31 Ekim 2011 Pazartesi

123 ) ALEMİN KRALI !...


   Elvis Presley, 1950'lerde dünya müziğini kökünden değiştiren kişi olarak kabul edilmektedir. "Rock'n'Roll Kralı" olarak ilan edildiğinde henüz 21 yaşındaydı.. Ünlü şarkıcı Ray Orbison, Elvis'i ilk olarak Dallas'ta seyrettikten sonra şöyle söylemiştir : "Enerjisi müthiş, içgüdüleri inanılmazdı. Kafamda onu nereye yerleştirmem gerektiğini bilemedim. Kültürümüzde onu kıyaslayabileceğim bir referans noktası bile yoktu.."
   İlk olarak Elvis'in ulaştığı milyon satışlarından sonra, müzik sektörünün bir endüstri haline geldiği kesindir. Kendisinden sonra gelen hemen her şarkıcı ve grubu etkileyen Elvis'in dünya çapında şöhrete kavuştuğu 1956 yılında, onu örnek alarak müziğe başlayanlar yüzünden gitar satışlarının rekor kırdığı belirtilir..John Lennon, "Elvis'ten önce hiçbir şey yoktu.. Elvis olmasaydı, Beatles da olmazdı" diyerek ona hayranlığını belirtmiştir..
   Elvis, sadece Rock'n'Roll'da değil pek çok müzik tarzında başarılı bir şarkıcı olduğunu kanıtlamıştır. Listelerde kırdığı rekorların bazıları bugün hala kırılabilmiş değildir. Plak satışları bakımından da 1,5 milyarın üzerindeki rakamıyla gelmiş geçmiş en başarılı şarkıcıdır...
   
   Bugün ABD'de Iowa Üniversitesi, Mississipi Üniversitesi, Georgetown Üniversitesi ve Tennessee Üniversitesinde Elvis ve onun toplum üzerindeki etkileri, ders olarak okutulmakta ; araştırma konusu yapılmakta ve seminerler düzenlenmektedir. Elvis üzerine yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayısı yüzleri bulmaktadır.
   Dünyada 650 tane Elvis fan kulübü vardır. Internetteki Elvis sitelerinin sayısı 1.500'den fazladır.. Yılda yedi yüz bin kişi Elvis'in müze haline getirilen Memphis'teki evi Graceland'i ziyaret etmektedir.
   Eski ABD başkanı Jimmy Carter'ın da dediği gibi, "O tektir ve yeri doldurulamaz..."
   
   8 Ocak 1935'de Tupelo Mississipi'de doğdu.. 1945'de "Alabama Fairy Dairy Show"da "Old Shep"i söyleyerek dereceye girdi. 1946'da, 11. doğum gününde annesinin aldığı gitar ile başladı her şey.. 1953'de Humes High School'u bitirdi. 1954'de Crown Electric şirketinde şoför olarak çalışmaya başladı. Aynı yıl Sun Plakçılık şirketinin sahibi Sam Philips'in daveti üzerine, Temmuz ayında "That's All Right Mama"yı kaydetti..
Şarkıyı radyoda çalan DJ Dewey Philip, Elvis'i geniş kitleler ulaştıran ilk kişi oldu..



   Özellikle güney eyaletlerinde uzun turnelere çıkan Elvis ; görünüşü, kendine has sahne hareketleri ve şarkıları ile kızları çıldırtıyordu. 1955'de, yani henüz 20 yaşındayken, "Mass Hysteria" denilen kitlesel isteri gerçekleşmişti.. Nitekim pek çok konserinde gençlik adeta ayaklanıyor, batan hayranları sahneye ve kulise hücum ediyordu.
   1955 yılında "Colonel" yani albay lakaplı Tom Parker'ın menajeri olmasını kabul ettikten sonra sene sonunda 35.000 dolara RCA firmasına geçti. 1956 yılıyla birlikte Elvis Presley artık bir dünya starı idi.. 28 Ocak'ta ulusal yayın yapan bir televizyon yayınında ilk defa görünerek "Heartsbreak Hotel"i söyleyen Elvis, seksi dansı ve hareketleriyle çığır açtı..Artık gençler ona tapıyordu.. 1956 yılında ilk filmi "Love Me Tender"ı çevirdi. 
    



   En beğenilen şov programlarından "Ed Sullivan's Show" da iki kez boy gösterdi. Yıl sonuna gelindiğinde artık plakları milyonlarca satıyordu. Hayranlarından haftada 15.000 mektup alan "Kral", en çok arzu edilen erkek konumuna gelmişti..
   Elvis, yeni şarkılar yanında, bazıları daha önce söylenmiş şarkıları alıyor, onları bambaşka bir hale sokuyor ve insanlara sunuyordu. Her şarkıyı bir "Elvis şarkısı" haline getiriyordu. İnsanlar "sanki benim için söylüyor" diyordu. Dehası belki de buradaydı. Dünyanın öteki ucunda yaşayan, hiç İngilizce bilmeyen biri bile onun şarkıdaki duygusunu hissedebiliyordu. 
   1958'de dördüncü filmi "King Creole"yi bitiren Elvis, belki de dünya müziğini değiştiren bir kararla askere alındı. Texas Fort Hood'da başladığı askerliği sırasında, 14 Ağustos 1958'de annesini kaybetti. Ona çok düşkün olan Elvis, tanıyanların söylediğine göre, bir daha asla aynı adam olmadı..
   Eylül ayında askerlik hizmetinin geri kalan kısmı için Almanya'ya gönderilen Elvis ; 1959'da, burada görevli bir Amerikalı subayın üvey kızı, 14 yaşında ama yaşından epey olgun gösteren, Priscilla Beaulieu ile tanıştı. İkinci tanıştığı ise enerji veren haplar oldu. Askeri manevralar sırasında uyumamaları için üstlerinin verdiği bu hapların, geleceğini de etkileyeceğini o sırada aklına bile getiremezdi doğal olarak..
   3 Mart 1960'da çok görkemli bir karşılama töreniyle ABD'ye dönen Elvis ; hemen yeni kayıtlar yaptı : "It's now or never" ve "Are You Lonesome Tonight ?".. Sonra da "G.I. Blues" ile film setlerine geri döndü..
   1961'de Memphis ve Hawaii'de verdiği konserlerden sonra sahnelerden çekildi. Onu artık sinema dışında izlemk zordu. 1960'lı yıllar boyunca, yılda ortalama üç film çekti.. Film senaryoları ve seçilen şarkılar zayıftı.. Daha iyi bir aktör olma hayalleri zayıfladıkça, duyduğu derin hayal kırıklığı ruh halini ve ilişkilerini de etkiliyordu..  
   1 Mayıs 1967'de Elvis, Priscilla ile Las Vegas'ta, Aladdin Hotel'de evlendi.. 1 Şubat 1968'de kızları Lisa Marie doğdu. Özlemini duyduğu mutlu aileye artık kavuşmuştu ve bu da, sanatına yansıyordu..
            

   1969'da Memphis'de stüdyoya giren Elvis, gerçekten kaliteli şarkılar kaydetti : "In The Ghetto" ve "Suspicious Mind".. Tekrar zirveye çıktı.. Las Vegas'ta, sekiz yıl aradan sonra, ilk konserini gerçekleştirdi. 1969-1977 arasında 1.100'ün üzerinde konsere çıktı !..



   Bu yoğun iş temposu Elvis'in mutlu evliliğini bitirdi.. Özel hayatlarının artık hiç olmamasını bahane ederek, 1971 sonunda Priscilla onu terk etti.. Terk etmekle kalmadı, Elvis'in karate hocası Mike Stone'a giderek onun egosunda onarılmaz bir yara açtı..İşte bundan sonra kullandığı ilaçlarda, özellikle sakinleştiricilerde büyük bir artış oldu.
   9 Ekim 1973'de Priscilla ile resmen boşandı.
   1975'de kırk yaşına giren Elvis sağlık sorunlarıyla boğuşmaya başladı..
   1976 yılı, konser ve turne açısından çok yoğundu.Bu arada Elvis'in kilo sorunu başlamıştı. Sağlık açısından işler hiç de iyiye gitmiyordu..
   26 Haziran 1977'de Indianapolis'de, kariyerinin son konserine çıktı. Yeni turne 17 Ağustos 1977'de Portland'dan başlayacaktı. Ancak 16 Ağustos 1977'de, Graceland'in banyosunda, nişanlısı Ginger Alden tarafından yerde yatar halde bulundu. Baptist Memorial Hastanesine kaldırıldı ve henüz kırk iki yaşında iken, dünyayı arkasında şoka girmiş halde bırakarak, hayata gözlerini yumdu..
       

29 Ekim 2011 Cumartesi

122 ) BU KALP SENİ UNUTUR MU ?...

  

   Padişahlık kalkmıştır ama Abdülmecit, Halifedir ve Dolmabahçe'de oturmaktadır.. Müslümanlıkta din ile dünyanın birbirinden ayrılmayacağını iddia eden hocalar, Halifenin Padişah da olması gerektiği fikrinden daha caymamışlardır. Muhafazakar Osmanlı ve sağ eğilimli Türkçüler de, hala meşrutiyetçidirler.. Mustafa Kemal hilafeti padişahlıktan ayırmakla ve devlet merkezini Ankara'ya nakletmekle bütün hüküm ve nüfuzu kendi şahsında toplamak isteyen bir zorlama yapmıştır !. Fakat Meclis, eski Meclistir. Mustafa Kemal de, nihayet, bu meclisin reisidir.. Bir gün meşruti hükümdarlığa dönmek için, bu sistem olduğu gibi kalmalıdır... Gün doğmadan, neler doğar ?.. Mustafa Kemal yarın ölebilir, öldürülebilir.. İtibarını kaybedebilir.. Büyük gazeteler İstanbul'da çıkmaktadırlar ve halk efkarını bu güzel "ihtimal"e hazırlamaktadırlar..
   Mecliste hiç kimse cumhuriyet kelimesinin ağza alınmasını istemez. Yabancılara göre Türkiye'deki devlet şekli askıdadır.. Bir gün kapalı bir grup konuşmasında İsmet Paşa, devlet şekli üzerinde bu şüphelerini milletvekillerine anlatmıştı. Bir gün de Mustafa Kemal, bir Avusturyalı gazeteciyle görüştüğü sırada "cumhuriyet" kelimesini ağzından "kaçırdı" ; bunun üzerine Meclis'in ve İstanbul gazetelerinin yüreği yerinden oynamıştır !.. Milletvekilleri Mustafa Kemal'in Meclis'teki küçük odasına koşarak, bu "dil sürçmesini" düzeltmesini istemişlerdir. Başlarında da Hamdullah Suphi'nin (Tanrıöver) olması hayli tuhaftır.. Bir Osmanlı'ya cumhuriyetçi demek, o zaman için "gavur" demek gibi bir şeydir !..
   Öyleyse cumhuriyet, Millet Meclisi'nin bir toplantıda vereceği karar ile "emr-i vaki" olmamalıdır. Meclis'te ve gazetelerde tartışmaya konulmalıdır. Ayrıca milletin oyu alınmak gibi tekliflere fırsat verilmelidir..
  

   O sıralarda Mustafa Kemal'e halife olması için teklifler bile yapılmıştır !..Hatta bu tekliflerden birini, Hindistan'dan dönen Antalya milletvekili Rasih Hoca (Kaplan) getirmiştir... Aynı zamanda da, ya vekil seçilmek ya da Yüksek Meclis ve hükumet kadrosuna, Mustafa Kemal'i frenleyeceği sanılan kişileri getirmek için el altından bir hizip kaynaşması vardır.. Mustafa Kemal bu kaynaşmayı, ancak kendi hakemliğiyle içinden çıkılabilecek bir buhrana sürükler. Meclis'teki bazı seçimleri kendi aleyhine bir hareket sayarak bu oyuna gelmeyeceğini gösterir bir tavır takınır.. Kimsede Mustafa Kemal ile açık bir savaşa girmek niyeti olmadığı için, onun bu tavrı gerçek bir anarşiye doğru gidildiği duygusunu yayar.. Eski arkadaşı Fethi Bey, bu süreci daha kuvvetli bir hükumetin idare etmesi gerektiğini söyleyerek, istifasını verir.. Öyle bir "hal ve şart" doğar ki, ya Mustafa Kemal'i düşürmek yahut onunla birlikte yürümek yollarından birini tutmak gerekirdi.. Düşürmek mümkün olsa, bu fikir etrafında bir hayli insan toplamak imkanı da yok değildir. Fakat düşürmek mümkün değildir..
   Mustafa Kemal gerçek bir ihtilalciydi.. Bir ayaklanmadan korkmuyordu.. Ordudaki zafer arkadaşlarına ve halk arasındaki mistik etkisine güveniyordu..Komutanına ve subaylarına tamamen bel bağladığı Muhafız Kıt'ası vardı. Çankaya, Türkiye'de tutunabilecek tek tepe olsa, bu muhafız kıt'ası ile ihtilali o tepede savunacak ve oradan tekrar bütün memleketi etrafına toplayacaktı..Ama bu, başvurulacak en son silahtı ve hiçbir zaman kullanılmayacaktı.. Fakat o türlü bir karar ve irade ile, Meclis koridorlarındaki kulaktan kulağa fısıltı ve küçük tertip taktikleri boy ölçüşemezdi..
   28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa, Milli Müdafaa Vekili Kazım Paşa, eski kolordu komutanlarından Sinop vekili Kemalettin, Sami ve Milli Mücadele Kocaeli Grubu Komutanı Halit Paşalar bulunuyordu. Gazi, Rize vekili Ekrem ve Afyon vekili Ruşen Eşref Beyleri de yemeğe alıkoydu. İşte bu yemektedir ki arkadaşlarına : "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" dedi...
   29 Ekim'de Mustafa Kemal tasarısını Meclis katiplerinden birine verir. Tasarı okunur. Gazi'nin teklifi cumhuriyeti getirmektedir..
   Tasarı hakkında derhal görüşmeler başlar..Gazi'nin teklifine, yani Cumhuriyet'in ilanına açık, kesin, direkt olarak kimse cephe almamıştır. Bazı geciktirme veya savsaklama konuşmaları olmuştur ; fakat söz daima Cumhuriyet'i savunanlarda kalmıştır. Zaten bu konuda Mecliste başına buyruk davranışlarıyla bazen Gazi'yi de sinirlendirir gibi görünen genç "muhterisler", yani Meclisin asıl gelecek vadeden kadrosu, Cumhuriyet'in ilanının en ateşli savunucuları haline gelmişlerdir..
   Sonunda, Meclisin sarıklı fakat atılgan, hareketli vekillerinden Antalya vekili Rasih Hoca (Kaplan) söz aldı. Rasih Hoca'nın ağır, dokunaklı ve etkili bir sesi vardı. Açık ve kesin konuştu. Sözlerini ; "Din bakımından da en uygun hükumet şekli Cumhuriyet'tir " diye bağladı ve haykırdı : "Yaşasın Cumhuriyet !.."
   Meclis birden dalgalandı. Herkes ayakta ve bütün vekiller haykırıyorlardı : "Yaşasın Cumhuriyet !.."..
   Tartışmalar artık sona eriyordu. Bu arada işin en hoş tarifini eski bir Osmanlı, eski bir müderris ve Osmanlı Devletinde bakanlık ve Ayan üyeliği yapmış olan Abdurrahman Şeref Bey yaptı. Zaten kendisi de Meclis'in en yaşlı ve en saygın adamıydı. Şöyle demişti, "Hakimiyet-i Milliye, kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sonuç, bu.. Bu da Cumhuriyet demektir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmemiş.. Varsın gelmesin !.."
   Nihayet takrir oya koyuldu.. Her vekilin kendi oyunu ayrı bir kaba atması suretiyle toplandı. Bir heyet oyları saydı ve sonra Meclis Başkanı ve yaman bir parlamento yöneticisi olan Çorum vekili İsmet Bey (Eker) sonucu açıkladı : Tasarı oy birliğiyle onaylanmıştı.. "Yaşasın Cumhuriyet" haykırışları bu defa daha gür, daha devamlı bir heyecan fırtınası içinde Büyük Millet Meclisi'nin küçük mütevazı salonunu çınlattı..
   Türkiye artık bir cumhuriyet olmuştu !...
   Kabul edilen tasarıya göre şimdi, yapılacak bir şey daha kalıyordu : Türkiye Cumhuriyeti'ne bir cumhurbaşkanı seçmek..O da yapıldı.. On dakika sonra sonuçlar belli oldu : 159 kişi oylamaya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oy birliğiyle cumhurbaşkanı seçilmişti. Çekimser kalan tek oy, Mustafa Kemal'in oyu idi !.
..
      

28 Ekim 2011 Cuma

121 ) KORKU SİNEMASI ÜZERİNE !...

    

   Hangi türde olursa olsun, fantastik sinema, her zaman ilgi çekmiş, seyirci toplamış bir alan.. Bu tip filmler, insanoğlunun tüm gizli korkularını, kaygılarını canlandırıyor, somutlaştırıyor :
---İnsancıl niteliğini yitirmek, toplumca itilmek.. (Kafka'nın "Değişim"i)
---Hayvanlaşmaktan, insandan aşağı sayılan yaratıkların düzeyine inmekten veya onun tutsağı olmaktan korku. ( "Kurt Adam", "Sinek" gibi..)
---İnsanın kendi bilinci karşısındaki korkusu.. ( "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" gibi )
---İnsanın cinselliği karşısındaki korkusu.. ( Vampir filmleri )
---Şiddetten korkusu.. ( Cinayet filmleri )
---Çirkinleşme korkusu.. ( "Operadaki Hayalet" )
---Doğa korkusu.. ( Her tür doğal afet filmleri )
---İnsanın kendi kendisinden korkusu, bilimin yarattıklarından ve bunların insanoğlunun aleyhinde kullanılmasından duyduğu korku.. ( "Dr. Frankenstein" dan, bir nükleer savaş sonrasını işleyen tüm filmlere kadar )
    Ve tüm bu korkunç şeylere, ilerde bir gün eğer insanoğlu bugünkü yanlışlarını sürdürürse gerçekleşebilecek olan tüm bu düşlere, karabasanlara, sinemadaki rahat koltuğundan korkuyla, ürpertiyle bakan seyirci...
    Gösterinin verdiği yüksek gerilimli çeşitli duygular ve bunları dengeleyen, tüm bunlardan uzak, güven içinde olmanın getirdiği rahatlık duygusu.. Prédal'a göre ; fantastik bir gösteri karşısında duyulan ürperti, korku duygusu, insanoğlu için cinsel doyum duygusu kadar güçlüdür ve önemlidir...
 

   Korku sineması, geniş ölçüde bir "rahatlama sineması" dır. Korku ögesiyle boşalım, örneğin karate filmleriyle elde edilen "şiddet boşalımı" kadar önemlidir. İnsanları mutlu, en azından memnun ve rahat kılar ; çünkü kahramanların, örümcekli bir eski şatonun mahzenlerinde, manyak katillerin veya korkunç canavarların, deli doktorların elinde geçirdikleri sıkıntılı anlar, bize kendi rahatlığımızı, güvenimizi pekiştirerek düşündürür ve çevremizden, yaşamımızdan, kişiliğimizden yakınmamızı bir süre bile olsa, filmin getirdiği güven duygusunun rahatlığıyla değiş-tokuş eder..
   Korku filmlerinin, dış ülkeler televizyonlarında da en yaygın programlar arasında olması ; bu filmlerin, sonuçta, rahatlatıcı olması nedeniyledir. Yoksa, en çok, yalnız yaşayan insanların seyretme gereksinmesini duyduğu televizyonda bu tür dehşet filmlerinin gösterilmesi zor mümkün olurdu..
   İnsanı korkutmak, buna rağmen kolay değildir. İnsan korkmaya, belki de gülmekten daha çok hazırdır ama güldürmek zorsa, korkutmak daha da zordur..
   Bazı yönetmenler, vurgulayacakları sahneye gelmeden hemen önce sahnede "kan" gösterirler. Kan, insanın algılarını açar, dikkatini çeker. Bunun sebebi ise ; ilkel çağlardan günümüze, genlerimizde ve içgüdülerimizde kalmış olan avlanma ve avlanmama duygularıyla ilgilidir. Korku filmlerindeki bol bol kan, içimizde tarif edemeyeceğimiz duygular oluşturur...
   Korku filmleri insanda tehlike algısına, o da adrenalin salgılanmasına neden oluyor. Adrenalin kana karıştığında, neredeyse tüm vücudu alarma geçiriyor. Sindirim duruyor ve sindirime katılmayan önemli miktardaki kan, kasları beslemek üzere boşta kalmış oluyor. Aynı zamanda kalbin ritmi hızlanıyor, kan basıncı artıyor, akciğerlerin bronşları genişleyip oksijen girişini ve kanın oksijenle beslenmesini hızlandırıyor. Kandaki şeker miktarı artıyor ve bu da kaslara fazladan enerji sağlıyor. Bütün bu etkiler bir araya geldiğinde ise ; bir insan ister kaçma, isterse de savunma durumuna geçmek üzere olsun, her durumda büyük bir performans göstermeye hazır duruma geliyor. Yani adrenalin salgılandıktan sonra hissedeceğimiz güç bize haz vermeye başlıyor. Ne kadar komplike bir olay değil mi ?..
   Bu türde beni en çok etkileyen birkaç filmi de belirtmeden geçemeyeceğim..Çekim tarihine göre, sırayla...

   Bunlardan ilki, 1967 yapımı, yönetmenliğini Robert Aldrich'in yaptığı "Sus Sevgilim" (Hush, Hush Sweet Charlotte" adıyla gösterilmişti. Baş rollerinde Bette Davis ve Olivia de Havilland oynuyordu. Kırk yıl önce işlenmiş bir cinayet, ortadan kaybolmuş bir kesik el ve baş, yarı deli bir yaşlı kadın, onun parasına konmak isteyen hayırsız bir akraba vb...Merdivenden yuvarlanan kesik baş sahnesinde olduğu gibi bazı sahnelerde insanın çelik gibi sinirlere sahip olması gerekiyordu..
 

   1973 yapımı "Blind Terror" (Korkunun İçinde). Yönetmen Richard Fleischer. Mia Farrow'un başrolünü oynadığı film ; büyük bir evde, bir gece yalnız başına kalmış kör bir genç kızın, eve gizlice giren birkaç manyak hırsızla, filmin başından sonuna kadar geçirdiği kaç-kovala "oynadığı", usta işi bir çekimle, filmin sonuna kadar artarak büyüyen gerilimiyle insanı sinema koltuğuna adeta çiviliyordu !..
     

   "Bela" ("Duel"), Steven Spielberg'in 1971'de, 26 yaşında çektiği ilk ciddi filmi.. Hani, "adam olacak çocuk.." derler ya, işte o çocuk "adam" olacağını bu filmle göstermişti !.. Başrolünü Dennis Weaver'in oynadığı sürücü, son model arabasının verdiği güven ve konfor içinde, Amerika'nın uçsuz bucaksız yollarında bir kentten diğerine gitmekte ve tek düşüncesi bir an önce evine dönmek acele etmektedir.. Ancak bu basit, gündelik yolculuk, kısa zamanda korkunç bir düşe, bir karabasana dönüşecektir. Çünkü peşine takılan ve şoförünün kimliğini bilmediği, yüzünü bile göremediği dev bir kamyon, korkusuz bir inat ve sabırla ; onu ezmeye, yok etmeye, öldürmeye çalışacaktır !.. 
  

   1977 yapımı olan Dario Argento'nun bu filmi, Batı'nın "Gore filmleri" dediği türden. İngilizce'de "Gore", "Kan Gölü" anlamına geliyor. Başrolünde Jessica Harper'ın oynadığı filmde konu Almanya'da yatılı bir bale okulunda geçiyor. ABD'den yeni gelen bir kız öğrencinin tanık oldukları... Heyecanlı bölümlerdeki elektronik müzik kullanımı, çağdaş çekim tekniklerinin kullanılması, her sahnede çok iyi kullanılmış renk düzeni, öldürme sahnelerindeki yakın plan çekimler ve tabii bol bol kan.. Argento iki saat boyunca seyircinin sinirleriyle adeta oynuyor. Bu filmi İzmir'de, Konak Sinemasında izlemiştim. Salonun duvarlarına ek hoparlör tesisatı konmuştu takviye olarak !.. İçeri girerken herkesin eline birer broşür veriliyordu : kalbinden rahatsız olanların seyretmemesi, aksi takdirde sorumluluk kabul etmeyeceklerine dair !.. İşin komik tarafı, bu broşürlerin gişenin önünde değil, salona girilirken dağıtılmasıydı !.. O zamanlar yeni tanışılan, daha doğrusu "çıkılmaya" başlanan kız arkadaşları korku filmine götürürdük. Bunun nedeni çok basitti : filmde kız korkunca elimize, kolumuza sarılsın da aradaki buzlar çabuk çözülsün diye !.. 



   İşte büyük bir usta : John Carpenter.. İşte 1980 yapımı filmi  :"The Fog" (Sis) .. Tam yüz yıl önce kendilerini aldatmış, gemilerini batırarak boğulmalarına neden olmuş bir kasaba halkından intikam almak üzere, olayın yüzüncü yıl dönümünde, koyu bir sisin içinde, dünyaya geri dönen bir avuç hayaletin, kasabada yarattığı dehşetin ustaca bir anlatımı... Bu yönetmen beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmamıştır.. 




   İşte eşi bulunmaz bir gerilim ustasının bende çok uzun yıllar etkisini sürdüren 1963 yapımı filmi : "Kuşlar".. Film, zengin ve şımarık bir "playgirl" olan Tippi Hedren'ın, San Francisko'da bir kuş dükkanında genç avukat Rod Taylor ile tanışıp ona ilgi duymasıyla başlıyor. Genç adamın küçük kız kardeşine yaş günü armağanı olarak iki muhabbet kuşu alıp, vermek üzere Bodega Körfezine gider... Kiralık bir motorla dokların oradan geçerken bir martının saldırısına uğrayıp alnından yaralanıyor ama aldırmıyor, doğal olarak.. Ertesi gün kızın açık havada verdiği doğum günü partisine saldırıyor bir sürü ve olaylar hızla gelişiyor..


   Carpenter gibi benim favori yönetmenlerimden biri olan Brian de Palma'nın bir filmi : "Carrie" (Günah Tohumu) .. (Yabancı filmlerin orijinal adlarına Türkçe garip adlar bulanların kim olduğunu da hep merak etmişimdir !..)  Gerilimi, tedirginliği vermede usta olan bir yönetmene ; birinci sınıf oyunculuğu ile Sissy Spacek de katılınca ortaya bir gerilim şaheseri çıkmış.. Bir "çirkin ördek" öyküsü ; ama epey kanlı bir öykü !..
   Evet, dikkat ederseniz, yazı başlığı "Korku Sineması Üzerine" ama beğendiklerim arasında hiç Dracula, Yaratık, vampir , mumya, kurt adam vs. filmleri yok. Belki inanmazsınız ama ben bunlardan hiç korkmadım !.
Ben gerilim filmlerindeki o ani, insanın başına çekiç gibi inen, hani o müziğin kesildiği ama sizin heyecandan farkına bile varamadığınız o sahneler var ya, işte onlardan çok korkardım, hala korkuyorum !..

27 Ekim 2011 Perşembe

120 ) APO'YU NASIL YAKALADIK ?!..

   
   İçinde çok ilginç birçok bilginin yer aldığı, istihbarat dünyasına yakınlığı ile tanınan Gordon Thomas'ın "Mossad Gizli Tarihi" adlı kitabında Öcalan'ın yakalanışı biraz değişik bir şekilde anlatılıyor..
  Bu kitapta anlatılanlara göre ; 1998 yılı Kasım ayı sonlarında Başbakan Bülent Ecevit, İsrail başbakanı Netenyahu'yu arayarak uzun zamandan beri başka ülkelerce de terörist olarak kabul edilen Öcalan'ın yakalanmasında MOSSAD'ın kendilerine yardımcı olup olamayacağını sordu. O zamana kadar Öcalan, birçok kez MİT'i atlatmayı başarmıştı.
   O Kasım ayında, Moskova'dan geçtikten sonra Öcalan, Roma'da ortaya çıktı. İtalyan hükumeti, onu Türkiye'ye vermeyi reddetti ; ama aynı zamanda onun politik sığınma talebini de geri çevirdi. Daha önce sahte pasaportla yolculuk yaptığı için Öcalan bir Alman talebi üzerine tutuklanmıştı. Sonrasında ise kendi sınırları içinde yaşayan geniş Kürt topluluklarının öfkesini çekmekten korkan Bonn hükumeti tarafından serbest bırakılmıştı.


   İşte Ecevit'in Netanyahu'yu araması bu zamana rastlıyordu. İsrail için, Türkiye ile iyi ilişkiler sürdürmek bölgedeki stratejik ve diplomatik varlığı açısından önemliydi. Netanyahu teklifi kabul etti ve MOSSAD Başkanı Halevy'ye Öcalan'ı bulmasını emretti. Bu bir "kara" operasyon olacaktı ; yani MOSSAD'ın kendi katılımı asla basına açıklanmayacaktı. Eğer başarı sağlanırsa, bunun için MİT kutlanacaktı !..
   Plana "Uyanık" kod adı verildi. Bu isim, Halevy'nin Irak içindeki kendi süregelen operasyonlarını bozma endişesini yansıtıyordu. Orada, MOSSAD'ın "katsa" ları Saddam'ı devirmek için Kürt asilerle birlikte çalışıyordu..
   Altı MOSSAD ajanı Roma'ya gönderildi. Aralarında bir kadın ve iletişim biriminden iki teknisyen vardı. Pantheon yakınlarında bir MOSSAD hücre evinde çalışan ekip, Öcalan'ın Vatikan yakınlarındaki dairesini gözlem altına aldı. Kadın ajana, onunla ilişki kurmaya çalışması söylenmişti ama Öcalan aniden İtalya'dan ayrılınca, bu plan işe yaramadı..MOSSAD ekibi, onu bulmak için bütün Akdeniz havzasını taramaya başladı : İspanya, Portekiz, Tunus, Cezayir ve Suriye tarandı. Öcalan bütün bu ülkelerde bulunmuştu ; ancak sığınma talebi reddedildiğinde ülkeyi terk etmişti..
   2 Şubat 1999'da, Kürt lideri Hollanda'ya girmeye çalışırken bulundu. Hollanda hükumeti de ona izin vermemişti. Amsterdam'ın Schipol Havaalanındaki bir Hollandalı güvenlik görevlisi ; yerel MOSSAD istasyon şefini arayarak, Öcalan'ın bir KLM uçağıyla Nairobi'ye doğru yola çıktığını bildirdi. Peşindeki MOSSAD ajanları, 5 Şubat Perşembe günü Kenya'nın başkentine indi.
   Kenya ve İsrail, istihbarat konularında yıllardır karşılıklı bir "anlayış" geliştirmişlerdi. MOSSAD'ın Orta Afrika'daki "safari"sinin bir parçası olarak, diğer yabancı casus ağlarının hareketleri Kenya hükumetine rapor edilmişti. Buna karşılık, Kenya hükumeti MOSSAD'a "özel statü" tanımış, şehirde bir hücre evi bulundurmasına ve Kenya'nın küçük ama etkili güvenlik servisinin bilgilerine ulaşmasına izin vermişti.
   MOSSAD ekibi çok geçmeden Öcalan'ı Nairobi'deki Yunanistan Büyükelçiliği binasının içinde tespit etti. Ekibin fedai olduklarına inandığı birkaç Kürt, zaman zaman binaya girip çıkıyorlardı. MOSSAD ekibi, her gece Tel-Aviv'e rapor veriyordu. Emir aynıydı : İzle ama bir şey yapma !.. Sonra, emir belirgin bir şekilde değişti. Öcalan'ın büyükelçilik binasından çıkarılması ve Türkiye'ye uçurulması için "gereken her şey" yapılacaktı. Emir, MOSSAD Başkanı Halevy'den geliyordu..
 
   Şans ekipten yanaydı. Kürtlerden biri büyükelçilik binasından çıktı ve Norfolk Oteli yakınlarındaki bir bara gitti. Klasik bir MOSSAD taktiğiyle, ekip üyelerinden biri Kürt ile "karşılaştı".. Koyu teni ve akıcı şekilde konuştuğu Kürtçe ile, ajan kendini Nairobi'de çalışan bir Kürt olarak tanıttı. Sohbet sırasında Öcalan'ın huzursuz olmaya başladığını da öğrendi. Güney Afrika'dan, politik sığınma hakkı için yaptığı son talebine hala yanıt gelmemişti. Diğer Afrika ülkelerinin de ona vize vermek konusunda aynı şekilde öfkeli bir tutumu vardı.
   MOSSAD'ın dinleme ekibi, büyükelçilik binasından yapılan bütün telefon görüşmelerini izlemek için cihazlarını tam kapasite ile kullanıyordu. Yunanistan'ın da Öcalan'ı geri çevireceği belliydi.
   Barda Kürt ile karşılaşmış olan ajan, hamlesini yaptı. Büyükelçilikteki Kürt'e telefon etti ve "acil bir buluşma" istedi. Bir kez daha barda buluştular. Ajan, büyükelçilik binasında kalmaya devam ettiği takdirde Öcalan'ın hayatının tehlikede olduğunu Kürt'e söyledi. Tek umudu, Türkiye'deki değil ama Kuzey Irak'taki Kürtlerin arasına dönmekti. O dağlık bölgede, Öcalan güvencede olacaktı ve daha ileri bir tarihte yeniden gruplanabilirlerdi. Bu plan, Öcalan'ın da üzerinde düşünmeye başladığı bir olasılıktı ; zaten bu düşüncesi, MOSSAD ekibi tarafından tespit edilmişti !..
   Ajan, büyükelçilik binasına dönmesi ve Öcalan'ı dışarı çıkıp teklifi görüşmek üzere ikna etmesi için Kürt'ü kandırdı. Tuzak basit ama ölümcül bir şekilde kurulmuştu. Öcalan'ın yemi yutup yutmayacağını görmek için beklemeleri gerekiyordu.
   Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın büyükelçilik binasıyla yaptığı görüşmeleri dinlediğinden, MOSSAD ekibi Öcalan'ın giderek huzursuzlanan ev sahiplerinin onu kapı dışarı etmesinin an meselesi olduğunu biliyordu. Sadece "büyükelçiye özel" yazılmış bir mesajda, Yunan Başbakan Costas Simitis, Öcalan'ın binada kalmasının Yunanistan'da "politik ve muhtemelen askeri bir çatışma" ya yol açabileceğini söylüyordu..
   Ertesi sabah, bir Falcon-900 özel jet, Nairobi'nin Wilson Havaalanına indi. Pilot, Atina'daki bir konferansa gidecek olan bir grup işadamını almaya geldiğini söyledi. Sonrasında olanlar, şiddetli bir tartışma konusuydu. Öcalan'ın Alman avukatı daha sonraları, "Kenya otoritelerinin durumu yanlış değerlendirmesi sonucu", Öcalan'ın "büyükelçilik binasından dışarı sürüklendiğini" iddia edecekti. Yunanlılar, Kürt liderin kendi tavsiyelerine rağmen binadan ayrıldığını söyleyeceklerdi. Ama kesin olan bir şey vardı.. Özel jet havaalanından kalktığında, içinde Öcalan da vardı. Uçak Kenya hava sahasından çıktığında, sorular başladı : MOSSAD ekibi her zamanki taktiğini izleyerek Öcalan'a binadan çıkarken uyuşturucu iğne mi yapmıştı ? Yıllar önce Nazi Adolph Eichmann'ı Buenos Aires'te yakaladıkları gibi, onu da sokaktan mı çekip almışlardı ? Kenya hükumeti, uluslararası yasaları çiğneyen bu olaya göz mü yummuştu ?
   Saatler sonra Öcalan Türkiye'de hapishaneye kondu ve mutlu Başbakan Ecevit, televizyonda şu konuşmayı yaptı : "İstihbarat zaferi.. Nairobi'de on iki gün süren son derece başarılı bir gözlem operasyonu.." MOSSAD'dan hiç söz edilmedi.. Ecevit antlaşmaya sadık kalmıştı..
   MOSSAD başkanı ise operasyonun başarıyla bitmesinin, Irak'taki Kürt casus ağını kaybetmesine yol açacağı için hayıflanıyordu..
      

25 Ekim 2011 Salı

119 ) İZMİR FATİHİ'NİN KALBİNİ FETHEDEN iZMİRLİ KIZ !...



   Bir tarafta İzmir'in en zengin ve en ünlü ailesinin, güzel olmayan ama Batılı tarzda yetişmiş, birkaç dil bilen, kültürlü, vatansever, 24 yaşındaki kızı ; diğer tarafta 41 yıllık hayatının yirmi yıla yakınını cephelerde savaşarak geçirmiş, koca bir imparatorluğun çöken enkazı altından kurtardığı ve bin bir zorlukla bir araya getirdiği ordu ile mucizeler yaratarak Batılı devletleri dize getirmiş yorgun bir kahraman...
   Anadolu'nun en modern kentinde, kentin en güzel mevsiminde, Körfez manzaralı ve karargah olarak emrine tahsis edilmiş güzel Beyaz Köşk'te ; Mustafa Kemal, boşa koydu dolmadı, doluya koydu almadı ve sonunda kararını verdi : Piyangodan çıkmış gibi karşısına çıkan bu kadın, yapacağı işlerde ona yardım edebilirdi.
   Türkiye'yi değiştirme yolculuğuna Latife gibi bir kadınla çıkması pek çok şeyi kolaylaştırabilirdi. Zaten yakın çevresindeki herkes de onu kendisine yakıştırıyordu
.

   Mustafa Kemal verdiği kararları hemen uygulayan bir karaktere sahipti. Latife ile hayatını birleştirmeye dair engelleri kafasından çözünce, kararı uygulamak üzere harekete geçti..
   Körfeze karşı baş başa yemek yedikleri bir gece ona "hemen evlenelim" teklifinde bulundu. Dışarı çıkacaklar ve oradan geçen ilk imama nikahlarını kıydıracaklardı. Latife, bu teklife "kesinlikle olmaz !" dedi. Babası Avrupa'dan dönmeden böyle bir şey olası değildi. Ayrıca, ailesinin onayını almadan bir evlilik düşünmüyordu. Kaldı ki, karargah bütün gün girilen ve çıkılan bir yerdi. Herkesin gözü önündeydiler. Bu kadar hızlı bir evlenme hoş olmayan söylentilere neden olabilirdi...
   Latife'yi ailesinden istemek gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Muammer Bey yurt dışında olduğu için, Latife'yi, İzmir'de yaşayan büyük dayısı Ragıp Paşa'dan istemeye karar verdi. Fevzi Paşa'yı ve Salih'i yanına aldı, hep birlikte atlarına atladılar ve kız istemeye gittiler !..
   Ragıp Paşa'nın kızı Bedia Akatürk, konuşmalara kapıdan kulak misafiri olmuştu : Fevzi Paşa, Ragıp Paşa'ya "Kemal Paşa Hazretleri, yeğeniniz Latife Hanım Hazretleri ile evlenmeye karar verdi. Aile büyüğü olarak sizin yüksek müsaadenizi rica ediyorlar" dedi. Ragıp Paşa da şu cevabı verdi : "Paşa Hazretlerinin ailemize intisabı (girme, mensubu olma) bizim için çok büyük bir şereftir. Madem ki öyle arzu ve emir buyurmuşlar, emir kendilerinindir efendim"...


   O günlerde yakın çevresi Mustafa Kemal'in evlenmesini, hayatının düzene girmesi bakımından, istiyordu. Yalnızca Fethi Bey bunu uygun görmüyordu. Latife'nin, Paşa'yı idare edecek yetenekte bir kadın olamayacağını söylüyordu..
   Mustafa Kemal, "görüyorum ki bilgi, soy ve güzellik üzerine hepiniz birleşmişsiniz. Ben Latife'yi fazla güzel bulmadığım için kendisiyle evlenmeyi düşünüyorum. Bir ressamın portresinde bile bir anlam, bir derinlik varsa, onu beğeniyoruz. Latife'de bir anlam ve derinlik sezmekteyim. Eğer sonradan değişmezse, evlenmek için ideal bir portre" diyordu yakın arkadaşlarına..
   Latife'nin ailesi, alevlenen evlilik meselesine kuşkulu bakıyorlardı. Gelişmeleri Fransa'da öğrenen Muammer Bey, kara kara düşünüyordu. Kızı Latife'nin, yıllardır savaşan bir komutanla mutlu olamayacağına inanıyordu. Şüphelerini açık açık iletmiş, Latife de "çok seviyorum" diyerek kararlı olduğunu belli etmişti..
   29 Ocak 1923 sabahı, Asım Bey (Gündüz) ; Mareşal Fevzi Bey (Çakmak) ve Kazım Paşa'yı (Karabekir) alarak otomobille Beyaz Köşk'e gitti. Vali Abdülhalik Bey (Renda) ile Kazım Paşa (Özalp) daha önce gelmişlerdi. Bir saat kadar salonda oturup konuştular. O sırada kapı çalındı : Müftü Lütfü Efendi gelmişti !..
   O gün Uşakizade ailesi de, evlerinde, komutanlar ve yakın tanıdıklarının çağrılı olduğu bir davet veriyordu. Mustafa Kemal bir emrivakiyle, evdeki daveti ustalıkla bir evlilik törenine dönüştürüvermişti !..
   Fevzi Paşa Mustafa Kemal'in, Vali Abdülhalik Bey Latife'nin şahidi oldular ve o şaşkınlık içinde, köşkün zemin katındaki yemek salonunda, saat 17.00'de, nikahları kıyıldı.. Evlenme akitlerinde Merkez Kadısı Ömer Fevzi İbni Hüseyin imzası da bulunuyor. Bu yüzden, kimileri nikahın kadı, kimileri de müftü tarafından kıyıldığını söylüyor. Evrakların sonradan kadı tarafından onaylanmış olması, bu karışıklığı yaratmış olabilir.
   Ayrıca Müftü Lütfü Efendi törene armağanıyla gelmiş ; zifaf gecesi için bir cüz kutusu ile üzerine mine ile dualar işlenmiş bakırdan bir su kupası getirmişti. Bu armağan, Latife'nin ailesince hala saklanıyor..
    

   Düzenlenen nikah belgesine düşülen kayıtlara göre ; Latife 1899 doğumluydu, yani 24 yaşındaydı. Mustafa Kemal ise 41 yaşındaydı. Mustafa Kemal'in nüfusa kayıtlı olduğu yer ise, İzmir Göztepe, 46 No'lu ev olarak görünüyordu..
   Nikahın kıyılış biçimi Lozan görüşmeleri açısından da önemliydi. Zira, Lozan'da, birinci dönem görüşmeler sırasında ele alınan en önemli konulardan biri, dine dayanmayan bir aile hukuku sisteminin Türkiye'de geçerli kılınmasıydı. Müzakereler sırasında Batılılara, "değiştireceğiz, laik sisteme geçeceğiz" sözü verilmişti. İşte Mustafa Kemal kendi nikahında, bu sözün tutulacağını gösteriyordu...

22 Ekim 2011 Cumartesi

118 ) MUSTAFA KEMAL'İN DÜNÜRLERİ !..

 


   Latife Hanım'ın ailesinin asıl adı Helvacızade.. Uşak kökenli bu aileden İzmir'e ilk gelen, ticarete meraklı Sadık Bey.. Babası Hacı Ali Bey'den aldığı üç seccadeyle İzmir'de ticarete başlayan Sadık Bey, kısa zamanda, az sayıdaki Müslüman tüccarların en zengini oldu. İzmir ve dolaylarının, belki bütün Türkiye'nin en büyük halı ticarethanesini işletiyordu artık..
   Onun ardından babası Hacı Ali Bey ve tüm aile İzmir'e yerleşti. Halk arasında önce "Uşaklılar", sonra "Uşaklıgil", zaman içerisinde de "Uşakizadeler"e dönüştü adları...
   O sıralarda İzmir, Anadolu'nun kervan ticaret yollarının son durağıydı.
   Aile, Paris'te 1869 yılında düzenlenen uluslararası sergiye, Uşak'taki atölyelerinde dokunmuş halılarıyla katıldı ve altın madalya ile ödüllendirildi. Madalyalı halıyı III. Napoléon, karısı İmparatoriçe Eugéne'ye hediye etti. Sultan Abdülaziz de aynı sergiyi ziyaret etmişti. Dönüşünde, İstanbul'u ziyaret edecek olan Eugené'ye armağan etmek üzere, Uşak'taki atölyeye o da bir halı sipariş etmişti..
   O sıralar ailenin resmi imzası hala "Helvacızade" olduğu için, 1869'da alınan altın madalyanın belgesinde adları, "Elvagi-Zade" olarak yazılmıştı..
   Hacı Ali Bey ve oğlu Sadık Bey halı işinden büyük bir servet kazanmışlardı ama 1907 yılında "Şark Halı Kumpanyası" adıyla ortaya çıkan bir yabancı şirket halı piyasasını hızla ele geçirince, Sadık Bey, büyük gelecek gördüğü taşımacılık işine girişerek kısa zamanda iki bin develik bir kervanın sahibi oldu. İzmir-Aydın arasında yapılan incir, kuru üzüm, buğday ve arpa taşımacılığını o yapıyordu artık.


   Kurulması o yıllara denk gelen Aydın-İzmir demiryolu şirketine de ortak olmak istedi ama teklifi İngilizler tarafından geri çevrilince çok sinirlenerek, "öyle bir deve kervanı kurarım ki, Kervanın bir devesi Aydın'dan yola çıktığında, diğer bir devesi İzmir'de yükünü boşaltmak üzere Tepecik'teki Deve Damı'na çöker" demiş ve dediğini de yapmıştı !...
   Herkes daha ucuz olan deve taşımacılığını tercih edince, Demiryolları İşletmesi Sadık Bey'in isteğine boyun eğmişti.Ailenin ikinci durağı Karşıyaka'da, Soğıkkuyu'da idi. Burası, Zübeyde Hanım'ın son günlerini geçireceği evdi aynı zamanda.. Sadık Bey'in üçüncü evi ise, Göztepe'deki "Beyaz Köşk"tü... Bu evi yaptırırken, o sıralar adet olduğu üzere, şehrin dört bir yanına ciğerler astırıp "ciğerin en son koktuğu yer"i yani en havadar mekanı bulmuş, yerini özenle seçmişti. Sahilden bin basamakla çıkılan güzel bir teras, verandada kocaman bir morsalkım ve etrafında ebruli hanımelleri vardı..



   Sadık Bey'in oğlu Muammer, ilk iş tecrübesini kazanmak için çalıştığı Osmanlı Bankası'ndan ayrılarak babasının ihracat işlerini devraldı. Evlenme yaşı gelmişti. Klasik ressamların tablolarındaki kadınları andıran Adviye Hanım'la yaşamını birleştirdi. Adviye Hanım'ın babası Sadullah Daniş Efendi, kızını evlendirirken, kocasından bağımsız bir geliri olması için hanlarından birini paraya dönüştürdü. Paranın bir kısmıyla çeyiz yapılacak, geri kalanı Adviye'ye ömür boyu gelir olacaktı. Kemeraltı'ndaki Kızlarağası Hanı satışa çıkarıldı..
   Adviye, şanslı bir genç kızdı. Çünkü hana talip olan kişi, kayınpederi Sadık Bey'di !.. Böylece, satışa çıkarılan han, tekrar geri dönmüş ve geline düğün hediyesi olmuştu..
   Aile, geleneksel olarak Batıya dönük ama Doğulu değerlere de saygılı bir yaşam tarzı sürüyordu. Daha yirmili yaşlarındayken, İzmir'in en önde gelen tüccarları arasında sayılan Muammer Bey, İngiltere-ABD arasında deniz ticareti yapan İngiliz Portsmouth Acentası'nın ortağıydı.
   Muammer Bey'in Karantinalı Despina ile bir gönül ilişkisi de olmuş ve İzmir'de kulaktan kulağa dedikodusu yapılmıştı. İşgal günlerinde yaşanan bu sevda, yıllar sonra şair Attila İlhan'ın dizelerinde de yer alacaktı :
" (...) Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
         çıktı mı deprem sanırdın "Kara Kız" kantosuna
         titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
         Muammer Bey'in gözdesi Karantinalı Despina

         Çapkın gülüşü şöyle faytona binişi Kordelia'dan
         ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan
         sınırsız bir mutlulukla uyuturdu Muammer Bey'i
         ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından (...) "

21 Ekim 2011 Cuma

117 ) TEK SEVDİĞİM İRANLI !..

 
   
   Hayyam ile yirmili yaşlarımın sonlarında tanıştım.. Sabahattin Eyüpoğlu'nun çevirisiyle, "Bütün Dörtlükler".. İlk dikkatimi çeken dörtlük beni hemen esir aldı !..
   "Her sabah yeni bir gün doğarken,
    Bir gün de eksilir ömürden ;
    Her şafak bir hırsız gibidir
    Elinde bir fenerle gelen"
    Hayyam Doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen, daha çok Batıda gerçek değerini bulmuş. Yunan filozoflarıyla bir yakınlığı, gelenekleri ceviz kabuğu gibi kırıp öze gitmek istediği, başkalarından çok kendini söylediği, dünya ötesini inkar ettiği, bilgin olduğu kadar bilimden kuşkulandığı için mi ?..
    Hayyam Doğuda filozof yanından çok şair yanıyla tanınır. Atalarımız da onu ya ermiş bir din adamı, ya da sadece bir keyif adamı olarak görmüş ve göstermişler. Kaldı ki Doğuda eskiden, onun şiirlerini kaç kişi okuyabilmiş ki ? O zamanlar ve çok daha sonraları, basın yok ki, Hayyam padişahlardan daha çok sevdiği halka sesini duyursun..
    "Yarım somunun var mı ? Bir ufak da evin ?
      Kimselerin kulu kölesi değil misin ?
      Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya ?
      Keyfine bak : En hoş dünyası olan sensin"
    İşte, onun kalender ruhunu en güzel anlatan dörtlüklerinden biri...
    Zamanında dörtlükleri, yıldızlar bilgisi, bir terazi buluşu, dünyasına küsmüşlüğü, ermişliği, mantık- matematik -felsefe ve Astronomi konularında düzenli eğitim görmüş biri olduğu anlaşılamamış, ta ki ölümünden yaklaşık üç yüz yıl sonra, 15. yüzyılda !..
    Asıl adı Ebul Feth Ömer bin İbrahim.. İran'ın Nişapur kentinde doğmuş. Hayyam adının anlamı : Çadırcı.. Bu adı, atalarının çadırcı olmasından ötürü aldığı söylenir..
  
    Çocukluk ve gençliğiyle ilgili fazla bilgi yok.. Selçuklu hükümdarı Melik Şah'tan çok yakınlık gördüğü, ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk ve Alamut Kalesinden yolladığı suikastçıları ile Selçukluların başına dert olan Hasan Sabbah ile okul arkadaşı olduğu biliniyor..
   Edebi alanda tanınmasını sağlayan, Rubaiyat'tır (Dörtlükler). Bu türün İran ve Doğu edebiyatında kurucusu kabul edilir.
   "O bilginler ki evrenin özetidirler,
      düşüncelerinin atı göklerde gezer,
      iş kavramaya gelince Senin özünü,
      şaşkınlıktan Felek gibi başları döner"
     Şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıklarını, gördüklerini ; çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri, hiç yapmacıksız, olduğu gibi dile getirir.. Ona göre gerçek olan, yaşanandır. Dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur.. İnsan, yaşadıkça gerçektir. Gerçek ise, yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. En iyi ölçü, en iyi yol gösterici, akıldır.. Gerçeğe de ancak akıl yoluyla ulaşılabilir..
    "Bu kubbe altındaki bin bir belayı gör,
      dostlar gideli boşalan dünyayı gör,
      tek soluk yitirme kendini bilmeden,
      bırak yarını, dünü, yaşadığın anı gör"
     
      "Feleğin çarkı dönmeyecek madem muradımca  
        Gökler  ha yedi kat olmuş, ha sekiz, bana ne ?
        Ölüm bütün isteklerimi yok ettikten sonra,
        ha dağda kurt yemiş beni, ha mezarda karınca"
     Onun şiirinde zamanın haksızlıkları, softaların akıl almaz saçmalıkları ; ince, alaycı ve iğneleyici bir dille yerilir..
      "İçin temiz olmadıktan sonra
       Hacı hoca olmuşsun kaç para !
       Hırka, tespih, post, seccade güzel ;
       Ama Tanrı kanar mı bunlara ?" 


      "Yetmiş iki ayrı millet, bir o kadar da din,
       Tek kaygısı Seni sevmek benim milletimin.
       Kafirlik Müslümanlık neymiş, sevap günah ne ?
       Maksat Sensin, araya dolambaçlar girmesin"


      "Ey kara cübbeli, senin gündüzün gece ;
       Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
       Onlar Yaradanın sanatı peşindeler,
       Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde"


       "Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler ?
        Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
        İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
        Müslüman geçinirken gavurdan beterdirler"  
      Dörtlüklerinin konusu aşk, şarap, dünya, insan hayatı, yaşama sevinci, içinde bulunduğumuz geçici dünyanın tadını çıkarma gibi, gerçek eylem ve davranışlardır.
       "Şarabım, kasem,sevgilim bir de çimen,
        Bırak bana bunları, al cenneti sen.
        Cehennemmiş, cennetmiş, kuru laf bunlar :
        Kim gitmiş cehenneme, kim dönmüş cennetten  ? "


       "Bir yürek ki yanmaz, yürek denir mi ona ?
        Sevmek haram, yüreğinde ateş olmayana.
        Bir gününü sevgisiz geçirdinse, yazık :
        En boş geçen günün o gündür, inan bana"       
      Şiirlerinde işlediği konulara, çoğunlukla felsefe açısından bakar. Aşk, sevinç, hayatın tadını çıkarma, Hayyam'a göre vazgeçilemez insan duygularıdır. İnsan hayatının ana dokusu bunlarla örülüdür. Bazı dörtlüklerinde filozofça derin bir sezgi, açık seçik bir insanseverlik duygusu ; gösterişten, aşırılıktan uzak bir yaşama anlayışı görülür.
         "Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı,
           yaratırken de beni yanında tutaydı ;
          derdim : ya benim adımı sil defterinden, 
          ya da benim dilediğimce yarat dünyayı"


          "Dünya, yıldıramazsın beni ne yapsan ;
            ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
            Ölmemek elimizde değil ki bizim :
            İyi yaşamamak beni tek korkutan"


    Ne mutlu, düşündüğünü onun kadar rahat söyleyebilene !...


            

19 Ekim 2011 Çarşamba

116 ) 19.YÜZYIL SONU, 20.YÜZYIL BAŞLARINDA İZMİR, VE KADINLARI.. (2. BÖLÜM)

   Gazinolar, kulüpler, tiyatrolar ve müzik şehir için önemliydi. Opera, konser gibi etkinlikler sık sık tekrarlanıyor, mandolin ve gitar grupları sokaklarda Rum şarkıları çalıyordu. Sokak kafelerini geceleri şık giyimli insanlar doldurur, kente iyi bir kumpanya geldiğinde Opera'ya bilet bulunamaz, Kordon'un kahve gazinolarından varyete grupları hiç eksik olmazdı.
Tarihi Asansör

   Aya Fotini Kilisesi'nin yanından geçen Meyhane Boğazı'nda meze, balık ve içki satan yüzlerce dükkan, meyhane, taverna göze çarpardı. 19. yüzyıl sonlarına doğru Karantina'da birkaç meyhane açılmasına izin verilmişti. Kordon'daki gazinolara Viyana'dan, Budapeşte'den, Atina'dan özel olarak getirtilen orkestraların çaldıkları valsler, Çigan havaları, Kasapikolar çevreyi neşelendirirdi. Bugünkü Cumhuriyet Alanı'nın bulunduğu yerde Odeon Tiyatrosu, Key ve Pathé sinemaları vardı. Daha içerilerde, Efes Oteli'nin kurulduğu yerin arka taraflarında ise İtalyan stilindeki ünlü İzmir Tiyatrosu..
   19. yüzyıl sonuna kadar kulüpler, Frenkler ve Levantenlere mahsustu. Kulüpler Rumlara ve Ermenilere açıldığında diğer üyeler burun kıvırmışlar, "Ne yani, bir de kalpak ve uzun elbise giyenleri mi kabul edeceğiz ?" diye homurdanmışlardı !..
   Doğu'nun Küçük Paris'i olarak anılan İzmir'de, düzenli gösterilere kapısını açan ilk tiyatro 1775 yılında yapılmıştı. Daha sonra sayıları çoğalan tiyatrolar kentin önemli bir çekim merkeziydi. İzmir'i ziyaret eden ünlü yazar Gustave Flaubert de 1850 yılında izlediği bir oyunu gezi notlarında anlatmıştı.
   Denize girmek erkeklere mahsustu.Alsancak'ta bir deniz hamamı vardı. Karataş, Salhane ve Göztepe'den peştamalla denize girilirken, yalılarda kadınlar için kapalı banyolar yapılmıştı. İnciraltı ve Narlıdere'nin genç kızları ise tenhada kaçamak yüzerlerdi..
   Karantina

   Meşrutiyet'in ardından 1896'da İzmir'e sinema geldiğinde, gençler Türkçe açıklamalı alt yazılar konulması için gösteri yapmışlardı. Kadınlar için sinema gösterileri 1914'de Arap Fırını'ndaki İttihat ve Terakki Mektebi' nin bahçesinde başlamıştı. Milli Kütüphane Sineması pazartesi günleri öğleden sonra kadınlara ayrılıyordu..
   Kadınların hangi millete ait olduğu, yüzlerini saklama konusunda gösterdikleri çabadan anlaşılırdı. Rum ve Frenk kadınların yüzleri tamamen açıkken, Musevi ve Ermeni kadınlar yüzlerinin ancak yarısını gösterirlerdi. Türk kadınlarının yüzleri ise genelde kapalıydı.
   İzmir'in en şık giyinen kadınları Levantenler ile Rumlardı. Seyyahlar, kaçgöç geleneğinden 19. yüzyılda kurtulan Rum kadınlarının güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlar.
   Türk kadınlarının, tesettür nedeniyle, çarşaf giydikleri ya da mantolu ve peçeli gezdikleri, ancak zaman zaman modaya uymak için saçlarını kısacık kestirip değişik şalvar ve manto modelleri denedikleri anlaşılıyor.
   1909'da Kazızade Hüseyin Rıfat'ın, ipek feraceli karısını koluna takarak Göztepe yolunda seyrana çıktığı dilden dile anlatılır olmuştu.
   Kadınlar, sokakta giydikleri ayakkabıların renkleriyle ayrılıyorlardı. Sarı renk Türklere, kırmızı Ermenilere, siyah Rumlara, mavi de Musevilere özeldi..
   Canlı desende ipekli kumaştan giysilerle ve bileklerine kadar sarı deri botlarla gezen Türk kadınlar, 19. yüzyılın yarısından itibaren yüzlerini gitgide şeffaflaşan bir beyaz tülle örtmeye başlamışlardı. 1889 yılında kadınların Kordon'da, Göztepe'de açık saçık gezmesinden şikayetçi olan "Hizmet Gazetesi", daha sonraki yayımlarında da, çok şık giyinmiş sarı mantolu hanımların ortada dolaşmasını tehditkar bir dille eleştiriyordu..
   Toplu ulaşım araçlarına kadınların ve erkeklerin birlikte bindiği görülüyor, polisin müdahalesi isteniyor, ancak ; tren, tramvay ve vapurlarda o dönemde ısrarla istenen ayrım sağlanamıyordu.
   İzmirli Türk kadınlar anlaşıldığı kadarıyla giyim kuşam ve sokakta gezme konusunda istendiği gibi hareket etmiyor, mevcut duruma baş kaldırıyorlardı.
      Osmanlı Bankası

   Paris'in ünlü mağazası Printemps'in 1891 yılında giyim ilanları Türkçe gazetelerde de yayımlanıyordu. 1898 sonlarında İzmir'de Türk Mahallesi içinde yer alan Arap Fırını Caddesi üzerinde bir evin üst katı hanımlara mahsus bir mağaza haline getirilince, "Hizmet" Gazetesi, mağazanın üst katta olmasının sakıncalarına dikkat çekerek alt kata inmesini, kadın personel çalıştırmasını istemişti. Bu gazeteye göre, 1890 yılı Ocak ayında kadınlar tesettür kurallarını zorlayan giyim kuşamlarıyla kentin içinde gezinip duruyorlardı : "Şu aralık kentimizde bazı kadınların ferace ve çarşaf yerine alafranga manto giydikleri ve malum olduğu üzere, işbu mantolar gayet dar olmak nedeniyle içindekinin vücudunun tüm hatlarını ortaya çıkardığı ve buna ilaveten, peçeler dahi baştan arkaya atılmak suretiyle yüzün kapanması hususuna da uyulmadığı görülüyor.".. Örtünme konusundaki Şeriat emrine uyulması hatırlatıldıktan sonra aykırı kadınların isim isim ilan edilecekleri tehdidi savruluyor ; ardından da, bir süre ortadan kaybolan iki dirhem bir çekirdek, daracık sarı mantolu hanımların şeffaf denecek peçeleriyle yeniden ortaya çıktıklarından şikayet ediliyor ve velilerine sesleniyordu. Bu gazetenin sahibi ve yöneticisi ise Halit Ziya (Uşaklıgil) idi !...
    Karataş


                                                                       

17 Ekim 2011 Pazartesi

EKOSİSTEM VE MADDE DÖNGÜLERİ 1.BÖLÜM ÖLÇME VE DEĞERLENDİRME SORULARININ CEVAPLARI SAYFA 34-35-36-37

2011 - 2012 YENİ COĞRAFYA KİTABI ETKİNLİKLERİNİN CEVAPLARI VE DERS NOTLARI,2011 - 2012 YENİ COĞRAFYA 9 KİTABI ETKİNLİKLERİNİN CEVAPLARI VE DERS NOTLARI, 2011 - 2012 YENİ COĞRAFYA 10 KİTABI ETKİNLİKLERİNİN CEVAPLARI VE DERS NOTLARI, 2011 - 2012 YENİ COĞRAFYA 11 KİTABI ETKİNLİKLERİNİN CEVAPLARI VE DERS NOTLARI, 2011 - 2012 YENİ COĞRAFYA 12 KİTABI ETKİNLİKLERİNİN CEVAPLARI VE DERS NOTLARI
EKOSİSTEM VE MADDE DÖNGÜLERİ 1.BÖLÜM ÖLÇME VE DEĞERLENDİRME SORULARININ CEVAPLARI SAYFA 34-35-36-37

boşluk doldurma sorularının cevapları

1. iklim
2. ekvatoral yağmur ormanları
3. paleocoğrafya
4. toprak
5. inorganik
6. sıcaklık,rüzgar,ışık
7. biyom
8. aerosol
9. kullanamazlar.
10. karbondioksit,oksijen
11. tek yönlüdür
12. azdır
13. azdır
14. aslan kaplan çıta babun zürafa fil
15. ren geyiği ayı tilk kurt kunduz


doğru - yanlış sorularının cevapları
1. d
2. d
3. y
4. y
5. y
6. d
7. y
8. d
9. d
10. y
11. y
12. d
13. d
14. d
15. y
16. d
17. y
18. y
19. y
20. d


test soruları sorularının cevapları
1-A
2-A
3-D
4-D
5-A
6-B
7-D
8-B
9-c
10-E
11-C
12-A
13-E
14-E

Uyku hakkında doğru bildiğiniz yanlışlar!

Uyku hakkında doğru bildiğiniz yanlışlar!

115 ) 19. YÜZYIL SONU, 20. YÜZYIL BAŞINDA İZMİR, VE KADINLARI !... (1. BÖLÜM)

  1800'lü yılların sonunda, İzmir'deki ticari yaşamı Halit Ziya şöyle anlatır : "İzmir'le ilgisi olan büyük bir Anadolu parçasının bütün elde ettiği ürünler gelir, Yemiş Çarşısı'ndan başlayarak Gümrük dolaylarına kadar geniş bir alanı doldururdu. Ve bu alan içinde dünyanın her yanından akın etmiş çeşitli bayraklara bağlı yabancılarla, gene dünyanın neresinden çıktıkları belli olmayan, ama öteden beri İzmir'de kurulu oldukları bilinen, ceplerinde değişik, üstelik birkaç tane uyrukluk pasaportları ile ; sanki Frenkler ve bunların arasında Rumlar, Ermeniler ve özellikle Musevilerden oluşmuş bir mahşer kalabalığı kaynaşırdı.. Şurada burada tek tük Müslüman mağazaları vardı.  Türk ticaret adamları bu piyasada sadece aracılık yapıyorlardı. Anadolu'dan gelen ürün, çürük ve çatlak bir su borusundan akar gibi ziyan olup giderken ; yabancıların cebinde kabaran yumaklar meydana getiriyordu.."      
  O yıllarda, İzmir'de çok sayıda dil konuşulurdu. Üst düzeydekiler için zorunlu dil Fransızca'ydı, hizmetçilerle Rumca konuşulur, dükkanı olan esnafla İtalyanca pazarlık yapılır, ticaret ise daha çok Fransızca ve İtalyanca yürütülürdü. İngilizce bilen ise çok azdı..
 1900' lü yılların başlarında Karşıyaka
 
   Ermeniler, yaşam biçimi ve gelenekleri açısından İzmirli Türklere en yakın olan kesimdi. Türkçe'yi çok güzel konuşuyorlardı ve siyasi olaylara karışmadan sakin bir yaşam sürüyorlardı.
   Kendi dünyalarında yaşayan, daha çok Türklerle ve Ermenilerle ilişki içinde olan Musevilerin de politikaya karışmadıkları ve yönetici sınıfla bir çatışmaya girmedikleri gözleniyordu.
   Türklerle en az ilişkisi olan kesim, Levantenler ve yabancılardı. Onlar, konsoloslukları tarafından ve ağırlıklı olarak kendi yasalarıyla yönetiliyorlardı. Frenk Mahallesi diye anılan şık mahallelerinde keyifli bir hayat sürüyorlar, vergi de ödemiyorlardı...
   
   İzmir, iç içe şehirler görünümündeydi. 1908 yılının İzmir'inde 53 cami, 51 mescit, 35 kilise ve 17 havra vardı. Farklı inanç ve gelenekler nedeniyle, dinsel gruplara göre düzenlenmiş bir yapıda, herkes kendi mahallesinde yaşıyordu. Bazı mahallelerde duvarlar, gece karanlık basınca kapanan kapılar bile vardı..
   Ermeni mahallesi bugünkü Fuar alanının içindeydi. Fuar alanı merkez olarak alındığında ; güneyde Museviler, onların güneyinde ( Eşrefpaşa, Kadifekale, Konak, Sarıkışla) Türkler, şimdiki Fuar alanının kuzeyinde de Rumlar yaşıyorlardı. Kordonboyu'nda ise hep yabancı uyruklular yaşıyordu.
   Kentin idari merkezi Konak'taydı. 1901 yılında, bu merkezi görünür kılmak için, bir saat kulesi dikilmişti.
   Herkes kendi mahallesinde otursa da, zenginler deniz kıyısına en yakın olan Frenk kesiminde yaşamaya başlamışlardı.
   

   19. yüzyıl ortalarında İzmir Türkleri, imparatorluğun pek çok yerinde olduğu gibi, eğitim açısından ihmal edilmişlerdi. Gezgin Rollestone, 19. yüzyılın ikinci yarısında İzmir'deki Türk okullarının sayısının 18 olduğunu ve bu okullara yalnız oğlan çocukların devam edebildiğini söylüyor..
   Çocukların, camilere bağlı okullar dışında bir eğitim alma şansları yoktu. Bu okullarda esas olarak din, biraz da matematik öğretiliyordu. Zengin Türk aileleri özel öğretmenlerle çocuklarını eğitiyorlardı. 1900 yılı İzmir şehir rehberine göre ; sekiz erkek okulunda 707 öğrenci, beş kız okulunda 436 öğrenci eğitim görüyordu.
   Bir kaynağa göre de, 1891 yılında İzmir'de Müslüman toplumun ilkokul sayısı 81, bu okullarda okuyan kız öğrencilerin sayısı ise sıfırdı !..Diğer dinlerden ilkokula giden kız çocuk sayısı ise beş bin kadardı.. 1917 yılına gelindiğinde, 11 Türk okuluna karşılık 11 ecnebi, 12 Ermeni, 19 Musevi okulu, Rum cemaatine ait 1 darülmuallimin (orta öğretim erkek okullarına erkek öğretmen yetitiren okul), 2 darülmuallimat ( ilk ve orta öğretim kız okullarına kadın öğretmen yetiştiren okul), 5 idadi (lise), 71 iptidai mektebi (ilkokul) vardı.
   İzmir Amerikan Koleji ise ilk öğrencisini 1885 yılında aldı. Okulun çok az sayıda Türk öğrencisi vardı. Türkler yabancıların yönettiği okullara pek itibar etmiyordu. Bunun üzerine 1919 yılında Karataş'ta Türk kızları için özel bir şube açıldı. Okula devam eden İzmirli Türk kızları parmakla sayılırken, İzmirli Ermeni ve Musevi kızları, Türk kızlarından çok daha önce okula gitme şansı elde etmişlerdi
  
   İzmir ; otelleriyle, gazinolarıyla Batı kentlerini andırırdı. Evler güzeldi, caddeler düzgün ve iyi aydınlatılmıştı. Kordon iki katlı yalılarla kaplıydı. Ancak kentin iç kısımlarında sokaklar, ancak bir at arabasının geçebileceği genişlikteydi.
   1915 Ermeni tehciri İzmir'i etkilememişti. 20. yüzyıl başlarında İzmir'in 250.000 dolayındaki nüfusunun 55.000'i Rumlar, 21.000'i Museviler, 10.000'i Ermeniler, 50.000'ini yabancı uyruklular, geri kalanını ise Müslüman Türkler oluşturuyordu.

( BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU )