30 Ocak 2012 Pazartesi

171 ) TAKIM RUHU, FORMANIN RENGİ BELLİ OLDUKTAN SONRA OLUŞUR !..



   "Dizilmez yüz bin bir ipliğe, bamya gibi
    Arslandır o, arabayla gezer lahana
    Hiçbir zevk ve mutluluk, anlaşıldı, olmazmış onsuz
    Olur mu helva söyleşileri, olmasa eğer lahana
    Layıktır, ona İlhami, ne türlü övgüler yazsa
    Lahanacım, lahanacım, lahanacım, lahana !.."

   Siz de lahanayı benim gibi fazla sevmiyorsanız, şiiri yazan "İlhami" de ne zevksiz adammış, övgüler düzecek başka yiyecek bulamamış mı diye söylenirsiniz !.. Aman dikkat !.. Yerin kulağı vardır !.. İlhami'nin yaşadığı dönemde böyle konuşamaz, şiirini beğenmemezlik edemezdiniz. Çünkü İlhami, Padişah III. Selim'in ta kendisidir...
   III. Selim'in yemek zevkini de, yazdığı dizelerle eleştiri sofrasına koymak yanlış olacaktır. Çünkü, bu şiirde adı geçen lahana, Osmanlı'nın ilk spor takımlarından birinin adıdır. Evet, yanlış okumadınız ; Lahana, II. Murad döneminde kurulan iki spor takımından birinin adıdır !.. Diğerinin adı da, III. Selim'in şiirinde aşağıladığı "Bamya" dır !..
   Lahanaspor ile Bamyaspor'un adları Amasya ve Merzifon kentlerinden doğmuştur. Amasya'nın bamyası, Merzifon'un lahanası ünlüdür. Bu iki takıma girmek için çok iyi kılıç, pala kullanmak ve hepsinden önemlisi usta bir binici olmak gerekirdi. "Cündi" denilen biniciler cirit oyunuyla başladıkları karşılaşmalarda, atılan ciriti "çokman" denilen sopayla karşılama, üstüne otuz kat tel sarılmış keçeyi kılıçla ikiye ayırma ve kabağa ok atma konularındaki becerilerini de sergilerdi.
   III. Selim Lahanaspor'u tutarken, II. Mahmud'un gönlü Bamyaspor'dan yanadır. III. Selim'in günümüz amigolarını kıskandıracak şiirinin yanında, II. Mahmud'un 1811 tarihli nişanının tepesini bamya ile süslediği bilinir. Ne var ki, eski saray geleneklerinden olan Lahanacılar ve Bamyacıları 1827 yılında yasaklayan da yine II. Mahmud olur..
   Bu iki güzide kulübün simgeleri olan lahana ve bamya, Topkapı Sarayı'ndaki Şehzadegan Dairesi'ndeki duvar resminde iç içedir.Bu da bizlere, genç şehzadelerin spora olan ilgisini gösterir. Lahanaların ve bamyaların aralarındaki karşılaşmalarda kavgalar çıkar, oyunlar kimi kez yarıda kalırdı..Günümüz spor kulüpleri gibi lahanaların ve bamyaların da formaları vardı. Lahanacılar yeşil, bamyacılar ise kırmızı kadifeden elbise giyerlerdi..


   Bu takımların renklerini kim seçti bilemiyoruz ama örneğin Galatasaray takımının forma renklerini nasıl seçtiğinin öyküsü ilginçtir..
   1905 yılının bir Kasım günü, Galatasaray Lisesi'nde edebiyat öğretmeni Mehmet Ata Bey'in ders anlattığı sınıfta birkaç öğrenci heyecanlı ve fısıltı halinde konuşmaktadır kendi aralarında.. Öğrencilerden biri "Kamus-u Alem" in yazarı Şemseddin Sami Bey'in oğlu olan Ali Sami'dir. Dersin bitiş zili çaldığında, öğretmen çantasını, Ali Sami ise bir futbol takımı kurmaları konusunda arkadaşlarını toparlamıştır..



   Edebiyat dersinde kurulan takım ilk karşılaşmasını yapmak üzere sahaya çıktığında henüz bir adı yoktur. Rakip takımın oyuncuları kendilerine "Galatasaraylılar" diye seslenince, öğrenciler futbol takımına aradıkları adı da bulmuş olurlar : Galatasaray !..
   O yıllarda en güzel kumaşlar Sultanahmet'teki "Şişman Yanko"nun mağazasında satılmaktadır. Forma yaptırmak isteyen Ali Sami ve arkadaşları seçtikleri kumaş toplarını raflardan indirtmiş renk beğenmeye çalışmaktadırlar. Aslında futbol takımına kırmızı ve beyazı seçmişler, fakat sarayın adını taşıyan bir okulun öğrencilerinin ulusal renklerle sahaya çıkarak top oynamaları rahatsızlık yaratmıştır..
   Bir öğrencinin, tezgahtarın raflardan gelişigüzel indirerek üst üste koyduğu iki kumaş topunu "şuraya bakın !" diye bağırarak göstermesiyle takımın rengine karar verilir. Kumaş toplarından biri sarı, diğeriyse kırmızıdır..
  "Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, Domuz Sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim ; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi.."
   Bunları anlatan Ali Sami Yen'dir. Adını, kurucusu olduğu kulübün stadına yazdırır ; ama bir gün miadı dolan stad yıkılır, yerine daha modern ve Avrupai olanı yapılır..Fakat bu arada Ali Sami Bey'in adı "yen"ilerek , stadın tabelasında layık olduğu yer olan ilk sıradan silinir !..
   1400'lü yıllarda başlayan Lahana-Bamya rekabeti gibi, İstanbul'da da Galatasaray-Fenerbahçe arasında büyük bir rekabet vardır.. Bu amansız rekabetin yumuşadığı dönemler de olmuştur.. 1910 yılında, İstanbul Futbol Ligi devam ederken, organizatörlerin tümünün, bu ligi oluşturan kulüplerin de çoğunun yabancı ya da azınlık olması Türk kulüpleri için bir handikaptı.. 1911-1912 sezonu başlarken haksız bir olay yaşanmış, GS beki Adnan Bey, "sert oynuyor" suçlamasıyla Kulüpler Birliği (Union Club) tarafından, Başkan James Lafontaine imzalı bir belgeyle kadro dışı bırakılmıştır. GS bu duruma itiraz edince, lige katılması engellenir. Bu durum FB kulübünü rahatsız eder ve iki kulüp toplanarak birleşme kararı alırlar. Gerekli tüzük kısa sürede hazırlanır. 26 Ağustos 1912'de, on yedi maddelik bir protokol şeklinde, FB Başkanı Galip (Kulaksızoğlu) Bey ile GS Başkanı Ali Sami (Yen) Bey tarafından imzalanır. Osmanlı Olimpiyat Komitesi'ne de bildirilen protokolün orijinali halen GS Kulübü müzesindedir. Bu başvuruyu öğrenen, ligi düzenleyen heyet telaşlanır ve hemen ertesi yıl GS yeniden lige alınır..


   O yıllarda düşünülen "Fener-Saray" emeli yıllar sonra farklı bir şekilde gerçekleşir.. FB ile GS 1934'de Türkiye'ye davet ettikleri yabancı takımlara karşı "FB-GS karması" olarak, lacivert-sarı-kırmızı renkli forma ile oynarlar !..
   Bu iki takımımızın uzun yıllardan beri devam eden rekabeti içinde ön plana çıkan ve kolay kolay unutulmayan kişiler olmuştur. Bunlardan birisini anımsamak için 50-60 yıl geriye gitmek gerekir..
   İstiklal Caddesi'nin çift yönlü olarak trafiğe açık olduğu günlerin birinde, arka arkaya sıralanan arabaların korna sesleri duyulur. Ne olduğunu anlamak isteyen sürücüler arabalarından inerek Galatasaray Lisesi'nin önüne doğru bakmaktadırlar. Sarı-kırmızılı renklere en tutkulu taraftar olan Şevki Güney, lisenin önünde durdurduğu 1948 model taksisinin üstüne çıkmış, bir heykel gibi hiç kımıldamadan, yumruk yaptığı sağ eliyle Ali Sami Bey ve arkadaşlarının anısına selam vermektedir !..

    

   Şevki Güney aynı hareketi tribünde de sergiler. Doksan dakika boyunca bir heykel gibi hiç kımıldamadan Galatasaray'ı selamlayan "Karıncaezmez Şevki", İETT'de şoförlük yaptığı yıllarda, mendil cebine yerleştirdiği su dolu küçük bir şişenin içine çiçekler koyarak geçer direksiyonun başına. Amirin biri, "Ya çiçekler, ya işin !" diyerek azarlar onu. O da bunun üzerine basar istifayı ve taksicilik yapmaya başlar.
   Galatasaray'ın kötü maçlar oynadığı bir sezonda, Fenerbahçe'ye yenildikleri bir maç sonrası, uğursuz sayılarak tribünden aşağı itilir. Kolu kırılan Karıncaezmez Şevki, bir sonraki maça alçılı koluyla gelir.Ne var ki, öfkeli taraftar onu stadyuma sokmamakta kararlıdır. Şimdiki adıyla İnönü Stadyumu'nun bir kısmının görüldüğü ve "Beleştepe" diye anılan yamaca çıkar Şevki. Kırılan, selam verdiği elidir üstelik. Elini alçıdan çıkarır ve yağmur altında yukarıya kaldırır. Doktorların tüm uyarılarına rağmen bu durum haftalarca sürer.. O, asla kimseye kırgın değildir. Her zaman olduğu gibi küfür etmeden, döner bıçağı taşımadan, sahaya çakmak ya da bozuk para atmadan Galatasaray'ı selamlamaktadır. Ta ki, iyileşmeyen sağ kolu kangren olup kesilene dek !.. Galatasaray'ın UEFA Kupası finaline yaklaştığı 2000 yılının 23 Mart günü, yaşamın bitiş düdüğü Karıncaezmez Şevki için çalar !..

.

29 Ocak 2012 Pazar

170 ) CUMHURİYET' İN İLK DÖNEMLERİNDE YAHUDİLER !..



   Cumhuriyet'in ilk on yılında büyük zorluklar yaşanıyordu. Çökmüş ve dağılmış bir imparatorluğun yerine muzaffer bir ulus-devlet kurulurken, aslında büyük ölçüde tahrip olmuş ve ekonomik olarak çökmüş bir ülkeydi söz konusu olan. Milli Mücadele sırasında azınlıkların İtilaf Devletleri'nin yanında yer alması, toplumsal hafızada derin izler bırakmıştı. Yahudiler bu tutumdan kaçınmış oldukları halde olumsuz havadan paylarını alacak ve Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren "Vatandaş Türkçe Konuş" sloganı altında, Türkleştirme siyasetinin ana hedefi olacaklardı..
   Kurtuluş Savaşı biter bitmez, basında azınlıklara, yabancılara ve Yahudilere karşı olumsuz bir hava esmeye başlamıştı. Daha 1923 yılının ilk aylarından itibaren, gazetelerde Yahudilerin aşırı para tutkusu konulu yazılar görülmeye başlar. 1923 Haziran'ının ortalarından itibaren Yahudilerin Anadolu'da serbest dolaşımları kısıtlanır. Bu kısıtlamalar aralıklı olarak devam edecektir. Hükumetin hedefi, Yahudilerin 1923 Lozan Antlaşması'nın tanıdığı haklardan feragat ederek bu yolda öncülük etmelerini sağlamak idi. "Cumhuriyet" gazetesinin Fransızca baskısı olan "La République", özellikle azınlık çevrelerinde okunurdu. Bu gazeteden Yahudi cemaatine Fransızca olarak seslenen Yunus Nadi, yönlendirme konusunda kendi payına düşeni yapar ; geçmişte ayrılıkçı emeller gütmemiş olan Yahudileri göreve çağırır :Azınlıkların samimi duygularla vatana bağlı olduklarını kanıtlamaları halinde, Cumhuriyet yasalarında azınlık hakları başlığı altında özel maddelere gerek kalmayacaktır. Yahudilere de bu konuda öncülük etmek düşmektedir..
   Cemaat içindeki görüş ayrılıklarına rağmen, Yahudiler baskılara dayanamaz ve Lozan'da öngörülmüş olan azınlık haklarından vazgeçerler. Bu öncülük sayesinde, Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri Lozan Antlaşması' nın 42. maddesinde öngörülen haklardan feragat etmiş olurlar.
 

   Genç, güzel ve alımlı bir Yahudi kızı olan 22 yaşındaki Elza Niyego, Hicaz Valisi Ratıp Paşa'nın oğlu, 42 yaşındaki Osman Ratıp'ın aşkına cevap vermez, hatta kendisini rahatsız eden bu adamın, ailesinin şikayeti üzerine, bir süre için tutuklanmasını sağlar. Elsa Niyego'nun başka biriyle nişanlanması, hayatına mal olacaktır. Bankalar Caddesi'nin ortasında, herkesin gözleri önünde Elsa Niyego'yu bıçaklayarak öldürmesine rağmen, Osman Bey'in hemen serbest bırakılması, kalburüstü bir ailenin üyesi olan suçlunun bu cinayetten hafif bir ceza ile kurtulacağına işaret etmektedir. Nitekim, akli dengesinin bozuk olduğu iddiasıyla Osman Bey hapse değil, hastaneyi boylayacaktır. 1927 yılındaki bu olay karşısında Yahudiler öfkeye kapılır. Elsa Niyego'nun cenazesi öfkeli binlerce Yahudi'nin katıldığı bir gösteriye dönüşür. Bunun üzerine Yunus Nadi "La République" ten seslenerek Yahudileri sert bir dilde uyarır. Gövde gösterisinden hoşlanmayan yetkililer, "Adalet istiyoruz" diye bağıran yedi Yahudi'yi tutuklar. 25 Ağustos 1927 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Yunus Nadi, "ülkeyi sevmemiz, kanunlarına uymamız veya... yeri boşaltmamız lazım" başlığı altında Yahudilere gözdağı verir. "Beğenmeyen Gitsin" sloganı, Türkiye'de sonraki kuşaklara miras kalacaktır..
   Olayların Edirne ve İzmir'e sıçraması üzerine, Yunus Nadi hükumetin anti-semitizme tahammül etmeyeceğini söyleyerek herkesi sükunete çağırır. Ayrıca Yahudi cemaatinden bir heyetin Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa ile görüşmesine arabuluculuk eder. Görüşmeden hemen sonra Yunus Nadi, cemaatten, Ankara'da yapılması düşünülen bir Atatürk heykeli için, yarısı peşin olmak üzere 50.000 liralık bağış talep edecektir.. Bu arada Yahudilerin Anadolu'da serbest dolaşımları 1928'e kadar tekrar yasaklanır !..
   1932'den itibaren bütün Avrupa'da totaliter rejimlerin güçlenmesine ve Türk ekonomisinde Almanya'nın ağırlığının artmasına paralel olarak, Genç Osmanlılar'dan miras kalmış olan Almanya hayranlığı ülkede tekrar yaygınlaşır.. Yine de, 1933 Üniversite Reformu sırasında, Nazi zulmünden kaçarak Türkiye'ye gelen Yahudi profesörlere üniversiteler kucak açar. Atatürk'ün kişisel olarak desteklediği bu proje sayesinde kendi alanlarında ünlü ve önemli hocalar Türkiye'de görev alabilmiştir. Örneğin ; çalışma ekonomisti Alfred Isaac, ekonomist ve sosyolog Alexander Rüstow, dil bilimci Leo Spitzer, Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz, ceza hukuku profesörü Richard Hönig, kütüphaneci Walter Gottschalk, uluslararası ticaret hukukçusu Ernst Hirsch, sosyoloji ve ekonomi profesörü Gerhard Kessler, şehir planlamacısı Ernst Reuter ve ekonomist Fritz Neumark gibi parlak isimler Türk üniversitelerinde yeni kürsüler, kütüphaneler, öğretim sistemleri kurdular, şehir planları yaptılar. Albert Einstein da İstanbul Üniversitesi'ne davet edilmişti. Son anda Princeton Üniversitesi'nin daveti üzerine Amerika'ya gitti..
   Bu profesörlerin Türk meslektaşlarına kıyasla çok yüksek maaş alması birçok kıskançlığa ve çelme atma girişimine yol açmıştır. Ne var ki, yaşanan tatsızlıklar ırkçılıktan çok, sosyal bir sorundan kaynaklanıyordu..
   Ama 1934 Haziran'ının son günlerinde Trakya kentlerinde Yahudilere karşı girişilen hareketin sosyal sorunla sınırlı olduğunu söylemek zordur. Pek çok ırkçı dalgada görüldüğü gibi, burada da ekonomik etkenler baş roldeydi. Rumların ülkeyi terk etmesinden sonra ekonomide ağırlığı artan Yahudiler iyice göze batıyordu..
   Temmuz 1933'de Nihal Atsız Edirne Erkek Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak geldikten sonra tahrik edici bir üslupla yazdığı yazdığı yazılar açıkça halkı kışkırtmaya yönelikti. Gerçi Trakya halkının haset ve hınç duygularını tahrik eden sadece o değildi. Yahudilerin Çanakkale ve Trakya'da ticareti ellerinde tutmaları, ulusal basına da yansımıştı.. Fakat yerel basının etkisi ağır basıyordu : O yıllarda Türkiye'de yurt çapında düzenli radyo yayını olmadığı gibi, 1935 yılında, ülkedeki 6.082 radyo alıcısının % 53'ü zaten İstanbul'da idi !.. İstanbul'da basılan günlük gazeteler ise taşra şehirlerine, basıldıktan epey sonra ulaşıyordu..
   21 Haziran 1934 günü Çanakkale'de Yahudilere karşı saldırı, şantaj, yağma ve boykot eylemleri düzenlenir. Ulusal ekonominin temellerinin atıldığı o günlerde, "Yerli Malı Kullan" hareketi bütün ülkede yayılmıştı. Bu hareket sayesinde yabancıların Türkiye üzerindeki ekonomik baskısının kalkacağına inanılıyordu. Ayrıca, Trakya bölgesi ve Çanakkale Boğazı'nın sağlamlaştırılması kararlaştırılmıştı..
   Atatürk'ün, 1934 Trakya olayları sırasında, Türkiye'yi ziyaret eden İran Şahı Rıza Pehlevi ile çıktığı yurt gezisinde Trakya'daki askeri birlikleri ve havaalanlarını teftiş etmesi, aslında ordunun hazır olduğuna dair İtalya' ya verilen bir mesaj idi..
   Bulgaristan'la komşu olan bu stratejik bölgede yerleşik azınlıklara güven duymayan resmi makamlar ; Yahudilerin bölgeyi terk etmesini tercih ettiklerinden, onları korkutarak uzaklaştırmak işlerine gelmiş olacak ki, olaylara seyirci kaldı. Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri ve Dışişleri Bakanı'nın da olaylardan habersiz olduklarını düşünmek zordur..
   1.500 kişilik bir Yahudi nüfusun yaşadığı Çanakkale'de, Yahudilere ait mağazaların önünde nöbet tutularak halkın o mağazalardan alışveriş yapması engellenir. Kentin Yahudi ileri gelenleri kenti terk etmemeleri halinde ölümle tehdit edilirler. Vali ve Cumhuriyet Halk Fırkası İl Başkanı, polise ve jandarmaya Yahudilerin mallarını koruma altına almayı emreder, ancak polis ve jandarmanın varlığına rağmen Yahudilere sataşma ve tacizler devam eder. Artan tehdit karşısında 25 Haziran 1934 gününden itibaren Çanakkale ve Trakya'daki Yahudiler bölgeyi kitlesel olarak terk etmeye başlar. Alelacele kaçmak zorunda kaldıklarından, gayrimenkullerini değerlerinin çok altında fiyatlara elden çıkarırlar..
   Yahudilere karşı önce Türkçe konuşma mecburiyeti, sonra da mallarını boykot ve sonunda göçe zorlama hareketleri bütün Trakya'ya yayılır. 28 Haziran ile 4 Temmuz arasında Çanakkale, Keşan, Uzunköprü, Kırklareli ve Edirne'de yaşayan Yahudilere karşı aynı anda saldırılar meydana gelir..
   En ciddi olaylar Kırklareli'nde yaşanır. Yahudi mahallesinde evler taşlanır, yağmalanır. Yağmacılar üç-dört saat boyunca her türlü şiddete başvurur. Yahudiler bıçaklanır, dövülür ve kadınlara tecavüz edilir. Bu saldırı ertesi gün de devam eder. Saldırganlar Kırklareli hahamını yakalayıp çırılçıplak soyar ve sakalını keserler. Edirne'de resmi makamlar kentin mezbahasında hahamlar nezaretinde Yahudi şeriatına uygun bir şekilde yapılmakta olan et kesimini yasaklar. Yahudi tüccar ve esnafa ait işyerlerinin boykot edilmesine göz yumulur.
   Vali olaylara kayıtsız kalır. Polis 3 Temmuz 1934 günü Edirne Yahudilerine kenti 48 saat içinde terk etmelerini emreder. Stoklarını ve alacaklarını terk etmek zorunda kalan Yahudiler ciddi maddi zarara uğrar...
   15 Temmuz'da hükumetin açıklaması yayınlanır. Bu açıklamada ; gereken önlemlerin alındığı, olayların denetim altında olduğu, Trakya ve Çanakkale'de mevcut 13.000 Yahudi'den 3.000 kadarının İstanbul'a göç ettiği, hükumetin göçe zorlamaların karşısında olacağı, görevini yerine getirmeyenler hakkında da soruşturma açılacağı duyurulur...      

27 Ocak 2012 Cuma

169 ) 1961 YILININ İZMİR' İNDE BİR GÜN !...

 

   Yıl 1961.. Sömestre tatili.. İlkokul ikinci sınıftayım ama okula başladığımdan beri devamlı iltihaplanıp duran bademciklerim için doktora gidiyoruz. Birinci Beyler Sokağında, Dr. Selahattin Tekand'a...1935 yılında Hitler rejiminden kaçıp Türkiye'ye gelmiş ünlü çocuk hastalıkları uzmanı Alman Yahudisi Albert Eckstein'in bilgilerinden faydalandığını yeni öğrendiğim çocukluk doktorum..Os-Ka Pasajına doğru yürürken solda olduğunu anımsıyorum muayenehanesinin.. Birkaç katlı bir binanın birinci katındaydı. Bekleme salonuna bayılırdım bütün çocuklar gibi.. Küçük, canlı renklerde sandalye ve masalar ; duvarlarda Walt Disney kahramanlarının çıkartmaları.. Hemşire ise siyahi idi.. Beşiktaşlı olmasam korkacağım, ama ne de olsa tertemiz önlüğü ile siyah-beyaz !.. Şaka bir yana, gürültü çıkartan, yaramazlık yapan, ağlayan çocuklara gözlerinin akını devirip de şöyle bir baktı mı tamam, ortalık sütliman olurdu ..
   Sıramız geldiğinde doktor beyin, "Selahattin amca"nın odasına girilirdi.. Seyrek, dalgalı beyaz saçlar ; geniş bir alın, ince kemerli bir burun, esmer bir ten ve insana güven veren, gri-yeşil gözler.. Daha o eline almadan tahta kaşığı, ben bıkkın bir ifadeyle ağzımı açmış olurdum : Rutin bademcik kontrolü.. Yazın İnciraltı'nda yediğim Sütsan dondurmasının tahta çubuğuna benzetirdim o kaşığı.. Kuruyan dere yatağında kaplumbağa ararken bir yandan da emdiğimiz o eşsiz güzellikteki dondurma..
   Tatlı yaz hatıralarının arasına giren doktorun sözleri dikkatimi çekiyor ; "hocanım bu hafta halledelim artık bu işi.. Siz de rahat edin, çocuk da etsin.."  Benim dikkatle dinlemeye başlamam üzerine yarıda kesiyor konuşmasını..
   O haftanın cumartesi günü, öğleden sonra bademcik derdinden kurtuluyorum.. Birinci Beyler Sokağının hemen başındaki binanın ikinci katındaki bir KBB doktoru alıveriyor o iltihaplı "cevizleri" !.. Öyle yatmak filan yok.. Lokal anestezi..Biraz dinlendikten sonra çıkıyoruz muayenehaneden ve doğru Taga Kitabevi'ne..Ciltli Çocuk Haftası  ambalajlanıyor ve koltuğumun altına giriyor.. Şimdi ne ağrı hissediyorum, ne de ağzıma dolup duran kan beni rahatsız ediyor..
   Konak vapur iskelesi.. Bergama, Selçuk ya da Efes vapurlarından birisi.. İskelenin kapısında kestaneci ve gazeteci.. Gazetecinin kısa boylu oğlu da vapurda satıyor gazeteleri.. Kocaman, kalın bir gazete demeti, bir plastik kılıf içine yerleştirilmiş ; sıtma görmemiş bir ses !. İstenilen gazeteyi o yığının içinde bulduktan sonra, uçları simsiyah parmaklarıyla öyle bir hızla çekip çıkarıyor ki ; sanki tereyağından bıçağı sıyırır gibi.. Hayran hayran onu seyrediyorum.. Annem yanındaki hanımla konuşmaya dalmış. Ben yavaşça kalkıyorum ayağa ve dışarı çıkıyorum.. Sırada kaptanlık hayalleri var şimdi !.. Kenar demirlerinden birini tutuyorum.. Vapurun yarıp geçtiği sulara dalıyor gözlerim. Köpükler, denizin gri suları üzerinde suya pike yapan martılar, mis gibi bir iyot kokusu.. O bulutlu Şubat günü, ben sanki yeni dünyalar fethetmek üzere okyanusta yol alan bir geminin kaptanıyım !..
   Karşıyaka göründüğünde ilk dikkatimi çeken, havanın erken kararması nedeniyle çarşının başındaki binanın tepesinde kanat çırpan Yapı Kredi Bankası'nın leyleği oluyor.. Kırmızı ve mavi neon ışıkların sırayla yanıp söndürülmesi, sanki kanat çırpma görüntüsü veriyor.. Omzumda bildik, güven veren bir el.. Annem gelmiş, arkamdaki yerini almış.. Kaptanlık, yerini yeniden çocukluğa bırakmış durumda !..
   Üst kattan inenler, alt kattan çıkanlar, en alt kattan çıkan genç aşıklar doluşuyor sağımıza solumuza... Dudakları arasından bir sigara sarkan çımacı elindeki halatı iskeleye doğru fırlatıyor, iskeledeki arkadaşı da halatı yakalayıp alışkın hareketlerle babaya takıveriyor.. Bir gıcırtı duyuluyor halatın gerilmesiyle.. Vapur, boyun eğmiş bir rodeo atı gibi iskeleye yanaşıyor.. Daha tam yanaşmadan beş on kişi atladı bile.. Sonra tahtalar uzatılıyor ve Karşıyaka'dayız...İskelenin girişinde "cimbom" diye bağıran patlamış mısır satan adamın sesi duyuluyor..


   Bugün özel bir gün !.. Tilla Restaurant önünden paytona biniyoruz ve doğru dayımların evine.. Nalların asfaltta çıkardıkları sesleri dilimi damaklarımda şaklatarak çıkartmayı çok severdim ama bugün yapamıyorum haliyle..
   O hafta sonu dayımlarda kalıyoruz.. Orada da benim için çeşitli hazineler var.. National Geografic ciltleri, Akbaba dergisi ciltleri.. Yeni aldığımız Çocuk Haftası bekleyebilir !.. Bir gün sonra döneceğimiz Buca'daki evimizde okumak üzere ayırıyorum onu..  Dayımlarda bir de kuruyemiş yemeyi severdim. Yazıhanesinin olduğu Kardiçalı Hanının girişindeki birisinden alırdı ve gerçekten harikuladeydi.. O zamanlar her yerde bulunmazdı bu güzellikte çerez.. Yine sonraları öğrendiğime göre İzmir'in ilk Türk ihracatçısı Mehmet Suphi Efendi'nin, ortağı Ermeni Vahan Efendi ile 1881 yılında yaptığı ihracat da kuruyemiş imiş..
   Aslında, İzmir'de ilkler konusu çok ilgimi çekmiştir hep.. İzmir'e ilk gelen padişah, 22 Haziran 1850 günü gelen Abdülmecid, ikinci gelen ise, 20 Nisan 1863'de, Sultan Abdülaziz.. Örneğin Atatürk'ün ilk kez 10 Eylül 1922 tarihinde geldiğini sanırdım ama 1905 yılında, Şam'a sürgüne giderken de uğramış meğerse..
   İlk kadı 1426'da gelmiş..İlk Osmanlı yönetici Karasubaşı Hasan Ağa.. 1716 yılında ilk kez "paşa" geliyor yönetici olarak : Köprülü Abdullah Paşa.. İlk belediye 1871'de.. Hükumet Konağı ise 1872'de yapılmış..İlk Belediye Başkanı, 1872'de, Yenişehirlizade Ahmet Efendi..Cumhuriyet dönemi ilk valisi : Aziz Akyürek.. İlk Türk avukat : Tevfik Nevzat..İlk sivil Türk doktor : Mustafa Enver Bey.. İlk Türk eczanecisi : Kadızade Hüseyin Rıfat Efendi ve onun Şifa Eczanesi.. İlk kadın-doğum doktoru : Hasan Yusuf Başkan.. Şişelenmiş ilk sütü 1934-35 yıllarında Mustafa Efendi evlere dağıttı.. İlk sinema, 1909'da Kramer Kardeşler'in açtığı "Pathe Frere"... İzmir'in, Ege kökenli olan tek valisi Nazmi Çengel..
   İ.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısı Helen dünyasının en eski geometrik planlı kenti de İzmir'miş..  Ayrıca Türkiye'de ilk futbol takımı da 1890'da İzmir'de kurulmuş..


   Gelelim doğduğum yere.. 1963 Yazında Güzelyalı'ya taşınıncaya kadar oturduğumuz yer.. Yemyeşil, geniş bahçeler içinde evlerin olduğu, üzüm bağlarıyla ve bilhassa razakı üzümüyle meşhur Buca.. Tertemiz havası, güzel komşuluk ilişkileri, Üzüm Festivali'ne misafir konuk olarak gelen Zeki Müren !.. Komşumuz olan eski Rum evlerinin geniş bahçelerinde tavus kuşları.. Dar sokaklarda bahçıvanın atıyla sattığı üzüm ve bardacık.. Hele o bardacık.. Çatlamış kabuğu, kıpkırmızı içi ile incirlerin sultanı..Kambur dondurmacı Ali'nin arabasıyla gezerek sattığı dondurması.. Bademcikler de alınmış, atış serbest !.. Bademcikler boğazın nöbetçisiymiş, hiç de sıkıntı çekmedim halbuki.. Yaz kış soğuk su içtim, hem de kana kana..
   "Bademcik" sayesinde attığımız tarih turu bugünlük bu kadar !..

25 Ocak 2012 Çarşamba

Süper Bilinç Altı Telkin MP3 leri (ÜCRETSİZ)

http://egitim-akademisi.blogspot.com
Süper Bilinçaltı Telkinleri içeren MP3'ler ile beyninizi yönetin. Dosya içindeki Telkin içerikleri şöyledir:
1-) Erken ve Zinde Uyanma Telkini
2-) Sigarayı Bırakma Telkini
3-) Kendine Güven Geliştirme Telkini
4-) Sosyallik Arttırma Telkini
5-) İngilizce Öğrenme Telkini
                                  6-) Topluluk İçinde Konuşma Telkini
Telkinli Mp3 lerin üzerleri Doğa Sesleri veya Klasik Müzik İçermektedir.
Uyurken bile dinleyebilirsiniz. Çünkü uyurken bilinçaltınız açıktır. Uyurken beyninizin öğrenme faaliyetleri oldukça hızlıdır.

Bu yazının aşağısında yer alan linkten  ücretsiz indireceğiniz dosya içinde tüm gerekli bilgiler ve açıklamalar yazmaktadır.

Dilerseniz Bu Telkinler Haricinde, Fobilerden Kurtulma, Özel Yetenek Geliştirme, Hafıza Geliştirme, Kilo Verme-Alma, Konsantrasyon Arttırma, Yabancı Dil Öğrenme gibi bir çok alanda çeşitli İsme Özel Olarak Telkin MP3 hazırlatabilirsiniz.
Standart Telkin Mp3 fiyatı; telkin içeriğine ve özelliğine göre 30-70 TL/Adet arasında değişmektedir.

Telkin Nedir, Nasıl Çalışır, Özellikleri vb. Okumak İçin Buraya Tıklayın.

Ayrıca Lütfen aşağıdaki yorumları okumayı ihmal etmeyiniz.
Faydalı olması dileğiyle..

Hepsi Sadece 121 MB tır.
İNDİRME LİNKİ : DOWNLOAD

Depresyon Bitti Telkini ( Yeni ) : Depresyon Bitti Telkin.rar

---
BENZER KONULAR:
Hafıza Geliştirmenin Temel Mantığı
IQ ZEKA PUANI TESTİ
A'dan Z'ye Bulmaca Sözlüğü
4 İşlem Programı





168 ) ONA BİR ÇINAR GÖLGESİ BORÇLUYUZ !..



   1827 yılında, Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl Detroit adında bir çocuk doğar. Babası müzik öğretmeni olan çocuk, aile içindeki huzursuzluk nedeniyle bir Fransız yetimhanesine gönderilir. Gemilerde miçoluk için çalışma belgesini alır almaz, Hamburg'tan kalkan bir gemiyle İstanbul'a doğru yola koyulduğunda henüz on iki yaşındadır.
   Gemi İstanbul'a geldiğinde, Karl denize atlar ve Kız Kulesi'ne doğru yüzmeye başlar !.. Kendisini kurtaran kule bekçisine gemiye geri dönmek istemediğini işaretlerle anlatır. İki ülke arasında küçük bir politik sorun yaratsa da, dönemin dışişleri bakanı konumundaki Sadrazam Ali Paşa'nın sevgisini kazanıp, himayesine girer. Harbiye'de okutulan çocuğa Mehmet Ali adı verilir.
   Yıllar geçer.. Mehmet Ali ; Kırım seferi ve Bosna, Karadağ savaşlarından sonra, II. Abdülhamid devrinde "paşa" unvanına ulaşır..
 Nazım askeri okulda

   Mehmet Ali Paşa, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biridir.. Berlin Antlaşması'nda Hıristiyan cemaatlere hak tanınmasıyla gerici çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa'ya karşı, "sizi gavura bu sattı" diye kışkırtır ve Mehmet Ali Paşa, Arnavutluk'ta linç edilir !..
   Aynı zamanda şair olan Mehmet Ali Paşa, kısa bir dönem için gittiği Magdeburg'taki okulunu ziyaret ettiğinde şeref defterine bir şiir yazar ve bu şiir sonradan gazetelerin birinde yayımlanır. Saray ressamı Anton von Warner, onun için şunları söylemiştir : "Şiirlerini Almanca, Fransızca, Yunanca, Farsça ve Arapça dillerinin tümünde aynı ustalıkla kaleme alabilen bir şair.."
   Mehmet Ali Paşa'nın dört kızından biri olan Leyla Hanım'ın da bir kızı dünyaya gelir : Celile..Ve Celile Hanım'ın da bir oğlu olur : Nazım Hikmet !..
   Dedesinin babasının linç edilmesine neden olan antlaşmanın imzalandığı ülkenin, dolaylı da olsa etkisiyle, 1938 yılında hapse atılır Nazım !..
   Mustafa Kemal Atatürk ölüm döşeğindedir. Ülkeyi Almanya'nın yanında savaşa sokmak isteyenlerin bir kumpasıdır bu.. Çünkü bundan daha iyi fırsat olamazdı. Nazım Hikmet, dünyadaki ayakkabı fabrikalarının savaş postalları ürettiği bir dönemde şunları yazıyordu : "Türkiye faşist değildir. Burada barış içinde yaşayan hiçbir unsura karşı kan kini, kan nefreti yoktur. Fakat faşizmin bayraktarlığını yapan bazı unsurlar, memlekette faşizme bir kapı açmak için, böyle bir Yahudi aleyhtarlığı ile söze başlıyorlar. Bu kapıdan, sonra kimlerin gireceğini, bize nasıl koyu bir irtica ve despotluk getireceğini biliyoruz."
   İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazizmin son tokatlarından birini yiyenler arasında Nazım da vardır. Evet, Nazım, savaşın bitmesine rağmen bir Alman faşist tarafından dövülmüştür !. Hem de hapis yattığı Bursa Cezaevinde..
   Tarih : 7 Mayıs 1945.. Güzel bir bahar güneşi, öğle saatinde Bursa Cezaevi'nin pencerelerinden koğuşları ısıtırken, radyodan şu anons duyulur : "Almanya kendi topraklarında kayıtsız şartsız teslim olmuştur !.." Bu haber üzerine Nazım haykırır : "Yaşasın !. Dünya kurtuldu !."
   Tüm mahkumlar şairin coşkusuna ortak olurken, hapishanenin sağlık ekibinde görevli bir mahkum, sinir krizi geçirerek bir köşede tırnaklarını yemeye başlar. Türk ordusunda teğmenken, Alman casusu olduğu anlaşılan ve hapse atılan genç adamı bir mahkum, "casus teğmen şimdi tırnaklarını yiyor, onları bitirince bakalım ne yiyecek ? " sözleriyle alaya alır. Yerinden ok gibi fırlayan Alman casusu, zavallı mahkumu tekme tokat dövmeye başlar.Savaş bitmiş ama Bursa Cezaevi'nde Nazi vahşeti tüm hızıyla yaşanmaya devam etmektedir !.
Nazım, kavgayı ayırmaya çalışırken, Nazi yandaşı teğmenden iki sert tokat yer yüzüne..Açılan soruşturma sonucunda teğmene de, şaire de üçer günlük hücre cezası verilir. Nazım'ın bu adaletsizliğe isyan eden sözleri, kendisini hapishaneye mahkum edenlerin kimliğini ele vermesi bakımından önemlidir : "Herifin tokadından zavallı genci kurtaralım derken başımıza, başımıza değil de yanağımıza neler geldi ?.. Almanya sevdalısı beyzadelerin yarattığı ortamda hiç yoktan 28 yıl hapis cezası yedik. Bu yetmemiş gibi, şimdi de faşizme, casusluğa kalkışanların adam dövmelerine engel olduk diye hem bir faşistin iki sillesini yedik, hem de üç gün tecrite atıldık. Bu kadar kanunsuz, bu kadar adaletsiz işlem olur mu ? "
   Nazım'ın yüz yüze geldiği adaletsizlikler bu kadarla kalmaz. Bursa Cezaevi'nden çıktıktan sonra aylar geçer. Karısı Münevver ona tıpa tıp benzeyen oğlu Mehmed'i de verdikten sonra ; 50 yaşında baba olmanın mutluluğunu tadarken, bir akşam Müzehher Va-Nu'ya bir telefon gelir.. Telefondaki Nazım'dır, "Ben askere çağrıldım, Vala sırt çantamı getirsin" der !..
   Kapıda bir polis belirmiş, "Yürü Askerlik Şubesi'ne ! "..Sağlık muayenesi.. "Efendim ne gerek var röntgene filan. Ciğerlerinizi, kalbinizi de dinlemeye gerek yok.. Her şey meydanda, turp gibisiniz !.."
   Her ne kadar Nazım, "Aman efendim, ben sakatım. Benim Adli Tıp'tan, Cerrahpaşa'dan raporlarım var. Ben kalp hastasıyım.. Bir de karaciğerim.." dese de aldığı yanıt kesin ve serttir : "Şimdi sapasağlamsınız Nazım Bey. Doğru Selimiye'ye !."
   Nazım, doğru Selimiye'ye gider. Bir haftalık izin verilir kendisine. Tüm dünya düşman değildir ya.. Selimiye'de kendisine Sivas Zara'ya sürüleceğini fısıldayanlar olur. "Kaçıyor" denecek ve arkasından bir kurşun.. Neden olmasın ?. Sabahattin Ali de aynı tezgahın kurbanı olmadı mı ?. Belki de onun başına gelenleri düşünmek Nazım'ı hayatını kurtarır. Refik Erduran'ın satın almadan önce denemek bahanesiyle aldığı bir sürat motoruyla Karadeniz'e çıkarlar ve karşılarına çıkan bir Romen şilebiyle önce Romanya, ardından Rusya..
  
 

24 Ocak 2012 Salı

167 ) STRUMA'YI KİM BATIRDI ?.. (2.)



   Struma'yı torpilleyen kimdir ?.. Bu sorunun yanıtı ilk yıllarda "SC 213" sicilli Sovyet denizaltısı olarak verilir ama hiç kabul görmez... Alman ve Türk hükumetleri suçu birbirlerine atıp oyalama taktiği uygularlarken, Karadeniz'in dibinde yatan cesetler giderek unutulur..
   Struma'yı SC 213'ün batırdığı iddiası, olayı araştırması için Frankfurt savcısı tarafından görevlendirilen Jurgen Rohwer tarafından ortaya atılır. Rohwer, denizaltının o günlerde bölgede bulunduğunu ve 24 Şubat 1942'de, kimliği saptanamayan bir gemiyi batırdığını bildirir. Bu iddianın gerçek olduğu düşünülse bile torpillenen geminin Struma olduğu şüphelidir. Çünkü 24 Şubat 1942 tarihli Vakit gazetesinde, İstanbul'dan bir Bulgar limanına gitmek üzere yola çıkan "Çankaya" adlı vapurun da, Boğaz'a yakın Türk karasularında batırıldığı yazılıdır. Savaş sonrasında Yahudilerin faşizmden kurtulmak için Sovyet Rusya'ya yardım ettiklerini de düşünecek olursak, SC 213'ün, her yanını salkım saçak sivil insanların doldurduğu Struma'ya saldırması anlamsızlaşıyor..
   Sorulardan oluşan bir labirentin içinde gezinmeyi bırakıp, İngiliz Avam Kamarası'ndan Sir Josiah Wedgwood' un Türkiye'ye yönelik sarf ettiği sözlere kulak verelim : "Struma'yı Nazilere gerisin geriye gönderenlerin prototipleri ve liderlerinin Hitler'le birlikte asılacakları günü görmek isterim.."
   Avrupa'daki konsolosluklarının, Nazi toplama kamplarından kurtulmak isteyen Yahudilere ay-yıldızlı pasaport dağıttığı Türkiye bu sözleri hak etmiyordur aslında.  Ama ille de, Hitler'in yanına konulacak biri aranacaksa bu, İngiliz sömürgeciliğinin Orta Doğu'daki en üst yetkilisi olan ve Struma'daki insanların karaya çıkarılmaması konusunda Türkiye'ye baskı yapan Lord Moyne olmalıdır..


   Lord Moyne, 6 Kasım 1944'de öldürülür. Olayın sanığı olarak yakalanan 17 yaşındaki Eliahu Hakim ve 22 yaşındaki Eliahu Bet-Zouri, 22 Mart 1945'de Kahire Cezaevi'nde asılırlar. İki genç adam, cinayeti neden işledikleri sorulduğunda, mahkemede şu yanıtı verirler : "Struma'nın öcünü aldık !.."
 
   Atatürk'ün top arabasına konulan cenazesini görmek isteyen Mina Urgan, aile dostu bir avukatın Karaköy'de caddeye bakan bürosuna gider. Top arabası görününce dolu yağıyormuşçasına "çıt çıt" sesleri duyulur aniden. Giysilerinin düğmelerini koparıp yere atan Yahudiler çıkarır bu sesi.. Ölenin ardından düğme koparıp yere atmak, bir yas geleneğidir Yahudilerin..
   Mina Urgan, "Bir Dinozorun Anıları" adlı kitabında, Struma'nın batırılışıyla bir bağ kurmasa da, söz konusu yıllarda elektriklerin kesildiği önemli bir İstanbul gecesini şöyle anlatır : "İsmet Paşa hükumetinin, savaşın başlangıcında Nazilere kolaylık yaptığına, Alman savaş gemilerinin Karadeniz'e geçmesine göz yumduğuna, bir rastlantı sonucu şahsen tanık oldum. Meslektaşım ve dostum Abdülbaki Gölpınarlı'nın Salacak'ta Kız Kulesi' nin karşısında, bahçesi deniz kıyılarına kadar inen bir evi vardı. O bahçede geceleyin arkadaşlarla demlenirken, İstanbul'un tüm elektrikleri aynı anda kesildi. Aysız ve yıldızsız bir geceydi. Zifiri bir karanlık içinde kalmıştık. Ama bir süre sonra, gözlerim karanlığa alıştı. Masadan kalkıp, sahildeki taşların üstüne oturdum ve dört beş savaş gemisinin önümden geçtiğini gördüm. Arkadaşları çağırdım, onlar da gördüler. Eğer Alman savaş gemileri değilse neydi bu gemiler, bilemem.  İstanbul'un ışıkları, çok daha sonraları, sabaha karşı yandı.."
   Acaba Karadeniz'e doğru geçenler, ay-yıldızlı bayrağın görmezlikten geldiği Alman savaş gemileri miydi ? Boğaz'ı su üzerinde geçmek zorunda olan denizaltılar gemilerin arasında mı saklanıyordu ?..


   1941 yılının 12 Aralık günü, saat 14:22'de, Romanya'nın Köstence Limanı'ndan ayrılan Panama bandıralı Struma'nın motorları kırk dakila sonra durur !. Geceyi hareketsiz bir şekilde dalgaların koynunda geçiren gemiye bir römorkör yanaşır sabaha karşı. Gemiye çıkan makinist, arızalı motoru para karşılığında onarabileceğini söyler. Gemiye binmeden önce son kuruşlarına kadar gümrük memurları tarafından soyulduklarını söyleyen yolcular, çaresizlik içinde yalvarırlar makiniste. Birkaç saat sonra, motorları yeniden çalışan gemi ölüm yolculuğuna devam ederken, Köstence'ye geri dönmekte olan römorkörde makinist, tamir ücreti olarak aldığı 250 nikah yüzüğünü saymaktadır !...
   Köstence liman yönetimi tarafından Bükreş Yahudi örgütüne verilen belgede, Struma'daki yolcuların 100' ünün çocuk olduğu yazılıdır. Kum taşımacılığında kullanılan Struma'nın yolcu gemisine dönüşümünü denetlemek amacıyla Romanya Yahudi Cemiyeti tarafından görevlendirilen Kaptan Paraschivesou, geminin içinin portakal sandığı tahtalarıyla ilkel bir biçimde kaplandığı ve bunların üstüne kağıt yapıştırıldığını yazar raporunda. En fazla 250 yolcu taşıma kapasitesi olan gemiye 769 insan binmek zorunda bırakılır..
   Paraschivesou ; yolcuların öğretim üyesi, öğretmen, edebiyatçı, sanatçı, mimar, mühendis ve iş adamlarından oluştuğunu söyler. Güvertenin, yolcu sayısına göre son derece dar olması yüzünden, bir yolcunun dışarı çıkıp temiz hava almak hakkı, günde yalnızca on beş dakikadır. Bu şartlar altında yola çıkan Struma'ya Köstence Limanı'ndan el sallayanlar arasında, para bulamadığı için karısını gönderenlerin yanı sıra, yine aynı nedenden dolayı çocuklarını yolculara emanet eden anne ve babalar da vardır..
 
   Struma'daki çığlıklar kulaklardan silinmeden, 1944 yılının 3 Ağustos günü "Morina", "Bülbül" ve "Mefkure" adlı üç gemi ayrılır Köstence Limanı'ndan. Taşıdıkları da yine toplama kamplarına gönderilmemek için evlerini terk etmek zorunda kalan insanlardır. 5 Ağustos gecesi, İğneada açıklarına gelen gemilere "meçhul" bir gemiden ateş açılır. Aldığı isabetle sulara gömülen Mefkure, 311 kişiye tabut olur..
 
   Şair Akgün Akova'nın oğlu Fırat, 6 yaşındayken, babasına sorar : "Baba, gemiler batarken denizin canı acır mı ? "
   Bizim karasularımızın tarihte çok canının acıdığı yadsınamaz bir gerçektir...

     
 
  

22 Ocak 2012 Pazar

166 ) STRUMA'YI KİM BATIRDI ?.. ( 1.)



   Faşizm rüzgarının Romanya'da da esmeye başlamasıyla, gazete sayfalarında, Yahudilere yönelik ilanlar artış gösterir : "1.000 dolara transatlantikle kurtuluş !. Ülke dışına çıkmanın kolay olduğu günlerde bu tür ilanlara rağbet eden Yahudiler, telefon numaralarını arayıp daha ayrıntılı bilgi istediklerinde hayal kırıklığına uğrarlar. Gerçek ücret 10.000 dolar olup, yolculuğun yapılacağı gemi de transatlantik değil, şilepten bozma bir gemidir. "Struma" adlı geminin dört lavabosu ve yalnızca bir tuvaleti vardır !..
   769 yolcusuyla, 1941 yılının 12 Aralık günü, Romanya'dan ayrılır Struma. İstanbul'a geldiğinde Karaköy Rıhtımı'na demirler. Yolcuların karaya çıkmalarına izin verilmediği gemide bir bekleyiş başlar. Yaşlı, kadın, çocuk demeden tüm yolcuların yüreğinde iznin çıkacağı ve karaya ayak basacakları umudu hiç kaybolmaz..
   Paslı demirden bir hapishaneye dönüşen Struma'da, kış soğuğunda ve son derece sağlıksız koşullarda öksürük, aksırık sesleri arasında süren bekleyiş boyunca, Kızılay ve İstanbul Yahudileri tarafından toplanan yardımlar sandallarla taşınır gemiye. İstanbullu Yahudiler, göçmenlere moral vermek amacıyla yaktıkları ateşin sönmemesi için kıyıya durmadan odun taşırlar..


   Türkiye Cumhuriyeti'nin Struma yolcularını insanlık dışı koşullarda karaya çıkarmadan neden beklettiğini Barry Rubin'in, "İstanbul Entrikaları" adlı kitabından öğreniriz : "Yahudileri kurtarma konusundaki siyonist çabalarına çoğunlukla engel olan Almanlar değildi. Göçmenler, geçecekleri her ülke vize verdikten sonra, kendi ülkelerinden çıkış izni alabiliyordu. Geçiş ülkeleri ise, Türkiye'nin bu kişileri kabul edeceğini gösteren kanıt arıyordu. Türkler ise, o kişinin İngilizlerce Filistin'e alınacağı kanıtlamadan giriş vizesi vermiyordu.
   Barry Rubin, İkinci Dünya Savaşı'nın Türkiye'ye sıçraması durumunda, ahşap evlerden oluşan İstanbul'un bir bombardımanda yerle bir olacağını belirttiği kitabında, Struma olayına kısa da olsa yer verir. İstanbul'u casusların cirit attığı bir kent olarak gözler önüne seren Rubin, İngiliz Hükumetinin Yunan, Panama ve Türk hükumetlerine, bayrakları altındaki gemilerin Yahudi göçmen taşımalarını önlemek için baskı yaptığını anlatır. Sömürgesi olan Filistin'e Yahudi göçünü engellemek isteyen İngilizlerin amacı, faşizmden kaçan Yahudilerin gemi yokluğu nedeniyle Tuna Deltası'nda kalmalarını sağlamaktır. Sözünü ettiğimiz kitapta, İngiltere'nin Orta Doğu'daki en üst düzey yetkilisi Lord Moyne'nun gemilerin hareketine izin verilmemesinin "başka Yahudilerin gemilerle kaçışını cesaretlendirecek çok acı bir etki" yapacağı şeklindeki sözü de yazılıdır.
   Zeev Vania Hadari, "Her Şeye Rağmen" adlı kitabında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkan ülkelerinden hareket eden kırk geminin Boğazlar'dan geçerek 21.897 Yahudi'nin Filistin'e ulaştığını yazar. Şüphesiz ki, bu göç dalgasına Nazilerin seyirci kalışını düşünmek yanıltıcıdır. Böyle düşünülürse, soydaşlarının kurtuluşu için canları pahasına Yahudi örgütlerinde çalışanlara da haksızlık yapılmış olunur...
 23 Şubat günü Struma, bakım yapılacağı gerekçesiyle römorkörler tarafından gece saat 22.00'de Karadeniz'e çekilir. Ertesi gün, saat 09:00'da, büyük bir patlama duyulur Boğaz'ın Karadeniz girişinde..
  Sulara gömülen gemiden yalnızca, yüzerek kıyıya ulaşan David Stoilar adlı yolcu kurtulmayı başarır. Su üstünde yüzen bir kapıya tutunan Stoilar'ın yanına biraz sonra, zorlukla kulaç atan, Struma'nın ikinci kaptanı gelir. Kanlar içindeki adam, kıyı tarafından bir torpilin geldiğini gördüğünü ama kaptanı uyaracak zaman kalmadığını anlatır ve elleri kapının üstünden kayarak suların içinde gözden kaybolur.
   David Stoilan'ın kurtuluşu, 26 Şubat 1942 tarihli Ulus gazetesinde çıkan şu haberle duyurulur : "Dün, 25 Şubat 1942 tarihinde, Şile'nin 6 mil batısında denizde bir enkaz bulunmuş ve bunun dördü ölü, biri henüz sağ beş kişi olduğu tespit edilmiştir. Sağ olan 22-24 yaşlarındaki David isimli birisidir. Kendisi tedavi altına alınmış ve ifadesinde Struma gemisinde bulunduğunu, geminin bir torpile çarparak battığını söylemiştir."  
   Gazete haberinden David Stoilar'ın yaklaşık bir gün denizde kaldığı anlaşılmaktadır.Tedavi sonrasında  kayıplara karışan Stoilar'la 9 Mart 1980 tarihli "The Sunday Times Magazine" de yayımlanan "Struma'dan Kurtulan Adam" başlıklı yazıda bir kez daha karşılaşırız. Aradan 38 yıl geçse de Stoilar batış anını şöyle anlatır : "İnsanüstü bir güç beni havaya fırlattı. Birkaç saniye sonra suya çarptım ve yine birkaç saniye sonra da su yüzüne çıktım. Havadan tahta parçaları yağıyordu. Gemiyi göremedim. Tümüyle yok olmuştu. Su, buz gibi soğuktu. Denizin üstü kendini kurtarmaya çalışan insanlarla doluydu. Bunlar Struma'nın parçalanan ahşap bölümlerinden dışarı fırlatılmışlardı. Çok geçmeden öldüler.."


   Patlamadan sonra kurtulan tek kişi Stoilar'dır ama gemi Karaköy Rıhtımı'nda demirliyken başka kurtulanlar da olmuştur. Çetin Yetkin, 12 Aralık 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Struma Olayının İçyüzü" başlıklı yazı dizisinde, gemiden kurtulan bir kişinin İsrail ordusunda generalliğe kadar yükseldiğini ama adını öğrenemediğini bildirir !..
   Prof.Dr.Avram Galante, "Türkler ve Yahudiler" adlı kitabında, Medea Salomonoviç adlı bir kadının Struma' dan alınarak, Or-Ahayim Yahudi hastanesinde tedavi gördüğünü ve sonra kara yoluyla Filistin'e gönderildiğini yazar. Bayan Salomonoviç hamile ise doğumu İstanbul'da mı yapar, Yoksa Filistin'de mi ?..Bilinmiyor..
   İş adamı Vehbi Koç, dönemin içişleri bakanı Faik Öztürk'ten aldığı özel izinle ; anne, baba ve iki çocuktan oluşan bir aileyi gemiden çıkartarak motorla kıyıya taşır. O yıllardaki adı "Socony Vacuum Oil Company" olan Mobil'in Romanya direktörü ve ailesidir kurtarılanlar.. Koç, bayisi olduğu şirket için çalışmıştır !..

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU )

 

20 Ocak 2012 Cuma

165 ) ASKERİ POSTALDAN SİVİL POSTALA YATAY GEÇİŞ !..



   1960 yılındaki 27 Mayıs askeri müdahalesinin hazırlattığı 1961 Anayasası, bugün bile dünya anayasaları içinde en demokratik anayasa olma özelliğini korumaktadır..
   27 Mayıs müdahalesi ; 1960 yılı Nisan ayında çıkarılan Tahkikat Komisyonu Yasası'na yani Demokrat Parti' nin yaptığı sivil hükumet darbesine, sivillerin demokrasiyi rafa kaldırma girişimlerine karşı yapılmıştı.. Aynı zamanda, dünyayı yöneten Soğuk Savaş'a uygun bir darbe değildi. Tam tersine, Soğuk Savaş'a aykırı bir darbe idi.. Çünkü gerçekleştirdiği 1961 Anayasası ile, Demokrat Parti'nin "çoğunluk diktatörlüğü"ne dayalı demokrasi yorumunun getirdiği katı ve baskıcı "anti-komünist" yapıyı sarsan nitelikler taşıyordu..
   12 Mart darbesi ise tam Soğuk Savaş'a uygun, tam bir anti-komünist darbe idi. 27 Mayıs'ın getirdiği 1961 Anayasası'na karşı yapılmıştı ; askerler, askerlerin yaptığını bozuyordu ama 1961 rejimini bütünüyle değiştiremedi, son hesaplaşmayı ileriye attı..Son hesaplaşma ise 12 Eylül 1980'de, yine askerler tarafından yapılacaktı.
   12 Mart'ta iyice kısıtlanan ve önemli ölçüde sınırlanan 1961 Anayasası ; 12 Eylül'de bütünüyle kaldırılarak, yerine baskıcı 1982 Anayasası getirildi.
   12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin amacı, Soğuk Savaş bağlamında Batı'nın Sovyetler Birliği'ne karşı savaşında, Türkiye Cumhuriyeti'nin dinci ve milliyetçi ideolojilere uygun olarak anti-komünist bir yapıda yeniden biçimlendirilmesiydi..
   12 Mart, ilk kez "Atatürkçülük" adına baskıcı bir uygulamaya da yol açtı. Daha sonra 12 Eylül darbesi ile pekişecek bu uygulama, günümüzde pek çok "ikinci cumhuriyetçi" diye nitelenen yazarın sergilediği "Atatürk düşmanlığı"nın tohumlarını attı.
   12 Mart, Soğuk Savaş yandaşlarının gözünde "Atatürkçülük" gibi "sapmalarla" yörüngesinden kaydırılmış ve bu nedenle de amacına tam ulaşamamış bir darbe niteliğine bürünmüştü. Nitekim, işkenceciler kurbanlarını salıverirken onlara, "daha sizinle işimiz bitmedi" demişlerdi.
   12 Eylül'ün amacı ; 12 Mart'la tam sonuca ulaşamamış olan "anti-komünist restorasyonu"nu tamamlamaktı. 12 Eylül yönetiminin en önemli ideolojik özelliği, tüm baskıcı önlem ve yöntemleri Atatürkçülük adına uygulamaya koymasıydı. İstiklal Marşı ve Nutuk'un cezaevlerinde zorla okutulması, Atatürk düşmanlığını körükledi ve kurumlaştırdı. Atatürk karşıtı cephede, pek çok solcu ve liberal aydının, dinci ve şeriatçı kesimlerle ya da etnik ayrılıkçılarla buluşmasına yol açtı..
   Kısacası 12 Eylül ; ülkeyi hem şeriat tehdidine açık hale getirdi, hem ideolojik ve siyasal olarak bir Atatürk ve Atatürkçülük düşmanlığı başlattı, hem de medyadaki ve siyasetteki kirli ittifak ile yolsuzlukların ve hortumculuğun tohumlarını atarak hukuk devletinin temellerini dinamitledi !..
   Gerçi 12 Eylül'ü gerçekleştirenler sadece, Türkçü ve İslamcı ögelerin de kullanılmasıyla oluşturacakları anti komünist bir yapıyla denetim altında tutacakları bir toplum amaçlamışlardı. Ama kendi ürünleri olan biri, yani Özal ; 24 Ocak Kararlarını kurumlaştırdı, yeni zenginler oluşturdu, yoksulları daha da yoksullaştırdı, ekonomiyi bütünüyle dışa bağımlı hale getirdi, ülkeyi büyük bir borç yükünün altına soktu, bu arada dinci ögelerin devlet içinde yuvalanmasını sağladı ; en tahripkar işi ise, ahlaksızlığı ve yolsuzluğu kurumlaştırmak oldu. Bunun için hem Hukuk Devleti'nin temellerini yıktı, hem de siyaset-ticaret-medya-mafya ilişkilerini kurdu ve güçlendirdi. Bu tahribatın sonuçları 1990'lu yılların sonu, 2000'li yılların başlarında ortaya çıkan orta-sağ partilerin tasfiyesine, ekonomiye 40 milyar dolar maliyeti olan bankacılık skandallarına ve pek çok medya patronunun hapse girmesine yol açtı..
 
   Sonra, dünya değişti.. Sovyetler Birliği çöktü, Soğuk Savaş bitti.. Artık anti-komünizmin bütün bu yolsuzluk ve yozlaşmayı koruyucu bir şemsiye olarak kullanılmasının olanağı kalmadı.. İşte 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları bu ortamda alındı. Kurulun asker üyeleri, ortadan kalkan "milli tehlike" komünizm yerine, yeni bir çözümlemeyle, irticayı ön plana çıkardılar.
   Bu andan itibaren, 12 Eylül'den beri orduya büyük destek veren ve YÖK başta olmak üzere 12 Eylül'cülerin ve Özal'ın bütün yaptıklarını alkışlayan sağcı ve dinci siyaset, bu kez tam bir tavır değişikliğiyle askerleri karşısına aldı, 28 Şubat'ı reddetti..
   12 Eylül'de büyük bir darbe yemiş olan sol ve liberal aydınların bir bölümü de hem Sovyetler Birliği'nin çökmüş olmasının getirdiği düş kırıklığı ile, hem 12 Eylül'ün yarattığı Atatürk karşıtı duygularla, hem de 12 Eylül'deki baskılara karşı ses çıkaramamanın ezikliği içinde asker düşmanlığında, sağcı ve dinci siyasette ittifak kurdular !..
   Askerler, basının tutumundan, özellikle de ayrılıkçı etnik akımlara ve siyasal İslamcılara destek veren eski solcu yazarlardan rahatsızdı.. Bu rahatsızlıklarını 28 Şubat ortamında dile getirdiler ama bu silah geri tepti, basında ünlü "andıç" olayı patlak verdi.
   Sonunda şeriatçılar, ikinci cumhuriyetçiler, etnik politikacılar, Avrupa Birliği ve Amerika koalisyonu ( ! ) ile Ordu tasfiye edildi !..
   II. Mahmud'un su gibi kan akıtarak yaptığını, bu iktidar, sadece cezaevine koyma modeliyle gerçekleştirmiş oldu ...
   Bugün ise neleri tartışıyoruz ?  Cumhuriyet resepsiyonları kaldırılıyor.. Ulusal bayramlar birer birer kaldırılma aşamasında.. Gelinen nokta, yıllardan beri oya gibi işlenen stratejinin gayet doğal sonuçları... Daha 1994 yılında, "Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanı geldiği düşüncesini taşıyorum" diyen Ömer Dinçer'in, önce Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmesini, ardından da milletvekili yapılarak Milli Eğitim'in başına geçirilmesini bir tesadüfler zinciri olarak yorumluyorsanız, gerçekten çok safsınız demektir !..
   Yaşadığımız sürece "görerek" bakalım.. Milli Eğitim giderek "diyanetleşiyor", Diyanet İşleri Başkanlığı ise Milli Eğitim'in işlevlerini yükleniyor..Diyanet'in son yıllarda yaptıklarına bir göz atalım ; önce "kadına yönelik şiddet" konusunda Diyanet personelinin "ortak bilinç yaratması" şeklinde muğlak bir ifade çıkartıldı ortaya ; sonra pilot illerde "aile imamlığı" projesi gündeme getirildi..Diyanet İşleri ile Milli Eğitim'in bir diğer projesinde ise İmam Hatip liselerinden oluşturulacak heyetler ev ziyaretleri yapacaktı..
   Her yıl kutlanan "Camiler ve Din Görevlileri Haftası"nın geçen yıl ana teması neydi : "Cami-çocuk buluşması" ydı. İmamlar ve din görevlileri çocuk yuvaları, Çocuk Esirgeme Kurumlarını, ilköğretim okullarını ve huzurevlerini ziyaret etmişlerdi..
   Ardından sıra "mele" kadrosuna geldi. Yani "Mollalara !" İlkokul mezunu bile olmayan mollalardan yaklaşık bin kişilik cemaat kadrosu, Diyanet şemsiyesi altında Anadolu'da resmi faaliyete geçecek !..
   Son olarak Diyanet, yarı yıl tatilinde bakanlığa bağlı tüm okullarda öğrenciler, veliler ve öğretmenler için özel umre turu planladı.. 24 Ocak'ta 3.000 kişilik bu kafile yola çıkacak..
   Bunlara ek olarak, sözde 13 yıllık eğitim masalıyla 10 yaşındaki öğrencilerin imam hatip okullarına yönlendirilmesi projesini de eklersek durumun vahameti bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.. 
   1923 Devrimi kulluktan yurttaşlığa geçiş projesinin miladıydı.. Hedef 2023 projesi de kulluğa dönüşün miladı olarak geçecektir Cumhuriyet'in kısa tarihine !..
   Türk Ordusu Kurtuluş Savaşı'nda İzmir'e doğru yürüyüşe geçtiğinde Yunanlılar neyi hissediyorsa ; siyasi anlamda sararan Türkiye'nin "kırmızı" bir bölgesinde, ben de aynı şeyi hissediyorum sanırım ve o dönemdeki gibi olağanüstü bir insanı, "Mehdi" gibi bekliyorum !..

(BU YAZI İNŞAATINDA EMRE KONGAR VE ÜMİT ZİLELİ'DEN ÇALINTI MALZEME KULLANILMIŞTIR !..)

19 Ocak 2012 Perşembe

164 ) BİR KIŞ GÜNEŞİNİN ANIMSATTIKLARI !..



   Kış güneşine bayılıyorum.. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, yeter ki gökyüzünde güneş parlasın !.. Kapalı ve kasvetli, yağmurlu havalardan sonra ne güzel geliyor..
   Üçyol semtindeki Uğur Mumcu Parkı yaşlılarla dolu.. Yazın bomboş olan bütün banklar şimdi kemiklerini ısıtmak isteyen, romatizmalı, siyatikli ve birçok yaşlılık hastalığına sahip insanlarla işgal edilmiş durumda..
   Yıllardan beri bir şey dikkatimi çekiyor.. Örneğin otobüse binenlerin gözleri devamlı olarak boş olan koltukları arıyor. O boş koltuk isterse otobüsün en arkasında olsun, sendeleye sendeleye ona oturmaya gidiyor. Parkta da durum aynı. Herkes tek tek oturmuş.. İnsanlar birbirinden kaçıyor sanki.. Sohbet etme zevki ölmüş durumda.. Her biri birer küçük köy sayılan büyük apartmanlarda kimse birbirini tanımıyor..
   Benden epey yaşlı bir adamcağızın yanına oturdum parkta. Yanına bir naylon torba koymuş, yüzünü huşu içinde öğle güneşinin insanı sıcacık kucaklayan ışınlarına doğru dönmüş, gözleri hazla yarı kısık, yanına oturduğumun farkına bile varmadı..
   Kocaman üç köpek, üç sokak köpeği, bankların hemen önünde yere serilmişler.. Ön ve arka bacaklar yanlara uzatılmış, gelip geçen umurlarında bile değil.. Onların bir evleri de yok. Gece ne yapıyorlar, nerede sığınıyorlar kim bilir ?..
   Kış, kimi canlılar için güzel, kimileri için ise ölüm..
   Her mevsimin kendine göre bir güzelliği olduğu çok doğru ama, benim için en güzel mevsim bahardır.. İster ilkbahar olsun ister sonbahar, fark etmez.. Ne çok sıcağı severim, ne de çok soğuğu.. Bu, aslında, karakterime yansımış !.. Kimilerince "ters" birisi olarak kabul edilsem de, aslında ılımlı bir insanımdır.. Her şarap eskimekle ekşimediği gibi, ben de yaşlandığım için aksileşmedim..İçinde bulunduğum yaşı ise "ihtiyarlık" olarak kabul etmiyorum kesinlikle !..  Cemal Süreya şöyle der, "Yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa".. Bana ise hala günler çok kısa geliyor..
   Yaşlılık bana henüz yük olarak gelmiyor. . Cicero'nun dediği gibi, "Kendilerinde, iyi ve mutlu ömür sürmek için, azıcık yetenek olmayan kimselere her çağ ağır gelir".. O yüzden insan, gücünü yönetmesini bilmeli, ancak gücünün yettiğine el atmalı ; işte böyle olursa, insan, "eski gücüm kalmadı" diye hayıflanmaz..
 


   Köpeklerden biri, önüne gelip duran bir seyyar satıcının arabasının gölgesinden kaçmak için, ayağımın dibine serdi bedenini. Büyükçe sağ kulağını ise ayakkabımın üstüne !.. Kafasını kaldırıp, duygulu gözlerle tepkimi ölçtükten sonra, kıpırdamadığımı görünce yatmaya devam etti.
  "Benimki beş yıl önce öldü" dedi yanımda oturan ihtiyar.. "Altmışlı yaşlarımda, karım rahmetli olduktan sonra, bir yavru aldım. Artık birlikte ölürüz diyordum ama olmadı.. Azrail beni unuttu galiba !.."  Avutmak için bir şeyler söylemek üzereydim ki, "hadi selametle.." deyip kalkıverdi ve titrek adımlarla, ağır ağır uzaklaştı..
   Güneş katili seyyar satıcıdan, küçük parçalara bölünmüş bir kıymalı börek istedim.. İçinden, "dişleri yok herhalde garibimin" diye düşündüğünden emindim.. Üstünde börek olan kağıdı kahverengili, beyazlı köpeğin yanına koydum ve yavaşça başını okşadım.. İri ve ıslak ıslak bakan bir sol göz,  hazla yumuldu.. Önüne konulan yiyeceğin cazibesi, büyük olasılıkla aç olmasına rağmen, sevilmenin ve değer verilmenin hazzına yenik düştü.. Kalın bir kuyruk, bir otomobil sileceği gibi, ağır ağır sallandı sağa sola.. Sonra yine gururlu bir şekilde ayağa kalktı ve şükran dolu son bir bakıştan sonra yemeğe başladı.
   Ben de yavaşça kalktım ve seri adımlarla parkı terk ettim. Adım gibi biliyordum ki, beklesem, beni durağa kadar takip edecek ve uğurlayacaktı !.. Belki bir hafta, on gün sonra tekrar oraya yolum düştüğünde, beni hemen tanıyacağından da emindim.. Sadakatleri tartışılmaz bir yaratıktır köpek.. Bu huyu yüzünden küçümsenir bazen ve kediler tercih edilir ama ben onları hiç bir hayvana değişmem.. Şu yaşıma kadar köpeğim olmadı desem, bu kadar sevgiye karşın herkeste bir şaşkınlık yaratır herhalde..
   Yirmi yaşlarındayken, kız arkadaşımla Fuar'daki Roof Disko'ya gitmiştik bir cumartesi günü.. Bu diskoya gitmemizin sebebi ; hem Türk Koleji hem de 89 Sokaktan arkadaşım olan Murat'ın orada DJ'lik yapmasıydı. Demiray yazlık sineması onların evlerinin yanındaki boş arsaya yapılmıştı.. Bir ara 2. Beyler'de plakçı Bedri'nin yanında da çalışmıştı. Ona verdiğim listeleri Japon TDK kasetlerine doldururdu.Ne sağlam kasetlerdi ama..
   O gün, yine bir Ocak ayı idi, diskodan çıktığımızdan itibaren de iri bir köpek takılmıştı peşimize.. Lozan Kapısından çıktığımızda kestaneciden kestane alırken, tekrar Fuar'ın içine girip kaybolmuştu.. Yaşlı, buruşuk yüzlü kestaneci tekerlekli arabasının içinden çıkarttığı bir bardağa şarap koyup bize ikram etmişti.. "Aşıkları çok severim ben" diyerek !.. Teşekkür edip içmemiştik ama o soğuk havada içimizi ısıtmıştı ; yaşlı bir gariban satıcının bu jesti..        
   Aslına bakmak gerekirse, insanı canlı tutan şey, çalışmak.. Kendisini işe veren, çalışan insan, yaşlılığın ne zaman geldiğini duymuyor.. Böylece yavaş yavaş, farkına varmadan yaşlanıyor ve birden çökmüyor, ağır ağır sönüyor..
   Benim katlanamadığım olay, genç ölümleri.. Doğaya aykırı bir şey bu.. Gençlerin ölmesi bana, gürül gürül yanan bir ateşin bol suyla söndürülmesi gibi gelir. Yaşlıların ölümüyse, geçmiş bir ateşin hiçbir şeyin etkisiyle değil de, kendiliğinden sönmesi gibidir... "Allah sıralı ölüm versin" temennisi de bunun için edilir zaten..
   Yaşlılık yaşamın son perdesidir. Yaşlılıktan usanmamak gerek, hele yaşama doymuş isek..Ömrümüzün uzunluğu değil, kalitesi önemlidir..
   Hayata bir anlam ve şekil verebilmek için aslında ölüme gereksinmemiz de var. Çünkü ölüm olmayınca hayat anlamsızlaşıyor.. Sizce de öyle değil mi ?..
   Belki de sorunu, "yaşamın kısalığı" diye tanımlayarak kendimizi kandırıyoruz bazen.. Halbuki, "biraz daha vaktim olsaydı" diye düşünmekten vazgeçip, "var olan vaktimi daha iyi nasıl kullanabilirim ?" diye düşünmek gerekmez miydi ?.
   William E. Gladstone ne kadar da doğru şeyler söylemiş : "Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir. İnsan kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi neticesinde yaşlıdır.. Cesareti neticesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.. Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır.. Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin gömülmesidir..Yıllar cildi buruşturabilir fakat, ruhu, heyecanların bitişi buruşturur.. İnsanlar yaşadıkça, yaşlandıklarını sanırlar ; halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. Beynimiz, yeni deneyimler keşfettiği sürece o insan gençtir. İnsan, ihtiyar olmaya karar verdiği gün ihtiyardır.."  


   Geleneksel Türk mimarisinin bir parçası olan Beypazarı evlerinde ufak bir yer eksik bırakılır, tamamlanmaz. Bunun nedeni, ev sahibinin bu dünyada yapacak işinin henüz bitmediğini, daha uzun yıllar yaşayacağını, yaşaması gerektiğini göstermektir. Ölüm korkusunu azaltmaya yönelik bu yarı bilinçli davranış, belki de insanlarımızın gecekonduları niçin yarım bıraktığını da açıklamaktadır...
   İnsanın içini ısıtan kış güneşinden sonra, gelip de takıldığımız konuya bakın !.. Eh, insanın yaşı 59, tüm çevresi de yaşlı insanlarla dolu olunca böyle oluyor !.. İçinizi kararttıysam affedin..
   Konuyu yine Cemal Süreya'nın çok sevdiğim bir şiiri ile kapatıyorum.. Esen ve hep "genç" kalın, ama yapmayı hep isteyip de yapamadıklarınızı yapmak için geç kalmayın !..

"Ölüyorum Tanrım
 bu da oldu işte
 Her ölüm erken ölümdür
 biliyorum Tanrım
 Ama ayrıca, aldığın şu hayat
 fena değildir,
 üstü kalsın.."

17 Ocak 2012 Salı

163 ) ERTUĞRUL FACİASI ...



   Kasımpaşa'da, denizcilerin uğrak yeri olan Tokatlı'nın Kahvehanesi'de, Bahriye Nezareti'nin Babıali'ye hitaben kaleme aldığı 1 Nisan 1889 tarihli yazının "şaka" olduğu konuşulur. Çünkü bu yazıda Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid'in, Japon İmparatoru Meici'ye göndereceği hediye ve nişanı taşıyacak olan Ertuğrul firkateyni için "ilgili ödeneğe 2.000 kuruşun eklenmesi" yazılıdır. On bir yıldır Haliç'te bir şamandıraya bağlı olarak duran Ertuğrul'un böylesi bir yolculuğa çıkamayacağını, denizcileri bir kenara bırakalım, acemi oltalarıyla balık tutmaya çalışan çocuklar bile aralarında konuşmaktaydılar..
   Geminin çarkçıbaşısı görevini yürüten İngiliz Harry Bey'in raporu dilden dile yayılır kısa zamanda. İngiliz, Ertuğrul'un güçsüz bir gemi olduğunu, Japonya'ya gitmek gibi büyük bir seyahati asla kaldıramayacağını bildirse de, uyarıları Saray tarafından ciddiye alınmaz.. 14 Temmuz 1889'da, dönemin Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, Haliç'ten çıkıp, Sarayburnu'nu dönerek Marmara'ya yönelen geminin güvertesindekilere el sallar. İstediği olmuş, İmalat ve Fabrikalar Komisyonu'ndan baskı yaparak aldığı "uygundur" raporuyla sefere Ertuğrul'u göndermiştir. Eleştirileri bastırmak için geminin komutanlığına da damadı Ali Osman Bey'i getirmiştir.
Geminin kaptanı da Yarbay Ali Bey'dir..Çarkçıbaşı Harry ise yeni görev yeri olan bir ada vapurundan el sallar Ertuğrul'a.. Kazanlarının içine girdiği, bir orkestra şefi gibi makinelerinin her köşesinden gelen sesleri tanıdığı emektar gemiyi bir daha göremeyeceğini çok iyi bilmektedir !..

 Kaptan,Yarbay Ali Bey

   Osmanlı donanmasında Mesudiye, Orhaniye, Mahmudiye ve Aziziye gibi zırhlı firkateynler bulunurken, bu zorlu yolculuğa neden Ertuğrul gibi yorgun ve ahşap bir gemi gönderilir ?.. Bütün bu firkateynler, korvetler ya İngiliz, ya Fransız tersanelerinde yapılmış gemilerdi. Ertuğrul ise, bir Türk tersanesinin ürünü olduğu için Japonlara Türk yapısı bir gemi gönderilmek istenmişti.Fakat bu görüşe de iltifat etmek, bu özrü kabul etmek olanaksızdır. Çünkü, böyle bir görüşün kabulü icap ederse, buna cevap olarak yine modern, demirden yapılmış fakat İstanbul Tersanesinin ürünü bir zırhlı korvet olan "Mukaddime-i Hayır" gösterilebilirdi. 1879'da hizmete girmiş bu yepyeni gemi 1.600 ton, yani Ertuğrul'dan daha ekonomik bir büyüklükteydi. Ne var ki, bu modern savaş gemisi yalnız makine kuvvetiyle sefer edebilirdi ve gemici tabiriyle "kaba sorta" denilen tam takım yelken düzeneğinden yoksundu. Bu yüzden de sefer bir hayli pahalıya mal olabilirdi.. Fareler Ertuğrul'un ambarlarında gezinmiyordu yalnızca ; Osmanlı hazinesinde de cirit atıyordu !.. Parasızlıktan, hurdaya çıkan gemilerin enkazı maaş olarak ödeniyordu memurlara. Maaş kağıtlarına, örneğin, "maaşına karşılık Taif vapurundan beş yüz okka enkaz verile" diye yazılıyordu !..Bu yüzden, kömür masrafının az olacağı düşünülerek, kazanlarının yanı sıra yelkenleri de olan Ertuğrul gönderilir Japonya'ya..

 

   Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa'nın kızı olan ve adı II. Abdülhamid tarafından konulan Hamide Hanım, ilk evliliğini 13 yaşında yapar. Kocasının altı ay sonra veremden ölmesi üzerine Tophane Müşiri Zeki Paşa ile evlendirilir. İki çocuk anasıyken, bir cuma selamlığında yakışıklı bir deniz subayı olan Albay Osman Bey'i görür ve aşık olur. Onunla evlenme isteğini babasına açması üzerine, kocasından ayrılması sağlanır..
   Hamide Hanım'la evlenen Osman Bey, çok geçmeden karısının yanında huzur bulamayacağını anlar. Gösterişe çok düşkün olan babası tarafından şımartılan Hamide Hanım'ın Paris'ten getirtilen elbiselerinin düğmeleri sökülmekte ve yerlerine Yüksekkaldırım'da oturan terzi Madam Raşel tarafından pırlantalar dikilmektedir !..
   Kızının "bu adamı başımdan al" isteğinden bunalan Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, damadını yeni bir göreve getirir. Bu görev daha önce Osman Bey'in ağabeyi Albay Raşit Bey'e teklif edilmiş ama bunun bir intihar olacağını çok iyi bilen usta denizci tarafından reddedilmiştir. Osman Bey'in, karısının dırdırından kurtulmak için kabul ettiği bu görev, Japonya'ya gidecek olan Ertuğrul firkateynine komuta etmek ve Japon imparatoruna padişahın nişanını sunmaktır...
   14 Temmuz 1889 günü, Selimiye Kışlası'ndan Ertuğrul'u uğurlamak için ateşlenen topların sesi, Osman Bey'in sesine karışır : "Yelken alesta arma !.."  Mürettebat yelkenleri açtığı sırada Hafız Ali Efendi de bir başka işle meşguldür : Piri Reis zamanından beri sürdürülmekte olan bir geleneğe uygun olarak, el büyüklüğündeki Kur'an'ı bir muşamba sargı içine koyarak kenarlarını dikmektedir. Sonra da mukaddes kitabın içinde olduğu  paketi birkaç defa balmumuna batırır. İki rekat namaz kıldıktan ve Fatiha Suresini okuduktan sonra, mukaddes paketi geminin en yüksek yeri olan grandi direğinin tepesine çeker..

   Ertuğrul'un 15 Kasım günü Singapur Limanı'na ulaşması büyük bir başarı sayılmış olmalı ki, gemi komutanı Osman Bey, albay rütbesinde "paşa" rütbesine terfi ettirilir. Süvari Ali Bey ise karısına gönderdiği mektupta limandaki diğer gemilerle karşılaştırır Ertuğrul'u : "...Buraların gemileri acayip, yani denizlerine göre yapılmış. Bizim geminin iki veya üç misli büyüklükte olup, bizimki ise ekmekçi sepeti gibi her tarafı gıcırdıyor.."
   Sofra takımı olmadığı için limanlarda karşılaştığı yabancı gemilerinin kaptanlarının yemeğe davet edilemediği Ertuğrul'u, Japonya'da bir felaket karşılar : Kolera !.. Yokohama Limanında baş gösteren hastalık gemideki 13 gemicinin sonu olur..
   Tokyo'ya gidilip, II. Abdülhamid'in hediye ve nişanının Japon imparatoruna sunulmasından sonra geri dönüş hazırlıklarına başlanır. Japonlar, Yokohama Limanı'nda bulunan Ertuğrul'un esaslı bir bakım görmeden denize açılmasının sakıncalı olduğunu bildirseler de, kesin emir gelmiştir İstanbul'dan : "Geri dönün !.."
   Yokohama'dan ayrılan Ertuğrul, dördüncü gün fırtınaya yakalanır ; Oşima Adası'nın doğu ucunda bulunan Kaşinozaki Feneri'nin ışığıyla aydınlanan kayalıklara sürüklenir. Osman Öndeş, "Ertuğrul Firkateyni Faciası" adlı kitabında şunları yazar : "Aslında bu fenerin bulunduğu burundan dönülebilirse, fırtınanın şiddetinden onları
koruyabilecek Kobe Limanı'na girmek mümkün olacaktı ; ama ağır felaketlere göğüs germiş ve üç gündür uyumamış yorgun denizciler, perşembe gününün ışıklarını müthiş tayfun fırtınasının daha da azan dalgalarıyla beraber görürler.. Kaşino köyünde yaşayanların yardımlarıyla sabaha kadar sürdürülen çalışmada 69 kişi kurtarılabilir.. Boğulan 502 denizciden çoğunun cesedi bulunamaz..
    
   

 Kaptan Ali Bey'in yetim kalan kızlarından biri yıllar sonra evlenir ve bir erkek çocuk dünyaya getirir. O çocuk
denizcileri kurban eden kokuşmuş hilafetin ardından kurulan Cumhuriyet döneminde milli eğitim bakanlığı yapar .. Onun da oğlu, Ertuğrul'u yutan dalgalar gibi öfke dolu şiirler yazacak olan Can Yücel'dir !...