31 Aralık 2012 Pazartesi

312 ) EDİRNE'DE BİR GÖÇMEN ÇOCUĞU !..

    

   Ben bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikayesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikaye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl geçtiği halde, babamın gönlünde bu anılar hala tazeliğini korurlardı.
  O tarihten otuz yıl kadar önce, 1877'de, Ruslar Tuna'yı geçince, Deli Orman da sarsılmıştı. Biz Deli Orman'danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklerlermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarmış. Avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş topraklarımız varmış..
  Fakat Tuna'da harp patlayıp da Tuna'yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce, bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çevikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğramış ve parçalanmış. Benim çocukluğumdaki gibi, buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman, babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka kimse kalmamış. Kaybolanların izleri, akıbetleri hiçbir zaman belli olmamış..
  Anamın göç hikayesi biraz daha kısaydı. Onun babaları Batı Trakya'nın, Bulgaristan'a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oraları elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar..
  Sonraları çeşitli akrabalık bağlarıyla bağlandığımız ailelerin de hikayeleri bizimkine karıştı. Örneğin bu ailelerden biri, Bulgaristan'ı ikiye ayıran Balkan Dağlarının bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna'yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış, önceden ve gizlice hazırlanan örgüt derhal meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, subaylar ortaya çıkmış. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama, bütün ileri gelenleri birer birer öldürmüşler..
  Bu hikayeyi bize anlatan kadın akrabamız kendi babasının, başı kesilirken, zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak, kendini almaya gelen isyancılara teslim olduğunu anlatırdı..
  İsyancılar o sırada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kolları hücumlar, baskınlar altında sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar..

  

   Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopup göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yenilgiler, yeni göçler olacaktı..
  Mahallede herkes, bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca Hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki, bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. 
  Onun mahallede bulunduğu zamanlar, gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı..
"Müslümanların evveli Şam ! Ahiri Şam !.." derdi. Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam'a kadar göçüleceğine inanırlardı. 
"Edirne sudan, İstanbul ateşten batacak !.." derdi. Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi :
"İnneke Hamidün Mecid" derdi. Bunu da şöyle yorumlardı : 
"Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak..Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.."
  
  

   Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım'dan Dobruca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, toplu öldürmeler içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, 150-200 yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi..
  Bir zamanlar bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde, yer yer tabyalar, istihkamlar sıralanıyordu. Eski imparatorluğun yeni sınırları, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde Doğu'dan Batı'ya uzanıp gidiyordu. 
  Oysa ki Edirne bir devlete başkent olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına, Almanya'dan İran içine, Hint denizine, Podolya'dan Ukrayna' dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki kolu ile kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu..
  Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailesinin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikayesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kacak, yorgan döşek namına ne alabilirse, iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi...
  Bu perişan kafileler, eski istila ordularının Balkanlar'da, Tuna'da ve daha ötede yerleşip, köy, şehir, kale kuran eski fatihlerin geri dönen çocukları, kalıntılarıydı..
  Şahin atlar üzerinde Avrupa'ya giden ataların bu çocukları, şimdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, yüzyıllarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı..
  Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, göçmen kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmeleri bir olurdu. O çayırlar ki, vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere ; Balkanlar'a, Tuna'ya, ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı..
  Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman ; "çocuklar ! Muhacirler gelmiş !.." diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı..
  Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla, bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Aramızda onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı..
  Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükumete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Bir kısmı yakın yerlere dağılırdı. Bir kısmı yeniden yollara dökülürlerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirlerdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç yahut çit kulübe yaparlardı..
  Böylelikle, daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına katılırlardı..
  Mahalle çocukları olarak, aramızda, çetecilik oyunları oynamaya bayılırdık. Ama çetecilik oyunlarının en heyecanlısı, bizim mahallenin çocuklarıyla, bitişik Hristiyan mahalle çocukları arasında yapılanlardı. Bunlar gerçek bir çete çatışması gibi geçerdi ! Hiç beklenmedik bir zamanda patlardı. Derhal duyulurdu. Bu artık bir oyun değildi, sınır mahalleler arasında bir kavgaydı. Bütün bunlar, aynı devletin uyruğu, fakat yüzyıllardan beri birbirine kaynaşmayan ırkların çocukları arasında, ileride olacak kanlı hesaplaşmaların 1907 yılındaki küçük hazırlığıydı..
  Bu gibi kavgalar, ya Rum veya Bulgar mahallesinden geçen bir Müslüman çocuğunun taşa tutulması, yahut da Müslüman mahallesine giren bir Hristiyan çocuğunun dövülmesiyle başlardı. İki tarafında namlı elebaşıları, gözü pek savaşçıları vardı. Bunlar kendi mahallelerinin, adeta talim görmüş çocuklarını takım takım etraflarına toplarlardı. Şehrin kenarına seğirtirler, savaşa başlarlardı !.. Şehir kenarındaki sırtlarda geniş Müslüman ve Hristiyan mezarlıkları vardı. Her iki taraf, arkasını kendi mahallesine, kendi mezarlığına vermeye çalışırdı..
  İlk iş, yollara hakim noktaları tutmaktı. Buralara taşlar yığarak, sipercikler, barikatlar hazırlayarak toplanırdık. Nöbetçiler, öncüler yerlerini alırlardı. Keşif kolları çıkarılırdı. Yer yer taş kavgaları başlardı. Nara atanlar, "Allah ! Allah !" diye bağıranlar, borazan taklidi yapanlar, hatta uzun ve yuvarlak mezar taşlarını siperler, istihkamlar üzerine yatırarak düşmana doğru taklit toplar yerleştirenler ve "Bom ! Bom !" diye patlatanlar olurdu !..
  Eğer bu çarpışmalar büyük çocukların evlerinden duyulup, iki tarafın kadınları, erkekleri mezarlıklara koşmazlarsa, bağırışmalar, söğüşmeler arasında sert bir kavgaya dönerdi. Taşlar yağar, sopalar savrulur, göğüs göğüse bir boğuşma başlardı. Hele iş uzarsa iki tarafa da imdat yetişirdi. O zaman kavgacıları ayırmak çok zor olurdu. 
  Bir defasında, kavgayı ayırmak için gelenler de birbirlerine girmişlerdi. Bıçaklar sıyrılmış, kafalar yarılmıştı. Yetişen polisler, artık ilerleyen akşam karanlığı içinde, tarafları kendi mahallelerine sürüklerken, her nasılsa sağdan soldan birkaç silah patlamıştı. O gece, hem Müslüman, hem Hristiyan mahalleleri, sabaha kadar silah seslerinden inledi durdu. 
  Sanki iki taraf da, nasıl olsa ergeç girişecekleri  son ve kesin hesaplaşmaya, beklenmedik bir kıvılcımla, şimdiden başlamışlardı !.. 







              

29 Aralık 2012 Cumartesi

Denizcilikteki Ölçü Birimleri



DENİZCİLİLKTE KULLANILAN BAZI ÖLÇÜ BİRİMLERİ ŞUNLAR:
HIZ 
1 Knot = 1 mil / saat = 1.85 km / saat
MESAFE 
1 Linye = 1 / 8 pus ( inch )
1 Pus = 2.54 cm
1 Kadem ( feet ) = 12 pus = 30.84 cm
1 Yarda ( yard ) = 3 kadem = 36 pus = 91.5 cm
1 Kulaç ( fathom ) = 2 yarda = 6 kadem = 183 cm
1 Gomina ( 8 Cable ) = 608 kadem = 185.2 metre
1 mil ( mile ) = 10 gomina = 6080 kadem = 1852 metre

YÖN VE AÇI 
1 Derece = 60 dakika
1 Dakika = 60 saniye
11° 15 ' = 1 Kerte
360° = 4 Rubu
90° = 1 Rubu = 8 Kerte


ZAMAN 
1 Saat = 60 dakika = 3600 saniye
1 Dakika = 60 saniye = 1/60 saat
4 Saniye = 1'
1 Dakika = 15'
4 Dakika = 1°
1 Saat = 15°
24 Saat = 360°

Online birim çevirileri için de BU SİTEYİ ZİYARET EDEBİLİSİNİZ....

28 Aralık 2012 Cuma

Nazi Exclusive - Part VI: Leblebi..

Nazilerin kısa vadeli ekonomik başarılarla ve azınlıklara karşı türlü orospu çocukluğuyla 1938 yılına kadar Alman halkının çılgın desteğini aldığını söylemiştik. Zaten Yahud vurmaya bahane arayan Nazilerin puştlukta çığır açmaya başlaması, bir Alman diplomatın Paris'ta bezgin bir Yahud delikanlısı tarafından vurulmasıyla cereyan etti diyebiliriz.

Bunun sonucunda, Goebbels'in önerisi ve Hitler'in kabulüyle, 9-10 Kasım 1938 tarihlerinde Kristallnacht deyu bilinen, "Yahudların dükkanlarını kıralım, öldürelim, s.kelim, sokalım" temalı bir event düzenlendi. Bizdeki 6-7 Eylül Olayları'nın fevkalade hardcore versiyonu olarak nitelendirebileceğimiz bu event sonucu onlarca Yahudi sokakların ortasında öldürüldü, çok daha fazlası toplama kamplarına yollandı, yüzlerce sinagog yıkıldı, binlerce Yahud dükkanı kırılıp döküldü. Bizde saat dokuzu beş geçe Atatük ölürken, acı vatan Almanya'da da Yahudlar patır patır gidiyordu. Zaten yıllar boyu bir fırsatını bulup da bu şekil bir katliama girişmeye niyetli olan tezcanlı Nazilerin istediği en sonunda olmuştu.

Bir şeye başlayınca, devamı geliyor elbet. Yahudları çerez tabağındaki beyaz leblebi olarak gören Naziler, onları ayıklamaya başlayınca artık sarı leblebilere de burun kıvırmaya başladılar. Millet başbakanlığa "Ya bizim oğlan özürlü doğdu, izin verirseniz bu gerizekalıyı öldürüvericem?" minvalinde mailler atmaya başladı. Önce "Özürlü çocuklar, doktorun ve ailenin onayıyla doğduğu gün öldürülebilir" şeklinde başlayan bu süreç, zaman ilerledikçe "Ya aslında çocuk özürlüyse vurun gitsin beoolum, s.ktir et yaşını falan, kalabalık etmesinler" boyutuna ulaştı. Tabakta fındıktan, bademden başka şey istemiyordu herifler anlayacağınız. Lakin böyle y.rak kürek düzen delilikleriyle tarihte bir yere varıldığı nerede görülmüş a dostlar?

Ulan sadece elin özürlüsüne, garibanına burun kıvırsalar yine iyi. Destek arttıkça ve Almanya güçlenmeye başladıkça iyice sapıtan Hitler, artık "Baba aslında hafiften güneye girizlesek, Almanca konuşan adamları bir arada toplasak fena olmaz mı ya? Ulan zaten Almanca konuşan adamın Almanya'da yaşaması gerekmiyor mu? Avusturya ne demek .mına koyiim? Adı üstünde ALMAN yani, kim ne karışır, sokarım Versay'ına..." tadında bombastik planlar yapmaya başlamıştı. Güney dediğine bakmayın tabii siz, herifin asıl derdi ileride doğuya moğuya yardırıp dünyayı Alman içinde bırakmaktan başka bir şey değil.

Tüm bu planların temel dayanağının da Hitler'in İngiliz hayranlığı olduğunu unutmamak gerek. Zamanında İngilizlerin dünyayı s.kertmesinden, Hindistan'ı filan kompil elinde bulundurmasından yoğun bir şekilde etkilenen Hitler'in hayranlıktan da öteye geçerek İngiliz yancılığına başladığını hatırlatalım, gelecek yazıda ayrıntılı değinelim.

s.

Mini Jungle Book



Tiger, Parrot, Lion, Monkey, Snake, Tiger gibi Jungle Animals konusunu öğrenirken çocuklara boyama yaptırdım. Sonra da boyadıkları resimleri kesip kartonlara yapıştırarak böyle minik bir kitap hazırladılar. 
Aslına bakarsanız ben hazırladım; çünkü benim ders sürem 20 dakika civarı oluyor, o yüzden uzun bir etkinlik yapmaya yetmiyor. İki gün devam edelim desem aynı çocukların iki gün geleceğinin garantisi olmuyor, ilk gün olmayan çocuklar ikinci gün gelince bütün planlar alt üst oluyor. 
 Bunları anlatmamım sebebi sizin daha göze hitap eden projeler yapabileceğinizi biliyor olmam:) 
Ben  çoğu şeyi evde yapmak durumunda olduğumdan malzeme açısından da sıkıntı yaşayabiliyorum; yine de hiç olmamasından iyidir deyip elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum. 
Dilerim sizlere fikir olur.  

Resimleri kartona yapıştırdım, sol üst köşesinden delgeçle delip bağladım. 
İpler iğrenç oldu tabi de daha güzel bir şey bulamadım, sonra değiştiririm muhtemelen:)
Böylece mini jungle booklarımız da hazır oldu:) 



311 ) FATİH'İN GEMİLERİ YÜRÜDÜ AMA NASIL ?..

   İstanbul'un fethini anlatan herhangi bir tarih kitabında, en belli başlı olaylardan biri olarak, Osmanlı gemilerinin "akıl durduracak bir şekilde ve bir gecede Beyoğlu sırtlarından aşarak Haliç'e indirildiği" iddiasıyla karşılaşırız..
   Doğrusu önceleri ben de bu iddianın, biraz abartılı olsa da, doğru olduğuna inandırılmış olanlardandım. Fakat daha sonra okuduğum bazı kitaplar ( yazının sonunda adlarını paylaşacağım) kafamda epey büyük bir soru işareti yarattı ve sonuçta, bu kitapların savunduğu tezi daha inandırıcı buldum..



   Hiç kuşkusuz İkinci Mehmed'in kafasında daha işgalin ilk planlama döneminden itibaren Haliç'e gemi çıkartma projesi vardır. Çünkü diğerlerine nazaran Haliç'teki surların daha zayıf olduğu bilinmektedir. Ayrıca Fatih'in padişahlığından on dört yıl önce Venedikliler, Adige'den Garda Gölü'ne 14 km. boyunca gemileri taşımışlardır. 
   Yapılan planlama çerçevesinde Boğaz'dan Haliç'e gemi çıkarma işi belki de düşünülmüştür ama çok pahalıya mal olacağı ve uzun süreceğinden dolayı, vazgeçilmiş olma olasılığı daha güçlüdür. Bu dik yokuş ve inişli güzergahtan daha uygun yerler mevcuttur ; Haliç'in iç derinliği bütünüyle Osmanlı'nın elindedir zaten. Üstelik burada hem orman boldur, hem de gemi yapımında çalışacak insan..
   O günkü teknik koşullarda, üstelik kuşatma devam ederken, bu işin olanaksızlığı bir yana ; böylesi büyük bir olayı planlayanlardan geriye en küçük bir teknik ayrıntı, çizim, plan, belge ve bilgi kalmamış olması bile, iddianın bir efsaneden ibaret olduğunu düşündürmeye yeter..
   Beş bin deneyimli usta ve işçi ile yapılan Rumeli Hisarı bile 4,5 ayda bitirilmiştir. Bu yapının yapım süreci, yapanları ve bunu gibi her türlü ayrıntılı bilgi arşivlerde mevcuttur. Keza büyük topların kimin tarafından yapıldığı, hangi başarısız deneylerden geçtiği, çizimlerinin nasıl olduğu, boyları, enleri, Edirne'den İstanbul'a iki ay içinde ve hangi zorluklarla taşındığı gibi her türlü de bilgi de yine arşivlerde vardır..
   Ayrıca Haliç'in iki yakası arasında, fıçıların birbirine bağlanmasıyla oluşturulan köprü inşaatı bile, önceden hazırlanmış fıçılarla, daha ilk günden başlamasına rağmen, ancak gemilerin Haliç'te görünmesinden sonra tamamlanabilmiştir..
   Kısacası, böyle olağanüstü bir işe dair elimizde kesin bilgiler bile yoktur ; gemilerin nereden yürütüldüğü hemen hemen her yazar ve tarihçide farklıdır. Öyle bir muamma ki ; Tursun bey, Aşık Paşazade gibi aynı dönem tarihçilerinde, gemilerin nasıl ve nereden taşındığına ilişkin bilgi yoktur..
   Bu sorular bir yana, gemileri dağdan aşırmaya varacak denli büyük bir zahmet ve zekaya kadar, alt tarafı bir demiri kesemediler mi diye sorası geliyor insanın.. Çünkü bu zincir aşılmaz değil, yalnızca sınırlayıcı ve denetim sağlayıcı bir engelden ibaret.. Nitekim daha 1203 yılında, Venedik donanması tarafından kırılarak geçilmiş. Keza Osmanlılar'ın İstanbul'a girmelerinden sonra kaçmaya çalışan Venedik gemileri tarafından, yeniçerilerin yağmalamaları sırasında, iki gemiciye baltayla kırdırılarak ikinci kez aşıldığı da biliniyor.. 



   Söz konusu zincirin Galata tarafından da bir tehlikesi yoktur ; o koşullarda Cenevizlilerin Osmanlı'ya ciddi bir direnç göstermeleri imkansızdır. Pera'dan tepelerine yöneltilmiş toplar ve Zağanos Paşa'nın on bin kişilik ordusu tarafından boyun eğdirilmiş durumdadırlar. Dolayısıyla zinciri Galata tarafından etkisiz hale getirmek, dağdan gemi aşırmaktan çok daha kolaydır. Zaten bunun aksini iddia etmek, İkinci Mehmed gibi son derece zeki bir padişaha hakaret etmek demektir..
   Dolmabahçe'den, hele ki Tophane'den başlayacak bir gemi aktarma operasyonu doğrudan Bizanslıların gözü önünde yapılmış demektir. En zifiri karanlık gece için bile bunun aksini iddia etmek olanaksızdır. 
   Bu durumda, Müneccimbaşı'nın da belirttiği gibi, aktarmanın Rumeli Hisarı'ndan başlaması gerekiyor ki bu, durumu daha da olanaksızlaştırıyor...   
   



   "Mufassal Osmanlı Tarihi"nin 1.cildinde, sayfa 430'da şöyle bir yorum var : "İstanbul'un kuşatma ve fethinden bahseden hemen bütün kaynakların işaret ettiği ; daha önce hazırlanan bir projenin 20 Nisan'dan sonra uygulanmasıdır. Çünkü, gemilerin geçirileceği güzergahın saptanması, arazinin çukur yerlerinin doldurulup, tümseklerin kazınması, güzergah üzerindeki ağaçların kesilmesi, gemileri üzerinde kaydırmaya yarayan araçların hazırlanması için bir iki günden fazla zaman harcanması gerektiği bellidir.."
   Hasan Kazankaya, "İstanbul'un Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları" adlı kitabında, resmi tezin olanaksızlığı üzerinde şöyle bir mantık yürütüyor :
"En basit hesapla ; 61 metre boyuna, 8 metre genişliğindeki bir kadırgayı, denizden kızakla karaya çıkarmak için gemi başına on dakikalık bir zaman ayırsak, 72 gemi için 12 saatlik bir süre gerekir ki, zaten gece bitti demektir.."



   O dönemde orman olan o arazide ( en kısa mesafe 3 km.) gemilerin geçmesi için binlerce ağaç kesmek ve güzergahı temizlemek gerekiyor. Bu iş bir ayda yapılabilirse mucize !.. Tabii bu en kısa güzergahın kullanılması demek ve de her şeyin Bizanslıların, Galatalıların gözü önünde yapılması demek..
   Arazinin düzletildiğini de varsayalım ; gemilerin üzerinde kaydırılması için yol boyunca, yağlı ve birbirine simetrik binlerce (en kısa mesafe için 6 bin ) kereste hazırlanıp yerleştirilmesi gerekiyor. Çıkışlarda avantaj sağlayabilecek olan yağlı kızakların, inişlerde büyük sorun çıkartacağı da bellidir..
   Bizanslıların bütün gemileri bir sabah aynı anda gördüğünü düşünürsek ; gemilerin denize inmeden önce Kasımpaşa sırtlarında bekletilmiş olması lazımdır. Ayrıca, 72 geminin Kasımpaşa'ya indirilmesi için güzergah üzerinde ciddi bir çalışma yapılmış olması gerekir ki, bu, Bizanslıların gemilerin hepsini birden aynı anda gördüğü esprisini de geçersiz kılıyor..
   Müneccimbaşı, "Sahaifü'l-ahbar" adlı tarihinde şöyle der, "Fakat gerçek olan rivayete göre, gemiler Okmeydanı'nda hazırlanmış ve buradan denize indirilmiştir.."
   Evliya Çelebi de "Seyahatname"sinin 86.sayfasında, durumun ayrıntılarına bir açıklama getirmiştir : "Ebu'l-feth, Timurtaş Paşa'yı iki bin askerle Kağıthane'deki koruluk içinde elli parça kadırga yapmakla görevlendirdi. O da kimi köyleri talan edip tahta ve kerestelerden işe yarayanları gemilerin yapımında kullandı. Koca Mustafa Paşa ise azap askeriyle Okmeydanı ensesinde Levent Çiftliği denilen yerde elli parça kadırga, elli parça da at kayığını hazır eyledi. (Kuşatmanın) Onuncu günde de Kağıthane'deki kadırgalar hazır olup, cümle karada, denizde olan bütün gemiler ve içlerindeki asker hazır baş idiler.. Tersane bahçesi dibinde Şahkulu adlı iskelede denize indirildiler. Gemilerin geçtiği yerler, Okmeydanı'nda hala görülmektedir.."

   Gerçekten de, Kağıthane Deresi ve Okmeydanı'nın "ensesi", Bizans'ın görme ve duyma ufkunun ötesinde bir alandır. Haliç içinde bitmiş gemilerin gece karanlığında süzülerek Kasımpaşa'ya sessizce getirilmesi ve Bizanslıların bunları birdenbire görmesi olasılığı daha akla yatkındır..



KAYNAKÇA :
Feridun Dirimtekin, "İstanbul'un Fethi"
V.L. Mirmiroğlu, "Fatih'in Donanması ve Deniz Savaşları"
Selahattin Tansel, "Fatih Sultan Mehmed'in Siyasi ve Askeri Faaliyetleri"
Hasan Kazankaya, "İstanbul'un Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları"
Erdoğan Aydın, "Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler"
Evliya Çelebi, "Seyahatname"

Birbirinden Güzel Dualar

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) 'in dilinden dualar ve
Dualar Kitabı olmak üzere 2 önemli dosya içermektedir.
Her müslümanın okuması tavsiye edilen bu eşsiz çalışmayı aşağıdaki linkten indirebilirsiniz.

Not: Dosyalar winrar programıyla sıkıştırılmış olup, bilgisayarında bu program bulunmayan dosyayı açamacağı için öncelikle Winrar programını indirmelidir.
İndirme Linki : Dini İçerikler.rar

www.topshop.com.tr



www.bitenekadar.com http://www.annelutfen.com

25 Aralık 2012 Salı

310 ) "HAL" EDİLMİŞ BİR SULTAN PORTRESİ !..



   Bazı yakın adamlarının ve uzun yıllar hizmetinde bulunmuş olan Hamidiye Etfal Hastanesi Başhekimi İbrahim Paşa'nın Abdülhamid hakkında verdikleri bilgiye göre ( ki bu etraflıca incelemeler Abdülhamid'i yakından tanıyanlar ve yabancı devletlerin elçileri tarafından doğrulanmaktadır ) ; Padişah nazik ve terbiyeli olup kendisiyle görüşenleri adeta kendine çeker, karşısındakinde saygı uyandırır, hoşlanmadığı birisiyle görüşürken bile ona iltifat ederek sevmediğini hissettirmez, kiminle olursa olsun konuşmalarında güler yüz gösterir ve karşısındakinin kalbini kırmazmış..
  Hafızası pek kuvvetliymiş ; verdiği bir emri yıllar geçse de unutmaz ve bir gördüğü şahsı uzun zaman sonra tekrar görünce tanırmış. Görüştüğü kimselerin ruhsal durumlarını öğrenmek için önüne dökülüp,tecrübe eder ve onun meslek ve huyuna göre söz söylermiş..
  Dindar olup beş vakit namazını kılar ve hayır yapmayı severmiş. Zekası ve kavrayışı, kendisiyle görüşen yabancılar tarafından da onaylanır. İnsanı avlamayı, gönül almayı iyi bilirmiş. Kullandığı adamlar arasında namuslu olanlar olduğu gibi ; para düşkünü, hafiye ve makam hırsı olanları da kullanır, bunların hepsinin karakterlerini bilir ve ona göre görev verirmiş..



  Saltanatı sırasındaki olaylardan da anlaşıldığı gibi, Abdülhamid, duygularını saklamasını bilir, sırasında ikiyüzlü hareket ederdi. Gerektiğinde vermiş olduğu emri inkar eder, suçu başkasına yükletmeyi ve yaptırdığı işten bilgisi olmadığı söylerdi ve bu konuda ustaca roller yaparak karşısındakini inandırırdı. Kendisinin karakterini bilmeyenler onun sözlerine ve sahte tavırlarına aldanırlardı..
  Ona bakan bir gözlemci herhalde yüzündeki düşünce kırışıklarını, kıpır kıpır kara gözlerindeki "derin melankoli ifadesi"ni fark eder ve üzerine bir yorum yapardı. Kanca burnu, solgun teni, yontulmuş gibi duran yanakları ve özenli kara sakalı, karakterindeki güvensizlikleri ve kuşkuları yansıtıyordu.
 Çocukluğu psikolojik olarak ele alındığında, her bakımdan terslikler içinde geçmişti. Babası Abdülmecid, bu çirkin küçük çocuğa pek dikkat etmemiş, Trabzon esir pazarından alınma bir Çerkez kızı olan annesi de, o daha on yaşındayken veremden ölmüştü. Kardeşleri onu, kapı dinleyen ve her oyunda mızıkçılık ederek oyunu mahveden biri olarak görüyorlardı. Yalnızlık çekerek büyümesine rağmen o aslında hiçbir zaman yalnız olmamıştı. Her zaman ayıplanarak ve eleştirilerek büyümüş olması, yetişkinliğe girerken belirli bir ürkekliğin kişiliğine sinmesine neden olmuştu. Öldürülmekten korkar, herhangi bir politika tam yürürlüğe konacakken kararsızlığa düşer ve cayma eğilimleri gösterirdi. Ama yine de tahta geçerken iradeli ve kararlıydı ; yönetecekti, yetki merkezi Babıali değil, Saray olacaktı !..
 Tahta geçtiğinde önceleri hep dinledi..
 Üvey annesinin Tarabya'daki köşküne komşu olan İngiliz tüccar Thompson'dan İngiliz siyasetini, İngiliz devlet adamları Disraeli ve Derby'yi öğrendi..
 Yine analığının köşkünde konuştuğu Ermeni banker Agop Zarifi'den mali bilgiler edindi..
 Güvendiği doktoru Mavroyeni'den imparatorluğun sorunları konusunda Fener Rumlarının tutumunu öğrendi..



  Son derece kuruntulu ve hayatına düşkün olduğu için padişahlıktan "hal" edilmesinden ve öldürülmekten korkardı. Kendisine verilen jurnallerin önemli bir kısmının uydurma veya garez üzerine yazıldığını bildiği halde bunların içinde binde bir ihtimal olmasını düşünerek araştırma yapılmasını emreder, "Basiret (uyanıklılık) emniyetin babasıdır" derdi. Kendisini ilgilendiren işlerde yorulmadan çalışır, emirler verir, ilgilileri durup dinlendirmezdi. 
  Emrindeki bazı yakın adamları ve paşaları, Abdülhamid'in yerli yersiz korkularını tahrik etmesini iyi bilirler ve onu devamlı olarak şüphe ve endişe içinde yaşatırlardı. Abdülhamid korkularına ve hayat endişesine rağmen herhangi önemli ve hayati bir olay karşısında soğukkanlılığını korur ve hiç telaş göstermezdi..
 Saltanatının son yıllarına doğru,Cuma namazından sonra Hamidiye Camii'nden çıktığı sırada kendisine suikast için patlayan bomba olayında, hiç telaş göstermeden arabasına binerek sarayına gitmesi bunun delilidir.
 Abdülhamid'in yersiz kuşkularının artmasında ve her şeyden şüphelenmesinde saltanatının ilk yıllarında geçirmiş olduğu olayların da önemli etkisinin olduğu kuşkusuzdur. Kendisini "hal" etmek için çok sayıda faaliyet ve bu arada gerçekleşen bir "Ali Suavi Olayı" vardır. Özetle, 1876'dan 1909 yılına kadar 33 yıl boyunca Osmanlı Padişahı olan İkinci Abdülhamid, Süleyman Nazif'in söylemiş olduğu gibi, padişahların en talihsizi ve "hal" edilen padişahların da en şanslıdır.. Çünkü uzun hükümdarlığı süresince ne kendisi huzur içinde yaşamış, ne de milleti yaşatmıştı. Tahtından indirilmiş hükümdarların içinde en şanslısıydı çünkü "hal"inden sonra 2. ve 3. Orduların kefaleti altında olarak hayatını, ölümüne kadar huzur ve güven içinde geçirmiştir. Çok korktuğu ve emniyetini sağlamak için hazineler sarf ettiği suikast ile "hal"den, birincisini atlatabilmişse de ikincisinden kurtulamamıştır..



  Abdülhamid'in "31 Mart Olayı" denilen, 13 Nisan 1909 tarihli gerici harekette parmağı olmadığı en ince incelemeler sonucunda anlaşılmışsa da, o olaydan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Hareket Ordusu, bilinen geçmiş olaylar nedeniyle kendisine güvenmedikleri için, Ayan ve Mebusan meclislerinin ortak kararları ve verilen fetva ile 27 Nisan 1909'da "hal" edilmiştir. Abdülhamid'in "hal"inden sonra da hayatıyla ne kadar ilgili olduğunu, bunu sağlayan ve kefil olan 2. ve 3. orduların eksiklerinin tamamlanması için servetinden önemli bir bölümünü bu iki orduya verdiği, belgelerden ve kendisinin bizzat kaleme aldığı yazılarından anlaşılmaktadır..
  31 Mart karşı hareketinin bastırılmasından sonra Sultan Abdülhamid hakkında verilmiş olan "hal" kararı 27 Nisan 1909 Salı günü akşamı, Yıldız Sarayı'nda oğlu Abdürrahim Efendi ile bir kısım hizmetkarları bulunduğu halde, Ayan ve Mebusandan oluşmuş bir heyet tarafından kendisine beyan edilmiş ve hayatı hakkındaki endişesine de, yaşamının güven altında olup her türlü saldırı ve sataşmadan korunacağı söylenmiş ve bu bildiriden itibaren de saltanatından düşürülmüştür. Bu arada, halifeliğe çok önem verdiğinden ve padişahlıkla beraber halife de olmasından dolayı, heyette gayrimüslimlerin bulunuşunu hoş karşılamamış, "Ben Halifeyim" diyerek itiraz etmiştir..



  Abdülhamid'in "hal" olduğu günün gecesinde Hareket Ordusu kumandanlarından Ferik Hüsnü Paşa, emrindeki bir kısım üst rütbeli subaylar ve diğer subaylar ile Yıldız Sarayı'na giderek sabık hükümdara, özel bir tren ile Selanik'e gönderileceğini söylemiş, Abdülhamid'in yine hayatı hakkındaki endişelerini açığa vurması üzerine Hüsnü Paşa, "hal"i bildiren heyetin açıkladığı gibi, hayatının güven altında olup hiçbir suretle tecavüz ve saldırıya hedef olmayacağını, 2. ve 3. Orduların hayatını koruyacaklarına dair kefil olduklarını ve bütün milletin bu yolda güvence verdiğini ; Selanik'te ikamet edeceğini söylemiş ve eğer tereddüt ederlerse birlikte arabaya binilip eline bir revolver alarak, bir saldırı olduğunda önce kendisini vurmasını arz eyledikten başka "vallahi ve billahi ve tallahi" diye yemin de etmiştir !..
  Hüsnü Paşa, Abdülhamid'in daha fazla güven duyması için Kur'an-ı Kerim'i getirtip ona da el basarak yemin etmek istemişse de Abdülhamid, buna gerek duymamıştır. Bunun üzerine yükte hafif, pahada ağır bazı eşya ile mücevheratını alan eski Sultan, emrindeki bir bölüm hizmetkarı ve kadınlarıyla, özel bir trenle Selanik'e getirilmiştir..
  Abdülhamid henüz Yıldız Sarayı'ndan çıkıp arabaya bineceği sırada yanındaki kadınefendilerden birisinin elindeki mücevher, para ve hisse senedi dolu bavul telaş arasında kaybolmuştur !. Daha sonra bu bavulun buldurulması için güya yaptırılan araştırmalara rağmen bavul bulunamamıştır. Abdülhamid bunu sonradan da arattırmak istemiştir ; hatta kardeşi Sultan Mehmed Reşad, Rumeli seyahati sırasında Selanik'e geldiğinde Abdülhamid'in hatırını sormak üzere Başkatip Halid Ziya Bey'i kendisine göndermiş, o da bu fırsatla yine bu kaybolan bavuldan bahsederek incelemenin sürdürülmesini istemiştir. (Halid Ziya Uşaklıgil, "Saray ve Ötesi", C.2, S.176)    
  


  Abdülhamid Selanik'e nakledildikten sonra İtalyan uyruklu Alatini isminde bir un tüccarına ait bulunan ve sonradan Ordu Köşkü denilen köşke yerleştirilmiştir. Sabık hükümdar daha ilk zamanlarında, evvelce nişanlamış olduğu üç kızını ; 1886 doğumlu Şaziye ve Ayşe ile 1890 doğumlu Refia sultanları evlendirmek istemiş, bunları Ahmed Eyüb Paşazade Fuad, Ahmed Nami ve Said Paşazade Fuad beylere vermeyi kararlaştırmıştır.. Evlendirmiş olduğu üç kızı daha vardı ; 1872 doğumlu, Nureddin Bey ile evli olan  Zekiye, 1876 doğumlu, Kemaleddin Bey ile evli olan Naime ve 1884 doğumlu, Abdurrahman Paşazade Arif Hikmet Paşa ile evli olan Naile sultanlar..
  Abdülhamid, kendi saltanatının son aylarında nişanladığı kızlarının Selanik'te kendi yanında bulunmasını ve damatların birer hafta süreyle gelerek kumandanlık dairesinde bir imam, muhafızı Fethi Bey (Okyar), subaylar ve bazı hizmetkarların huzurunda nikahlarının yapılamasını ; düğün dernek yapılmaksızın damatların eşlerini alıp götürmelerini istemiş ve bu arzusunun yerine getirilmesi için hükumete başvurmuştur. 
  Bu konulardan başka, oğlu Abdürrahim Efendi'nin öğrenimi ve geçimi sorunu, bir de kendi sıkıntılı durumuna dair kaleme almış olduğu kendi el yazısıyla bir mektup müsveddesi daha bulunmaktadır..



KAYNAKLAR : İsmail Hakkı Uzunçarşılı, "Osmanlı Hanedanı Üzerine İncelemeler" ; Sir Henry Elliot'tan Derby'ye gönderilen 27 Ağustos 1876 tarihli FO 78/2462/915 ve 15 Eylül 1876 tarihli FO 78/2463/1016 numaralı mektuplar.. 

22 Aralık 2012 Cumartesi

309 ) OSMANLI'DA KÖLE OLMAK !..

  
   İslam topraklarında köle ticaretinin uzun süren canlılığı, İslam kültürüne özgü koşullara bağlanabilir. Abbasi halifeleri zamanından beri Orta Çağ İslamında çok sayıda köle, Müslüman yöneticilerinin milis kuvvetlerinde kullanılıyordu. Köleler ayrıca kent el sanatlarında ve devlete ya da büyük toprak sahiplerine ait büyük malikanelerde iş gücü olarak kullanılıyordu. Üstelik, saray örneğini izleyerek, yukarı sınıf ve gayrimüslimler arasında hali vakti yerinde olanlar hane halklarını çok sayıda köle ile genişletmişti..
   Kölelerin öncelikle sultanın sadık hizmetkarları olarak yetiştirildiği gulam ya da kul sistemi, 13.- 16. yüzyıllarda, Mısır Memlukluları ve Osmanlı Sultanlığı altında eşi görülmemiş bir genişleme yaşadı. Merkeziyetçi devletin yükselişiyle birlikte Osmanlı sultanları büyüyen insan ihtiyacıyla karşı karşıya kaldı. Savaşlar yeterli sayıda köle sağlayamadığı için de devşirme yöntemine başvurmak zorunda kaldılar..Savaşçı köle kullanımı sadece devletle sınırlı değildi. İleri gelen kimseler de olabildiğince geniş bir ev halkı maiyet sahibi olmaya çalışıyorlardı. Çünkü, bu, ileride birçok köle önemli görevlere getirilebileceğinden, hamilik hakları yani vala yoluyla kendi nüfuz ve iktidarlarının genişlemesi demekti.. Bir köle azat edildiğinde, o ve onun soyundan gelen erkekler vala denilen bir bağla kendini azat edene ya da onun ailesine ebediyen bağlı kalır, ilke olarak bu bağ terk ettirilmezdi. Arkasında kimse bırakmadan ölen azat edilmiş kölenin ya da onun erkek tarafından soyunun mal varlığı, hamisine ya da hamisinin erkek tarafından mirasçılarına kalıyordu..
   16. yüzyılın ortalarında nüfusu 300-400.000 olan İstanbul'da, nüfusun en azından beşte birinin, Sultan'ın ya da ileri gelen kimselerin kulu olduğu tahmin ediliyordu. Örneğin Kanuni döneminde, İskender Çelebi'nin 6-7 bin, büyük vezir Süleyman Paşa'nın 1.700 kölesi olduğu belirtilir.. 15. yüzyılın sonunda, nüfusu 100 bin olan Venedik'te ise 3 bin köle bulunuyordu..
   Sonuçta, güvenle söylenebilir ki, kölelik Osmanlı toplumu için yaşamsal öneme sahip bir kurumdu. Yalnızca devlet örgütüyle değil, ekonominin değişik kesimleri de köleliğe dayanıyordu. Böylesine büyük bir talebin doyurulması için, tabii ki, dış kaynaklardan beslenen büyük ölçekli bir köle arzı da vardı..
  1610'lu yıllara ait bir pazar yönetmeliğinde ( Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Revan no. 1934, s.107-111)   İstanbul'da, kadın ve erkek, yüzün üzerinde köle tüccarı kaydedilmiştir..
   1477'de İstanbul'da yalnızca köle, at ve koyun pazarlarının üç yıllık bileşik vergileri 360 bin akçe ya da 8.000 altına ulaşıyordu..
   Antalya'da ( Satalia ) bulunan 1560 tarihli bir gümrük defteri ( Başbakanlık Arşivi, İstanbul, Maliyeden no.102 ), o zamanlar Mısır ve Suriye'ye hala oldukça fazla sayıda beyaz köle ihraç edilirken, karşılığında ortalama fiyatı 1.000 akçe ( 16 altın ) olan siyah kölelerin, bu ülkelerden yapılan ithalatın önemli bir bölümünü oluşturduğunu söyler..
   Görünürdeki temel özellikleri bakımından Batı sömürge sistemiyle karşılaştırılabilecek olan, savaş esirlerinin tarımda kullanılması uygulaması Osmanlı'da sınırlı bir biçimde uygulandı. Kanuni Süleyman döneminde Trakya ve Makedonya'yı içine alan Orta Rumeli'de köle tarımcıların sayısı yalnızca 6.021 kişi, yani tüm bölge nüfusunun yaklaşık yüzde ikisiydi ; Anadolu'da ise 1.981 kişi vardı.. ( Ömer L. Barkan )
   Kanuni Süleyman'ın saltanatı, Osmanlıların akıncılık ve köleleştirme etkinliklerinin muazzam bir biçimde yayılmasına da tanıklık etti. Kölelerin yakalanışı ve satışı tek bir akıncı ya da Osmanlı askerine önemlice bir gelir getiriyordu ve bu da onların seferlere katılmalarında itici bir güç oluşturuyordu.
   Sınır merkezlerinde çalışan veya Osmanlı ordularının peşinden giden esir tüccarları, tutsakları oldukça ucuza satın alırlar ve en önemlileri Üsküp ( Skoplje ), Edirne, Bursa ve İstanbul olan iç pazarlara getirirlerdi. Kadı sicillerinin gösterdiği kadarıyla, 15. yüzyılın sonlarına doğru Bursa köle pazarı bu pazarların en canlısıydı. Hatta Sultan bile, en iyi fiyatların beklendiği Bursa'da satılmak üzere köle gönderirdi. Osmanlı dönemi boyunca Orta Doğu'da köle ticaretinde Bursa, Sivas'ın yerini almıştı. Balkanlar'da ise Edirne'nin başlıca köle pazarı olduğu görülüyor..


   Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleler ya da yabancıların satın aldığı köleler içinde, Osmanlı'nın akınlarının yoğunlaştığı bölgelere bağlı olarak, belirli dönemlerde belirli etnik gruplar baskın hale gelmiştir. 14. yüzyılda Rumlar ve Bulgarlar, 15. yüzyılda Sırplar, Arnavutlar, Eflaklılar ve Bosnalılar, 16. yüzyılda Macarlar, Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar ve Gürcüler..
   Ama 16. yüzyılın sonlarına doğru, Avusturya'nın güçlenip direnişe geçmesiyle birlikte, en büyük köle arzı  Karadeniz'e dönmüş ve Osmanlı'nın köle ihtiyacı, bu işte uzmanlaşan Kırım Tatarları tarafından karşılanır olmuştur artık..
   Cenevizliler zamanında olduğu gibi, Kefe ve Kırç Kırım'daki başlıca köle ticareti merkezleri olmuştur. Kefe'de alınan köle vergisi oldukça yüksekti : Köle başına 210 akçe ve bazı ek resimlerle birlikte 255 akçe, yani yaklaşık dört altın..
   Rusya ve Polonya içlerine yapılan Kırım akınlarının doruğunda, 1514-1654 arasında, alışılmadık ölçüde yüksek sayıda tutsaktan söz edilir. 1578'de Kefe'de köle vergisinden elde edilen gelir 4.463.000 akçe tahmin edilmektedir.( Başbakanlık Arşivi, İstanbul, Maliye no.2283 ; Muhasebe-i Varidat ve İhracat-i hassa-i Kefe, mukata'a-i Esara-i Kefe, 9 Ramazan 986'dan, 8 Ramazan 987'ye kadar ) Bu miktar en yüksek vergi oranına, 255'e bölündüğünde yıl başına 17.502 köle sayısı elde edilir. Canbek Giray Han'ın büyük seferinin ardından, 1614 yılında, Rus kaynaklarına göre, her Tatar askeri 5-10 köle köle ile gelmiş ve aynı dönemde Edirne'de ortalama köle fiyatları 40 altının üzerindeyken, Kefe'de, yetişkin erkek köle fiyatı 10-20 altına kadar düşmüştür.
   1558-1596 yılları arasında Rus topraklarında yaklaşık otuz büyük Tatar akını kaydedilmiştir. 17. yüzyıl Rus kayıtlarına göre bu akınlarda 126.840 tutsak alınmıştır !.. Bir Rus kölenin ortalama fiyatı 50-100 altın sikke ya da 40-80 ruble idi.. ( Novoselskij )
  
   İslam hukuku yalnızca bir tek köle kategorisi kabul ediyordu : Köle olarak doğanlar veya savaşta tutsak olanlar. Köle olarak doğan Müslümanlar ya da köleliği sırasında Müslüman olanlar köle kalabiliyordu ; ancak hiçbir özgür Müslüman ya da gayrimüslim vatandaş köle yapılamazdı. Dini yetkililer tarafından aykırı mezhepten, rafizi olduğu ilan edilen Müslümanlar yasal olarak köleleştirilebilir ve satılabilirlerdi.  1443'de Osmanlı, Karamanlı savaş tutsaklarını İstanbul'da satmıştı.. ( Gazavatname-i Sultan Murad Han) (Tevarih-i al-i Osman )
   Eğer bir kadın köle, sahibinden bir çocuk yaparsa, bu çocuk özgür doğardı. Ayrıca İslam, bir insanı kölelikten kurtarmayı bir dindarlık göstergesi olarak teşvik etmiştir. Bir kadın kölenin çocukları da, onun kölelikten kurtulmasıyla özgür olabilirdi..
   Osmanlı kadı sicillerinin ve vasiyetnamelerin gösterdiği gibi, tedbir denilen bir uygulama, yani sahibinin ölümü üzerine köleye özgürlüğü  seçme hakkı tanınması, köle nüfusunun erimesinde belki de en önemli etkendi.
   Zenginlerin nakit para ve mülklerden sonra miraslarının üçüncü ve en önemli bölümünü köleler oluşturmaktaydı. Örneğin Bursa'da ; altın işlemeliler, kadifeler ve zarif pamuklu kumaşların dokunmasında köle emeği yoğun olarak kullanıldığından, ipek dokumacılarının mirasları içinde köleler sıklıkla en önemli bölümü temsil ediyorlardı..
   Köle emeği, İslam hukukunda mukataba olarak bilinen, sınırlı hizmet sözleşmesi sistemi altında örgütlenmişti. Bu sözleşmeye şöyle bir örnek verilebilir :
"Huzurumuzda tafta dokumacısı Mahmut b.Seyyidi Ahmet, Çerkez kökenli kölesi İskender'i (tanımlanan özellikleriyle) on bin akçeye eşit değerde yüz parça taftayı tamamladığında özgür bırakmaya razı oldu ve adı geçen köle bu sözleşmeyi kabul etti." ( Şeriyye Sicili, no.A5/5, s.276a, Bursa, Arkeoloji Müzesi)
   Bu tür mukataba gerçekte kölenin kurtulmalık vererek kendini esaretten kurtarabilmesi için, bağımsız olarak çalışmak ve kendi kazancına sahip olmak gibi belirli hakları kullanmasına izin vermek anlamına geliyordu.
   "Mukataba", iki tarafı da bağlayan bir sözleşmeydi, köle sahibi koşulları kölenin aleyhine değiştiremezdi. Özgür bırakma bir hayır işi olarak görüldüğünden, köle sahibi, hizmet süresini kısaltmak ya da çalışma şartından vazgeçmek gibi kölenin lehine yumuşatmalar yapabiliyordu..
    Köleleri başkasına kiralamak da yasaldı. 1555'de Türkiye'yi ziyaret eden bir Alman, H. Drenschwam İstanbul'da yaygın köle kiralama uygulamasına değinir. Pek çok insan kölelerini gündelik işçi olarak, günlüğü 7 ile 12 akçe arasında kiralayarak yaşamlarını kazanmaktadır. O sıralarda 60 akçe bir altına eşitti ve bir kölenin günlük masrafı ise tahminen 1,5-2 akçe civarındaydı..
   15. yüzyıl Bursa belgeleri, özgür bırakılmış kölelerin ; kervan ticareti, sarraflık, tefecilik ve mültezimlik ile uğraşan zengin ipek üreticileri ve tüccarları olarak Bursa'nın ekonomik yaşamında nasıl alışılmadık ölçüde önemli bir yere sahip olduklarından bahseder.. Bu kentte 1477'de ölümlerinden sonra kadı sicillerine işlenen 402 kişiden 61'i özgür bırakılmış kölelerdi.. Örneğin 1480'de Bursalı Balıkçızade ile Hacı Koçi Bey'in özgürleşmiş kölesi Hoca Mehmet ; Mısır ve Suriye ile ticaret yapmak amacıyla, yaklaşık 60.000 altınlık sermaye ile ve eşit paylar yatırarak bir ortaklık kurmuşlardı..

   Osmanlı'nın yayılma dönemi boyunca köleler ucuz ve boldu. Köleler kolayca ve çoğu zaman kanlı bir biçimde nakit paraya çevrilebilen sermaye yatırımlarıydı..
   İlk Osmanlı sultanları zamanında köle emeği, geniş sığır ve koyun çiftlikleri oluşturmak üzere kullanılıyordu. Soylu beyler tarafından böylece oluşturulan büyük çiftlikler çoğunlukla dini vakıflara dönüştü. Çiftliklerin ayrılmaz bir parçası olarak köleler vakıf belgelerine sıklıkla kendi isimleri ile girdiler. Alım satımlarda diğer mallarla aynı muameleye tabi tutuldular. Bu şekilde oluşan çiftliklerin bazıları zamanla köylere dönüşmüş ve oralardaki kölelerin torunları daima ortakçı köleler ( ortakçı kul ) olarak ayrı bir biçimde kaydedilmiştir.
   Haslar'da imparatorluk hazinesine ait toprakta yerleşik ya da göçebe, reaya kökenli sürgünler ile, hem köleleştirilmiş Rum nüfusu, hem de yeni fethedilen Bosna, Sırbistan ve Mora'dan getirilen köleler çoğunluktaydı. 1498'de bu köylerde toplam 1974 köle bulunuyordu.
   Çiftlik birimlerinin verimliliğini korumak yönetimin öncelikli kaygısı olduğundan, kölelerin özgürlüğüne yönelen değişikliklere haslar'da hoşgörü gösterilmiyordu. Başta haslar'ı yönetmekle yükümlü resmi görevliye yani emin'e rüşvet vermek olmak üzere, yasa dışı yollarla özgürleşen köle örnekleri de yok değildi !..
   Bir kölenin özgürlüğünü kazanması için ödenen para, yani ağırlık, kurallarla tanımlanmış bir tazminattı fakat eminler tarafından cebe indiriliyordu !..
   Kölelik ; Osmanlı'da 1882'de, Suudi Arabistan'da ise 1962'de kaldırıldı !...  


(  HALİL İNALCIK yazılarından derlenmiştir.. ) 
     

En Güzel Çocuk Şarkıları

Super Simple Learning  flashcardlardan şarkılara, bir sürü eğlenceli döküman bulabileceğiniz bir adres.
Bu sitede çocuklar kadar benim de çok sevdiğim iki şarkı var.
Biri Twinkle Twinkle Little Star, diğeri de Snowflake.


Sitede bu şarkı ile ilgili bir sürü aktivite var. Hatta iphone uygulamaları bile var :)

Hazır yoğun kar yağışıyla kışın etkisini iyice hissettiğimiz şu günlerde  Snowflake harika olmaz mı?
Sonrasında bir de şöyle bir etkinlik yapılsa tadından yenmez:)






20 Aralık 2012 Perşembe

308 ) ADI "KÜÇÜK" AMA İŞLEVİ BÜYÜK BİR ZAT !..



   Gerçek adı Izrail Lazareviç Guelfand ( 1867-1923 ).. Ayrıca Alexander Helphand adı ile daha çok Latince'de "Küçük" anlamına gelen "Parvus" adını kullanıyordu.. 
  Parvus,1891'de Almanya'ya yerleşti ve SPD ( Alman Sosyal Demokrat Partisi) Merkezi Yayın Organı Neue Zeit ve Vorwart'de yazdı..Almanya'da ekonomi ve maliye doktorası yaptı.. Sesini ilk olarak Kapital'in üçüncü cildiyle ilgili olarak Alman Marxcıları arasında çıkan bir tartışmada duyurdu.. 
  1893'de Prusya'dan çıkartıldı. Saksonya'da Leipziger Volkszeitung'da ve sonra Sachsische Albeiterzeitung'da yazdı ; Alman sosyal demokrasisinde, toprak sorununa ilişkin tartışmalarda aşırı bir tutum belirledi..1898'de Saksonya'dan da kovuldu. Münih'e yerleşti ve Ausder Weltpolitik'i yayımladı.. Slav ve Kuzey edebiyatı yapıtlarını basan bir yayınevi kurdu..
  Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin yayın organı İskra'nın (Lenin'in gazetesi) Münih'te yayınlanmasına yardım etti. Bu partinin 1903'de bölünmesinden sonra Menşevikleri ve Bolşevikleri uzlaştırmaya çalıştı. 1904'de genç Troçki ile sıkı işbirliğine girdi ve onunla birlikte sürekli devrim kuramını hazırladı..
  Parvus'un tezi ; işçi sayısı az olan, sanayisi gelişmemiş Rusya'da işsizlerin ve öğrencilerin devrim yapabileceği yönündeydi. Bu devrim için Rusya'nın büyük bir güçle savaştırılması yeterliydi. Nitekim Rus-Japon savaşının çıkabileceğini daha önceden kestiren Parvus, devrim için gerekli koşulların gelişeceği belli olunca, sürekli devrim kuramını birlikte hazırladığı Troçki ile gizli hücreleri kurmaya başlamıştı. Bu gizli hücreler, sonradan, Kızıl Ordu'nun çekirdeğini oluşturmuştu..
  Ancak bu devrim başarıya ulaşmadı..1905'de Petersburg Sovyetinde çalışırken tutuklanan Parvus, daha sonra Viyana'ya yerleşti..

    

  1906-1908 yılları arasında Parvus'u, Balkanlar'da bir Balkan Sosyalist Federasyonu kurma doğrultusunda çabalar gösterirken görüyoruz.
Balkanlar'daki Bulgar, Sırp, Makedonyalı vb. sosyalistlerle işbirliği yapmış ve onlara öncülük etmiştir. 
  Parvus'un kurmak istediği bu federasyonun iki amacı göze çarpıyor. Bunlardan birincisi ; Rusya'ya karşı, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile birlikte ittifak yaparak savaşacak güçlü bir devlet oluşturmak..İkincisi ise, Almanya ve Avusturya-Macaristan'ı, Osmanlı Devleti üzerinden Hindistan'a ulaştıracak olan halkayı sağlamlaştırmak..
   1907'de, Almanya'da çıkan "Kolonyalizm Politikası ve Yıkılışı" adlı kitabında, sömürgecilik yarışının Avrupa'nın büyük devletleri arasında büyük bir savaşı hazırlamakta olduğunu, bu savaşta Rusya gibi dıştan güçlü ama iç yapısı aslında çürük imparatorlukların yıkılacağını, büyük savaşın Rusya'da sosyalist devrimin başlangıcı olacağını ileri sürdü. Sosyalist devrim, kapitalizmin yıkılmasıyla gelmeyecekti. Çünkü kapitalizmin sömürgecilik sayesinde hala yaşama gücü vardı. Sosyalist devrim işçi sınıfının savaşıyla da meydana gelmeyecekti. Sosyalist devrim için tek şans, emperyalist devletler arasında çıkacak büyük bir savaşın patlamasıydı !..
  Çıkardığı bu sonuç yüzünden sosyalist çevrelerin büyük hücumlarına uğrayan Parvus, 1910 kasım ayı başında Türkiye'ye geldi. Balkan sosyalistlerinden, Osmanlı Parlamentosu'nda Selanik mebusu olan Vlahof Efendi ve Romen sosyalisti Hristo Rakovsky aracılığıyla İstanbul'da İttihat ve Terakki'nin önderleriyle tanıştı..
  Parvus İstanbul'a gelince "İskender" adını alır. İslamiyet'i seçtiğini söyleyerek Çamlıca Bektaşi Tekkesi'ne gider.. Bu arada, İstanbul'da yazdığı yazılarında Türkiye için bir sosyalist devrimin sözünü bile etmemektedir !..



   Alman Dışişleri Bakanlığı arşivlerindeki belgelerin yayınlanması ile doğrulanmıştır ki, Parvus, Rusya'nın çökmesi için içeride milliyetçi ve sosyalist devrimci zümrelerinin ihtilal çıkartması gerektiği düşüncesi ile İstanbul'da Alman Elçiliği'nde çalışan Dr. Zimmer aracılığı ile 9 Ocak 1915'de Büyükelçi Wangenheim ile yaptığı bir görüşmede bu konudaki tekliflerini bildirdi. Alman Dışişleri Bakanlığı'nın isteği üzerine Berlin'e gönderildi ve orada 9 Mart 1915 tarihli ve Rusya içinde ihtilal çıkartma konusu üzerine bir muhtıra sundu..
  1911-1915 döneminde Parvus, İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle anlaşmış, bu sefer de Pantürkizm ve Panislavizm savunuculuğu yapmıştır !. Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması ve Osmanlı Devleti'nin Almanya yanında savaşa girmesi gerçekleştikten sonra görevi bitti !..
  Parvus'un Almanya ile birlikte savaşa girilmesi gerektiği yolundaki görüşleri, Osmanlı topraklarına ayak bastığı andan itibaren Türkçülerimiz (!) tarafından halka yayılmaktaydı.. 1911 İttihat ve Terakki Kongresi'nde Celal Nuri (İleri) Almanya ile birlikte hareket etmezsek başımıza gelecekleri belirtir :
"Şimdiki koşullar altında Osmanlı İmparatorluğu bir tabiat garibesidir. Bu durum karşısında Türk'ün geleceği ne olacaktır ? Osmanlı Devleti bağımsızlığını yitirirse Türk'ün alın yazısı ne olacaktır ? Emperyalizm kahramanları karşısında ne yapacaktır ?.."
  Halide Edip (Adıvar) 1913 yılında yazdığı "Yeni Turan" adlı romanında Parvus'un söylediklerini tekrarlar...
  Bir başka Türkçümüz Moiz Kohen (Munis Tekinalp) ise, "Türkler Bu Muharebeden Ne Kazanabilir ? " adıyla 1914'de bir kitap yazar..Kitapta, Turan yollarına gidilmesi, Almanya ile bir olup savaşa girilmesi önerilmektedir. Eric Jan Zürcher'e göre bu kitap Osmanlı savaş gayelerinin bir bildirisi olmuştu.
  Celal Nuri, Ahmed Agayef ( Ağaoğlu), Gingsberg ve diğer Türkçüler de bu görüştedir. Bütün Osmanlı basını bu konuyu işler, halkı hazırlar..
  Dikkat çeken bir başka husus ise, Parvus'un Rusya'da yaşayan Türkler için hiçbir öneride bulunmamasıdır !..



  Parvus, Türkiye'de vagon ticaretinden ; daha sonra da Almanya, Hollanda ve İsveç'te kömür ve çelik işlerinden milyonlar kazanıp dünyanın sayılı zenginlerinden biri oldu..  
  Osmanlı Devleti'ndeki vurgunlar sadece vagonların alınması zamanında olmadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında başka boyutlarda devam etti. Savaş boyunca sadece devlet değil, millet de Siyonistler tarafından soyuldu. Tren yolları ve vagonlar vurgun için adeta bir silah haline gelmişti. Siyonistlere ayrıcalıklar tanınarak fiyatlar alabildiğine yükseltildi. 
  Almanya ve Avusturya, gerek duyulan ihtiyaç maddelerini satın almak üzere bir satın alma şirketi kurmuştu. Almanya'nın verdiği ve Osmanlı Devleti'nin büyük paralar harcayarak satın aldığı vagonlara karşın, demiryolları, ordunun ihtiyacı olan cephane ve gıda maddelerinin taşınmasına yetmiyor bahanesiyle tüccarlara hiç vagon tahsis edilmiyordu. Ancak öteki taraf lehine kabul edilen şart gereğince, satın alma şirketi kendi lehine tahsis edilmiş olan vagonlarla kendi mallarını düzenli olarak taşıyabiliyordu. Satın alma şirketi böylelikle ülkede tek alıcı durumuna girmişti ve her malı istediği fiyata satın alabiliyor ve ülke piyasalarına girebiliyordu. Hükumet buna engel olacak hiçbir adım atmıyordu.. 
  Büyük suistimaller yapıldı. Talat Paşa bu suistimallere anılarında değinmek zorunda kalmıştır :
"Aynı zamanda aracılık ve imtiyazlar da başladı. Vagonlar satın alınıyor ve satılıyordu. İki vagon için izin almış kimselerin binlerce liralık çıkar sağladıkları söyleniyordu. Söz gelimi para sağladığını ve gizliden gizliye ticaret yaptığını öğrendiğim için görevine son verdiğim (...) Valisi (...) Bey, Enver Paşa'ya başvurarak acınacak halini anlatmış ve kendisine yardım edilmesini istemişti. Vali, Meşrutiyet'ten önce Enver Paşa ile dosttu. Eski dostluk gereği olarak kendisine bir ya da iki vagon için izin verildi. Hemen, bu vagonlar sayesinde beş bin liralık çıkar bağladığı duyuldu.."



   Vagon yolsuzluğu deyince, bir başka büyük dolandırıcıyı anmadan geçmek doğru olmaz : Baron Hirsch.. 
  İsrail'in kuruluşunda hiç şüphesiz ki en büyük mali desteği yapanlardan birisi olan bu zat ; iflasın eşiğinde iken, 1869 yılında Osmanlı Devleti'nden aldığı Rumeli Demiryolları imtiyazıyla köşeyi dönmüştür.. Bakalım bu paraları nereden ve nasıl almış :
"Doğu demiryolları için 1.980.000 tane tahvil 128,5 Frank fiyatla piyasaya çıktı. Bunları Baron Hirsch satın aldı. Daha dolaşımı başlamadan, yani tedavüle çıkmadan, tanesini 150 Frank'a sattı.."
  Sadece bundan dolayı kazancı 42.500.000 Frank olmuştu !.. İş bununla da kalmadı : "Yapımını üstlendiği demiryolu yatırımının aksaması nedeniyle tahvillerin değeri 115 Frank'a kadar düşmüştü. Osmanlı Devleti de 1.980.000 adet tahvil karşılığı 792 milyon Frank borçlandığı halde bu değer kayıplarından ötürü eline sadece 254.430.000 Frank geçmiş, 537 milyon Frank kayba uğramıştı.."
  Kısacası, Osmanlı boşuna batmamış !...

KAYNAKÇA :

Özden Nuri  Akbayır, "Bir Sosyalist Tip" ; Muammer Sencer, "Türkiye'nin Mali Tutsaklığı" ; Atilla Demiral, "Türkiye'deki ve Dünyadaki Komünizm" ; Abidin Nesimi, "Yılların İçinden" ; Niyazi Berkes, "Türkiye'de Çağdaşlaşma" ; Zeman-Scharlau, "Devrim Taciri" ; Abidin Nesimi (Fatinoğlu), "Yılların İçinden" ; İlhami Yangın, "İhtilal Tüccarları" 
          

18 Aralık 2012 Salı

Nazi Exclusive - Part V: Düzen..

Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte ülke çapında azınlıklara karşı puştlukların başladığını, çevik kuvvetin merkeze Yahud taşıya taşıya bir hâl olduğunu, devlet başkanlığı ve başbakanlığı birleştiren Hitler'in official olarak "Führer" olduğunu söylemiştik...

Yıllardır ülkenin başına geçmek için g.tünü yırtan ve en sonunda 1934 senesinde tek adam mertebesine ulaşan Hitler, artık Almanya civarında Allah muamelesi görüyordu. Yılların sürüngenliğinin ardından, adamın birinin tek başına çıkıp da "Alman ırkı olarak bombastik günler yaşayacağız gençler, raadolun" demesi herkese müthiş bir güven vermişti. Nürnberg Şehir Stadı'nda yapılan coşkulu kutlamalar, milletin sağ kol havada denyo gibi gezmesi, sloganlar, yürüyüşler... Sanırsın bütün sorunlar bi anda çözülüvermişti amk.

Oysaki işin iç yüzüne biraz bakıldığında, Nazi Partisi'nin plan ve programlarının Genç Parti'ninkilerden hallice olduğu aşikar idi. Planı programı geçtim, doğru dürüst bir hükümet dahi yoktu .mına koyiim. Hitler dediğimiz adam, Berlin'de canı sıkıldı mı Münih'teki yazlığa kaçan, öğlenlere kadar öküz gibi uyuyan filan biri. Planla programla işi yok, net adam. Öyle olunca çevresindeki yardımcıları da kendisinden bağımsız at koşturuyordu tabii. Canlarının istediği yasaları yürürlüğe koyup, soranlara "Yaa Hitler öyle dedi diyorum babacım raadolun ya." deyü yalan konuşuyorlardı. Yani kısacası belgesellerde melgesellerde gördüğümüz o muhteşem düzenli, çılgın Nazi rejiminin perde arkası kepazelikten geçilmiyordu.

Ama kısa vadede aclığı bitirip ekonomiyi düzene soktular, onu da belirtelim. Memleketi otobana boğup milleti de istihdam ederek geçici çözümler buldular, heriflerin sayesinde bugün Almanya'da 500 kilometreyi 3-4 saatte basıp gidiyorsun .mına koyiim. Bütçenin de önemli bir kısmını orduya yatırarak geleceğe yönelik niyetlerini belli ettiler. Almanya saygınlığını geri kazanıp Avrupa'nın taşak oğlanı olmaktan çıkmıştı hafiften. "Du bakalım bişey dicekler mi" diye düşünerek, Versailles sonrası silahsızlanan Rheinland bölgesine (Köln, Düsseldorf filan) üç beş asker sokan Naziler, attıkları zarfa işgalciler ses çıkarmayınca iyice özgüven kazandılar. Özgüven arttıkça, devlet politikaları da bir o kadar radikalleşti haliyle.

"Yahud ile Almanın cima etmesi yasaklanmıştır", "Devlet Tiyatroları'nda Yahud piçlerinin direktörlüğü sona erdirilmiştir", "Çocuğunun adını Levi koyan g.tçüdür" gibisinden kanunlarla birlikte artık ayrımcılığın boku çıkmıştı diyebiliriz. Sinagoglar yıkılıp yerlerine y.rak kürek AVM'ler açılıyor, hükümet vurdukça gaza gelen Alman halkı da bu politikaları destekliyordu. Millet kırk yıllık konusunu komşusunu "Ya bu herifte bi Yahud tipi var" diyerek Gestapo'ya ispikliyordu. Pek çok Yahudi, "Bu ülkede durulmaz gayrı" diyerekten ülkeyi terk etti bu dönemlerde.

1938 yılına kadar böyle dravdan ekonomik başarılarla, azınlıklara yapılan türlü şerefsizliklerle geçip durdu Almanya'da. Esasında Almanya'nın yerlisi diyebileceğimiz insanlar pek de mutsuz değildi. Lakin 1938'in sonbaharına geldiğimizde; bir Alman diplomatın Paris'te genç bir Yahud delikanlısı tarafından "Yetti lan piçlikleriniz" diye öldürülmesi, ortalığı iyice karıştıracak idi.

s.

17 Aralık 2012 Pazartesi

307 ) OSMANLI VE TÜRKLÜK !..

            Özellikle Fatih sonrası Osmanlı Devleti'nin yönetim yapısı,milli devlet düzeninden, birçok milletleri bir yönetim altında birleştirmek demek olan imparatorluk düzenine geçmiştir. 
    Özellikle Birinci Murad döneminden başlayarak, profesyonel ordu gereksinimini karşılamak üzere toplanan Hristiyan çocuklarını eğitim Osmanlılaştırmanın sonucu olarak ortaya çıkan birikim, giderek salt ordunun değil bizzat devlet bürokrasisinin asli unsuru haline gelecekti..
   Dönme ve devşirme devlet adamları sınıfı, kapıkulu taifesi, kuruluşundan itibaren doksan yılı bulan bir gelişme içinde padişahın çevresinde devlet kapısını, yüksek hizmet makamlarını Türk soylulara kapatıyor ve iktidar için savaşan ve iktidarı tekellerinde tutmak isteyen bir sınıf ve parti oluşturuyordu.
  Dönme ve devşirmeler kendilerini var eden tek güç konumundaki hanedanın merkezi otoritesine itaatkar bir kamu hizmetlileri sınıfı oluşturuyorlardı. Tam da bu nedenledir ki hanedan tarafından özellikle beslendiler..
   İstanbul'un ele geçirilmesiyle sağlanan prestijde ise, bu süreçte tayin edici eşik de atlanmış oluyordu ; Çandarlı'nın en tepedeki konumuyla temsil edilen Türk-Müslüman beyler tasfiye edilirken dönme ve devşirmelerin iktidarı kurumlaşma aşamasına geçiyordu. Bu şekilde halka yabancılaşmasına bağlı olarak devlet, özellikle Fatih'le birlikte artık Müslüman-Türkmen devleti değil, bir dönmeler devleti haline gelmiştir..
  Burada gerçekten de çok ilginç bir durum söz konusudur : Devlet bir yandan Sünniliği resmi ideolojisi haline getirir ve kuruluşta temel rol oynayan Bektaşi gelenekten sistematik olarak uzaklaşırken, aynı zamanda Türkmen ve Müslüman kökenlilerin de devletin merkezindeki konumlarını yitirmeleri söz konusudur..Özetle devlet, kuruluştan beri süregelen başka halklara yönelik işgalciliğine ek olarak kendi halkına karşı da merkezileşir ve yabancılaşırken, aynı zamanda medrese eğitimi ve Sünnileşmeyi de halka dayatmaktadır.. Sünnilik halkın daha rahat kontrolü ve yönlendirilmesinde en uygun araç olarak seçilmektedir ; tıpkı Selçuklu, Abbasi ve Emevi hanedanlarının yaptığı gibi...
  Çandarlı'nın boğdurulduğu 1453'den, 16. yüzyıl sonuna kadar iktidar olan 48 vezir-i azamın sadece dördü Türk-Müslüman soyundandır. Saray erkanının dönme veya dönmüş görünen Hristiyan kapıkullarından oluşması bir yana, kendi geçmişleriyle bağları canlı pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız. Birkaç örnek vermek gerekirse ; Vezir-i Azam Mahmud Paşa, 1457'de Sırbistan büyük Voyvodası Mihail Angeloviç'in kardeşidir... Vezir-i Azam Hersekzade Ahmed Paşa, Hersek Dükü'nün kardeşidir. Meşhur Sokollu Mehmed Paşa ise, Peç Başpiskoposu'nun kardeşidir..
  Türk-Müslüman kökenlilere kapalı Saray mektebi (Enderun) ve yeniçerilerden oluşturulmuş profesyonel ordusuyla, dönmelik üzerine kurulu bir kapıkulu egemenliğidir Osmanlı İmparatorluğu..

  Diğer yandan gaza geleneği sürekli kahramanlar yaratıyordu ve bunların güçlü ailelerden olması hem padişahın iradi gücüne, hem de uzun vadede iktidar gücüne karşı devamlı bir risk oluşturuyordu. İşte bunun sonucudur ki Osmanlı Hanedanı, sadece kendi halkına değil, Türk kökenli güçlü ailelere karşı da iktidarını güçlendirme fırsatlarını değerlendirmekte hiç tereddüt etmemiştir. 
  Bu sürecin gerçekleşebilmesini sağlayan asıl faktör ise devşirmelerin saraydaki etkinliği olmuştur. Devşirmeler, özellikle ulemayı kazanma politikası izlemiş ve artık istikrar arayan Türkmen-Osmanlı aristokrasisine karşı gazacılık geleneğini yeniden güçlendiren bir çizgi izlemişlerdir..Bu ise, Osmanlı'nın, çöküşüne kadar, üretme yeteneğini geliştirememesine, asalaklığın ve bürokratik despotizmin kurumsallaşmasına neden olmuştur.. İyice kemikleşen bu yapı, sürekli talana muhtaç olmasına karşılık, bunu gerçekleştirebilecek teknolojik olanakları geliştiremeyecektir. Böyle olunca, bu kez bir yandan halkına yönelik soygunu gittikçe artıran, diğer yandan Batı'ya avuç açan, çürüyen bir devlete dönüşmüştür...

 

  1453'e kadar, kendilerinin Oğuz sülalesinden olduklarını ilan edip duran ve "Bey" unvanı ile yetinen Osmanlı hükümdarları, bu tarihten sonra, bir taraftan Oğuz sülalesinden gelmiş olma iddialarını bırakır oldular ; diğer yandan da, Padişah-İmparator unvanını taşımaya başladılar. 
  1453'ten sonraki azap askerleri, artık, "kızıl börk giyen kamu leşkeri" sayılıyordu. "Kamu leşkeri" sayısı aslında padişah kullarından beş kat daha fazla olmasına rağmen, başlarında enderunlu bir kumandanın olduğu ayrık kıtalar halinde oldukları için, yeniçerilere karşı "milli" bir rekabet duygusu besleme olanakları yoktu.. Türk halkı, esasında artık imparatorluğun içindeki siyasi üstünlüğünü ya az duymakta, ya da hiç düşünememekte idi..
  Türkler iktidardan öylesine uzaklaştırılmış ve buna yönelik hoşnutsuzluklar, yaşanan tasfiyelerle öylesine kesin bastırılmıştı ki, artık memleketi idare eden Hristiyanlıktan dönme bütün yabancı yönetim kadrolarını hiç de yadırgamıyor durumdaydılar..
  Kısaca söylemek gerekirse ; Türkler ile Osmanlı hükumet mensubu seçme zümre arasındaki çekişmeler, Türkler aleyhine olarak, örneğin 17. yüzyılın başlarında, önemini kaybetmiş, Anadolu halkı çiftinden başka bir şey düşünmeyen, devlet muhtaç olunca, savaşlarda, uzak imparatorluk topraklarının kalelerini ve sınırlarını beklemekte harcanan kişiler durumuna düşmüşlerdir.. Ancak tüm bu ağır sorumluluklara karşın devletin kendinden olmasını sağlamak mümkün olamamış, aksine Osmanlı daha rahat hükmedebilmek amacıyla ona yabancı, onun üstünde devasa bir dönmeler aygıtı olarak örgütlenmiştir..
  
 

 İmparatorluk çökerken resmi dildeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısı yüzde otuz yediye inmişti !.. Dildeki yabancılaşmada kendini gösteren Osmanlılık, aynı zamanda bu yeni kırma diliyle Türklüğü aşağılayan bir ideolojinin de oluşturucusuydu. Bunun tipik ifadelerinden biri olarak, Adli mahlasıyla yazan İkinci Bayezid'den bir beyit sunabiliriz :

"Değme etrak ne bilsin gam-ı aşkı Adli
  Sırr-ı aşk anlamaya hallice idrak gerek.."

(Türkler ne anlar aşktan Adli / Aşkın sırrını anlamaya epeyce akıl gerek )

  Osmanlı edebiyatının en seçkinlerinden Baki, Kanuni Süleyman'a sunduğu şiirinde şöyle diyor :

"Her tac olmaz fahr-u fena ehline sertac
 Türk ehlinüney hace biraz başı kabadır"

( Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baştacı olamaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır, sultan olma yeteneğinden yoksundur.) 
  Nef'i de ; "Türk'e Hak çeşme-i irfanı haram itmiştir" ( Tanrı Türk'e irfan pınarını yasaklamıştır) diye yazar..
  Saray şairlerinin bu Türklük karşıtı söylemlerinin padişahları bağlamadığı iddia edilebilir mi ?.. Unutulmamalıdır ki söz konusu padişahlar en küçük bir muhalefeti bile acımasızca boğan bir geleneğin temsilcisidirler. Bu durumda örneğin Kanuni'nin, kendini en küçük anlamda bile Türklükle ilişkilendirmesi halinde Baki'nin başına gelecekleri tahmin etmek zor değildir !..
  Divan-ı Hümayun katiplerinden Kadimi Hafız Çelebi'nin 1499'da yazdığı manzume, Saray'ın halka bakış açısını yansıtmak açısından çarpıcı bir örnektir :
"Devr-i daldan beri şahım eflak
 Zem olur alem içinde Etrak
 Vermemiş Türk'e Huda hiç idrak
 Akl-ı evvel de olursa bi hak
 Uktülü't-Türke velev kane ebak."
( Önceden beri benim şahım Tanrı'dır / 'bilirim ki' tüm dünyada kötülenir Türkler / 'Çünkü' Tanrı Türk'e hiç bilinç vermemiştir / Hele bir de ukala olursa tümden pis olurlar / Baban da olsa Türk'ü öldür )
  Özetle Türklük, resmi tarihlerin "en büyük Türk devleti" payesi verdiği Osmanlı'ya rağmen, Türkmen beyliklerinin Selçuklu ve Osmanlı'ya karşı direnişlerinin birikimiyle, sömürgeleştirme amacıyla Balkanlar'a sürülen Türklerin o yabancı ortamda kendilerini var edebilmenin refleksiyle ve tabii Cumhuriyet'in Türkleştirme politikası sayesinde yaşıyor..
  Kimsenin kuşkusu olmasın ki, eğer Osmanlı gücünü bugünlere kadar koruyabilmiş olsaydı, bugün Türklükten söz etmek mümkün olmayacaktı..  



Bu yazı için yararlanılan eserler  :

Mustafa Akdağ, "Türkiye'nin İçtimai ve İktisadi Tarihi" ; Muzaffer Özdağ, "Türkçülüğün Esasları" ,Tarih ve Toplum, sayı.65 ; Philip Mansel, "Konstantiniyye" ; A.Wheatcroft, "Osmanlılar" ; Erol Anar, "İnsan Hakları Tarihi" ; Erdoğan Aydın, "Nasıl Müslüman Olduk ?" ; Doğan Avcıoğlu, "Türklerin Tarihi" ; "Tac-üt Tevarih" 3.cilt ; Erdoğan Aydın, "Fatih ve Fetih"