30 Kasım 2010 Salı

OKUL ÖNCESİNDE MATEMATİK OYUNLARI KİTABIMIZ

Yeni basılan "Okul Öncesinde Matematik Oyunları" kitabımızda yer alan tümoyunlar okullarda çocuklarla oynandı. Yazdığımız oyunları anasınıflarında uygulanmasında bizlere yardımcı olan öğretmenlere, öğrencilere ve uygulama öğrencilerimize teşekkür ediyorum.

Kök Yayıncılık yönetici ve çalışanlarının bizlere ve dolayısıyla okul öncesi eğitime verdikleri destek için şükran borçluyum.

Not: Kitap hakkında ayrıntılı bilgi için kitabın üzerine tıklayarak Kök Yayıncılığın web sayfasına bağlanabilirsiniz.


28 Kasım 2010 Pazar

Kandaki doğumgünü mumları

Yeni geliştirilen yöntem sayesinde kandan kabaca yaş tayini yapılabilecek.

LONDRA - Adli bilimciler yakın bir gelecekte çantalarına yeni bir araştırma seti daha ekleyecekler. Hollanda’dan araştırmacılar, küçük bir parça kandan alındığı kişinin yaşını yaklaşık olarak veren yeni bir yöntem geliştiriyorlar. Yöntem henüz işin başında olduğundan, kişinin yaşını 9 yıllık bir aralık içinde saptayabiliyor.

Halen olay yerindeki kan kalıntılarından alınan örneklerin DNA analizi ancak mevcut veritabanındaki kişilerle karşılaştırılabiliyor veya cinsiyet ile göz rengi gibi özelliklerin belirlenmesinde kullanılabiliyor. Yaşın tahmin edilmesiyse şu ana kadar mümkün değildi. Çalışmayı yapan ekibin başındaki Erasmus Üniversitesi Adli Moleküler Biyoloji Bölümü’nden Manfred Kayser, yaş tayini için en iyi yöntemin diş ve kemiklerin analizine dayandığını, fakat iskelet kalıntılarına ihtiyaç duyulmayan yeni bir test geliştirmek istediğini belirtiyor.

Kayser ve arkadaşları bu konuda bilimsel literatürü karıştırırken bir beyaz kan hücresi olan T-hücrelerini pompalayan timusun ilerleyen yaşla birlikte yavaş yavaş yağ dokusuyla yer değiştirdiğini farketmişler.Önceki çalışmalara göre bu süreç de gerisinde genetik bir iz bırakıyor. T-hücreleri timus içindeki olgunlaşmaları sırasında patojenleri tanıyabilecek moleküler bir almaç oluşturmak için DNA’larını tekrar düzenliyorlar. Bu da arkasında artık DNA düğümleri bırakıyor. Bu düğümler de timusun ne kadar yaşlandığı konusunda güvenilir bir dayanak noktası haline geliyor.

‘Current Biology’ dergisinde yayınlanan çalışma sırasında yaşları birkaç haftalıktan 80’e kadar değişen 195 Hollanda’lı gönüllüden alınan T-hücreleri incelenmiş. Analiz sonunda kanın sahibinin yaşının en fazla 9 yıllık bir yanılma payıyla tahmin edilebildiği ortaya çıkmış. Üstelik bunun için taze kan örneklerinin dışında 1,5 yıllık kalıntıların da kullanılabildiği görülmüş.

Kayser yeni bulgunun sonuçlanmamış bir çok eski adli dosyayı hemen çözüme kavuşturacağını söylemiyor fakat yöntemin diğer kanıtlarla birlikte kullanılmasının yararlı olacağını belirtiyor. Teknik, aynı zamanda felaket kurbanlarının kimlik tespitinin daha kolay yapılabilmesi açısından da önemli.

Özgün makaleye ulaşmak için tıklayın. 
kaynak

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bilim uğruna!

Laboratuvar deneyleri için üretilen kobaylar sefalet içinde yaşıyorlar.

İngiltere’de doğal yaşamdan koparılan hayvanların bilimsel deneylerde kullanılması her ne kadar 1997 yılında yasaklanmış olsa da, kanunlardaki bir açıktan faydalanılarak vahşi hayvanların kafeslerde üretilmesi sonucu elde edilen yavrular laboratuvarlarda denek olarak kullanılıyor.

İngiltere 2008 ve 2009 yılları boyunca 5.000 primatı bu amaçla ithal etmiş durumda. Çin, Kamboçya, Vietnam ve Endonezya’nın başını çektiği ülkelerde yıllık ortalama 100.000 adet üretilen makak ve resus gibi primat türleri dünyanın her köşesindeki araştırma laboratuvarlarına satılıyorlar. 

Damızlık olarak toplanan tüm vahşi hayvanlar esaret altındaki ilk birkaç haftalarını küçük kümeslerde geçiriyorlar. Üretim merkezine ulaşan hayvanların tutuldukları kafeslerin büyüklüğü de 50-60 cm’yi geçmiyor. Yüzlerce kafes sıralar halinde dizilmiş bir şekilde duruyor. Şanslı olan birkaç maymun oyalanmak için kendilerine verilen plastik ya da ağaç parçalarına sahip. Üretim merkezi yüksek tel örgülerle çevrili ve sopalı/bıçaklı bekçiler tarafından izleniyor.

Hayvanların bazıları delirmişçesine kafes içinde dönerken birçoğu da yaşadıkları şok etkisiyle sessizce bir köşeye siniyorlar. Laboratuvarlarda kullanılarak binlerce insan hayatının kurtulmasına vesile olan kobayların bu hali yürek parçalıyor.

Dişiler her yıl en az bir defa yavrulatılıyor ve yavrular sekizinci ayda zorla sütten kesilerek ihraç ediliyor. Hayvanlar ülkenin açık pazarlarında yaklaşık beş-altı bin liraya satılıyor. Bugün küresel ölçekte laboratuvar hayvanı bütçesi yıllık 750 milyon liraya ulaşıyor. Bugün Çin, hem kendi laboratuvarlarında kullanılmak hem de ihraç edilmek üzere Asya’nın güneybatısında yer alan ormanlardan önemli sayılarda hayvan topluyor. Bir yandan da komşu ülkelerden aynı şekilde toplanmış potansiyel kobayları ithal ediyor.


Bazı havayolu firmaları bu hayvanların taşınmasını boykot ediyor olsalar da başta hayvan taşıma pazarının en büyüğü haline gelen Air France olmak üzere American airlines ve Continental gibi firmalar taşımayı halen sürdürüyorlar. 



25 Kasım 2010 Perşembe

Tüm Buzul Çağı gözler önünde

Colorado'dan paleontologlar, yaptıkları kazıda Buzul Çağı ekosistemine ait önemli fosillere ulaştılar.

Denver Doğa ve Bilim Müzesi’ne bağlı ekibin Colorado’nun batısında yürüttükleri kazı çalışmasında, Buzul Çağa ait bir çok canlının fosiline ulaşıldı. Bunlar arasında dev tembel hayvan, geyik benzeri küçük bir memeli, beş mastodon, üç bizon ve genç bir mamut’a ait fosil kemikler ile birçok böcek ve bitki fosili çıkarıldı. İnsan’a ilişkin herhangi bir kemik kalıntısına rastlanmadı.

Müzenin paleontoloji birim yöneticisi Ian Miller, Buzul Çağı ekosistemine ait böylesi bir zenginliğin, sadece tek bir noktadan elde edilebilmesinin pek rastlanılamayan bir durum olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor, “Yorum yapabilmek için tek bir kemik yerine tüm bir canlı yelpazesine ilişkin örneklerimiz var. Bugüne kadar rastladığım en heyecan verici bilimsel olay”.

Kemiklere ilişkin ilk ipucunu, geçtiğimiz Ekim ayında Snowmass Köyü yakınlarındaki Ziegler rezervuarında çalışmakta olan bir kepçe operatörü yakalamış. Yere saplanmış haldeki omur kemiklerini farkeden operatör arkadaşlarına haber vermiş ve ilk başta bunların büyükbaş hayvanlara ait olduğunu düşünmüşler. Fakat buldukları devasa boyutlardaki çene kemiği üzerine durumun daha farklı olduğunu anlamışlar.

Şu an alanda kemikleri çıkarmak üzere dört farklı ekip aynı anda çalışıyor. Buna ek olarak bir diğer grupsa, bataklık kömürü tabakasında bulunan bitkiler üzerine yoğunlaşmış durumda. Kazı alanı, fillerin ataları olan ve 12.800 yıl kadar önce yokolmaya sürüklenen mamut ve mastodon iskeletlerini aynı anda bulundurması açısından da eşsiz.


Sahanda denizanası

Akdeniz'de yaşayan sahanda yumurta görünümlü denizanaları ilk defa yapay ortamda üretildi.

Sahanda yapılmış mis gibi bir yumurtaya benzeyen bu denizanası her nekadar oldukça leziz görünse de kahvaltı tabağınızda görmek istemezsiniz. Torben Webber’in çektiği fotoğraflarda gördüğünüz garip denizanası yapay ortamda dünyaya gelmiş.

Doğal olarak Akdeniz’de bulunan Phacellophora camtschatica türü denizanaları, yaşamak için yüksek oranda güneş ışığına ihtiyaç duyuyor. Yaşam ortamlarından uzaklaştırıldıklarında da üretilmeleri oldukça güç. İsviçre’deki Basel Hayvanat Bahçesi personeli doğal koşulları oldukça iyi taklit etmişler ve sonuçta küçük denizanaları dünyaya gelebilmiş.

Yavru elde edilebilmesi için canlıların yaşamakta oldukları akvaryum güneş ışığı etkisini verebilen ampüllerle donatılmış. Hayvanların günlük besinleri de en ince detayına kadar düşünülerek en iyi şekilde sağlanmış. Meydana gelen yumurtalar akvaryumda bulunan gerçek deniz suyu içinde döllendikten sonra tabandaki organizmalara tutunan bir larvaya dönüşmüş. Larvalardan meydana gelen yavru denizanaları görünüm itibariyle sahanda yumurtayı andırsalar da aynı akibeti paylaşarak pişmemeleri için ilk bir kaç gün boyunca ışıktan uzak tutulmuşlar.


 Bu tür erişkin hale geldiğinde 35 cm’lik bir çapa sahip oluyor. Ve bir çok denizanası türünden farklı olarak 
‘yumurtanın beyaz’ kısmını dalgalar halinde hareket ettirerek kendi başlarına ilerleyebiliyorlar.


 


24 Kasım 2010 Çarşamba

Uçan yılanların sırrı

Ağaçtan ağaca 24 metreye varan mesafeleri aşabilen yılanların ilginç tekniği çözüldü.

Yerden 15 metre yukarıda kuyruğunu bir dala dolayarak asılı kalan, ayrıca uçarak atlayabilen "Chrysopelea paradisi" türü yılanların bu yeteneğinin sırrını çözen bilimciler, diğer sürüngenler için böyle bir atlayışın intihar anlamına geleceğine dikkat çekiyorlar.

Virginia Tech Üniversitesi'nden bilimcilerin yaptığı araştırma, ağaçlarda yaşayan benzer 5 türden biri olan ve Güneydoğu ile Güney Asya'da görülen Chrysopelea paradisi türü yılanların, ağaçtan aşağıya doğrudan atlamadıklarını, ilginç bir şekilde bir ağaçtan diğerine 24 metreyi bulabilen mesafeleri rahatlıkla geçebildiklerini ortaya koydu. Araştırmada, kanatları olmadan süzülen bu yılanların hareket sırasında vücutlarının tam olarak aldığı şeklin esas dayanak noktası olduğu belirtiliyor.

Araştırma ekibinin lideri olan Virginia Tech Üniversitesi'nden biyolog Jake Socha, süzülüş sırasında yılanların nasıl pozisyon aldıklarını tespit etmek için hayvanları, yaklaşık 15 metrelik bir kuleden aşağıya atlarken filme aldıklarını söylüyor. Bununla birlikte yılanların vücutlarına, uçuş sırasında her anki pozisyonlarını hesaplamak için beyaz referans noktaları koyulmuş. Socha, kullandıkları tekniğin bir çok yeni nesil filmde kullanılan hareket yakalama tekniğine benzediğini belirtiyor. Kaydedilen görüntüler sayesinde yılanı 'uçuş' sırasında gösteren üç boyutlu bir model elde edilmiş. 

Görüntüler, yılanların süzülüş sırasında standart bir süzülüşteki gibi, yatay pozisyonda olmadıklarını, aksine 25 derece yukarı yönlü döndüklerini gösteriyor. Vücudun yaptığı dalgalanma hareketi onu aşağı doğru çeken kuvvetle tam bir tezat oluşturarak kuvvetin etkisini sıfıra indirgiyor. Hatta yılan kendisini yukarı yönde itiyor. Yukarı yönlü kuvvetin yılanın ağırlığının uyguladığından fazla olması nedeniyle de hayvan hipotetik olarak aslında yere düşmüyor. Ancak bu geçici bir süre için devam ettiğinden sonunda yılan kendini yere bırakıyor. Socha ve ekibin sonuçlarına göre bu hareketin sürekliliğinin sağlanması halinde teorik olarak yılan düşmeden daima havada yukarı doğru hareket edecekti.

California'daki Amerika Fizik Derneği'nde sunulan sonuçların, bu hafta da 'Bioinspiration and Biomimetics' dergisinde yayınlanacağı bildirildi. Sonuçların robotların hareketlerinin geliştirilmesinde kullanılacağı belirtiliyor.




 

23 Kasım 2010 Salı

Hayvanların doğum anları büyülüyor

Önce kabuk çatlamaya başlıyor. Daha sonra  telaşlı 
bir hareketlenme başlıyor içeriden dışarıya doğru.
 
Bir delik açılıyor kabukta ve dışarıya pembe  bir ayak çıkıyor önce, yine telaşla. Sonunda 
ufaklık kabuğundan tamamen kurtulup hayata kocaman gözlerle ve büyük bir merakla 'merhaba' diyor. 







22 Kasım 2010 Pazartesi

Kediler nasıl su içer?

Kedilerin gizemli su içme davranışı yüksek hızlı kameralar sayesinde çözüldü.

Kediseverler için bir gizem daha ortadan kalktı. Bu dört ayaklı zerafet timsallerinin, sıvıları nasıl bu kadar kibar ve kusursuz bir şekilde içtikleri yüksek hızlı kameralar yardımıyla aydınlatıldı.

Science dergisinde yayınlanan makale, kedilerin suyu alırken yüzeyini kesintiye uğratmayacak şekilde dillerini kullanabildiklerini söylüyor. Bu da susuzluklarını giderirken etrafı batırmada da usta olan çoğu köpeğin sergilediğinden farklı bir yöntem.

Massachusettes Teknoloji Enstitüsü’nden biyofizikçi Dr Roman Stocker, kendi evcil kedisi Cutta Cutta’yı su içerken seyretmesinin ardından araştırmaya başlamaya karar vermiş, "O anda kedilerin aslında basit gibi görünen sıvıları içme davranışlarının ardında ilginç bir biyomekanik problemin saklı olduğunu anladım.”

 Virginia Politeknik Enstitüsü ve Princeton Üniversitesi’yle işbirliği yapan Dr Stocker, kullandıkları yüksek hızlı kamera sayesinde, su içerken emme hareketi yapan insan, koyun ve at gibi canlılara karşılık kedilerin hemen göze çarpmayan farklı bir teknik kullandıklarını farketmiş. Buna göre kedi dilinin ucu, su kabına doğru inerken arkaya doğru kıvrılıyor. Fakat bu noktada suyun içine girmek yerine hafifçe yüzeyine dokunuyor. Kedi diliyle temas sağlayan su ona yapışıyor ve tam bu anda geri çekilen dil bir su sütunu meydana getiriyor. Sütunun girişiyle ağzını kapayan kedi de sıvının bir bölümünü almış oluyor. Araştırmacılar, kedi dili üzerinde bulunan minik kılların su içerken yardımcı olduğu fikrini de çürütüyor. 

Mekanizmanın ayrıntılarını inceleyen ekip bir de robot kedi dili yapmış. Bununla yapılan çalışmalar sonucunda tüm işlevin eylemsizlik ve çekim kuvvetlerinin etkileşiminden kaynaklandığını ortaya koymuşlar. Dr. Stocker, su sütununun eylemsizlik kuvvetiyle meydana geldiğini söylüyor, “Su kütlesi daha büyük bir hacme ulaştığında bir noktada çekim kuvveti eylemsizliği kırarak suyun geri dökülmesine neden oluyor. Burada kedinin zamanlaması çok önemli. Çünkü ağzını kapadığı nokta işte tam da eylemsizliğin kalktığı o an.”  

Hayvanat bahçelerindeki daha büyük kediler ile çevrimiçi videoları takip eden ekip leopar, çita, kaplan gibi büyük kedilerin de aynı mekanizmayı kullandıklarını tespit etmişler. Dr. Stocker kedilerin basit bir işlemi neden böyle gizemli bir hale getirdiğinin anlaşılamadığını fakat bunun suyu sevmemelerinin bir sonucu olabileceğini belirtiyor, “Su içerken kendini mümkün olduğunca kuru tutmaya çalışıyor olabilir.”

Princeton Üniversitesi’nden Dr. Jeffrey Aristoff çalışma sonuçlarının, sıvı yüzeylerle iletişim halindeki robotların tasarımında kullanılabileceğini ve hatta su üzerinde yürüyebilen robotların bile söz konusu olduğunu ifade ediyor, “Bir iskelet desteğe ihtiyaç duymayan dil gibi yumuşak yapının karmaşık hareket mekanimalarının anlaşılmasıyla, benzer şekilde yumuşak robotların üretimi de gerçek olabilir.”

 

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sınırlardaki yaşam

Okyanus tabanının 1391 metre altındaki sert koşullarda bakterilere rastlandı.

Aşırı sıcaklık, basınç, nem ve diğer fiziksel koşulları umursamaksızın yaşam alanı olarak seçen mikroorganizmalara yeni üyeler eklendi. Yer kabuğunun daha önce inilmemiş olan ve manto tabakasının hemen üzerinde yer alan en alt katmanına yapılan keşif sondajı, mikroorganizmaların bu sert koşullarda dahi yaşamlarını sürdürecek kadar başarılı olduklarını ortaya koyuyor.

Oregon Devlet Üniversitesi’nden Stephen Giovannoni başkanlığındaki bir ekip, sonda matkaplarını Atlantik Okyanusu’nun ortasında yer alan Atlantis Dağı’na daldırmış. Sonda sırasında sıcaklığın 102 santigrat dereceye ulaştığı 1391 metrelik derinlikte oldukça yaygın bir bakteri komünitesine rastlanmış.  

Araştırma makalesinde yeni keşfedilen bakterilerin yapıları itibariyle kayalar üzerinde bulunanlardan oldukça farklı oldukları belirtiliyor. Örneğin bunlardan bir çoğu, petrol rezervuarlarında bulunanlara benzer şekilde metan ve benzen gibi hidrokarbonlarla beslenmek üzere evrilmişler. Keşfin yapıldığı katmanda petrol ve gaz oluşumuna neden olan tepkimelerin manto kabuğunda da gerçekleşebileceği gözönüne alınırsa, bu tip bakterilere çok daha derinlerde de rastlayabilmek ihtimal dahilinde.

Bulgular sadece yerkabuğuna değil, Mars gibi diğer gezegenlere yönelik olarak da ipuçları sunabilir. Çalışma, Dünya-dışı yaşam arayışlarında doğru yerlere odaklanılması açısından da yol gösterici nitelikte.

kaynak 
 

19 Kasım 2010 Cuma

Bakterilerden rakiplerine Toksik ok!

Dünya bir savaş alanı. Ve her tür, kendi yaşamını sürdürmek için çaba sarf ediyor. Bu mücadeleyi mikro ölçekte, bakteriler arasında bile görmek mümkün. Ancak, mikro ölçekteki yaşam savaşı, bazen kendisinden beklenmeyecek kadar sıradışı olabiliyor.

California Üniversitesi‘nde gerçekleştirilen bir çalışma, rekabet eden bakterilerin, birbirlerine karşı ilginç bir silah kullandığını ortaya koyuyor. Öyle ki, bu bakteriler, birbirlerine yaklaştıklarında, zehirli oklar atıyor ya da kendilerini kalkanlar ile rakiplerden gelen bu oklardan koruyorlar.
Gerçekleştirilen çalışma, bu savaşçı bakterilerin, hücre zarları üzerinde çubuk yapıda proteinler (zehirli ok) barındırdığını gösterdi. Bu oklar, o hücreye başka bir hücrenin temas etmesi ile rakip hücreye gönderiliyor. Oklar, literatürdeki adı “contact dependent growth inhibition” ya da “CDI” olan yol ile rakip hücreye etki ediyor.
Daha da ilginci, bazı bakterilerin bu okçulara karşı bir savunma sistemi de bulunuyor. Bu bakteriler, sahip oldukları bağışıklık proteini ile rakibin toksik oklarını etkisiz hale getiriyor. Bu özel savunma sistemi de “contact dependent growth inhibition immunity” olarak geçiyor.



"Contact dependent growth inhibition" ve Korunma Mekanizması

Araştırma takımının bulgularına göre, bakterilerin sahip olduğu ok çeşidi de tek değil. Çalışma sonuçlarına göre, bazı bakteri türlerinde 50′den fazla farklı türde ok tespit edilmiş. Ayrıca, her bakteri, kendi sahip olduğu oka karşı savunma sistemine sahip. Ancak ne kadar ölümcül gözükse de, savunması olmayan bir bakteri, bir ok tarafından isabet aldığında genellikle ölmüyor; ancak çoğalması duruyor. Toksik oklar, tıpkı çoğu antibiyotik gibi, sadece hücresel faliyetleri durdurarak, büyümeyi durduruyor.

CDI Sistemine Sahip E. coli bakterileri (yeşil) CDI sistemine sahip olmayan bakteriler (kırmızı) ile etkileşime geçiyor.
Araştırma henüz ilk basamaklarında olduğu için toksik okların tam olarak hangi yollarla hücreleri durdurduğu bilinmiyor. Ancak, bazılarının hücre içine girip, rakip bakterinin RNA’larını işlevsiz hale getirdiği; bu sayede protein üretimini durdurduğuna dair önemli ipuçlar var. Diğer bazı oklar ise doğrudan rakip hücrenin DNA’sını parçalayarak, bölünmesini durduruyor.
Çalışmada görev alan Prof. David Low, bahsi geçen CDI sisteminin, E.coli gibi hayvan ve bitki patojenlerini içine alan, oldukça büyük sayıda türde bulunduğunu belirtiyor. Yine çalışmada görev alan diğer bir araştırmacı Stephanie K. Aoki, elde ettikleri bu bulguların, öncelikle hastalıkla savaşta işe yarayacağını belirtiyor. Aoki, antibiyotik direncinin patojenlerde gittikçe arttığını ve alternatif yollara yönelmenin şart olduğunu belirtiyor. Bu bakımdan, zehirli oklar bize bir ipucu verebilir.

GDO'dan kaçış yok

800'den fazla Genetiği Değiştirilmiş Organizma'lı (GDO) ürünü tüketiyoruz ama ne yediğimizi biliyor muyuz?

İSTANBUL - İnsanlar, tarıma başladığından beri yetiştirdileri bitki ve hayvanlara istedikleri özellikleri kazandırmaya çalışıyor. ’Yetiştirmek’, yapay bitkilerin özelliklerine müdahale ederek onları daha verimli hale sokmak olarak tanımlanıyor.

Bir başka değişle bitkilere müdahale tarımın başlangıcından itibaren söz konusu. Ancak bu müdahale bitkilerin doğrudan genleri üzerinden olmamıştı. Bilimin gelişmesiyle 1980’lerden sonra bu da mümkün oldu.
Bu ay NTV Bilim’in de kapak konusu yaptığı genetiği değiştirilmiş gıdalar, ilk üretildikleri dönemden bu yana tartışmaların konusu oldu. 

GDO NEDİR?
Bilimadamları 25 yıl önce, genleri DNA’dan ayırarak başka bir canlıya yerleştirebilceklerini keşfettiler.
Bir canlıdaki genetik özelliklerin kopyalanarak, bu özellikleri taşımayan bir canlıya aktarılması sonucunda üretilen yeni canlıya Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) deniyor. 


 Özellikle 1980’lerden sonra bitki biyoteknolojisi alanında önemli gelişmeler sağlandı. İlk transgenik (genetiği değiştirilmiş) ürün olan, uzun raf ömrüne sahip Flavr Savr domaesi 1996 yılında raflardaki yerini aldı. Bunu, gen aktarılmış mısır, pamuk, kolza ve patates izledi.

Bu yöntemle elde edilen bitkiler, ilaçlara ya da zararlılara karşı daha dirençli oluyor. Bu da kimyasal böcek ilaçlarının kullanılmasını azaltıyor. Günümüzde mısır ve pamuğun zararlılara, soya ve kanolanın böcek ilaçlarına, papaya ve kabağın da virüslere karşı dirençli olmasında GDO teknolojisi kullanılıyor.
Genlere müdahale ederek bitkilerin lezzet, besleyicilik ya da dayanıklılık gibi özelliklerini geliştirilebiliyor. İstanmeyen durum ve olaylara daha kolay müdahale edilebiliyor. Genetiği değiştirlmiş organizmaların özellikle aşı ve ilaç yapımında kullanılması önem kazanıyor. Susuzluğa dayanıklı bitki geliştirme çalışmaları ise halen devam ediyor. 

AŞILARDA GENETİĞİ DĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNLER TAŞIYOR
Gıdaların genetiğinin değiştirilmesi ile ilgili tartışmlar devam ediyor ancak genetiği değiştirilmiş ürünler yeni değil. İnsülin geninin domuzlardan alınıp bir bakteriye aktarılmasıyla diyabet hastalarına insülin sağlanabiliyor. Tiroid ve büyüme hormonları genleri, hayvanlardan kesilerek bakterilere aktarılıyor ve hormon eksikliği olan insanlar faydalanabiliyor. Şekersiz yiyecekler kullanılan Aspartame maddesi de GDO’lardan üretiliyor.En önemlisi ise hepatit B aşısı başta olmak üzere bir çok aşının GDO’lardan elde ediliyor olması.

AÇLIĞA ÇARE Mİ?
Ayrıca genetik müdahale ile daha bol ürün elde edilemesi de teorik olarak mümkün. Bu özelliklerinden dolayı, GDO’yu savunanlar, bunun dünyada artan gıda ihtiyacın karşılanması konusunda cevap olabileceğini savunuyor.


ABD Tarım Bakanlığı’nın yaptırdığı bir araştırma ise GDO’lu ürünlerin daha yüksek verim sağladığının genel bir doğru olarak kabul edilemeyeceğini ortya koydu. Bu rapora göre verimin daha yüksek olduğu bölgeler olduğu gibi daha düşük olduğu bölgeler de var.

ELEŞTİRİLER
GDO teknolojisindeki gelişmeler ve bu tür bitkilerin daha yaygın olarak kullanılması ile birlikte GDO’lu ürünler hakkında tartışmalar da yoğunlaştı. GDO’lu ürünler özellikle insan sağlığı ve çevreye etkileri konusunda eleştirilerin merkezine yerleşti.
Konuyu sağlık açısından ele alan bazı bilimadamları, GDO içeren yiyeceklerin insan sağlığına zararlı olaileceğini savnuyor. Gen bitkinin içine yerleştirildiği için, onu tüketenlerin de risk altında olacağı, sağlık konusundaki eleştirilerde sık sık dile getiriliyor. GDO’ların hedef olan ürün hariç diğerlerinde nasıl bir etki yaptığı bilinmiyor. Zaman zaman bu gıdaların kansere yol açacağı iddiaları dil getirilse de bunun doğruluğunu kanıtlayan bir araştırma henüz yapılmadı.

ÇEVREYE TEHDİT Mİ?
GDO’lu bitkilere getirilen eleştiriler önemli bir bölümü de doğal çevreye olan etkileri ile ilgili. Karşıt görüştekiler GDO içeren ürünlerinin tohumları çevreye karışıarak doğal ürünleri etkileyip yapısnı bozabileceğini savunuyor. GDO’lu ürünlerin doğal ortama yayılıp yaygınlaşması sonucunda böcek nüfusunun olumsuz etklilenmesi ve tüm ekosistemin çökme olasılığı da dile getirilen bir başka eleştiri. GDO’lu ürünlerin biyoçeşitliliği tehlikeye sokacağı ve biyolojik kirliliğe neden olacağı da yaygın endişeler arasında.


ETİK BİR TARTIŞMA
Tartışmanın bir başka boyutu da ekonomi temelli. Bugün GDO’lu gıda üretimi bir kaç şirketin tekeli altında. Geleneksel tarımda kullanIlan bitkilerin tohumlarıyla bir sonraki yıl yenide ürün alınabiliyor. GDO’lu tarında ise bu mümkün değil; üreticiler, firmalardan her sene tohum alınmak zorunda.
Eleştirilerin ticaret ve etiğin kesiştiği bir konu da patent konusu. GDO’lu bitkilerin patentinin neredeyse tamamı şirketlerin elinde bulunuyor. Tüm insanlığa ait olan bir materYal olan DNA’nın özellşetirlmesi endişe ve tartışma kaynağı. 

HUKUKİ BOYUT NET DEĞİL
Konunun yasal boyutu da net değil. Transgenik bitki üretimi yapan ülkeleri bu konuda mevzuat çalışmalarını yapmış olsalar da, bu ürünlerin pazarlandığı ülkelerdeki teknolojik ve mevzuat eksikliği önemli sorunlar yaratıyor.
GDO’lu ürünler için ruhsatlandırmayı ABD’de Gıda ve ilaç Dairesi (FDA), Avrupa Birliği’nde ise Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA) yapıyor. Ama bazı AB ülkeleri kendi biyogüvenlik yasalarını kuruyor ve birliğin kontrol mekanizmalarına ek olarak kendi ülkelerindeki bilim merkezlerinde yeni güvenlik araştırmaları yaptırıyor. 

UZLAŞI MÜMKÜN MÜ?
GDO’lu ürünler hakkında bir uzlaşma olabilir mi? Bu konuda tartışılan bir kaç alternatif var:
  • GDO içeren ürünler için izole yetiştirme alanları kurulabilir.
  • En büyük 5 GDO üreticisi için kısıtlamalar getirebilir
  • GDO içeren ürünlerin etkileri tam olarak gözleninceye kadar reklam yapılmayabilir
  • GDO ürünleri yetişmek isteyen çiftçilere lisans alma zorunluluğu getirebilir.


HANGİ ÜLKELERDE ÜRETİLİYOR? Halen yetiştirilmekte olan transgenik ürünlerin yetiştirildiği ekim alanlarının % 99’un ABD, Arjantin, Kanada ve Çin’de yer alıyor.
ABD ‘de işlenmiş gıdaların yüzde 75’i GDO’lu ürün içeriyor. Yapılan araştırmalarda, Amerkian vatandaşların çoğu GDO içeren ürünler hakkında resmi kuruluşlara güvendiği, AB vatandaşalrınınsa daha çok sivil toplum kuruluşları ile üniversitelere itibar ettiği görülüyor. 

TÜRKIYE’DE GDO’LU ÜRÜN VAR MI?
Herhangi bir denetim olmadığı için Türkiye’dene kadar alanda GDO’lu ürün yetiştirildiği bilinmiyor. Bununla birlikte biyogüvenlik yasası geçtiğimiz ay çıktığı için genetiği değiştirilmiş bitkilerin kontrolsüz biçimde Türkiye’ye girdiği ve gıda sanayiinde yıllardır kullanıldığı biliniyor. Yapılan bir çalışmaya göre Türkiye’de satılan 800’e yakın gıda maddesi, GDO içeriyor.

HANGİ ÜRÜNLERDE GDO VAR
Özelikle GDO’lu soya ve mısır nedeniyle geniş bir ürün yelpazesinde GDO’lu ürünler kullanılıyor. GDO’lu soya; sucuk, salam, sosis gibi kırmızı etin kullanıldığı ürünlerde, etsuyu tabletlerde, fındık-fısık ezmesi, çikolatalı ürünler, çeşitli unlu mamüller, süt tozu, hazır çorbalar ve hayvan yemlerinde kullanılıyor.
GDO’lu mısırın kullanıldığı alanlarsa; nişasta bazlı tatlandırıcılar yoluyla gazoz, kola ve meyve suları, mısır yağı, bebek mamaları, hazır çorbalar ve hayvan yemleri.


Küçük böceğin 'büyük' sırrı

Vücut ağırlığına oranla bilinen en büyük testislere sahip canlı keşfedildi.

         Cambridge ve Derby Üniversiteleri'nden araştırmacılar, yeryüzünün vücut ağırlığına oranla bilinen en büyük testislere sahip canlısını ve bunun nedenini buldular. Çalışma büyük testis yapısının, bilim dünyasındaki bilinen görüşün aksine, aynı oranda fazla sperm üretimiyle ilişkili olmadığını da ortaya koyuyor.

Araştırma projesini yürüten biyologlar, kabarcıklı çalıçekirgesi'nin (Platycleis affinis) vücut ağırlığının yüzde 14'ü ağırlığındaki testislere sahip olduğunu ortaya çıkardılar. Bu da aynı oranı insana uyguladığımızda testislerin yaklaşık 5 kg'a eşit olması anlamına geliyor. Bu sonuçla çalıçekirgesi, yüzde 10,6'lık oranla daha önceki rekortmen olan meyve sineğini de (Drosophila bifurca) geride bırakmış oluyor.

Çalışmanın lideri Dr Karim Vahed, çekirgenin neredeyse tüm karnını kaplayan organın büyüklüğü karşısında oldukça şaşırdıklarını söylüyor, "Aynı zamanda testislerin neden bu kadar büyümüş oldukları üzerinde de çalıştık. Burada da evrensel evrim kuralları işliyor gibi görünüyor. Vücuda oranla nispeten büyük testislere sahip olan canlılarda dişiler, bir çok böcek, balık, kuş ve memeli türünde gösterildiği üzere genel olarak çok fazla erkekle çiftleşme eğilimi gösteriyorlar. Bu nedenle erkekler rekabete dayalı olarak çok daha fazla sperm üretim ihtiyacı duyuyorlar. Bununla birlikte erkeklerin çiftleşme sıklığındaki azlık da benzer yapıyı meydana getiriyor. Fakat önümüzde bulunan çalıçekirgesinin durumunda aynı mekanizma görülmüyor. Büyük testislere dayalı bir fazla sperm üretimi söz konusu değil. "

Üzerinde çalışılan 21 çalıçekirgesi türünde de dişiler, iki ay süren ergenlik dönemleri boyunca birden fazla erkekle çiftleşiyorlar. Çiftleşilen erkek sayısı bazen 23'e kadar çıkabiliyor. Buna karşılık kabarcıklı çalıçekirgelerinde bir seferde aktarılan sperm sayısı beklendiği gibi fazla değil aksine çok daha düşük hacme sahip.

Vahed, canlılardaki sperm rekabetine ilişkin bilinenlerin yeni bulguyla birlikte tekrar elden geçirilmesi gerektiğini söylüyor, "Kabarcıklı çalıçekirgesini incelediğimizde erkeklerin dişiye tek bir seferde yüksek miktarda sperm aktarmak yerine, onlarla tekrar tekrar çiftleşme eğilimi gösterdiklerini keşfettik. Bunu da büyük testisler sayesinde mümkün olan yüksek sperm depolayabilme imkanı sayesinde gerçekleştirebiliyorlar. Erkekler tek bir dişiye yüksek miktar yerine bir çok dişiye daha az sperm aktarmayı tercih ediyorlar. Dişilerin birden fazla erkekle çiftleşme eğilimi de bu çoklu aktarımı mümkün kılıyor. Bu tip büyük testis gelişiminin, tek eşli canlılardan ziyade evrimsel açıdan çok eşlilikle parallellik kurduğunu düşünüyoruz."



 

18 Kasım 2010 Perşembe

Hapis protein biyolojinin sırlarını açıklıyor

Araştırmacılar, obezite, kanser ve diabet üzerine etki eden biyolojik fonksiyonlar ile DNA’yı onaran mekanizmaya ilişkin kimyasal sürecin anahtar basamağını gözlemeyi başardılar. 

Gözlemler bakteri DNA’sını onaran protein olan AlkB üzerine odaklansa da sonuçlar aynı aileye ait ve insandaki düzenleme mekanizmalarında önemli rollere sahip olan bir çok proteine uyarlanabilecek özellikte.

DNA ve proteinler, vücut içindeki fonksiyonlarının kontrolünü metilasyon adındaki kimyasal işlem (bir bileşiğe metil –CH3- grubunun bağlanması)  yardımıyla sağlıyorlar. Son araştırma makalesi de proteinlerin oksidatif demetilasyon adı verilen kimyasal süreçle biyolojik molekülleri ve sahip oldukları işlevleri nasıl başkalaştırdıklarına yönelik yeni ayrıntılar sunuyor.
Çalışmanın başında yer alan Chicago Üniversitesi kimya profesörlerinden Chuan He, araştırmacıların bir gün proteinlerin insan hücrelerindeki biyolojik açıdan oldukça önemli olan demetilasyon fonksiyonunu gerçekleştirmelerini engelleyebilecek yöntemler geliştirebileceğini söylüyor, “Bu proteinler bugün biyolojideki bilinen en heyecan uyandırıcı protein ailesi. Kanser, obezite ve diyabet üzerinde doğrudan etkililer ve DNA ya da protein modifikasyonlarındaki standart yolları takip etmiyorlar. Daha çok RNA gibi hareket ediyorlar ve bu da biyolojik araştırmalar açısından yepyeni bir saha açıyor.” 

DNA örneğinde metilasyon ve demetilasyon süreçleri, genetik kodun proteinleri ne şekilde oluşturacağı üzerinde etkili. Chuan He de, hücrelerin ne şekilde değişerek son hallerini alacaklarını ve genetik bilginin proteinlere nasıl aktarılacağını düzenlemesi nedeniyle metilasyonun doğadaki en etkili işlemlerden biri olduğuna dikkat çekiyor.
Ekip AlkB proteinini konukçu molekül ile tepkimeye girdiği anda yakalayarak hapseden bir kimyasal teknik geliştirmiş durumda. Yeni teknik molekülü proteine bağlıyor ve henüz süreç çok ilerlemeden durduruyor. Daha önce izlenememiş olan süreci gözler önüne seren yeni yöntem sayesinde kanser, obezite ve diyabet gibi bir çok hastalığın mekanizması daha iyi anlaşılabilecek.


12 Kasım 2010 Cuma

400 milyon yıl yaşlandık!

İskoçya’da bulunan eski kayalardaki kanıtlar, Dünya atmosferinin karmaşık yaşam barındırabilecek koşullara 1,2 milyar yıl önce sahip olduğunu gösteriyor.

 Aberdeen Üniversitesi’nden John Parnell, Nature dergisinde yayınlanan ve liderliğini yaptığı çalışmaya ilişkin olarak, son keşfin yeryüzünde canlıların ortaya çıkışı ve evrim sürecini anlama yolunda yeni açılımlar sağlayacağını düşünüyor. Parnell’in de belirttiği üzere, atmosferdeki oksijen miktarında meydana gelen önemli artışın, daha önceleri bundan 800 milyon yıl önce gerçekleştiği düşünülüyordu.

Oksijen düzeyindeki bu artış, basit organizmalardan karmaşık yapılı çok hücrelilere geçişin vizesi niteliğinde. Bu da yüksek organizasyonlu canlılara giden yolu açıyor. Bununla birlikte Parnell, bakterilere ait olarak Lochinver’in kuzeybatısındaki eski kayalarda bulunan kimyasal izlere baktıklarında, sürecin 400 milyon yıl kadar daha önce işlemeye başladığını anladıklarını belirtiyor.

Yeryüzünde yaşama dair en eski fosil kanıtlar 3,8 milyar öncesine dayanıyor olsa da bunların adeta bir balçıktan daha karmaşık olmayan basit, mikrobik oluşumlara ait oldukları biliniyor. Eldeki verilere göre karmaşık yapılı canlıların, bundan 800 milyon yıl öncesine kadar ortaya çıkmış olabilecekleri düşünülmüyordu. İskoçya’da bulunan 1,2 milyar yaşındaki kayaların analizi sonucunda, enerji üretmek için sülfür kullanan bakterilerin mevcut sülfür döngüsü içinde yer alan çok daha karmaşık bir kimyasal tepkimeyle oksijeni de kullanabildikleri anlaşılmış. Parnell, bu kimyasal tepkimeye ait kanıtların,evrimsel açıdan anahtar olarak kabul edilebilecek bu noktada atmosferde mevcut olan oksijen düzeyini de gözler önüne serdiğini söylüyor, “Herhangi bir yanlışlık olmaması için üzerine basmak gerekirse, çalışma karmaşık canlılığın tam olarak 1,2 milyar önce ortaya çıktığını değil, bunun için uygun koşulların bu dönemde meydana geldiğini ortaya koyuyor. Hayatın yapılanışı ve atmosferik şartlara bağlı ilerleyen evrimsel sürecin anlaşılması için yapılacak yeni araştırmalarla ihtiyacımız var.” 

Özgün makaleye ulaşmak için tıklayın. 

kaynak

Jüpiter'in kaybolan büyük kahverengi kuşağı geri dönüyor.

Jüpiter'in kaybolan büyük kahverengi kuşağı geri dönüyor.

 Güneş Sistemi’nin gaz devi Jüpiter hatırlanacağı üzere alamet-i farikalarından olan kahverengi kuşaklarının birini kaybetmişti. 2009 yılının sonlarına doğru silikleşen ve Mayıs 2010’da tamamen ortadan yok olan ‘Güney Ekvatoral Kuşak’, daha önce de kaybolup geri gelmişti. 

Bir kaç amatör astronom, kuşağın geri dönüşüne ilişkin bazı işaretler tespit ettiler. Florida’dan Don Parker tarafından 10 Kasım günü çekilen bu kızılötesi fotoğrafta işaretli olan parlak leke bunlardan en önemlisi. Bu parlak leke aslında yüksek irtifalı bir bulut. Normalde Güney Ekvatoral Kuşağı’da bu bulutlar meydana getiriyor. Tespit edilmiş olan nokta da yakında daha fazlasının ve buna ek olarak girdapların oluşabileceğinin habercisi durumunda. Bu tip oluşumlar da sonunda muhtemelen büyük kahverengi kuşağı meydana getirecekler.

kaynak

11 Kasım 2010 Perşembe

Aşık olmak için 1,5 saniye yeter

Bilimciler, beyine hücum eden kimyasal maddeler nedeniyle ilk bakışta aşık olmanın mümkün olduğunu ortaya çıkardılar.

On yıldır aşk kavramı ile ilgili yapılan bütün araştırmaların sonucunu bir araya getirerek beynin aşk haritasını hazırlayan bilim adamları, coşku uyandıran kimyasal maddelerin saniyenin binde biri gibi bir sürede beyne akın edebildiğini söylüyorlar.

 Yani teorik olarak aşık olmak için bir buçuk saniye yetiyor.

BBC Türkçe'nin haberine göre New York'taki Syracuse Universitesi'nden Profesör Stephanie Ortigue, ilk kez aşk ile ilgili bütün araştırmaların sonucunu bir araya getiren bir beyin haritası hazırlandığını bildiriyor. Buna göre aşk, beynin 12 alanını etkiliyor. 

Aşkın beyinde yarattığı kimyasal reaksiyonlar, uyuşturucu bağımlılığının yarattığı reaksiyonlara benziyor ama çok daha karmaşık. 

Profesör Stephanie Ortigue, aşkın beyinde mi kalpte mi oluştuğu sorusuna ise şu cevabı veriyor: 

"Bu neyin önce geldiğini sormaya benziyor. Yaptığımız araştırma sonucu artık her şeyin beyinden geldiğini biliyoruz. Beyin derken, hayal kurma gücünü kastetmiyorum. Beynin harekete geçmesi sonucu meydana geliyor."

kaynak

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bir otla iki kuş

Avustralyalı ve Çinli bilimcilerden oluşan bir ekip, kirlenmiş toprağı arındıran ve işlem sırasında ekolojik olarak yenilenebilir enerji kaynağının elde edildiği yeni bir yöntem keşfettiklerini duyurdular.

Araştırmacılar işin sırrının, Napier çimi (Pennisetum purpureum) olarak adlandırılan ve şeker kamışının akrabası olan bitkide yattığını söylüyorlar. Araştırma ekibinden Ravi Naidu, son derece fakir şartlarda büyüyebilmesi ve kirlenmiş topraktan ağır metaller ile diğer kirleticileri yüksek bir verimlilikle çekebilmesi nedeniyle bu bitkinin seçildiğini belirtiyor.

Naidu, Napier çiminin toprağı temizlemede iki açıdan başarılı olduğunu söylüyor: “Birincisi, hidrokarbon kirliliği söz konusu olduğunda bitki toprağa oksijen pompalayabiliyor ve bu işlem sırasında topraktaki hidrokarbonlar parçalanmaya başlıyorlar. İkincisindeyse bitki topraktaki metalleri bir mıknatıs gibi çekerek kendi üst kısımlarına taşıyor.”

Bitki, yüksek madencilik aktivitesi olan, geniş çaplı bir çok bölgede test edilmiş. Deneyler sonucunda, toprakta mevcut olan bakır, nikel ve kadmiyumun yanısıra yüksek miktarlardaki kurşun ve çinkonun kısa zamanda temizlendiği tespit edilmiş.

Napier çiminin bir diğer avantajıysa, etanol üretimi açısından sahip olduğu yüksek potansiyel. Bitki oldukça yoğun miktarda şeker içeriğine sahip. Böylece bulunduğu toprağın temizlenme sürecinde meydana gelen fermentasyon ile etanol üretebiliyor.  

Çin’deki farklı noktalarda test edilmekte olan bitki çok yakında Mısır’da da denenecek.

kaynak

7 Kasım 2010 Pazar

Virüslerle savaş için yeni ipucu

Nezlenin de etkeni olan yaygın virüs grubuyla savaşta, vücudun farklı bir strateji kullandığı ortaya çıkarıldı.

 

 

Bugüne değin bağışıklık sisteme ait antikorların, virüslerle doğrudan savaşarak onların hücreleri enfekte etmelerini önledikleri düşünülüyordu. Buna karşılık hastalık etkeni olan virüslerinse, nötrleştirme adı verilen bu savaştan kaçmak için tek çareleri hücrelerin içinde gizlenmekti.
İngiliz Tıbbi Araştırma Komisyonu Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nca yürütülen çalışmaysa farklı bir süreci gözönüne seriyor. Araştırmaya göre bağışıklık sistemine bağlı proteinler olan antikorlar, bazı virüslere tutunarak onlarla birlikte hücrelerin içine giriyor ve hücre içindeki bağışıklık cevabı uyarıyorlar. Harekete geçen sistem de hücrenin kendisine herhangi bir zarar gelmeden, antikorlarca işaretlenmiş olan virüsü ortadan kaldırıyor.
Araştırmacılar, hücredeki TRIM21 adı verilen anahtar proteinin, içeri giren virüsün yok edilmesinden sorumlu olduğunu açıklıyorlar. TRIM21, hücrenin ‘çöp atma’ sistemi tarafından ortadan kaldırılması için virüsü işaretliyor. İşaretlemenin ardından virüs içinde bulunduğu hücresel sistemin kontrolünü ele geçirip kendini çoğaltmaya başlamadan önce hızla yokediliyor. Hücre içinde var olan TRIM21 sayısı artırıldığında sürecin çok daha etkili gerçekleştiği saptanmış.
Deneyler, laboratuvar ortamında çoğaltılmakta olan ve üst solunum yolu hastalıkları etkeni adenovirüslerce enfekte olmuş insan hücreleri üzerinde yürütülmüş. Viral yıkımın canlı hücreler içinde de aynı şekilde işleyip işlemediği tam olarak bilinmediğinden ileri araştırmaların yapılması gerekiyor. Bununla birlikte adenovirüsler dışındaki diğer virüslerin de aynı şekilde etkisiz hale getirilip getirilmediklerini de sonraki aşama deneyler ortaya çıkaracak.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer noktaysa, grip etkeni gibi bir dış ‘zarfa’ sahip olmayan virüslerin hücre içine girmeden önce bu yapıyı üzerlerinden atmaları. Böylece zarf üzerine tutunmuş olan antikorların da hücre içine girmeleri ve sistemi harekete geçirmeleri mümkün olmuyor.
TRIM21 sayısının artırılmasının bir tedavi seçeneği olacağını söylemek için henüz çok erken olsa da çalışma, sahip olduğumuz savunma sisteminden çok daha verimli bir şekilde yararlanmanın yeni yollarını keşfedebilmemiz açısından önemli. Bunun yanında etki sürecinin ne şekilde işlediğinin tam olarak ortaya koyulması, yeni nesil antiviral ilaçların geliştirilmesine büyük katkı sağlayabilir.

4 Kasım 2010 Perşembe

Kızıl Gezegen'e Dünya eli değmiş

Araştırmacılar, Mars’ta yaşam bulunması halinde bunun bize çok yabancı olmayacağını öngörüyor.

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Christopher Carr ve arkadaşları, NASA desteğiyle yürüttükleri projelerinde, Dünya dışı DNA’nın yapısını çözebilecek bir cihazın ön modeli üzerinde çalışıyor.

Tasarım halindeki SETG (Search for Extraterrestrial Genomes - Dünya dışı Genom Arayışı) adlı cihazın, NASA ve Avrupa Uzay Ajansı’nın ortaklaşa gerçekleştirecekleri 2018 yılındaki Mars görevine katılması planlanıyor.

SETG Mars’a ulaştığında, yüzey altındaki toprak, buz ya da tuzlu üzerinde mevcut olabilecek nükleik asitleri farkedip, ayrıştırabilecek ve ardından da analiz ederek tanımlayabilecek şekilde geliştiriliyor. Carr’a göre bulunma ihtimali olan DNA veya RNA eğer bildiğimiz yapıdaysa, bu cihaz tarafından tanımlanması kesin. Bununla birlikte araştırmacı bu tip bir molekülün Mars yüzeyinin hemen altında bulunması halinde, yıkıcı mor ötesi ışınlardan korunarak, bir milyon yıl süresince bozulmadan kalabileceğini düşünüyor.

Cornell Üniversitesi’nden gezegen bilimci Steve Squyres, herkesin Mars’ta organik yapılara rastlanmasını beklediğini, hatta bunu istediğini ifade ediyor: “Bu mümkün, ancak doğru yere bakmak gerekir, yani yüzeyin altına! Şu bir gerçek ki yüzeyde canlılığı yok edebilecek bir süreç devam ediyor. Bu nedenle aşağıya yönelmek en azından daha büyük bir şans doğuracaktır.”

Carr, Mars ve Dünya’nın geçen yıllar içinde milyarlarca tonluk kaya parçasını, meteorlar vasıtasıyla değiş tokuş ettiğine dikkat çekiyor: “Geçmiş çalışmalar gösteriyor ki bazı mikrobik otostopçuların bu seyahatten canlı kurtulmaları da mümkün. Esas mesele Mars yüzeyinde çok farklı canlı formları aramakta yatıyor. Bu gereksiz bir vakit kaybı. Gözardı edilmemesi gerekense, eğer kızıl gezegende herhangi bir canlı formu mevcutsa, bunun onlarca ışıkyılı uzaktan değil hemen yanından ulaşmış olması. Yani Dünya’dan.”

Kanseri izleyen denizanaları

Denizanalarında bulunan ve ışıldayan hücrelerin, kanser hastalığının henüz ilk evrelerinde teşhis edilmesine yardımcı olabileceği açıklandı.

İngiliz bilimcilere göre, bu yöntem başarılı tedavi için ilk aşamalarında teşhis edilmesi büyük öneme sahip olan kanser hastalığının teşhisinde çığır açabilir.

York Üniversitesi'ndeki araştırmacılar, denizanalarının karanlıkta ışık saçabilmelerine imkân tanıyan aydınlık hücrelerin, özel bir kamera ile birlikte, vücudun iç bölgelerinde yuvalanmış olan kanserli hücrelerin görüntülenmesini sağlayabileceğini belirtiyorlar.

Araştırmanın başındaki Profesör Norman Maitland, denizanalarındaki ışınır hücreleri insanda kanserli hücrelerin bulunduğu yerlere enjekte için bir yöntem geliştirdiklerini açıkladı. Maitland, fosforlu hücrelerin aydınlatması sayesinde özel kameraların tümörün nerede olduğunu ortaya çıkarabildiğini belirtiyor.

Çalışma, denizanalarından floresanlı hücreleri alabilen bir yöntem geliştirdiği için 2008 yılında Nobel Ödülü alan Dr Roger Y. Tsien'in çalışmalarının bir devamı niteliğinde. Profesör Maitland, Y Tsien'in çalışmalarından haberdar oldukları zaman, bu yöntemi kanserli hücrelerin teşhisinde kullanmayı düşündüklerini söylüyor.
Vücudun farklı yerlerine çok küçük miktarlarda yayılmış olan kanserli hücreler, geleneksel tarama yöntemleriyle erken aşamalarda çoğunlukla fark edilemediğinden, teşhiste geç kalınabiliyor.


1 Kasım 2010 Pazartesi

Kanser katili proteinin çalışma sistemi çözüldü

Avustralya ve İngiltere’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği proje, kanser hücreleri ile virüslerce enfekte olmuş normal hücreleri öldüren perforin adlı proteinin yapısını ve işleyişini açıklıyor.

‘Nature’ dergisinde yayınlanan ve proje dahilindeki çalışmayı özetleyen makalenin yazarlarından Prof. James Whisstock, perforinin varlığının 1980 yılından bu yana bilindiğini, fakat yapısı ile çalışma mekanizmasının gizemini koruduğunu söylüyor.


Araştırma ekibinin bir bölümü Monash Üniversitesi’nde bulunan Synchrotron adlı büyük, dairesel parçacık hızlandırıcıyı kullanarak, perforin kristalleri üzerine x ışınlarını çarptırmışlar.

Sonrasında perforinlerce meydana getirilen x ışın kırınımları ölçülerek proteinlerin yapısı ortaya çıkarılmış. Bu süreç işlerken Londra’da bulunan diğer ekip, önceki gibi bir diğer kristalografi tekniği olan kriyo elektron mikroskobi yöntemini kullanarak, perforinlerin zarlar üzerindeki gözenekleri nasıl oluşturduğunu incelemişler. İki ekibin ulaştığı sonuçların birleştirilmesiyle perforin proteininin işleyişini gösteren bir tablo elde edilmiş.

Whisstock sonuçlara bakarak, perforinin anahtara benzeyen uzun, ince ve oldukça yassı bir yapıda olduğunu açıklıyor: “Proteinin, anahtarın elle tutulan kısmına benzer şekilde genişleyen bölümü hücre zarına bağlanırken, uzun kısmı diğer perforin moleküllerindeki kilitlere tutunuyor. Takip eden süreçte bir daire yapısı meydana getiren proteinler, hücre zarında bir gözenek meydana getirerek, T-hücrelerinden gelen sitotoksik (hücrede zehir etkisi yaratan) moleküllerin içeri girmelerine ve hücreyi yok etmelerine olanak sağlıyor.”

Perforin proteinlerinin, T-hücrelerinin yanlışlıkla sağlam dokulara saldırdığı Tip 1 diabet gibi otoimmün hastalıklarla da ilişkili olduğu düşünülüyor. Projeyle birlikte protein yapı ve çalışma mekanizmasının ortaya konması, bu tip hastalıkların tedavisinde etkin bir çözüm bulunma ihtimalini de güçlendiriyor.

kaynak

"YouTube Açılımı"!


Hükümetin "YouTube Açılımı"na: "yetmez, interneti aç" demenin tam zamanı...
kaynak

YouTube'un nasıl açıldığına bir bakalım önce. Böylece bu adımın ardındaki amacı daha iyi algılayabiliriz. Almanya'daki bir şirket söz konusu videolar başıboş olduğu için bunların telifini alıyor. Sonra YouTube'daki otomatik telif ihlali mekanizmasıyla bunları yayından kaldırıyor. Sitenin zaten Türkiye'den girildiğinde erişilmesini engellediği bu videoları kendisi kaldırmadığı için, YouTube "ifade özgürlüğü" prensibine aykırı davranmamış oluyor. Ulaştırma Bakanlığı ve BTK da bir şekilde videoları global versiyondan kaldırmış oluyor. "Danışıklı dövüş" desek yeridir.
Bu tipik bir "ara çözüm". Hukuki açıdan da pek doğru bir "çözüm" sayılmaz, ama pratik olduğu kesin. YouTube için sırada bekleyen onlarca kararın hepsi sadece bu videolarla mı ilgili? Peki "sahibi belli" bir video söz konusu olunca ne yapacaklar? Bu "hukuki teferruatı" da bir şekilde düşünmüşlerdir herhalde.
Bu zahmete katlanılmasının tek nedeni, 5651'i sorgulamaya açmadan, artık bir simge haline gelen YouTube yasağından kurtulmak. Akılları sıra böylece Türkiye'de internet sansürü olmadığı izlenimini yaratacaklar. Bu oyuna burada, Türkiye'de gelen olabilir, ama ülkenin internet sansürcüleri ligindeki yeri değişmeyecek. Uluslararası medyanın, sivil toplum kuruluşlarının Avrupa Birliği'nin, AGİT'in algısında bir değişiklik olmayacak. Çünkü 8000'e yakın site hala engelli ve 5651 sayılı internet sansürü yasası olduğu yerde duruyor.
Bu "açılımın" yurtiçinde Ulaştırma Bakanlığı'nın işine yarayacağı kesin. Şimdiden güzide medyamız "müjde" çığlıkları atmaya başladı bile. YouTube'u engellemek için sırada bekleyen onlarca mahkeme kararını uygulamamanın da bir yolunu bulacaklardır bir şekilde. Hakkında mahkeme kararı bulunan Facebook'u engellememelerinin sebebi de bu. Çünkü yeni bir sembol yaratacaklarını iyi biliyorlar. Yeni stratejileri bu: mümkün olduğunca ünlü sitelere dokunmamak. Hükümet, kürtler ve alevilerden sonra şimdi de "YouTube Açılımı"na girişti!
Çünkü önceki stratejileri, yani meseleyi vergiye vb. bağlayıp ulusal egemenlik savaşına dönüştürme kurgusu ters tepti Google skandalıyla. Bu yeni çözüm o kadar "muhteşem" olamayacak, ama idare edecekler artık.
Sahi, şimdi kaç kişi soracak, "Google vergisini ödedi mi de YouTube'u açtınız" diye. Belleği zayıf bir toplumuz. Evet ünlü sitelerde geri adım atacaklar, taviz verecekler. Merak etmeyin, YouTube burada temsilcilik falan açmayacak, dünyanın hiç bir yerinde temsilciliği yok. Yerel versiyonu zaten vardı. O konuda yetkililer göz göre göre yanlış bilgi veriyorlardı. Google dünyanın hiçbir yerinde vermediği vergiyi burada verecek de değil. Buna rağmen ellerinden geleni yapıp erişim engelini kaldırdılar işte. Taviz verdiler.
Bu kısmi bir başarı olarak algılanabilir. Ama yeni stratejinin başımıza açacağı belaları düşününce bu hayali kurmak saflık olur olur. Çünkü bu zihniyet çalışmaya devam ediyor. Bakın, Blackberry bahanesiyle "Ulusal Kripto Yönetmeliği çıktı (http://ff.im/sAp8F). Mahremiyet ve özel iletişimin gizliliği ihlal ediliyor. "Turkish HADOPİ", yani yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu yolda. İnternet erişiminin engellenmesi, ağır para ve hapis cezaları öngörülüyor. İnternet medyasını basın kanunuyla düzenlemekten bahsediyorlar. Bütün bunların yanında YouTube'un hiç bir önemi yok...
Sansürcü, baskıcı ve gözetleyici bu zihniyetin yeni stratejisini boşa çıkarmanın tek yolu, internet sansürü ile YouTube simgesi arasındaki bağı zihinlerimizde kırmak. Oyuna gelmeyin.
İlla bir simgeye ihtiyacınız varsa "8000" rakamını kullanabilirsiniz. Evet, bu ülkede 8000'e yakın site engelli. Her geçen gün de bunlara yenileri ekleniyor.
Bu sitelerin çoğunun "ahlaksız" ve pornografik yayınlar olduğunu söyleyenlerin de oyununa gelmeyin. Çocuğun, ailenin, değerlerin korunması söylemlerine de kanmayın. Sizler yetişkinsiniz. Kendinizi, kendi ailenizi, kendi değerlerinizi sizler de koruyabilirsiniz. Hukuk bunun için var. Devletin size ergen muamelesi yapmasına izin vermeyin.
Uluslararası uzlaşıyla kabul edilen iki içerik suçu var: Çocuk pornografisi ve nefret söylemi (ırkçılık, şiddete övgü, ayrımcılık vb.). Bu iki suç dışında içerik suçu yok. Müstehcenlik bir içerik suçu değil. Bu ülkede bayilerde serbestçe satılan dergilerin web siteleri bile engelleniyor. Erişim engellemeyle korunmak istenen siz, aileniz veya "değerleriniz" değil; statüko korunmak isteniyor... Erişim engellemenin bulunmadığı demokratik hukuk devletlerinde değerler mi zedeleniyor, birileri liderlerine hakaret etti diye politik sistemleri iki paralık mı oluyor, müstehcenlik var diye önüne gelen fuhuş mu yapıyor, aykırı düşünceler dile geliyor diye ikide bir bölünüyorlar mı?
İktidar, sansür yaparak demokrasiden korunmak istiyor!
Engellenen siteler arasında, çok sayıda, siyasal duruşu olan, muhalif, aykırı site, kültür ve sanat yayınları ve sosyal topluluk platformu var. Artık her bir internet kullanıcısı "yayıncı" haline gelmiş durumda. "İçerik suçu" belalı bir kavramdır. Her yere yapışabilir. Size de.
Bu ülkede geleneksel medya zaten sansürleniyor. Şimdi de internet sansürleniyor. Bunu bir adım sonrası sizi engellemeleri olacak...
Bırakın YouTube'u, siz sansüre bakın. Sansür var mı? Var. YouTube açılsa ne olur? Facebook hala açık diye sevinmeyin. Richard Dawkins'in sitesi niçin hala kapalı diye sorun. Devlete, neyi izleyeceğime, neyi okuyacağıma, neyi söyleyeceğime, neyi düşüneceğime karışma deyin!
İktidarın sansür, baskı ve gözetimle demokrasiden korunması mümkün değil. Tarihte bu startejinin başarılı olduğu görülmemiş. Burada da başarılı olamayacak. Ama bu sizlere, hepinize, tüm internet kullanıcılarına bağlı.
Hükümetin "YouTube Açılımı"na: "yetmez, interneti aç" demenin tam zamanı...