31 Ocak 2013 Perşembe

324 ) ACIKLI BİR ŞEHZADE ÖYKÜSÜ !..



   Kanuni Sultan Süleyman'ın torununun oğlu Üçüncü Mehmed'in Selim, Mahmud, Ahmed, Cihangir ve Mustafa adlarında beş oğlu olmuş. İlk oğlu olan Selim 20 Nisan 1597'de kızılca hastalığından, Cihangir de 1600'lü yılların başlarında, daha küçükken vefat etmiş. 
  İkinci oğlu, ülkesini çok seven, onurlu ve yiğit bir şehzade olan Mahmud ise 1587 doğumlu olup, daha 16 yaşındayken boğularak öldürülmüş ; Osmanlı tarihindeki birçok iyi ve düzgün şehzade gibi...
  Devletin Celali İsyanları ve İran üzerine yapılan seferlerle uğraştığı ve ardı ardına başarısız sonuçların alındığı bir dönemde ; bu duruma çok üzülen ve yemeden içmeden kesilen Sultan Üçüncü Mehmed'in bu hali genç Şehzade Mahmud'u kahrediyormuş.. Bir gün babasının karşısına geçmiş ve, "Hey Hünkarım ne gücenirsin, niçin darılırsın ?.. Beni gönder ve askerin başına geçeyim, Allah'ın izniyle bütün bu inatçı isyancıların hakkından geleyim, onlara boyun eğdireyim.." demiş. Hatta babası bunu nasıl yapacağını sorduğunda, "Kimini kılıcımın zoru ile, kimine de dost davranarak, yüce padişahımın hayır duası ile hepsinin hakkından gelirim" yanıtını vermiş..
  Mahmud'un bu sözleri üzerine, kendisinden üç yaş küçük olan kardeşi Ahmed, padişahın bu sözler karşısında belli belirsiz irkildiğinin ve memnuniyetsizliğinin farkına vararak, onu böyle konuşmaktan vazgeçirmek istemişse de dinamik, atak ve cesur bir kişiliğe sahip olan Mahmud, onun bu uyarılarını dinlememiş..
  Bu sıralarda, şeyhlerden birisi, düzenlediği bir muska ile Mahmud'un tahtı devralacağını ve Padişah'a kötülük edileceğine dair bir mektubu şehzadeye göndermiş. Fakat bu mektup genç şehzadeye ulaşamadan Kızlarağası Abdürrezzak Ağa tarafından ele geçirilerek Padişah'a teslim edilmiş. Bu gelişme üzerine Şehzade Mahmud, annesi ve Şeyh tutuklanıp hapsedilmişler. Yapılan sorgulamanın ardından -ki yaklaşık bir ay sürmüş- , 7 Haziran 1603 günü Şehzade boğdurulmuş, annesi ve diğer suçlu bulunanlar da denize atılmışlar..
  
  Bu olay hakkında, o tarihlerde İngiltere Elçisi olarak İstanbul'da bulunan Henry Lello'nun muhtırasında (A.Ü. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi yayınları, İngilizce'den çeviren :Orhan Burian, s.57-59 ) şu bilgiler vardır :
"Yemişçi Hasan Paşa sadaretinde yeni bir mesele çıktı ve padişahın çok canını sıktı. Padişahın en büyük oğlu ; babasının, büyük annesi ihtiyar Valide Sultan tarafından yönetildiğini, devletin kötüye gittiğini, Valide Sultan'ın servet toplamaktan başka bir şey düşünmediğini gördükçe üzülüyor, bundan şikayet ediyordu. Bu durumdan çok kere annesine de dert yanardı. Annesi, henüz genç sayılacak bir yaştaydı. O da çok üzülüyor fakat bu soruna bir çare bulamıyordu. Bir şeyh veya bir falcıya başvurmayı düşündü. İstediği de, gelecekteki  hükümdarın oğlu olup olmayacağını ve hükümdar olan kocasının ne kadar yaşayacağını öğrenmekti..
  Sorduklarına cevap yazılıp geldi fakat haberci hata ederek, bunu genç sultana değil, ihtiyar sultana (yani Valide Sultan) verdi ; o da açınca içindekilerin genç sultana hitaben yazıldığını, altı ay geçmeden oğlunun hükümdar olacağını bildirdiğini gördü.. Fakat mektupta bunun ne şekilde olacağı ; babasının ölümü ile mi, yoksa tahtından indirilmesiyle mi gerçekleşeceği yazmıyordu. Valide Sultan hemen bu işte bir hıyanet sezdi, hükümdar oğlunu kışkırtarak şüphelenmesine neden oldu. Hükümdar hemen oğlu Mahmud'u huzuruna çağırttı ve bu konuyla ilgili onu sıkı bir sorguya çekti. Halbuki genç şehzadenin, annesinin bu yaptıklarından hiçbir haberi yokmuş. Sorguya çekildiği sırada itiraf ettirmek için falakaya yatırılıp dövüldükten sonra hapse attılar, iki gün içeride tutup sonra bir daha dövdüler. Her seferinde 200 sopa vurdular (!), fakat yine de kendisinden bir şey öğrenemediler. Bu defa annesi çağrılıp sorguya çekildi. Genç Sultan, oğlunun geleceğini öğrenmek için bir şeyhe başvurduğunu fakat kocasının tahtından olmasını veya bir zarar görmesini aklından bile geçirmediğini, ona bağlılığın büyük olduğunu hararetle savundu. Fakat bu sözleri hükümdarı, özellikle de Valide Sultan'ı hiç ikna etmedi. Hiç vakit geçirilmedi, o gece bu işle ilgili  oldukları tahmin edilen 30 adamı ile birlikte Sultan diri diri çuvala konularak denize atıldı.
  Daha sonra hükümdar, oğluna ne yapması gerekeceğine karar verilmesi için bir meclis topladı. Bu meclise yalnızca Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa ile Şeyhülislam Ebülmeyamin Mustafa Efendi'yi çağırdı. Öteki meclis üyeleri de çağrılırsa ve olay duyulursa, askerlerin ayaklanıp kendisini tahttan indirmelerinden çekiniyordu Padişah ; çünkü askerler oğlunu çok seviyorlardı. Şehzade Mahmud çok yakışıklı ve yetenekli, yiğit bir gençti..Babası ise, adi ve korkak çocuklar gibi, annesi tarafından yönetilmeye razı diye sevilmiyordu. Bu mecliste, Şeyhülislam, tanık ve delil bulunmaksızın öldürülmesinin caiz olmayacağı fikrinde idi. Bununla beraber, ancak onun ölümüyle hükümdarın huzur bulacağını görerek ; Padişah'ın, her an hayatından korkup endişe içinde yaşamasındansa oğlunun canından edilmesi için fetva verdi !.. Delikanlı alçakça boğuldu ve gizlice boğuldu. Babasının ölümünden sonra Padişah olan kardeşi Ahmed, ağabeysinin gömülü olduğu yere bir türbe mezar yaptırarak ona olan saygısını ve sevgisini gösterdi.."

 ( İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI'nın  "OSMANLI HANEDANI ÜZERİNE İNCELEMELER" adlı kitabından alıntı yapılmıştır..)

30 Ocak 2013 Çarşamba

Sofra Düzenini Öğreniyoruz:)


Önce Okul Öncesi'nen aldığım bu kalıbı kullanarak "plate", "fork", "spoon" ve "knife" kelimelerini öğretebilirsiniz. Hatta " I Want" kalıbını da
Benim elimde benzer bir kalıp vardı, fotokopi ile çoğalttıktan sonra nesneleri tek tek kestim, fon kartonuna yapıştırdık. Daha sonra da boyayıp kestiğimiz yiyecekleri tabağımıza koyduk. 
Hem öğretici, hem de görsel olarak güzel bir faaliyet oldu. 
Nesneleri tek tek kesmek çocuk sayısı artınca yorucu olabilir; ama benim öğrencilerim çok küçük olduklarından ben kesiyorum onlar yapıştırıyor:) 
Eğer düzgün boyama yapabilen gruplarla çalışacaksınız, tabakları süsletmeyi de seçebilirsiniz. 
Örneğin yuvarlama tekniği ile ya da küçük karelerle tabağın kenarını, çatalın sapını vs. süsleyebilirler.  
İçine koyulacak yiyecekleri de isimlerini söylerek, çocuklara sorarak dağıtırsanız öğrenilen konuları etkili bir biçimde pekiştirebilirsiniz. 



29 Ocak 2013 Salı

One Potato Two Potatoes Oyunu

Sebze ve Meyveleri öğrenirken oynayabileceğiniz güzel bir oyun. 
Oyunun şarkısı, oynanış biçimi ile ilgili tüm detaylar burada
 Videoyu izlemek de yeterince fikir verecektir. 
Çocuklar  böyle saymalı ve çıkmalı oyunları çok seviyorlar:) 
 

323 ) HANEDANIN ALKOL TESTİ !..

      

   Bu yazı başlığının çok kimseye antipatik geldiğini biliyorum. Çünkü Türkiye'de "tabu" olarak kabul edilen konulardan birisi de, Osmanlı sultanlarının içki içip içmedikleri konusudur.. 
   Aslında hep göz ardı edilen şey, hükümdarların da bizler gibi "insan" olduğudur... Şöyle bir düşünüyorum da ; eski çağlardaki o bitip tükenmek bilmeyen uzun savaşlar, fetihler, galibiyetler ve yenilgiler sonrası hissedilen duygular...Sonra ülkeye geri dönüş ; bu defa da saray entrikaları, harem mensuplarının kıskançlıkları, kaprisleri..Paragöz bir ordu.. Hırslı vezirler.. vs. vs... Padişah da olsa, sabır taşı gibi de olsa, insan sonunda çatlar !.. Demek ki bazı sultanların içkinin yatıştırıcı özelliğine sığınmış olmalarını normal karşılamak lazım.. 
   Tabii, yanlarındaki ve çevrelerindeki insanların kişilikleri de bu alışkanlığın yerleşmesinde önemli rol oynamıştır..
   Osmanlı Devleti'nin ilk yıllarına ait çok da fazla olmayan tarihlerden bir tanesi, Osmanzade Tabib Ahmed'e ait : "Telhis-i Mehasini'l-adap" (Gelenek ve göreneklere göre uygun, iyi ve güzel davranışlar özeti) ... Bu eserde, Osman Bey için, "kadehin gül rengine rağbet etmemiştir," diye yazmakta. Hanedanın kurucusunun aynı zamanda Şeyh Ede Balı'nın da damadı olduğunu düşünürsek, buna inanmamız gerekir. Fakat bazı çağdaş ve münafık (!) Bizanslı tarihçiler, örneğin Pachymeres, onun Bizanslı sınır beyleriyle (tekfur) şarap içtiğini yazıyor.. 
   Bu "söylence"den sonra yaklaşık 90 yıl ilerleyelim.. Necdet Sakaoğlu, "Bu Mülkün Sultanları" adlı kitabında ; Yıldırım Bayezid'in "bezm" (içki meclisi) düşkünü olduğunu ve buna Sırp eşinin neden olduğunu iddia ediyor. Ahmet Refik Altınay da, "Kadınlar Saltanatı" adlı kitabında ; Yıldırım Bayezid'in, Sırbistan Kralının kız kardeşiyle evlendikten sonra, zaten zevke meyilli olan ahlakının tamamen bozulduğunu, Peçevi Tarihine dayanarak anlatıyor.. Mehliça/Olivera, güzelliği ve işveleri ile, ömrünü gazalarda geçiren padişahın aklını başından alıyordu. Rumlardan, Sırplardan, Bulgarlardan ve Macarlardan alınma genç iç oğlanlarının arasında, hükumet işlerine bakamıyor, Osmanlı sarayı süs ve yaldıza Yıldırım zamanında boğuluyordu.. Bayezid'in zevk ve eğlence düşkünlüğünde veziri Ali Paşa'nın da büyük etkisi olmuştu. Sultanı teşvik ediyor, "şarabın tövbe ile gideceğini" anlatıyordu !..
   Nihayet ahalinin akın akın şikayete gelmesi, Yıldırım ile zevk düşkünü vezirini ayıltıyordu. Sultanın içkiye düşkünlüğü devrinin ulemasını da büyük üzüntülere düşürmüştü. Emir Sultan Ulu Cami'ye gidiyor, orada padişaha rast geliyor, caminin her köşesine birer meyhane yaptırmasını öneriyordu !.. Yıldırım'ın hayret ve şaşkınlığı üzerine, "Allah'ın evi olan şerefli kalbinizi niçin sarhoşluk veren ve yasaklanmış şeylere bulaştırdınız ?" diyordu. Ve Sultan, o günden itibaren içkiye tövbe ediyordu..
   Fatih'in babası Sultan İkinci Murad'ın da içkiye düşkünlüğünden bahsedilir. Bu düşkünlüğü din adamlarınca eleştirilmiştir ama ; Osmanlı bilim ve kültür çalışmalarını başlatanlar da, onunla içki içmeye meyilli olan arkadaşları Molla Yegan, Hızır Bey ve Hatiboğlu gibi aydınlardır !...
   Fatih İstanbul'u aldığı için ona torpil geçip, inceleme yapmadan, İkinci Bayezid'e bir göz atalım.. 
   Padişah oluncaya kadar, 27 yıl, Amasya'da oturan, Sivas-Tokat-Amasya bölgelerini kapsayan Rumiye-i Suğra (Küçük Anadolu) valiliği yapan Bayezid, Amasya'daki yarı mistik, yarı şairane saray muhitinde afyon ve içki bağımlısı olmuştu. Bu durumu öğrenen Fatih Sultan Mehmed, onu safahata alıştıran Müeyyedzade Abdurrahman Efendi'nin öldürülmesini emretmiş, ama Bayezid onun kaçıp saklanmasını sağlamıştı.. 
   Bayezid, padişah olduğunda da "Ayş ü nuş"a (içkili yaşam) devam etmiş hatta Sadrazam Gedik Ahmed Paşa'yı da "işret" (içki) sırasında katletmişti..
   Yavuz Selim az içermiş ve içtiğinde çabuk sarhoş olup şiir okurmuş. Bir gün, bir eğlence sırasında yine böyle sarhoş durumda ayağa kalkıp elindeki kadehi öne uzatmış ; üzümden ilk defa şarap elde ettiği söylenen İran Şahını şu şiirle anmış : "Bint-ül inebin bikrini, Cem etti izale.." ( Üzümün kızlığını Cem yok etti !..) 
   Selim'in oğlu Süleyman'ın (Kanuni) daha çok Manisa valiliği sırasında içtiği yazılıdır.. Ama asıl ve gerçek "ayyaş", Süleyman'ın oğlu İkinci Selim'dir.. Yıllarca içtiği içkilerin ardından, 1574 yılı Ekim ayı sonlarında, içkiden kaynaklanan rahatsızlığının artması üzerine ; "ayş ü işret ve saz ü sözden bilkülliye el çekip tövbe etti.."
   Kendisini avutması için Halvetiye Şeyhi Süleyman Efendi'yi yanına getirtti, onu tövbesine şahit kıldı ve vasiyette bulundu. Sağlığı hızla bozulmaya devam edince hekimler, bunu, içkinin ve keyif vericilerin birden kesilmesine bağladılar ve içkiyi bu kez ilaç olarak önerdiler. Fakat Selim, tövbesine sadık kaldı ve içki almayı reddetti.. !5 Aralık 1574 günü, "İstanbul'da ölen ilk padişah" , gözlerini hayata kapattı.. 
   Saray'ın, içki içen bir padişahla bir daha karşılaşması için, bundan sonra elli yıl daha beklemesi gerekecekti.. 
   Osmanlı hanedanının, tartışmasız, en sert ve acımasız hükümdarlarından biri olan Dördüncü Murad, 5 Ağustos 1634'de çıkardığı bir fermanla içki yasağını getirip, başkentteki bütün meyhanelerin yıkılmasını emretmişti.. Daha sonra, çıktığı doğu seferi sırasında, 8 Ağustos 1635'de, Kanuni Süleyman döneminde bile alınamayan Revan kalesini on bir günlük bir kuşatmadan sonra teslim aldı. Aslında alınması çok zor olan, 12.000 tüfekli ile güçlendirilmiş kalenin yakınlarında mevzilenmiş büyük bir Safevi ordusu da vardı. Fakat ordunun baş kumandanı Rüstem Han, Osmanlı ordusu yaklaşırken ani bir kararla çekiliverdi. Kale kumandanı ise Emir Gune Tahmasbkulu Han idi. Zevk ve sefa içinde büyümüş biri olan bu zat, Şah'ın bu teslim olma sonucunda kellesini alacağını bildiğinden, dalkavukluk sanatını adeta konuşturarak, Sultan Murad'a sığındı..
Sultan da, "mezhebimiz Sünniliği kabul ederse, kendisine vezirlik payesi verilsin, adı da Yusuf Paşa olsun .." buyruğunu verdi. "Yusuf Paşa" ya Halep beylerbeyiliği, kaleyi teslim etmesi için onu ikna eden kethüdası Murad Ağa'ya da Trablusşam beylerbeyiliği verildi. 
   İki yeni beylerbeyi, at üzerinde ve yanlarında kalabalık bir maiyet ile Halep yollarına düştüler. Kendisini teslim olması için kandırdığını düşündüğü, eskiden de Sünni olan Murad Paşa'yı Erzincan yakınlarında hançerleyerek öldüren Emir Guneoğlu, gittiği Halep'te ancak iki ay tutunabildi. Halep kadısı, devamlı içki içtiğini ve hiçbir işe yaramadığını Sultan Murad'a yazdı. Padişah da, Emir Gune' nin İzmit'e gelip onu orada beklemesi emrini gönderdi.
   27 Aralık 1635 günü, büyük bir zafer alayı ile İstanbul'a giren Sultan Murad'ın yanı başında Emir Guneoğlu da bulunuyordu.. İzmit'de eteğini öptüğü padişah onu affetmişti !..
   İşte bundan sonra Sultan Murad'ın ikili yaşamı sahne aldı. Devlet işlerini ihmal etmiyordu ama arta kalan bütün zamanını içki ve eğlenceyle geçirmeye başladı. Bu zevk meclislerinin mimarı ise, bu konuların üstadı olan, Emir Gune idi..
   Şeyhülislam Zekeriyazade Yahya Efendi bile, bir şiirinde şöyle diyordu :
"Mecliste riyamişler etsin ko riyayı
 Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai.." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakarlığa / sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakar)
   Emir Gune'nin meskenleri, padişahın devam ettiği evler haline geldi. Bunlardan biri de Kağıthane'deydi. Emir Gune orada zarif bir köşk yaptırmış ve fevkalade bahçelerle çevirtmişti. Fakat asıl Rumelihisarı'ndan yukarı, Baltalimanı'ndan ötede bir yerde Sultan Murad, nedimine bir bahçe ihsan etmişti. Burası vaktiyle meşhur tarihçi Damad Ahmed Feridun Paşa'nın bahçesi idi. Sonra padişaha geçen bahçe, şimdi de Emir Gune'ye geçmişti. Çok gönül açıcı olan bu yere, Emir Gune bir köşk yaptırdı. Bahçesi, her türlü neşe ve ferahlığı uyandıracak şekilde düzenlendi. Köşk divanhanesine yeni bir taht  kuruldu ki, Sultan Murad şeref verdiği zaman otursun... Ve buraların şöhreti, padişahın sık sık gelmesiyle ayyuka çıktı. Halk bu semte önce "Emirgune", sonra "Mirgun", en sonra da "Emirgan" demeye başladı..

  

   17. yüzyılda rakı devreye girdi. Sudan farksız görünümü, içki yasağını delmek için birebirdi !.. 
   Sultan İkinci Süleyman döneminde, 1680'li yılların sonlarında, daha önceki yıllarda konulan içki yasağına rağmen İstanbul'a daha fazla içki sokulduğu ve satışının engellenemediği anlaşılınca, vergi alınmak koşuluyla içki satışları serbest bırakıldı. Ayrıca ilk kez olarak, "resm-i duhan" adıyla tütün vergisi de konuldu. Tüccarın getirdiği "Yenice" tütününün her bir okkasından 8 akçe vergi alınması kararlaştırıldı. Hamr mukataası (şarap vergisini toplama hakkı), 6 milyon akçe bedelle Kifri Ahmed Ağa'ya ihale edildi. Bu meblağ, o vakte kadar İstanbul'daki içki tüketiminin oldukça fazla olduğunun da bir kanıtıdır..
   Yobaz bir kesim, askeri yenilgilere neden olarak içkinin serbest bırakılmasını gösterince, 1690 yılı başında, "ref-i rüsum-ı hamr" fermanı yayımlanarak, halkı dinsizliğe sürükleyen içkinin alınıp satılması yasaklandı.. İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Galata'da içki üretilmesi engellendi, buna teşebbüs edenler ağır cezalandırıldı..
   Sonraki padişahlardan Sultan Üçüncü Ahmed, rakı severdi.. Birinci Mahmud da içkiyi severdi..
   Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu, içki içilmesi serbest bırakıldı.. "Zecriye Vergisi" hayli yüklüce idi çünkü !.. 
   Üçüncü Mustafa, yemeğine zehir konulacağı korkusuyla devamlı kullandığı panzehirler nedeniyle uyuşturucu bağımlısı oldu !.. 
   İçkiye son savaş açan padişah, Üçüncü Selim oldu..
   İkinci Mahmud ve oğlu Sultan Abdülmecid de çok içen padişahlardandır. Bilhassa Abdülmecid resmen içki bağımlısıydı. Bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü. Kadınlara da aşırı düşkündü ve bu iki bağımlılık nedeniyle, 34 yaşında vereme yakalandı.. Aynı babası gibi..
   1859 yılında, yaşamından umut kesilecek kadar hastalandığında ; Hersek isyanını bastırmakla görevli Müşir Ömer Paşa'nın veda ziyareti sırasında ona şunları söylemişti : 
"İnşallah başarılı olup gelirsin ; ama beni bulamayacaksın.. Beni kadınlarım bitirdi.." 
   Çevresindekilerin de işine geliyordu onun bu düşkünlükleri.. Babası İkinci Mahmud'un sert yönetiminden sonra, onun döneminde biraz nefes alabilmişlerdi.. 1861 yılı ilkbaharında sağlığı iyice bozuldu. Doktorların ısrarına rağmen içkiyi bırakamadı. Ölmeden önceki son mükellef ziyafet sofrasında rahatsızlığı birden artıp kustu. 25 Haziran 1861'de vefat etti.. 
   Veliaht Murad Efendi'nin (Beşinci Murad) başkanlık ettiği oturum ve davetler, Avrupai tarzda ve aynı zamanda da her düşünce ve görüşe açık geçiyordu. Özellikle Kurbağalıdere'deki köşkünde yaz boyunca her akşam düzenlenen ziyafetlerde ; alafranga sofralar donatılıyor, özel eğitimli "sofracılar" servis yapıyor, yemek müziği çalınıyordu. İkinci Abdülhamid'in anılarında anlattığına göre, Murad'ı içki müptelası yapan, sık sık görüştüğü Namık Kemal idi.. Şair ile sabahlara kadar içtiklerini, okuyup yazdıklarını, bu işret alemleri nedeniyle asabileştiğini belirtir.. 
   Sultan Abdülhamid ise Rom içerdi. Ama ona sorarsanız, içtiği şey "şeker suyu" idi !...




KAYNAKÇA :

Necdet Sakaoğlu, "Bu Mülkün Sultanları" ; 
Yılmaz Öztuna, "Osmanlı Padişahlarının Hayat Hikayeleri" ;
Ahmet Refik Altınay, "Kadınlar Saltanatı"    

28 Ocak 2013 Pazartesi

Fruits and Vegetables Video

Meyveleri öğretirken kes yapıştırla, flashcard'la sınırlı kalmasın,  şarkılı, videolu bir şeyler de olsun derseniz bu mevyeler, sebzeler tam size göre :) 
Biz meyve sebze konusunu bitireli 2 hafta oldu; ama çocuklar şarkıları öyle sevdiler ki bilgisayarı görüp şarkı dinleyeceğimizi  anladıkları anda, "teacher, apple'ı aç", "hayır, banana" diye isteklerini belirtebiliyorlar. 
Ben de seçim yapabilmelerine fırsat tanımak ve bilgilerini test etmek amacıyla "Which one? Strawberry or Orange?"  gibi sorular yöneltiyorum, böylece iyice pekiştirmiş oluyoruz. 

Gelsin videolar:)  
Apple Song 

Carrot Song 

Banana Song 

Strawberry Song 

Tomato Song 

Cucumber Song 


Pineapple Song

27 Ocak 2013 Pazar

Muffin Songs

Küçük çocuklarla çalışırken şarkı kullanmanız şart. 
Alıştıklarında diğer etkinlikler ilgilerini çekmeyebiliyor, sürekli "teacher; ama bugün video yok mu" diye sitem edebiliyorlar ama olsun:) 

Şurada Super Simple Learning adresinden bahsetmiş ve birkaç şarkı paylaşmıştım. 
Yine benzer bir site tanıtmak istiyorum. 
Sitemizin ismi Muffin Songs. 
Şu anda site açılmadığı için linkini veremiyorum; fakat bütün şarkılar Youtube'da mevcut. 
Google'a ya da Youtube'a "muffin songs" yazdığınızda onlarca şarkı çıkacak karşınıza. 
Çoğu şarkıda sözleri de alt yazı olarak yazıyor,  bu yüzden ekstra kullanışlı;)
İşte bu adreste bulabileceğiniz birkaç video. 

One Little Finger'da "mouth" ve "nose" kelimelerini öğretiyor. 
Benim henüz konuşamayan bir grubum var, onlar bayılıyorlar bu şarkıya. 
Mouth ve nose ile başladık, şimdi İngilizce sorduğumda da vücüdumuzun  kulak, göz, saç, baş gibi kısımları gösterebiliyorlar. 

Çocukların en sevdikleri, en kısa zamanda öğrendikleri şarkılardan biri. 
Parmakları da çalıştırınca hoşlarına gidiyor:) 

Muffin Songs kanalında bunlar gibi çeşitli şarkılar var, derslerinizde çok işinize yarayacağından eminim;)

322 ) "BÜYÜK LOCA"DAN İKİNCİ MEŞRUTİYET SAHNESİNE BİR BAKIŞ !..

   

   İttihat ve Terakki'nin yurt içinde iki esaslı merkezi vardı ; birincisi Yahudiler, Yahudi dönmeleri ve Bektaşi masonların çoğunluğu oluşturduğu Selanik Ocağı ; ikincisi, Melamilerin çoğunluk teşkil ettiği Manastır Ocağı.. Manastır Ocağı İngiliz, Selanik Ocağı ise Alman etkisi altına girmişti.. Bölgede Melamilik akımını güçlendiren Muhammed Nur-ül Arabi, gördüğü bir rüya ( ! ) üzerine Mısır'ı bırakıp Manastır'a yerleşmişti. Mısır o günlerde İngiliz yönetimindeydi ve İngiliz mason locaları Mısır'a yayılmıştı..
   İttihat ve Terakki'nin fikir gücünü Selanik, vurucu gücünü ise Manastır oluşturuyordu. Manastır'da, İstanbul Melami Tekkesi şeyhinin oğlu Miralay Sadık Bey lider durumdaydı ve 3. Ordu'daki Melami subaylar hep onun çevresinde yer almıştı..
   Buna karşılık Selanik'de daha çok Batı'nın sosyalist ve masonik görüşleri geçerliydi. Fakat bunların vurucu güçleri Manastır'a göre çok zayıftı. Çünkü ordudaki subayların çoğu Melami'ydi. Ayrıca eşkıya takibinde bulunan devletin silahlı güçleri mensupları da Arnavut asıllı Melamiler'di. ( Abidin Nesimi, "Yılların İçinden", s.32 )
   Enver Bey cemiyetin Manastır merkezinde çalışıyor ve Selanik'te de genel merkez idare kurulu üyesi olarak bulunuyordu. Bu şekilde her iki merkezin ilişkilerini de kuruyordu. Manastır çok hareketliydi. Enver Bey olmasa Manastır grubu Selanik grubundan daha baskın çıkabilirdi.
   1908'de Meşrutiyet ilan edilince, iktidarın ilk bakışta vurucu gücü oluşturan Manastır Ocağı'na geçeceği sanıldı. Oysa 1908'de iktidar Selanik Ocağı'nın eline geçmiştir. Siyasi iktidarın Selanik Ocağı'nın eline geçmesi, baskı gruplarının, özellikle devlet emniyet teşkilatının 1908'de Selanik Ocağı'nın eline geçmiş olmasındandır. Manastır Ocağı bunların önemini kavrayamadığı için, bu örgütleri elinden kaçırmıştır. Selanik Ocağı, devlet emniyet teşkilatı sayesinde, silahlı güçlere hakim olmuştur. Bu suretle Manastır Ocağı, iktidarı Selanik Ocağı'nın eline kaptırmıştır.
   Ahmet Cemal Paşa'nın İttihat ve Terakki'de üçüncü adam olma nedeni budur...
   Ahmet Cemal Bey, 15 Mart 1898'de Selanik Redif Fırkası kurmay başkanlığını yerine getirmek üzere Selanik'teki 3. Ordu emrine verilmişti. İttihat ve Terakki'ye katılan Ahmet Cemal Bey'in görevi, ordudaki subayları cemiyete kazandırmaktı. 19 Nisan 1905'de kurmay binbaşılığa yükseldi ve asli görevini daha iyi yerine getirebilmek için daha seyyar bir göreve geçmek istedi. 16 Eylül 1906'da "Şark Demiryolları Selanik Hattı Müfettişliği"ne ve buna ek olarak "Askeri yollar inşasının çabuklaştırılmasına" memur edildi. Cemal Bey'in dilediği olmuştu. Artık istediği gibi bölgesini dolaşabiliyor, her yerde askeri birlikler arasında örgüt kuruyordu. Onun sayesinde 3.Ordu'nun subay kadrosunun tamamına yakını cemiyete dahil oldu.
   Kısacası Cemal Paşa cemiyetin Rumeli'de örgütlenmesinde etkin rol oynadı ; cemiyetin bölük adı verilen yerel birimlerini oluşturdu..

   

   Bu arada Manastır Ocağı yanlısı Melamiler, Abdülhamid dönemi yöneticilerini faili meçhul cinayetler yoluyla tasfiye etmişlerdi. İktidardaki Selanik Ocağı da bunlara göz yumdu ve bu suretle Manastır Ocağı'na tavizler verdi. Böylece Serez'de başlayan hareket ; Manastır ve Selanik üzerinden, sonunda İstanbul'a ulaşmış oldu..
   1908 seçimleri sonunda Sultanahmet'te, parlamento binasına çevrilen adliye binasına ; 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Musevi, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Ulah (Romen) gelmişti..
   Emanuel Karaso, Nesim Ruso, Nesim Mazliyah ; Meclis-i Mebusan'a seçilmiş Siyonist İttihatçılardandı. (Mim Kemal Öke, "Siyonizm ve Filistin Sorunu", s.104-105)
   Yeni Osmanlı mebuslarından olan dört Musevi'den üçü ( Karaso, Feraci ve Mazliyah ) A.I.U. ( Alliance Israelite Universelle) okullarından mezun olmuş insanlardı. Buna ek olarak, bazı Türk devlet görevlileri de bu okullarda öğrenim görmüşlerdi ; şair ve filozof Rıza Tevfik Bey gibi.. ( Aron Rodrigue, "Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması", s.189 )
   Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte masonluk da önem kazanmıştı. Artık soruşturulmayan mason locaları sürekli üye kaydediyordu. Özellikle Alman muhalifi olan İngiliz ve Fransız mason localarının çok üye kaydetmeleri cemiyet yönetimini telaşa düşürmüştü. Meşrutiyet'in ilanından sonra yapılan gösteriler sırasında çeşitli  cemaatler arasında mason locaları heyetleri de yürüyüşlere katıldılar. Bütün localara bağlı masonlar yan yana bayrakları ile sokaklarda yürümüşler ve herkesçe vatanın kurtarıcıları olarak alkışlanmışlardı..
   Masonluğun gücünü tamamen kendi elinde toplamak isteyen Alman yanlısı Selanik Ocağı bu amaçla Türkiye Büyük Locası'nı açmaya karar verdi. Talat Paşa liderliğinde, Selimiye Süvari Fırkası Komutanı Prens Aziz Hasan paşa, Maliye Bakanı (Yahudi dönmesi) Cavit Bey, Midhat Şükrü (Bleda), Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Fuat Hulusi (Demirelli), Faik Süleyman Paşa, Jandarma Komutanı Galip Bey, Hüseyin Cahit (Yalçın)'la birlikte Türkiye Büyük Doğu Mason Locası'nı kurdular. Talat Paşa bu locanın ilk Büyük Üstad'ı ( Maşrık-ı Azam ) oldu..
   3 Mart 1909'da İstanbul Tokatlıyan Otel'deki Mason Yüksek Şurası'na 33. dereceye ulaşmış on iki mason katıldı. Bu on iki kişi kıdem sırasına göre 1'den 12'ye kadar sıralanıyordu. 1 numaradaki kişinin adı Mehmet Talat Sai idi ; namı diğer Talat Paşa...

      

   Talat Paşa, 7 Eylül 1909 tarihinde gerçekleşen ant içme töreninde şöyle diyordu : "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti'nin düzenlerine ve ana kanunlarına uyacağıma ve uyulmasını sağlayacağıma, Büyük Üstad'ın Türkiye'de tek düzenli kuvvet olan Yüksek Şura'nın korumasında oluştuğuna, Yüksek Şuramızla İskoç İttihadına dahil yüksek şuralar tarafından tanınmış mason örgütünden başka kuvvetlerle ilişkide bulunmayacağıma, bu yeminin sadece beni değil, daha sonra yasal bir şekilde yerime gelecekleri de aynı taahhüt altında bulunduracağına, yemin ederim..." ( İlhami Soysal, "Dünyada ve Türkiye'de Masonluk ve Masonlar", s. 244,257 )
   Gerçekte Intelligence Service mensubu olan, görünüşte ise büyükelçilik baş tercümanı olarak görev yapan Gerald Fitzmaurice, İttihatçıların, masonlar ve Siyonistlerle tam bir işbirliği içerisinde olduğunu belirtmektedir. Fitzmaurice tarafından hazırlanan bir istihbarat raporuna göre, İkinci Meşrutiyet hareketi Siyonistlerin hazırladığı "dünya imparatorluğu" projesinin ilk adımıydı. "İkinci Meşrutiyet'i gerçekleştirmek için bilhassa Selanik'te yaşayan 80 bin İspanyol Musevi'si ve 20 bin dönme ile mason locaları işbirliği yapmıştır. Toy subayların perde arkasında masonlar, dönmeler, kozmopolitler yani tek kelimeyle Yahudi dehası vardı (...)  Türkiye'nin görünmeyen hükumetinin Talat Bey'in yönetimindeki Büyük Doğu locası olduğu anlaşılmaktadır (...) Genç Türk Hareketi'ni şu anki durumuyla incelersek ; içinde Araplar, Rumlar, Bulgarlar ve Ermeniler gibi Osmanlı azınlıklarından çok Türk ve Yahudi olduğunu görürüz... Yahudilerin ekonomi kafasına sahip olmayan Türkleri tuzaklarına düşürüp şaşırttıktan sonra.. Filistin ya da Babilonya'da bir özerk Yahudi devleti kurulması amacıyla, İsrail'in kutsal saydığı toprakların sahibi olan Türkler üzerinde nüfuz sahibi olmak istemeleri doğaldır. Türklere, Yahudilerin bu ülkeye şartsız göçünü kabul ettirebilirlerse, bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardır. İsrail'in yıllardır hayalini kurduğu, Rusya ve Romanya'da esaretteki milyonlarca dindaşını Türkiye'ye getirmek, oradan da Mezopotamya'ya aktarmaktı (...) Selanik komitesinin en nüfuzlu üyelerinden biri olan ve Yahudi asıllı olduğu söylenen Dr. Nazım Bey, sadık adamı olan Selanikli dönme Faik Bey ( Toledo ) ile birlikte ICA'nın ( Yahudi Kolonizasyon Cemiyeti) Paris şubesini ziyaretle, açıkça Romanya'dan 200 bin Yahudi'yi Makedonya'ya ve birkaç milyon Rus Yahudi'sini Mezopotamya'ya yollamak tezini açıklamıştır (...) Genç Türklerin hedefi ; İran, Mısır, Yunanistan ve Bulgaristan'a karşı şoven politika izlemektir ama bunların hepsi, Avrupalı, yani çoğunlukla Yahudi bankerlerin orduyu beslemeye gerekli para yetiştirmesine bağlı.. Rusya'daki Yahudi ve aşırı Ermeni Taşnak ihtilalcileriyle de ilişkileri var. Bunlar aracılığıyla Rusya'yı zayıflatmayı tasarlıyorlar.. " ( Orhan Koloğlu, "İttihatçılar ve Masonlar", s. 203-206 )

  

   Rapora göre Yahudiler en çok Yunanlılar ve Slavlara kin duyuyorlardı. Bu kinin tarihsel sebepleri vardı. Bu yüzden Yahudiler Yunanlıları ve Rusları en büyük tehdit olarak görüyorlardı..
   Paylaşımda geç kalmış Almanya bu Siyonist projenin arkasındadır. Rusya'da şiddetli bir antisemit dalga vardır. İngiltere, Yahudi finans çevrelerinin ve Osmanlı'ya nüfuz etmiş Yahudilerin, Alman çıkarlarına hizmet ettiğine inanmakta, ajanları aracılığıyla her yerde Siyonistleri izlemektedir.
   Böylece İstanbul, Siyonist faaliyetlerin ana merkezi oldu...
   İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin çalışmaları İngiliz politikasının tamamen zıddıydı. Siyonistler, İngiltere'nin Almanya'ya karşı en önemli müttefiki olan Rusya'yı zayıflatmak istiyorlardı. Ayrıca Almanya desteğinde bir Yahudi devletinin kurulması, İngiltere'nin Hindistan yolu önünde büyük bir engel olacaktı. Osmanlı Devleti'ni Almanya yanında dünya savaşına katmak istemeleri de apayrı bir konuydu. Cemiyet'in İngiliz yanlısı Manastır Şubesi Reisi Miralay Sadık Bey'in İttihatçılara karşı tavır alma nedeni buydu..
   1909 İttihat ve Terakki Kongresi'nde, masonluk ve Siyonistlik başlıca tartışma konusu oldu.. Mustafa Kemal bir önerge vererek, Cemiyet'in yasal ve açık bir hale gelmesini, askerlerin tamamen siyasetten çekilmesini istedi. İkinci önerge ise Miralay Sadık Bey'in Masonluk ve Siyonistlik Layihası'ydı.  
   Münakaşanın çok ciddileşmesi üzerine Sabetayist Dr. nazım Bey söz aldı : "Bu layiha ( yazı,tasarı) Sadık Bey'in kendi görüş ve duygusunun bir ifadesi olmadığı gibi, içerik olarak gerçeğe de uygun değildir. Bu layiha geniş bir hayal gücünün düzenlediği bir romandır. Devrimimizden maddeten ve manen zarar görmüş olanlar veya bekledikleri makam ve menfaati elde edemeyeceklerini gören Cemiyet düşmanları, gerçekten ustaca bu romanı düzenlemişler, bizi içimizden sarsmak ve yıkmak için de onu Sadık Bey'e vermişlerdir. Duygular üzerinde daima heyecan dalgaları yapan din, İslamiyet, ahlak gibi yazıları zaten son günlerde kendisinin içerlemiş olduğu Melami derviş ruhunda gereken etkiyi yapmış, iş buraya kadar gelmiştir. Görüyoruz ki, aleyhimizde yine Şeriat bayrağı altında harekete geçilmek isteniyor (...)  Talat, bu devrimin en büyük adamı, yüksek vatanperver ve milliyetçi arkadaşımızı, kardeşimizi, 'vaktiyle mason locasına girmişsin' diye Cemiyet'ten çıkaracak mıyız ? O, bu cemiyeti kuranlardan biri değil mi ?..  Cavit için 'dönme' diyorlar, onun damarlarındaki kan Yahudi kanıymış ! Geçmişi bir inceleyelim : Tarihimize şeref veren zevat arasında, atası şu veya bu dinden dönmüş, kan itibarıyla başka ırklara mensup ne kadar zevat vardır ? (...)  Arkadaşlarım !.. Gerçek şudur ki, vaktiyle Manastır Heyet-i Merkeziyesi'nde bulunmuş olan Sadık Bey, şimdi de bir an evvel fırkanın başına, oradan da hükumet başkanlığına geçmek istiyor. Bunun için huzursuzdur. Talat ve Cavit kıyaslama kabul etmeyecek derecede zeki, irfan ve güç durumlarda karar verip önlem almak özellikleri itibarıyla kendisinden yüksektirler. Onların varlığını ihtirasına engel olarak görüyor. Onun için de cemiyetten kovulmalarını talep ediyor.."
     Dr. Nazım Bey

   Miralay Sadık Bey'in başını çektiği muhalifler, Siyonizm aleyhindeki sert tavırlarını sürdürürken, Talat Bey liderliğindeki Osmanlı masonları da karşı atağa geçtiler. Osmanlı Büyük Locası ; İngiliz localarının yaygın olduğu Lübnan, Suriye, Filistin ve Mısır'da ardı ardına localar açtı. Osmanlı Büyük Doğu Locası 1910 yılında peş peşe İskenderiye'de dört loca açınca Mısır'ın elden gitmekte olduğu korkusu İngilizleri sardı. Beyrut, Halep, şam ve Kudüs'te de arka arkaya localar açılıyordu..

   Osmanlı Masonluğu ile bütünleşmeyi arzulayan Mısırlı milliyetçilerin Cemiyet ile ilişki kurmaları İngiltere'yi çok rahatsız etti. Bu kez Siyonistlik ve masonluk tartışmalarını Meclis'e taşıdılar. Üstelik bu tartışmalara İttihat ve Terakki'nin yolsuzluk iddiaları da eklenmişti..
   12 Ocak 1910'da Hüseyin Hilmi Kabinesi devrilince muhalefet büyük başarı sağlamıştı. Oysa yeni kurulan İbrahim Hakkı Paşa Kabinesi eski hükumetin birçok bakanını koruduğundan İttihatçılar hala çok güçlüydü.. Buna karşılık muhalif milletvekilleri daha sonra Gümülcineli İsmail liderliğinde, 21 Şubat 1910'da Ahali Fırkası'nı kurdular.. Partide Yahudiler hariç her cemiyetten insan bulunuyordu !..Yahudileri hedef alışının nedeni, Filistin'de bir İsrail devleti kurmak istemeleriydi. ( Tarık Zafer Tunaya, "Türkiye'de Siyasi Partiler", c.1, s.237 )
   Başbakanlık görevinde bulunan İsmail Hakkı Paşa'nın, Osmanlı Devleti'ne kredi veren yabancı bankalardan bazılarının Siyonizm'i finans ettikleri savını kesinlikle reddetmesi yanılgı olarak nitelendirilebilir. O dönemde devlet yönetimindeki gelenek, Osmanlı'ya kredi verenlerin Türk dostu olmaları ya da Türk dostu oldukları için kredi vermeleri inancına dayanıyordu..
   İngiltere ile Abdülhamid zamanında var olan bağlar, Cavit Bey tarafından kopartıldı. İstanbul'daki İngiltere Büyükelçiliği tarafından Londra'ya gönderilen raporlarda, Yahudi mebusların engellenmeleri gerektiği yazıyordu. İngilizlere göre bunlar Siyonistlerdi ve Siyonistler Alman çıkarlarına hizmet etmektedir.
( Mim Kemal Öke, "Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar", s.144-146 )
   Ahmet Ağaoğlu, Gümülcineli İsmail ve arkadaşlarının başlattıkları Siyonizm tartışmalarında bu iddiaları çürütmeye çalışır. Ağaoğlu, yazılarında, bu olayı planlayanın aslında İngiltere Büyükelçilik baş tercümanı Fitzmaurice olduğunu yazmaktadır. ( Tanin Gazetesi, 3 Mart 1911 ) 
 

24 Ocak 2013 Perşembe

321 ) SINIRLAR VE ONLARI ÇİZENLER !..

     Bartolomeo Minio

   Osmanlı ve Venedik toprakları arasındaki sınırlar çok tartışmalıydı. 1479-80'de Venedik yetkilisi (provveditore) Bartolomeo Minio, Osmanlı Devleti'nin gönderdiği bir temsilcinin bölgedeki sınırları belirlemek için Nauplion'a ( NE Peloponnesus) vardığını bildiriyordu. Minio'nun raporları Osmanlı emininin (temsilcisinin) ve mahalli eşrafın tartışmalı topraklarla ilgili kendi haritalarını çizdiklerinden bahsetmektedir. Bu döneme ait elimizde çok az sayıda Osmanlı haritası olduğu için bu, önemli bir bilgidir ve Minio'nun raporu bunun, bu tip sınır haritalarının çizilmesinde ortak bir yol olabileceğini akla getirmektedir..

   Sultan'ın gönderdiği "emin", "doğru" sınırları belirlemek için belgelerden, "yaşlı tanıkların" şehadetinden ve vergi kayıtlarından faydalanmıştı. Daha sonra onun emrindeki komisyon kıyılar, dağlar, su kaynakları, kaleler ve manastırlar gibi fiziksel ve sosyal unsurlara dayanarak sınırları çizdi. Bölge esas olarak şatolar ve onlara bağlı tarımsal topraklar temelinde tarif edildi..
   Osmanlılar, daha küçük bir ölçekte, mülkün sınırlarını tanımlamak için "sınırname" denilen tapu senetlerinden faydalanmışlardı.
 1681'de Osmanlılardan ve Polonya-Litvanya Birliği temsilcilerinden oluşan ortak bir bir komisyon, Minio'nun raporunda bahsedilenlere benzer doğal ve yapay unsurlardan yararlanarak, bir dizi sınır çizdi. Doğal yapılar sınırları belli etmeye yetmediğinde tümseklerden faydalanıldı !..
       

   Toprağı bölmek ve egemenlik alanının sınırlarını belirtmek için bu tip fiziksel işaretler kullanılmış olmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu'nu "Avrupa"dan veya "Hıristiyan Dünyası"ndan ayıran hiçbir düz hat yoktur. Bunun yerine, sınır komisyonunun da işaret ettiği gibi ; kentler, kaleler, nehirler, kıyı kordonları ve geçmiş ayrımların nasıl yapıldığına dair hatıralar söz konusudur. Haritalarda sınırları belirleyen çizgiler savunulabilir alanı ifade eder ; devletleri, yani sınır çizme zorunluluğunun baskısını üzerinde hisseden siyasal birimleri gerektirir...

    
















   Dönemin Cermen gravür sanatçıları çoğu zaman Türklerle Latin Hıristiyanları aynı "tarafta" yer alan güçler olarak birlikte grupladılar. Reform'dan yana güçler, Türkleri ve Katolik din adamlarını benzer bir şekilde imansızlar ve tecavüzcüler olarak gördüler ve dünyevi devletler arasında değil, Cennet ile Cehennem arasında bölünmüş olan ortak bir mekanda onlarla savaştılar..
  Bu tasvirlerde esas olan toprak veya egemenlik alanı değildir. Burada mekan, vaizlerin üzerlerinde maddi ve manevi egemenlik kurabilecekleri ruhlarla meskun bir yeryüzü parçası olarak hesaba katılır. Sadakat ve ihanet kavramları temelinde çizilmiş bu tip "haritalar"da Osmanlı ile Avrupa arasında hiçbir belirgin sınır söz konusu değildir. Nitekim Osmanlı mekanı, basbayağı kurtarılmaya ihtiyaç duyan bir tarihsel Hıristiyan mekanı olarak tasavvur edilebilmektedir. Bu durum, Osmanlı' nın 1516'dan 1918'e kadar sıkıca elinde tuttuğu Kutsal Toprak ( Terra Sancta ), Kudüs ve çevresi için bilhassa geçerliydi. Orta Çağ, Avrupa haritalarında genellikle dünyanın merkezi olarak kabul edilen bu bölge, haritalarda aynı anda hem "Kutsal Toprak", hem de Osmanlıların egemenlik alanı olarak gösterilebiliyordu...
     16. yüzyıl haritacılarının çalışma nesnesi sınırları belli uluslardan ve hatta hükümdarlıklardan oluşan bir arazi değildi ; onların malzemesi halklardan, tarihsel hatıralardan, kutsal yerlerden, seyahat mecburiyetlerinden ve ilerleyen ordulardan oluşan bir araziydi. Haritalar seyahati ( hac yolculuğu dahil ) ve seyahat hayalini kolaylaştırmak için oluşturulmuş tarihlerdi. Fetih planları ve fetih kutlamalarıydı. İlle de harfi harfine anlaşılması gerekmeyen gerçekliğe ilişkin yorumlardı.
   Osmanlı egemenliğinin ve sınırları belli devletlerin erken modern haritalarda belirmesi ancak peyderpey ve yer yer gerçekleşti. 

 

   Venedikli haritacı Giacomo Gastaldi'nin, 16. yüzyıldaki Osmanlı topraklarıyla ilgili çizdiği haritalarına bakanlar ; büyük ölçüde, sadece fiziksel şekilleri, bölgeleri, alanları ve kentleri görürler. Arada sırada yolculuk yaparken ihtiyaç duyulacak şeyler ve hac yerleriyle ilgili bazı bilgiler verildiği de olur. Örneğin Mısır ve Arabistan haritalarında, Mekke civarındaki toprakların üzerinde bir açıklama notu bulunmaktadır :
"(Hz.) Muhammed burada gömülüdür." gibi.. Bu tür açıklama notları, aynı zamanda gezginlere yönelik olarak da yazılmış olabilirler...
   Gastaldi'nin haritalarında Osmanlı İmparatorluğu'ndan bahsedilmemektedir ; Osmanlı egemenliği bu haritalara hiçbir şekilde yansımamıştır.
   16. yüzyılın sonuna doğru Avrupa haritalarında sınırlar farklı bir şekilde çizilmeye başladı ; sınırlar genellikle noktalarla veya renkli çizgilerle gösteriliyordu. 17. yüzyıl haritalarının tipik özelliği, bölgesel ayrımlar üzerinde durmaları ve toprağı egemenlik alanlarına göre sınıflandırmalarıydı. Bu sınıflandırma, bir Türk varlığını ve bunun sürekliliğini kabul ediyordu. 18. yüzyıla gelindiğinde toprağın bölünmesinde ve sınırların tayin edilmesinde temel standart, devletler olmuştu..

 
  1554'ten 1562'ye kadar Osmanlı topraklarında kalarak Osmanlı'nın işleyişine epey aşina olan, Habsburgların Osmanlı elçisi Ogier Ghiselin Busbecq ; İstanbul'a kara yoluyla giderken dağ geçitlerinden, konaklama yerlerinden, şehirlerden, kalelerden ve Tuna'da kayık gezisinin ne kadar güvenli olduğundan bahseder.
   Busbecq, Belgrad'a ulaştığında buradaki Antik Roma yapılarını tasvir eder ve Avrupa'daki hükumdarlar onları durduracak kadar enerjik olmadıkları ve bu yönde örgütlenemedikleri için, dizginlerinden boşanan Osmanlı'nın askeri gücü üzerinde durur. Mekanı ; Osmanlı'nın ele geçirmiş olduğu ve ele geçirebileceği topraklar olarak ikiye ayırır.. Belgrad ayırıcı bir hattır ve tüccarların antik paralar ( Roma dönemine ait ) teklif ettiğine şahit olduğu ilk yerdir. Bu paraların geçerli oluşu Osmanlı topraklarına girildiğinin bir işaretidir, ki Busbecq'in küçümseyerek anlattığına göre bu topraklar rahat bir şekilde para saçmaya gönüllü olanlar dışındaki yabancılara kapalıdır !..
   Padişah egemenlik alanını karalar, denizler, itibar ve itaat temelinde ölçüyordu. O, "İki denizin ve kıt'anın hakimi, alemin sığınacağı yer" ( Alempenah ) idi.. Bu unvan ile padişahın geniş otoritesi ve gücü anlatılıyordu...
  

      
      1626'da yapılmış, Osmanlı İmp. ve Pers Krallığı haritası




(  VIRGINIA H. AKSAN VE DANIEL  GOFFMAN'ın editörlüğünde çeşitli bilim insanlarının makalelerinden oluşan, "Erken Modern Osmanlılar" adlı kitaptan ; PALMİRA BRUMMETT'in, "Erken Modern Osmanlı Mekanını Tahayyül Etmek" adlı makalesinden derlenmiş bir yazıdır )