilirsiniz. Ayrıca bu çadırın ısıtma sistemi sayesinde ortamdaki havayı sıcak yapabilirsiniz. Bu özeliklerinin yanı sıra sms ve navigasyon ile çadırın yerini tespit etme imkanınız da var.

Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?
Einstein’ in 3 yaşında konuşmaya başladığını... 
9 yaşındayken henüz istediği her şeyi tam olarak söyleyemediğini... 
Hocasının anne ve babasına “oğlunuz ne olursa olsun hiçbir zaman başarılı olamayacak” dediğini... 
Bir diğer hocasının da “öğrencilere kötü örnek oluyorsun” diyerek okulu bırakmasını istediğini... 

Matematik hocasının “tembel köpek” taktığını... 

Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

Newton’ un çekingenliği yüzünden diferansiyel ve entegral hesabını 38 yıl sonra yayınladığını... 

Geçimsiz ve kuşkulu kişiliği yüzünden okul arkadaşları tarafından hırpalandığını ve hor görüldüğünü... 

Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

Galileo’nun dünya için yuvarlak dediğini bu hareketi yüzünden idam edildiğini; 
Basküle çıkıp ta öne doğru eğildiğinizde kilonuzun daha az olduğunu ve baskül üzerindedik durumdayken kolunuzu hızlıca kaldırdığınızda kilonuzun bir an için arttığını...

Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

Fahrenheit 451 derecesinde üstü kapalı olmayan, kağıttan yapılmış bir tencerenin içinde su kaynatılabileceğinizi...
Ayrıca François Truffaut’ un ünlü filmi “Fahrenheit 451” inde adını bu durumdan aldığını..


Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

İnsanın göz kapaklarını açıp kapatırken harcadığı enerjinin 20 kg lık bir yükü kaldırmak için harcadığı enerjiye eşit olduğunu...
Köpeklerin ve kediler renklerin göremediklerini..ve bu hayvanların dünyadaki her şeyi siyah beyaz gördüklerini...
Dünya üstünde gölgeler genellikle öğleyin en kısadır. Akşama doğru uzar. Peki Dünya'da gölge uzunluğunun değişmediği yer var mıdır? Kutuplarda Güneş'in ufuktan yüksekliği hep aynıdır. Bu nedenle gölge uzunluğunun değişmediğini... 
Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?
 YILDIRIM


Yeryüzünde herhangi bir anda 2000 tane yıldırım düşmektedir. Bir yıldırımın taşıdığı akım ortalama 1 amperdir. Bulutların tavanı delebilecek iyonosfer tabakası ile yeryüzü arasındaki potansiyel fark -300.000 v- olur. Sadece yıldırım aktivitelerinden dolayı yer yüzüne aktarılan gücün;
P=I*V=2000*300000
P=600000000W
dolaylarında olduğunu...



HAIN HUNI 

Fark ettiyseniz huni kullanarak bir seyi doldururken zaman zaman su siseye bosalmaz ve huninin tepesine kadar yükselir. Bu durumda huniyi biraz yukari kaldirmak gerekebilir. Neden böyle yaptigimizi biliyor musunuz?
Huniye bosaltilan su siseye girdikçe sisenin içinde kaçacak yeri olmayan havayi sikistirmaya baslar. Sisenin içindeki hava basinci huninin içindeki suyun akisini durdurur. Bu durumda huniyi biraz yukari kaldirip sikisan havanin çikmasina izin vermek gerekir. Böylece sivi tekrar akmaya baslayacaktir.

SUDAKI TAS 

Terazinin bir kefesine bir bardak su ve bir tas koyun. Digerine ise karsi kefeyi dengeleyecek sekilde agirlik koyun. Sonra bardaktaki suyun içine atin. Sizce denge bozulur mu?
Denge bozulmaz. Tas suyun içinde disarida oldugundan daha hafif olacaktir. Çünkü su tasa yukari dogru bir itme kuvveti uygular. Ayrica tas kendi hacmi kadar suyu tasiracaktir. Bu durumda suFizikte Biliyor Musunuz? Fizikte Bilmedikleriniz Fizikteki İlginç Olaylar Fizik Bilgi bardagin dibine fazladan biraz daha kuvvet uygulayacaktir ki bu da tam olarak tasin kaybettigi agirlik kadar olacaktir.

TARTILIN BAKALIM 

Basküle çiktiginizda öne dogru egilin. Ne oluyor? Öne egilirken kilo kaybediyorsunuz degil mi? Simdi baska bir sey deneyelim. Dik dururken kollarinizdan birini hizla yukari kaldirin. Kolunuzu yukari dogru kaldirirken kilonuzun da bir an için arttigini farketmissinizdir. Peki niye böyle oluyor?


Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?

SUYU YÖNLENDIRELIM
Saçiniz kuruysa bahsedecegimiz deneyi sizde yapabilirsiniz. Plastik küçük bir tarak alip saçinizi tarayin; aslinda taragi tüylü bir kumasa sürtsenizde olur. Sonra bir lavaboya gidip muslugu azicik açin. Öyle kiFizikte Biliyor Musunuz? Fizikte Bilmedikleriniz Fizikteki İlginç Olaylar Fizik Bilgi su damla damla aksin taragi suya yaklastirin. Damlaciklarin birlestigini ve taraga dogru yaklastiklarini göreceksiniz !


GÖZ AÇIP KAPAYINCAYA KADAR 

Göz açip kapayincaya kadar derizde bu kisa sürede ne kadar enerji sarfettigimizi düsünmeyiz. Isterseniz inanmayin fakat insanin göz kapakalarini açip kapamak için harcadigi enerji 20 kg'lik bir yükü kaldirmak için harcadigimiz enerjiye esittir.




FOTOĞRAF NASIL ÇEKİLİR
Fotoğraf makinemize koyduğumuz filmler ışıktan etkilenir çekmek için düğmeye basınca objektifin içinden küçük bir pencere açılıp kapanır. Böylece; ışıkla birlikte çevrenin görüntüsü de filmin üzerine düşmüş olur. Işık ve gölgenin şiddetine göre filmin üzerine düşmüş olur. Işık ve gölgenin şiddetine göre filmin üzerinde lekeler oluşur. Makineden çıkarılan film banyo edilince bu lekeler daha da belirginleşir. Negatif olan bu görüntü önce pozitif hale getirilir sonra da fotoğraf kağıdı üzerine düşürülür. 
Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?
CAM NASIL YAPILIR?

Cam erimiş haldeki kumdur. Değişik maddelerle zenginleştirilirse kalite cam elde edilir. Beyaz kumdan elde edilen silis veya kuvars madeni ile karbonat nitrat sülfat ve diğer bazı maddelerden oluşan toz karışım fırınlarda ısıtılarak eritilir ve işlenir…..

KARANLIKTA KEDİLERİN GÖZÜ NEDEN PARLAR?

Kedilerin gözlerinde ışığı yansıtan bir madde bulunur. Ağ tabakasının arkasındaki bu madde üzerine düşen ışığı birkaç misli çoğaltarak geri yansıtır.

UÇAK GÜRÜLTÜSÜ NEDEN EVİMİZİ TİTREŞTİRİR?

Sesler havayı titreştirerek uzaklara ulaşır. Titreşen molekülleri çarptıkları yeri de titreştirirler. Uçaklar büyük gürültü çıkardıkları için oluşturdukları titreşimde fazla olur. Bu titreşimler evimizi ve pencerelerimizi sallayabilir havasız yerlerle ses iletilemez. 
Fizikle İlgili İlginç Bilgiler Öğrenmek İster Misiniz?
SU NEDEN SES ÇIKARIR?

Bir ırmağın ya da bir bardaktan diğer bardağa boşalttığımız suyun sesini dinlediniz mi hiç? Su sesinin dinlendirici bir etkisi vardır üstelik. Bu hoş sesi hareket eden suyun içindeki hava kabarcıkları çıkarır. Tıpkı bir zilin sallanan tokmağı gibidir bu kabarcıklar. Sıkışıp sonra boşaltırlar havalarını. Bu hava kabarcıklarını bir bardaktan diğer bardağa boşalttığınız suyun içinde rahatlıkla görebilirsiniz.

KAMERA RESİMLERİ NASIL KAYDEDER?

Görüntüyü elektrik sinyallerine dönüştürerek.

SESİN HIZI NEDİR?
Sesin havada bir saniyedeki hızı 344 metre bir dakikadaki hızı 20.400 metre bir saatteki hızı 1.224 km’dir. Katı cisimler üzerinde ses hızı daha fazladır. Suda ses bir saniyede 1.461 metre ağaç üzerinde 2786 metre demirde 5127 metre taşta ise 6000 metre hıza ulaşır. Sesten daha hızlı uçan uçakların sesini biz patlamalar şeklinde duyarız.