31 Mayıs 2011 Salı

34 ) İÇİMİZDEKİ İNGİLİZ ( ! ) : "İNGİLİZ KEMAL"...( 2.BÖLÜM )

   İstanbul'da karaya çıkınca hemen Emirgan'daki evlerine koştu. Kendini zor tanıttı !..Aradan yıllar geçmişti, herkes onu ölmüş biliyordu. Annesi, onu ancak gözlerinden tanıyabildi. Eniştesi Reşat Bey, Polis Genel Müdürlüğü "siyasi kısım" müdürüydü. Dayısı da İstanbul Şehremini (belediye başkanı) oluvermişti..
   Gelir gelmez hemen spor çevrelerine daldı, önüne gelenle maçlar yapmaya başladı. Bu sırada Balkan Savaşı bitti, bu defa da Birinci Dünya Savaşı başladı !.. O da askere çağrıldı. Alman Kumandan Rabe'nin yönettiği Maltepe' deki yedek subay okulunu bitirerek, harıl harıl insan yutmaya başlayan Çanakkale ejderhasının dişleri arasına sürüldü. Mustafa Kemal'i de orada görüp cesaretine ve zekasına hayran oldu. Bir gün, bir şarapnel parçasıyla ağır yaralanıp, ilk tedavisinden sonra, tebdil-i hava ile (hava değişimi) İstanbul'a döndü.
   İçinde, kaderi yönetenlere karşı bir hınç, bir küskünlük başlamıştı. Bize Almanların ve birkaç Cermanofil akılsızın zorla yükledikleri bu savaşı asla kendi savaşı sayamıyor ; içi, bu işleri başımıza açanlara karşı ayaklanıyordu. Böyle anlamsız bir savaşa katılmak, boşuna ölmek demekti. Bu yüzden raporu bittiği halde cepheye dönmedi ve kıyamet gününden birkaç gün önce son isteklerini doyurmaya çalışan bir insan hırsıyla dolu dizgin yaşamaya başladı. Artık, bir asker kaçağıydı ve bir asker kaçağı ne türlü güçlükler ve korkular içinde yaşarsa o da öyle yaşıyordu. İşi iyice apaşlığa vurmuştu !... Sefahatin ve yozlaşmış bir ortamın içinde günlerini geçirir oldu..
   Bu arada Çanakkale Savaşı ; Mustafa Kemal'in çabası, ama yanı sıra 200.000 subay ve erin yok olması pahasına sona ermişti. O da, bu süreç sırasında Beyoğlu'nun namlı kabadayılarından biri olmuştu..
   Bir gün annesi ona bir zarf uzattı. Mektup Merkez Kumandanlığından geliyor ve onu hemen çağırıyordu. Arkadaşlarıyla helalleşip önce Kumandanlığa gitti, oradan da "Bekirağa Bölüğü" nü boyladı..
   Gece yarısını geçiyordu ki, onu hapishaneden alıp Harbiye Nezareti'nin (Savaş Bakanlığı) yüksek rütbeli subaylarından birinin karşısına çıkardılar. Adını sanını soran Albay, askerden kaçtığı için cezasının "idam" olduğunu yüzüne karşı söyleyince Esat'ta şafak attı !...
   Kendi ayağıyla ölümün ayağına dek geldiğine pişman oldu. Fakat bu arada Albay Kazım Bey, davranışlarını birden değiştirerek sorgulamasına devam etti. Bildiği dilleri, hangisini daha iyi bildiğini, kendisine neden boksör dendiğini filan öğrendikten sonra yan odaya geçti, esas duruş aldı ve dimdik durdu. Demek orada bir üst vardı.   Kazım Bey'in karşısındaki Enver Paşa'ydı.. Esat'ı da o odaya götürdüler. Enver Paşa ayaktaydı ; elleri ceplerinde karşısında durmuş, kahverengi, zeki gözlerle onu süzüyordu. "Suçun, ancak alacağın emirleri yerine getirmekle affolunacaktır. Vatana iyi  bir evlat olduğunu göster" dedi..
   Albay Kazım Bey'le ne yapacağı hakkında konuştuktan sonra yeniden Bekirağa Bölüğüne gönderildi. Adi suçluların da bulunduğu koğuşta ahbap olduğu Pantoflacı (yankesici) Koçaki adlı ünlü bir yankesici ona mesleğiyle ilgili bütün gerekli dersleri verdi.
   Bir gün tekrar Harbiye Nezareti'ne götürüldü. Aynı Albay ona, "Esat, bu akşam bir inzibatla Haydarpaşa'ya götürüleceksin. Oradan da kaçacaksın, kaçak gezeceksin ve İstanbul limanına kadar sokulan düşman denizaltılarıyla ilişkileri olanları saptayacaksın. Görevin önemlidir. Ağzından bir kelime kaçırırsan sonun kurşuna dizilmektir. Raporlarını Merkez Komutanı Cevat Bey'e yollayacaksın. En önemli ve acil zamanlarda Polis Müdürü Bedri Bey'e telefon edebilirsin. Ona, benimle görüşmek istediğini söylersin. Hadi bakalım, marş !.." dedi.. Oradan Cevat Bey'in odasına götürüldü. Cevat Bey, "Göndereceğin raporları bir dilenci kadın aracılığıyla göndereceksin. Bu dilenci kadın, her gün Süleymaniye Camii' nin önünde duracak. Adını sorarsın, "Hacer" derse raporlarını verirsin" dedi. Ayrılırken ona para da verdiler.
   Esat, programı bir bir uyguladı. Üzerinde kuşkular toplanan bir adamın evini soymak için İstanbul'un ünlü kabadayılarından Hırisantos ile hapiste dost olduğu Koçaki'yi kandırdı. Üçü birlikte eve girince Esat, kendilerini ilgilendiren her şeyi inceleyecek ve gerekirse alıp götürecekti. Bu da daha çok evrak olacaktı. Sertaharri (araştırma) memuru Kör Rıza Çavuş da o gece evin dolaylarındaki bekçi ve polisleri uzaklaştıracaktı.
   Zifir gibi karanlık bir gecede Hırisantos'un adamları köşeleri tuttuktan sonra, evdeki iki çömlek (!) altını almak üzere Hırisantos, Koçaki ve Esat eve girdiler. Diğer ikisi yükte hafif ama işe yarar şeyleri toplarlarken Esat da evrak peşindeydi. Yukarı katta adamın yattığı odanın eşiğinden girerlerken geveze bir alarm zili bütün gücüyle çalmaya başladı. İki hırsız hemen korkup kaçtı. Esat da, uyanıp yataktan fırlayan casusun yüzüne ünlü yumruğunu yapıştırdı. Adam nakavt vaziyette yatağa serildi. Esat, masa üstündeki bütün evrakı ve tabancayı çabucak cebine indirdi. Zil hala çalıyordu...
   Esat, tam işini bitirip aşağı iniyordu ki, bir inzibat ve dört resmi polisle birlikte Kör Rıza Çavuş'un kendisini karşıladığını gördü. Rıza çavuş, inzibata, "Askerdir, asker kaçağıdır. Gece hırsızlığı yapıyor, doğru Merkez Kumandanlığına götürün ! " dedi..
   Ele geçirilen mektuplar incelendiğinde, kimisinin Türk sansüründen geçtiği halde açılmamış olduğu görüldü. İsviçre'ye gidecek bu mektuplar, her şeyin açığa çıkmasını sağladı. Ambalaj içindeki bir aletin de işaret vermek için kullanıldığı anlaşılmıştı. Polis, Birinci Şube ile askeri polis, denizaltı işini çözümlediler...

   Esat, bu olaydan sonra, İngilizce Haberleşme Servisinde sansür görevlisi olarak Büyük Postane'nin üstündeki odasında çalışmaya başladı. Daha ilk günden, İngilizce Masası Şefi olan Hintli başçavuşu hiç gözü tutmamıştı. Bu, sözde bir hilafetçi Hint ihtilalcisiydi ve Türklere sığınmıştı. Orta Asya ve Afganistan, Hindistan gibi diyarlara ait hayalleri olan Enver Paşa'nın gözbebeklerinden biriydi ; dolayısıyla kuşkusu konusunda kimseyi ikna edemeyince işin peşini şimdilik kaydıyla bıraktı..
   Bir sabah Harbiye Nezareti İstihbarat Şube Müdürü Seyfi Bey çağırttı onu. Önce bir güzel övdükten sonra, "sana Başkumandanın emriyle çok önemli bir görev vereceğim" dedi ve devam etti ; "General Townsend ile üç sivil, bize karşı Arap ihtilalini hazırlayan Lawrence'in en önemli adamlarıdır. Maltalı bir İngiliz esiri olacaksın. Seni onların yattığı koğuşa hizmetçi olarak vermeyi teklif edeceğiz.."
   Esat kabul etti ama bir şart koştu : Hintli başçavuşun bundan haberi olmayacaktı. Onlar da bunu kabul ettiler.. Çalıştığı büroda, orduya sevk edileceğini söyleyerek Hintli ile vedalaştı..    
 
   Bir haftalık bir izinden sonra, ona güzel bir İngiliz üniforması giydirip hangi İngiliz kıtasında asker olduğunu ezberlettiler ve Bekirağa Bölüğü hapishanesinin siyasiler koğuşuna tıktılar. İçeride onu önceden tanıyan birkaç kişi vardı ama bu kılıkla bereket tanıyamadılar.
 
   Bir sabah Merkez Kumandanlığına çağrılan Esat Bey, orada İngiliz üniforması giymiş, biri Hintli ya da Araba benzeyen üç kişiyle karşılaştı. Birisi tercümandı. Bu üç kişiye Esat Bey'i göstererek, "Bu sizin esirdir.Kamptan kaçtı yakaladık. Divanı harbe vereceğiz. Tutuklu kaldığı sürece eğer yemesini içmesini sağlarsanız size hizmetçi olarak vereceğiz " dediler. Uzun boylu İngiliz'le biraz konuşup, adam ikna olunca hepsi birlikte Bekirağa Bölüğüne götürüldüler. İngilizlere "cennet taamları" na benzer yemekler geliyordu ve Esat da bunlardan çimleniyordu !.. İngilizler hep savaş hareketleri üzerinde konuşuyor, Fransızca ve İngilizce gazeteler okuyorlardı. Bunlar Intellıgence Servıce' in en kalburüstü başlarındandı. Nasılsa kapana düşmüşlerdi.
   Bir gün sansürden geçerek gelmiş bir sürü açık mektup gördü. Zarflardan birisi açık değildi ve mektuplar Türkiye'den geliyordu. Güçlükle, sansürden geçmiş mektuplardan birinin damga numarasını elde edebildi. Bunu yukarıya bildirdiyse de, ucu Hintli başçavuşa dokunduğundan işlem görmemişti. Bu arada büyük bir iş daha başarmış, Arabistan'da İngilizlere yataklık ve yardım eden, büyük şehirlerdeki kabile reislerinin adlarını güzelce bellemişti. Büyük Arap ayaklanmasında önemli rol oynayacak olanlar bunlardı. Çöle oluk gibi İngiliz altınları akıyordu ve Lawrence de Arapları çete savaşlarına hazırlıyordu..

   Bu işin altından da yüz akı ile kalkan Esat Bey'i yine bir gün Kör Rıza Çavuş aradı. Ertesi sabah Cağaloğlu'ndaki "Teşkilat-ı Mahsusa" merkezinin bulunduğu konağa gitti ve orada Kemal Bey'i gördü.Her zamanki gibi övüldükten sonra, "Lawrence'i nasıl yakalarsın ?" sorusuyla adeta şok geçirdi.
   Artık bir Arap ayaklanması başlamıştı ama bunu yeterli görmeyen İngiliz ajan, ufak bir Dürzi kuvvetiyle, Bu defa Kürtleri ayaklandırmak üzere Kürdistan'da bulunuyormuş. Hatta bir söylentiye göre de İstanbul'a kadar gelmiş !...
   Esat, aslında daha önceden yaptığı bir planı anlattı : İkinci bir Lawrence olarak ortaya çıkacak, onun yaptığı şeyleri yapacaktı. İsyan propagandası v.s. gibi.. Bu, Lawrence'in kulağına gittiğinde, onu bulmak ve kim olduğunu anlamak isteyecekti...
   Bu plan Kemal Bey'in aklına yattı ve onu 27-28 yaşlarında, iri yapılı ve tepeden tırnağa silahlı biri ile, Dramalı Rıza ile tanıştırdı. Esat'a, "sen  şehirde neysen, Rıza da dağlarda öyledir. Birbirinizden öğrenecek çok şeyiniz var " dedi..
   Bir süre birbirlerini eğittikten sonra, bir çeteci grubu kurarak trenle Adana'ya gittiler. Adana'ya vardıklarında onları kötü bir haber bekliyordu : İstanbul Haydarpaşa'da, Arabistan cephesine gitmek üzere hazırlanan çok büyük miktarda bir cephane stokunun patlayarak yok olduğunu öğrendiler ve çöllerde bu cephaneyi bekleyen Mehmetçikleri düşünerek kahroldular..
   Dramalı Rıza'nın karargahı olan Şam'a vardılar. Kılıklarını değiştirip Musullu Kürtler gibi oldular. Esat ile Rıza'nın çetesi, gittikleri her yere "Lawrence geliyor !" haberini yayıyorlardı. Köylülere saçılan altınlar, ilaçlar, armağanlar grubun her yerde sevgiyle karşılanmasını sağlıyordu. Bir tek, Lawrence'i yakından tanıyan Dürziler ile karşılaşmaktan çekiniyorlardı.
   İran sınırına kadar gitmişler ama "Sarı Şeyh" denen Lawrence'in izine bir türlü rastlayamamışlardı.
   Bu arada savaş bitti, bırakışma geldi çattı.. Esat Bey İstanbul'a döndü..
 
   Birkaç olaya daha karışıp, birkaç maç daha yaptıktan (bu arada kendisinden epey iri olan bir İngiliz boksörünü de fena dövmüştü) sonra İngilizler tarafından arandığını duydu, bir süre kaçtı ama sonunda yakalanıp hapse girdi. İngiltere'deyken öğrendi Rusça faydalı oldu ve hapiste dost olduğu Rus esirlerden yardım görerek kaçmayı başardı. Başına 100 İngiliz altını ödül konmuştu. Bin bir güçlükle kaçabildiği Çanakkale, Lapseki'de Çerkez Lütfü Bey'in yardımıyla, bir köylü kadını kılığına girerek, çarşafının altında elinde tuttuğu tabanca ile Biga'ya ulaştı. Artık işgal bölgesinden kurtulmuş, hür Anadolu topraklarına ayak basmıştı...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

32 ) CASUS : HAİN Mİ, KAHRAMAN MI ?

 
  Çok güzel iri yeşil gözleri olan kadın, tedirgin bir tavırla çevresini kontrol ettikten sonra büyük kiliseye girdi ve biraz sonra da bir günah çıkartma hücresinin içinde günahlarını veya günah kabul ettiklerini anlatmaya başladı.. Yandaki bölümde ise ne yazık ki papaz efendi değil, yerine geçen bir Gestapo ajanı bulunuyor ve elindeki küçük deftere not alıp duruyordu !.. Biraz sonra kadın iç huzuruyla dışarı çıktığı zaman, uzun siyah deri pardesülü, Alman gizli polisinin kucağına düşüyordu... Önce polis merkezinde sorgulama, işkence ; sonra büyük, soğuk bir binanın avlusunda bir idam mangasının karşısında, bir duvara sırtını vermiş durumda görüyoruz güzel yeşil gözlü genç kadını. Arkasındaki duvar, önceki infazlardan kalan kurşun delikleriyle dolu..
   Siyah bir bantla gözlerini bağlamak istiyorlar ; ölümü artık kabullenmiş ve gururlu bir halde, kabul etmiyor...
O güzelim yeşil gözlerini gökyüzüne çeviriyor. Gökyüzünde ağır ağır ve düzenli bir şekilde uçmakta olan bir kuş sürüsü, aniden duyulan tüfek seslerini kendilerine bir tehdit olarak algılayıp, şöyle bir dağılır gibi oluyor, sonra yine eski düzen yukarıda kuruluyor ama aşağıda durum artık eskisi gibi değil. Çünkü o güzel yeşil gözler şimdi, yere yığılmış cansız bir bedene ait ve hareketsiz ...
  Biz sinema seyircileri biliyoruz ki, o güzel güzel gözleri bundan sonra ancak başka bir filmde görebileceğiz !..
  Ne filmin adını anımsıyorum ; ne oyuncularını, ne yönetmenini .. Bahsettiğim kadın oyuncu da çok ünlü değildi.Tek hatırladığım, adeta kafama kazınan, yukarıda anlattığım bölümdü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgali altındaki Hollanda'da geçen bir filmdi. Direniş örgütünde bir sevgilisi olan kadın, onun için bilgi çalıyordu.
  Hırsızlıkların en tehlikelisi !..Casusluk .. 10-11 yaşlarımdayken, işte bu film sayesinde tanıştım onunla !..


  Sonra, hemen hemen aynı yaşlardayken, siyah-beyaz yerli bir filmde aynı konu ile yine karşı karşıya geldim ama bu defa filmin kahramanı rahmetli Ayhan Işık idi ve "İngiliz Kemal" adıyla filmde neler yapıyordu neler !.. Başka bir bölümde, Gerçek hayatı da adeta bir romanı andıran bu adamın öyküsünü anlatacağım.
  Film, 1. Dünya Savaşı ertesinde, işgal altındaki İstanbul'da geçiyordu. Kahramanımız muhteşem İngilizce'si sayesinde komutanlıklara, yakışıklılığı sayesinde de genç kızların, kadınların kalbine rahatlıkla girip bilgi topluyordu.. Yani o da bir casustu !... Ahmet Esat Tomruk ; "Teşkilat-ı Mahsusa" nın ajanı olarak  ve daha sonra Mustafa Kemal'in önderliğindeki Kurtuluş Savaşı'nda da çok yararları dokunmuş birisiydi...


  Başka bir film ; "Arabistan'lı Lawrence" ..  Bu film hakkında basında yazılanları epey takip ettiğimi anımsıyorum. Sakıncalı bulunan filmi yanılmıyorsam TV 'da izledim, epey kesilmiş olarak tabii.. Ama konu ile ilgili en az dört kitap okudum.. Gerçek adı Thomas Edward Lawrence olan, filmde ise Peter O'toole' un canlandırdığı bu ajan 1914- 1917 yılları arasında Osmanlı'nın elindeki Ortadoğu toprakları üzerinde yaşayan Arap aşiret reislerini İngiltere saflarına çekmek için görevlendirilmiş..
  Onunla ilgili şu anekdot ilgi çekici :
  Irak'ta (o zamanki adıyla Basra Vilayeti' nde) Kut-el Amara' da ezici bir Türk gücüyle mücadele etmekte olan İngiliz komutan, Türk ordu komutanına rüşvet teklif etmeyi önermiş, İngiliz hükümeti de askerlerinin özgürlüğüne karşılık bir milyon sterlin ödemeyi onaylamıştı..Bu parayı taşıyacak olan T.E. Lawrence idi..
  Yanında iki subayla birlikte 10 Nisan 1916' da yola düştüler..
  Kut'daki çarpışmalarda 23.000 İngiliz askeri ölmüştü. Türkler İngiliz askerlerinin Kut'u derhal boşaltıp teslim olmasını istiyorlardı. 29 Nisan 1916'da, Lawrence hala yoldayken, 13.000'den fazla İngiliz ve Hintli piyade eri esir alınıp kentten dışarı çıkarıldı. Bu, Britanya tarihindeki en korkunç yenilgilerden biriydi..
  Teslim kararından haberi olmayan Lawrence, yanında İki İngiliz subay, ellerinde beyaz bayrakla Türk tarafına doğru yürüdüler. Bir asker gözlerini bağlayıp onları Kumandan Halil Paşa'nın yanına götürdü.Yurttaşlarının teslim olduğu haberiyle afallayan üçlü, hiç olmazsa esir değiş tokuşunu görüşmeyi önerdiler ; oysa İngiliz hasta ve yaralılara karşılık Türk savaş esirlerinin salıverilmesi için bir antlaşma yapılmıştı bile !.. Dünyanın dört bir yanındaki gazeteler, bu küçük düşürücü rüşvet girişimini yazdı...


  Bu arada Mata-Hari de unutulmaz doğal olarak.. Uzakdoğu'da doğmuş, egzotik danslarıyla dönemini kasıp kavurmuş, gerçek adı Margeretha Geertruıola Zelle olan Hollandalı bir dansözdü.. Kısa sayılabilecek bir yaşama neler sığdırmıştı neler ? Birinci Dünya Savaşı sırasında hem Alman hem Fransız sevgilileri, çift taraflı ajanlık ve 1917 yılında Fransızlar tarafından kurşuna diziliş...


  Ethel ve Julıus Rosenberg çifti var örneğin. Ruslara ABD'nin füze projelerini sızdırmakla suçlanarak 17 Temmuz 1950'de tutuklanan ve 19 Haziran 1953 yılında Sing Sing hapishanesinde elektrikli sandalyede idam edilen Yahudi çift.. Bu olayla ilgili olan ve çiftin suçsuz olduğunu savunan bir de oyun izlemiştim. Dostlar Tiyatrosu'nda ; Genco Erkal ve Ayla Algan'ın muhteşem oyunculuğuyla, son derece etkilendiğim ve çok güzel bir oyundu : "Rosenbergler Ölmemeli" ...

  Bu işin edebiyat yönü de var tabii ki... "Medusa" dizisi ve diğer kitaplarıyla iyi bir yazar olan Robert Ludlum var ilk aklıma gelen. Ama bir yazar var ki, onun kitaplarından birini okumayan "casus romanı okudum"
diyemez !..  John Le Carré ... Casusluğun gerçek yüzünü ondan öğrenin, casusluğun psikolojisini ondan öğrenin... Çok kitabı var. Not aldıklarımı sayayım : Aranan adam, Köstebek, Bizim Oyun, Bahçıvan, Soğuktan Gelen Casus, Panama Terzisi, Smiley' in Dönüşü, Sıkı Dostlar, Single ve Oğlu....

  "Casus" kelimesi, Farsça'da, "Gizli bir şeyi görüp anlamak isteği" anlamındaki "Cess" kelimesinden türemiş.
Sözlük anlamı ise ; "Gözetlemek amacıyla düşman içine sızan, yabancı bir devletle ilgili sırları öğrenmeye çalışan kimse" (Meydan Larousse)...

  Dünyanın en eski mesleklerinden birisi... Diğerini hepimiz biliyoruz herhalde !..
  Casusluk ; kimileri tarafından vatan hainliği, kimileri tarafından vatanseverlik olarak kabul ediliyor... Ama bana kalırsa, yakalandığında sonunun büyük olasılıkla ölüm olacağını bile bile bu işi yapanlara "cesur" sözcüğünden başka bir yafta takılamaz !...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

II.Abdülhamit'in Petrol Haritası


Türkiye'nin komşularında petrol olup da Türkiye'den petrol çıkmaması konusundaki tartışmaları alevlendirecek bir belgeyi bugün Aziz Üstel Star gazetesindeki köşesine taşıdı.

Abdülhamid Han’ın petrol haritası
Habire tartışır dururuz ya?Türkiye petrol denizi üzerinde mi?Güneydoğu fokur fokur petrol kaynıyor mu? Türkiye petrol dolu ama yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor mu?!

Bütün bu soruların yanıtını biri vermiş zaten... Hem de tam 100 yıl önce. Sultan II. Abdülhamid!

Özelllikle 19. yüzyılın son çeyreğinde, tüm dünyada gündeme gelen ve ne denli önemli olduğu herkesçe kabul edilen petrol araştırmaları için, Abdülhamid Han, olağanüstü çaba harcamış.

Hazırlattığı, ‘tespit haritasında’, Anadolu’nun neredeyse tamamında, yüksek ölçekte petrol rezervi olduğu saptanmış!

Hazine-i Hassa’dan, yani kendi cebinden, parasını ödeyerek yabancı ve yerli mühendislere Musul ve Bağdat havalisiyle, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırdı.

Alman Maden Mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi’nin başkanlığındaki araştırma birimi, 22 Ekim 1901’de çalışmalarını Abdülhamid Han’a sundu.

Bugüne değin her nedense bir türlü yayınlanmayan bu harita, salt Güneydoğu’nun bilinen noktalarında değil, Hakkari ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini gösteriyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca, önemli petrol rezervleri saptamış.

Heyet Başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, izledikleri güzergahı da, ayrıntılı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını karış karış dolaşan Groskoph, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervleri bulunduğunu vurguluyor.

Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir bölümünü kapsayan petrol haritası, Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı çevresi, Sinan, Batman Çayı çevresi, Dicle Bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı çevresi, Habur, Fındık, Cizre, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkari’de (Çölemerik) çok önemli petrol yatakları bulunduğunu kaydediyor!!

Bu harita sonunda gün yüzüne çıkacak! Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, ‘Osmanlı Döneminde Irak’
adlı kitapta haritayı kamuoyuna sunacak.

Şimdi bu kitap yayınlandığında, göreceğiniz 18 Kasım 1902 tarihli bir belge var! Bu belgeye göre; Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazı Hazine-i Hassa’ya veriliyor, hemen sonrasında da Abdulhamid Han bu imtiyazları maliye hazinesine aktarıyor.

Abdulhamid Han’
ın tahttan indirilmesi ve İttihatçıların devlete el koyması sonucu, ne harita kalıyor ortalıkta ne de Musul’daki devlet hakları. Ancak 12 Ocak, 1920’de, maliye hazinesine devredilen padişaha ait mallar, tekrar Hazine-i Hassa’ya geri veriliyor. Hanedan üyelerinin uluslararası mahkemelerde sürdürdükleri, Musul’daki mallarını geri alıp Türkiye’ye devretmeleriyle ilgili davalar hala sürüyor. Bu davaların kimini kazandı hanedan üyeleri... Ama türlü çeşitli, tezgahlar yüzünden mahkeme kararları uygulanmıyor bir türlü!

Size son bir not. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler Bağdat’ı almak için harcadıkları paranın tam tamına 7 katını Musul’a sahip olmak için harcadılar!

Şimdi, biraz düşünün hele, neden kimileri Güneydoğu’yu cadı kazanı gibi kaynatır da kaynatır... Neden rahat bi soluk aldırmaz Türkiye insanına ki en azından Abdülhamid Han’
ın yaptırdığı harita doğru mudur yanlış mı, saptanabilsin!

İŞTE O HARİTA:


1 Diyarbakır
2 Mardin
3 Bismil
4 Hazro çayı
5 Sinan
6 Batman çayı
7 Dicle
8 Midyat
9 Bedran
10 Bitlis Suyu
11 Tulan
12 Siirt
13 Botan Çayı
14 Habur
15 Fındık
16 Cizre
17 Dehuk
18 Zaho
19 Habur Çayı
20 Çölemerik (Hakkâri)
21 Ahmediye
22 Bisan
23 Alkuş
24 Akra
25 Büyük Zap
26 Revanduz
27 Musul
28 Karakuş
29 Nemrut
30 Küçük Zap
31 Erbil
32 Köysancak
33 Altınköprü
34 Şargat
35 Hamrin Dağı
36 Kerkük
37 Taşhurmatı
38 Tavuk
39 Karadağ
40 Süleymaniye
41 Karadağ
42 Aksu
43 Tuzhurmatı
44 Kefri (Salahiye)
45 Deli Abbas
46 Tikrit
47 Samarra
48 Haso Çayı
49 Narib Suyu
50 Diyale Suyu
51 Ramadi
52 Felluce
53 Mendeli
54 Bakuba
55 Kâzımiye
56 Bağdat
57 Museyyeb
58 Hılle
59 Kerbela
60 Hit
61 Fırat
62 Anah
63 El-Kadim
64 Ebu Kemal
65 Meyadin

Kaynak: Milliyet

..

31 ) BİR 27 MAYIS YAZISI ...

 
 
   Yiğitçe bir Kurtuluş Savaşı ile, bu savaşı da içine alan, bütün sömürge ve yarı sömürgelere örnek olacak eylemler ve prensipler getiren Ulusal Kurtuluş Hareketi bir gün, hem de bu Kurtuluş Savaşı' nın icra gücünü temsil eden ordunun eliyle, neden bir ihtilal yapmak zorunluğu ve görevi karşısında kaldı ?..
   Hem de bu savaşın ve kurtuluş hareketinin öncülüğünü yapmış olan kahramanın, son nefesini verdiği günlerin üstünden henüz 22 yıl geçmeden...
   Acaba, kurulan düzen ve bırakılan miras, hemen 22 yıl sonra bir ihtilali davet edecek şartlara mı gebeydi ? Yoksa, bırakılan ve devralınan ulusal yapı, çağın hızlı akışı içinde bazı direksiyon hataları mı yaşadı ? Eğer öyleyse biz, asker ve sivil, günahı hepimizin, bütün Türk aydınlarının boynuna olan bir yetersizlik ve başarısızlık devri mi yaşadık ?...
   Yahut öyle değil de, Atatürk'ün, dünyanın hızlı gidişi içinde, vasiyeti olan :"Batı uygarlığına yetişmek ve uygar dünya ulusları içinde, layık olduğumuz şerefli yeri almak" konusunda, Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin asli ilke ve amaçlarını saptıracak bazı hatalar mı işledik ?  Böylece de, Türk toplumunun yapısını, Atatürk'ün de ruhunu sarsacak zaaflara, sosyal çelişkilere mi sürükledik ?...

   Atatürk 1923'te, Cumhuriyet'in ilanına hazırlanır ve yeni devletin ilk siyasi oluşumu olan Halk Partisi'ni kurarken, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun : "Pekiyi ama Paşam, bu partinin doktrini yok ?" sorusunu şöyle yanıtlamıştı : "Elbette olmayacak oğlum. Eğer bir doktrine bağlanırsak, hareketi dondururuz !..."
   Bir ulusal kurtuluş hareketinin içinde olduklarını, anti emperyalist ve Batı sömürücülüğüne karşı anti kapitalist olan bu çağdaş ve kendine özgü hareket, bırakalım, kendi doktrin ve ideolojisini, kendi akışı içinde, kendisi yaratsın diye düşündüğü muhakkak...
   Halbuki ne oldu ? Olan şu oldu ki, devrimci dönemin, ve bu dönemin artık yorulan son kahramanlarının ardından Türkiye,yerli ve yabancı bir Oligarşi'ye kendini direnişsiz kaptırdı.Ve bu Oligarşi, en inanılmaz soysuzlaşmaları ile, ulusal yapımıza yerleşti. Anayasa'ya ve her şeye rağmen...

   27 Mayıs İhtilali de aslında, demokrasi yolunda ve Oligarşi'ye karşıydı. Ama, o evrede de, ondan sonra da illet, açık ve bilimsel ifadelerini bulamadan, fikirleri karıştırdı ve gidişatı değiştirecek yerde, bunalıma çevirdi..

   Türkiye'de siyasetin olağan dışı gücü Ordu, 1960 İhtilali ile  sahnede yerini alırken rejimin kilit noktalarını ; 1961, 1966, 1973 ve 1980 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldüğü gibi ; elinde tutmanın hep bir yolunu aramış ; generaller, çoğu zaman yurt savunma görevi dışında, siyaset dünyasında yaşamışlardır. Bu bakımdan 1960 sonrası Türkiye' sinin belirli özelliklerinden birisi, askerlerin yoğun şekilde siyaset yapmasıdır..
  

   27 Mayıs 1960 ile  25 Ekim 1961 tarihleri arasında görev yapan Milli Birlik Komitesi' nin ilk fotoğrafı şu şekildeydi :
 
   Başkan : Orgeneral Cemal Gürsel
   Üyeler  : Orgeneral Fahri Özdilek ( 8 Haziran 1961'de istifa etti)
                 Tümgeneral Cemal Madanoğlu      
                 Tuğgeneraller : İrfan Baştuğ (13.09.1960'ta trafik kazasında öldü) ve Sıtkı Ulay
                 8  adet Albay, 7 tane Yarbay, 10 tane Binbaşı ve 8 tane Yüzbaşı...
 
   Toplam 38 kişilik bu yönetimde iki eğilim belirdi : Birincisi, ülkeyi askeri yönetimle idare etmek isteyen gruptu. 21 subaydan ibaret bu grubun, sonradan tasfiye edilen on dördünün yaş ortalaması 36,8 idi. Kalan 7 subayın yaş ortalaması ise 38'dir. Aralarında hiç general yoktur.
   İkincisi grup ise, ılımlılardı. Bunların yaş ortalaması da 45,3 idi. CHP lideri İnönü'nün etkisiyle, hukuki ve siyasal düzenlemeler yapıldıktan sonra hemen seçimlere gidilmesini ve parlamentoya iktidarın teslimini düşünüyorlardı..
 
   13 Eylül 1960 tarihinde tasfiye edilenler şunlardı : Albay Alparslan Türkeş;  Yarbaylar : Fazıl Akkoyunlu, Orhan Kabibay, Mustafa Kaplan ; Binbaşılar  Orhan Erkanlı, Muzaffer Karan, Şefik Soyuyüce ve Dündar Taşer ; Yüzbaşılar : Münir Köseoğlu, Rıfat Baykal, Ahmet Er, Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve İrfan Solmazer...
  

   "On dörtler" den Numan Esin, anılarında, halkın darbelere karşı olan duyarsızlığının ve tepkisizliğinin iki türlü yorumunu yapar :
1. Ordunun, Türkiye'de halkın gözünde, gerçekten olağanüstü güçlü bir yeri var. "Ordunun yaptığı doğrudur, Ordu bizim her şeyimizdir" görüşü egemen. Halkta, doğru olduğuna inanmasa bile, boyun eğme eğilimi var..
2. Halkın karşı çıkma eğilimi olsa bile, Türkiye'de bunu gerçekleştirecek organizmalar yok. Sendikalar, siyasi partiler zayıf, silahlı güç hiç yok. Örneğin, bir emniyet örgütü karşı çıkabilirdi.. Olmuyor böyle şeyler.. Ordu hareketine karşı bir tepki yine ordudan gelirse bir denge kurulabiliyor. Onu da 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 olaylarında gördük...
   Ama sendikacıların daha güçlü olmasına rağmen, 1980'de de hiç çıt çıkmadı !.. Türkiye'de her gün 15-20 kişi ölüyordu. 12 Eylül olduğu zaman, terör örgütleri sindi. Bu, akla başka şeyler getiriyor. Türkiye'de bu işleri planlayan, bu işleri kurcalayan ve ülkeyi ihtilale götürmek isteyen güçler mi vardı ki ihtilal olduktan sonra kendi hareketlerine karşı bir hareketleri olmayacakları için, terör birden kesildi ?...
   Numan Esin, tasfiye olayını ise şöyle anlatıyor :  " Bazı arkadaşlar bir tasfiyenin kaçınılmaz olduğunu ileri sürdüler. Türkeş bana bir iki arkadaşa dedi ki : ' Böyle yürümeyecek. Bize karşı olanları tasfiye edelim ve yurt dışına sürgüne gönderelim.' Ben taraftar olmadım. Tezim şuydu : 'Biz bir bütün olarak yaşamaya mecburuz. Milli birlik iddiasıyla ortaya çıktık. Daha aradan üç beş ay geçmeden kendi içinde tasfiyelere mecbur kalan bir güç, milletin birliğini nasıl kuracak ? ' Daha demokrat yöntemler denenmesini söyledim. 'Örneğin parti kuralım, siyaset kadroları halinde gelişelim.' Bu, Türkeş'in de katıldığı bir fikirdi. Benim katılmadığım bir toplantıda tartışıldı. Fakat Türkeş'in dile getirdiği parti kurma fikri, Halk Partisi'ne sıcak gelmedi. CHP, ihtilal komitesi üyelerinin kuracağı siyasi bir partinin kendileri için ciddi bir rakip olacağını bildiğinden, buna kesin olarak karşı çıktı.."

   Numan Esin, tasfiyelerin yapıldığı 13 kasım 1960 gününü ise şöyle anlatıyor :
  "Sabahleyin, sanırım saat 6 sularıydı, annem, 'polis gelmiş, seninle görüşmek istiyor' dedi. 'Peki' dedim, kalktım ve meseleyi anladım. Kapıyı açmadan önce telefona gittim. Kaldırdım ahizeyi, telefon çalışmıyordu. Telefonu yerine bıraktım, perdenin arasından dışarıya baktım ; aşağıda askerler, polisler vardı. Kontrol altına alındığımız görülüyordu. Durumu daha iyi anladım ve kapıya gidip seslendim. 'Efendim, bir tebligat var ' dediler. Tebligat, Cemal paşa'dan...
   Özet olarak söyleyeyim : Komitenin içine düştüğü bunalımdan söz ediyor, bu şartlar altında komiteyi feshediyor ve bizleri de görevden alıyordu. 'Subaylıktan emekli olarak yurtdışı bir göreve atanacaksınız. Evinizden dışarı çıkmayın, verilen emirlere uyun. Yoksa hakkınızda İnkilap Mahkemeleri kararları uygulanacaktır.' deniyordu...
   Daha sonra Madanoğlu'ndan dinlediğim şuydu : Madanoğlu, Cemal Gürsel'in kendisine bir şeyler söyleyeceğini anlamış olmalı ki, Cumhurbaşkanı'nı karşılamaya gidiyor. Havaalanında Gürsel arabaya binince camı kapatıyor ve şoför duymasın diye arkaya oturuyor. Bizleri kastederek, 'Çocuklar ne yapıyor ?' diye soruyor. Madanoğlu, 'Paşam söz dinlemiyorlar' diye yanıtlıyor. Gürsel, 'bunlardan birkaçını Erzurum Kalesi'ne hapsetsek nasıl olur ?' diyor. Madanoğlu da 'iyi olur' diyor. 'Ne zaman yapalım ?' sorusuna da, 'bu Pazar' şeklinde yanıt veriyor. Konuştukları gün, Çarşamba ya da Perşembe. Orada anlaşıyorlar. O Pazar, 13 Kasım. Demek ki düzenin içinde bizzat Gürsel ve Madanoğlu var. Diğerleri Osman Köksal, Sami Küçük, Sezai Okan, Halim Menteş, Ekrem Acuner ve Mucip Ataklı..
   Tasfiye edilen biz On Dörtler, MBK'nin radikal kanadını oluşturuyorduk. 27 Mayıs'a bir amaç, bir yöntem ve bir politika kazandırmaya çalışıyorduk. O halde, 27 Mayıs'ın kendi politikasını ülkeye yerleştirmesinden memnun olmayacak bütün gruplar, normal olarak bizim karşımızdaydı. Bunların başında da CHP ve lideri İnönü geliyordu...

  (...) Türkiye'de Özel Harp Dairesi diye ifade edilen, Batı'da Gladio denilen, basında Kontrgerilla olarak duyduğumuz gücün, 27 Mayıs'a ve onu izleyen MBK iktidarına ilgisiz kalması mümkün değildi. Benim kanaatım, 27 Mayıs Komitesi' ni, bizleri, onlar teşhis edemedi. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen, içimizden birinin onlarla temas kurduğuna dair bir bilgi yok elimizde. Biz, çok genç subaylardık. Bizimle ilişkileri yoktu. Tanımaları zaten mümkün değildi. Olsa olsa generallerle ilişkileri olabilirdi..Kısacası İhtilal, Amerikalılar içinde sürpriz oldu !..."
  

( "Devrim ve Demokrasi", Numan Esin ; "İhtilalin Mantığı" Ş.S. Aydemir ; "Bir Numaralı Tanık", Kurtul Altuğ  kaynak olarak kullanılmıştır..) 

 

27 Mayıs 2011 Cuma

30 ) BİR TARİH KOKTEYLİ !...

   Bilgisayarımdaki teknik bir arıza nedeniyle, bazı kayıtlarımın virütik enfeksiyon (!) tanısıyla sizlere ömür  oluşu yayında bazı aksamalara neden oldu. Önce bunun için özür diliyorum …
   Bugün belirli bir konu üzerinde yoğunlaşmadan, kısa ve aynı zamanda belirli bir ilişki düzeni gözetmeksizin bir yazı sunmaya çalışacağım. Ayrıca bunun için de özür dilerim !...


 * Sultan, matematikçi, astronom ve müneccim Uluğ Bey,Timurlenk’in torununun oğluydu.. Dönemindeki bütün gökbilimcileri gibi, bir müneccimdi. En meşhur kehaneti de kendisiyle ilgiliydi : Kendi falına bakmış ve büyük oğlu Abdüllatif tarafından öldürüleceğini görmüştü. Uluğ Bey onunla ilişkileri kesti, küçük oğluna yakınlaştı. Ama sonunda gördüğü başına geldi : Hac yolunda oğlu Abdüllatif tarafından öldürüldü !..

 * Osmanlı’nın ilk dönemlerinde, gayrimüslimlerin kıyafetlerine karışılmazdı. Nitekim, 15.yüzyılın ortalarında, Türkiye’ye yerleşmiş olan Yahudi İsak Zarfati, ”Burada en iyi elbiseleri giyebilirsiniz. Hıristiyan egemenliğinde, çocuklarınızı mosmor veya kıpkızıl dövülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmadan, asla ’mavi’ ve ‘kırmızı‘ renkli elbiseler giydiremezsiniz..” diyerek Avrupa’daki Yahudileri Osmanlı topraklarına çağırıyordu.
    16.yüzyılın sonlarında, Kanuni’nin torunu III. Murad döneminde, giyim konusunda gayrimüslimler üzerindeki devlet baskısı iyice arttı. Gayrimüslimler, devletin emriyle, kendi kimliklerini ortaya koyacak biçimde giyinmeye başladılar. 4.Eylül.1577 tarihli ferman ile de, Müslüman olmayanların ipek elbise giymesi, hatta elbiselerine ipek işlemeler yaptırmaları yasaklandı  Gayrimüslimler, Müslümanlar gibi sarıkla dolaşırlardı. Yahudiler sarı renkli sarık, Ermeniler alaca renkli tülbent, diğer Hıristiyanlar mavi renkli sarık takarlardı. Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Frenkler (Latin Katolikleri) yani Avrupalı Hıristiyanlar da siyah renkli şapka kullanırlardı.

 * Evliya Çelebi 1671’de İzmir’den geçer. Frenklerin yararlandıkları statü karşısında duyduğu şaşkınlık belirtilmeye değer: ”Soluk renkli Frenkler gemilerle geliyorlar, Smyrna’nın yarısı adeta Frengistan. Herhangi biri bir kafire tokat atsa, inzibat güçleri onu yakalayıp hiç acımadan kadıya götürüyor. Kadı da onu ya öldürüyor ya da cesedini anında yok edecek olan kafirlere öldürtüyor.(…) Kafirlerin evleri kentin kuzeyinde sahil boyunda bulunuyor. Bunlar büyük ve birkaç katlı evler. Frenkler durmadan birbirlerinin evine gidip geliyorlar.”

  * Yeniçeri Ocağı’ nda ilk zamanlar disiplin tamdı. Kurallara uymayan yeniçeriye, yere yatırılıp 80 değneğe kadar sopa vurulur; kimileri “merd-i tımar”, ”merd-i kale”, ”defter çalığı” damgalamasıyla Ocaktan atılır; cinayet işleyenler Rumelihisarı’nda boğulduktan sonra ayağına taş bağlanıp denize atılırdı. Bu infazdan sonra hisardan top atılması da usuldendi.

  * 1861 yılında Bağdat’ta görülen kolera, üç dört sene içinde Kudüs, Kıbrıs, Girit, İzmir ve Edirne’ye ulaşmış, nihayet İstanbul’u etkisine almıştı. Güçlükle bastırılan salgın binlerce kişinin ölümüne sebep oldu ve büyük korku yarattı. Devrin padişahı Sultan Abdülaziz, salgının yok edilmesinde yararlık gösterenlere verilmek üzere “Kolera Madalyası” adıyla bir madalya bile çıkarmıştı.

* İstanbul coğrafi bakımdan dünyanın seçme yerlerinden olup ona sahip olan devletin başka devletlere hakim olması tabii idi. Osmanlılar İstanbul’a yerleşerek kuvvetlerini arttırıp başkalarına galebe imkanlarını hazırladılar. İstanbul fetih olunmasaydı Devlet-i Aliye bu kuvvete ulaşamazdı.
Napolyon dermiş ki: Dünyada tek hükümet olsa,merkezi İstanbul olmalıdır.
  
* Öteden beri kral bayrağının rengi beyaz ve Paris şehri bayraklarının rengi kırmızı-mavi iken La Fayatte , milletle hükümet arasında birlik husulüne alamet olmak üzere bu üç rengi birleştirerek milli muhafızların bandırasını meydana getirmişti. Halen Fransız bayrağı bu üç renkten meydana gelmiştir. 

* 1822’de Hurşit Paşa’ya bir kabza kılıç, maiyetinde bulunan kumandanlara kürkler yollandı. Tepedelenli’nin, çocuk ve torunlarının mal ve mülkleri devletçe zapt edildi. Kaledeki mahzenleri açıldığında 4 seneye yetecek ekmek ve su ve pek çok mühimmat çıktı. Çıkan paradan 4.000 kesesi Hurşit Paşa’ya, 500 kesesi onun maiyetindeki vezirlere, 600 kesesi Mora başbuğu Seyit Ali Paşa’ya verildi. Geriye kalan 30.000 kese altın İstanbul’a getirildi. Mücevherleri her nasılsa zayi olmuştu !.
    Kendisinin Korfu’da bir çok emanet parası olduğu rivayet edilirse de kimin nezdinde olduğu bilinemedi. Bir çok gömülü parası olduğu da söylenmesine rağmen yerleri meçhul kalmıştır. Tevkif ve idamı sırasında kıymetli eşyasının zayi olmuş olması ihtimali vardır..

 * Tarihi bir metni resimlendirmek için bir dizi padişah portresi yaptıran ilk sultan, Murad’dı. Sokollu Mehmed Paşa’nın 1579’da öldürülmesinden önce tamamlanan bu dizi, Veziriazamın Venedik’e, muhtemelen Paolo Veronese’nin atölyesine sipariş ettiği sultan portrelerine dayanıyordu…

 *  Levant şirketinin papazı İngiliz Dr John Covel, Sultan IV. Mehmed’in 14-29 Mayıs 1675’ te Edirne’de yaptırdığı sünnet şenliklerine katılmıştı. Şehzadelerle birlikte halktan çok sayıda çocuk da sünnet edilmiş ve Dr Covel olayı gözlemlemişti.. -“Hatta,” diyordu, ”Türkler görmenizi engellemek bir yana, size yol bile açıyorlar..Yüzlercesinin sünnet edildiğini gördüm (13 gecede yaklaşık 2000 sünnet oldu)…İleri yaşta da çok kişi vardı, özellikle de Türk olan dönmeler. Müslümanlığa geçiş uygulamasında birkaç duruma tanık oldum. Kişi Padişah’ın ve Vezir’in önüne gidiyor ve külahını yere atıyor ya da sağ elini ya da işaret parmağını kaldırıyordu; sonra derhal (bu amaçla orada duran) görevli tarafından götürülüp, diğerleriyle birlikte sünnet ediliyordu. Vezir’in huzuruna çıktıktan sonra çadıra sıçrayıp, oynayarak gelen 20 yaşlarında bir Rus gördüm, ama kesildikten sonra (ileri yaşlardaki çoğu gibi) suratı asılmıştı. Bir gece, Vezir’in yolunu soran bir gence rastladık. Köylü bir delikanlı olduğu için, Vezir’den ne istediğini sorduk. Bize kardeşinin Türk olduğunu, gidip onu bulacağını, kendisinin de sünnet olacağını söyledi; ki gün sonra dediğini yapmıştı…Bu 13 gün içinde en az 200 kişi din değiştirdi…”

*  Beyoğlu’nun en büyük bonmarşelerinden biri de “Baker “ mağazalarıdır. Hazır giyim ve tuhafiye üzerine çalışır. Sahibi George Baker adında bir İngilizdir ki Abdülhamid’den soğuk hava depoları ayrıcalığı da sızdırmıştır. Hazretin beş oğlu, iki de kızı vardır. Oğlanlardan üçü İngiltere’ye gidip iş tutmuşlarsa da, ikisi İstanbul’da kalıp baba işini sürdürmüşlerdir. Baba Baker’in Taksim’de saraylar kadar büyük bir konağı da vardır. Orada 21 Şubat 1905 günü öldüğü vakit 93 yaşında bulunuyordu. Bu bilgileri öyle her yerde kolayca bulamazsınız, ölüsü Şirketi Hayriye’nin 43 numara vapuruyla Haydarpaşa’ya geçirilmiş ve Selimiye Kışlası altındaki İngiliz Mezarlığına gömülmüştür. Cenaze töreninde Abdülhamid adına bir yaveri bulunmuştu. 

  *  Erkek terzilerin en ünlüsü “Mir et Coutereau”dur. Yeşilçam Sokağı’nın köşesini tutan terzihane mirasyediler, paşalar,vezirler ve kalantorlara 5 altına kostüm diker. Bir hamlacı giysisi içinse 13 altın ödemek gerekir.
   Sermet Muhtar Alus, diğer ünlü terzi Botter’ı şöyle tanımlar :
“Mağazasında çifter çifter tezgahtar, makastar. Diyelim ki bir kostüm ısmarlayacaksın, kumaş ondan olarak, en aşağı 10 tane sarı altın, Redingot, bonjur, pardesü, palto buna göre ve pahası daha yüksek. Şunu da unutmayalım, o vakitler bizim beyefendiler arasında smokin ve frak modası hiç yok.
    Bu lüks terzibaşıya devam edildiğini caddeden gelip geçen yar ve ağyara göstermek için konak arabasından inince mağazanın kapısında da dakikalarca dikilip duranlar; duruş uzasın diye binbir bahane arayanlar; koltuklarında “Levand Herald”, ”Stamboul”, ”Monıteur Orıental” gazeteleriyle koşan müvezzileri çağırıp, bozukluğu varken çeyreği, mecidiyeyi uzatarak üstünü alıncaya kadar bekleyenler olurdu. Dahası, o çağın en fiyakalı kahve ve lokantası sayılan ”Splendıde” te, camekanın önünde bir limonata içer ya da bir pasta yerken, etrafa duyuracak biçimde garsona seslenenler bile bulunurdu : ‘Niko, vestiyerde paltomun cebinde cigara paketim var, getir onu bana.. Şu lacivert tiftik, geçen hafta Botten’a yaptırdığım canım !’”

 * İngiltere’de erkeklerin karısını satması boşamanın kaba bir biçimi sayılıyordur. Satışın yasal bir nitelik kazanabilmesi için kadının boynuna bir de tasma takılması gerekiyordur. Erkeklerin onurunu artıran bu işler 1837 yılında suç sayılmaya başlar. O yıl, Yorhshıre Mahkemesi, Yoshua Yach-bou adında birini, karısını sattığından dolayı, bir ay süre ile ağır hapse çarptırmıştır…
   10 Ocak 1824 günlü ve 3870 sayılı “Brıstol Journal” da bu konuda şöyle bir haber yer alır:
“-Cumartesi günü, Feake adında bir köylü, Chıppıug Ougar hayvan pazarında karısını 10 şilinge satmıştır. Pazardaki satışlarda hayvan başına 1 peni vergi verilmesi gerektiğinden görevli parayı satıcıdan istemiş ve almıştır…

  * Seferde bağlı oldukları bölükten yahut Orta’ dan firar eden yeniçeri neferlerinin yakalanıp geri getirildikten sonra cellada verilip idam edildikleri çadıra “Leylek Çadırı “ denirdi. Bu çadır ordu karargahının tam ortasına kurulurdu…


   

26 Mayıs 2011 Perşembe

29 ) EN BÜYÜK ŞAH : PADİŞAH ....

   Padişah kelimesi Farsça' dan geliyor. Padi ; Bey, Efendi ; Şah ise Hükümdar anlamında..Farsça'da Pad-Şah veya Pad-Şeh olarak kullanılmış. M.S. 3-7. yüzyıllar arasında İran'a hükmeden Sasaniler kullanmış ilk kez bu unvanı..
  "Şahların en büyüğü" dendiği zaman zaten akan sular duruyor !.. Tüm imparatorluğun tek hakimi !.. İmparatorluğun 16 ve 17. yüzyıllarda kapladığı toprakları, tüm o topraklarda yaşayan insanları bir düşünün ve bütün bunların yönetiminin bir tek kişinin elinde olduğunu düşünün..İnsanın aklı duracak gibi oluyor değil mi ?..
   Ama, bir tek insanın eline bırakılamayacak kadar grift bir de yapısı var Osmanlı' nın. Öyle bir sistem kurup geliştirmişler ki ; baştaki padişah bazen yetersiz, bazen deli,  bazen de çocuk olsa bile, imparatorluğun idaresinde fazla bir aksama olmamış...
   Çeşitli rastlantılar sonucu, 17. yüzyılın ilk yarısında tahta çıkan sultanların çoğu çocuk yaşta, hiçbir siyasal tecrübe edinmeden hükümdar oldular. I. Ahmed 1603' te 13 yaşında, II. Osman 1618' de 13 yaşında, IV. Murad 1623' te 11 yaşında, IV. Mehmed 1648'de 6 yaşında tahta çıktı. Aynı dönemin padişahlarından I. Mustafa düpedüz deli idi ; "deli" namıyla anılan İbrahim ise deli olmasa bile dengesiz biriydi..
   Demek ki bir yandan şehzadelerin sancağa çıkmalarının önlenmesi, bir yandan hazırlıksız ve yeteneksiz padişahların tahta oturmaları sonucu sultanın devlet ve toplum içindeki yeri sarsılmaya başlamıştı.Sancakbeyi olan ve asker besleyen şehzadelerin çatışmaları önlendi gerçi, fakat bu sefer hangi şehzadenin tahta geçeceği payitaht ve saray çevrelerinin, yani valide sultanların, yeniçeri ağalarının, vezirlerin ve ulemanın çekişmeleri ve dengelenmeleri ile belirlenir oldu...
   Ancak 1700 yılı civarında "Ekberiyet" usulü, yani en yaşlı Osmanoğlunun padişah olması ilkesi benimsendikten sonra tahta geçiş ülkeyi, payitahtı, sarayı uğraştıran ve karıştıran bir olay olmaktan çıktı. Fakat muhakkak ki hükümdarın böylesine yüceltildiği bir siyasal ortamda padişahın etkinliğinin azalması ciddi sorunlara yol açacaktı...
 
   Padişah, aklına estikçe savaş ilan etmiş, muazzam bir toplumu adeta insan deposu gibi kullanmış ; bir savaşta kaç kişi ölecek, kaç kişi sakat kalacak gibi basit ( ! ) hesaplar yapmamış ; savaş kazanılacak olursa, bunun karşılığında toplumun ne kazanacağını da düşünmemiştir büyük olasılıkla... Öyle ki, insan deposunun kullanımındaki rahatlık, gitgide silah teknolojisinde atılımlar yapma gereğini dahi unutturmuştur Saray' a...
   Bol bol insan ziyan ederek başarı kazanma çabaları, sadece kahramanlık edebiyatının pompalanmasıyla sürdürülüyor ve bununla yetiniliyordu..Aklın yarattığı teknoloji, cesaretin çoğalttığı şehitlerle nereye kadar dengelenebilirdi ki ?..

   Padişah III. Mehmed, idam edilen Veziri Azam Hadım Hasan Paşa ile Ali Ağa' nın giysilerinin satılmasını, parasının da kendisine gönderilmesini istiyor Yemişçi' den...
   Yemişçi, bu isteğe şu yanıtı veriyor : "...Otuz yıldan fazladır ki, ortalık bozulmaya yüz tutmuştur. İşkencesiz kimseden ödünç akçe alma olanağı yoktur. Bu ise ne saltanatın namusuna uyar, ne de şer-i şerife.. Hasan Paşa  ile Ali Ağa' nın gerçi bazı kaba saba giysileri vardır ama bu giysilerin satılması zaman alacaktır.."
   Bir devlet ekonomisi düşünün ki, padişah da veziri de, hazineye para bulabilmek için idam edilmiş kişilerin giysilerinden medet umup onların ne zaman satılacağını izliyorlar.
   Öyleyse neden yapılmıştır onca savaş, onca baskın, onca saldırı ve niye öldürülmüştür yüz binlerce insan ?..
 
   Osmanlı yöneticileri bu tür bir düşünce berraklığına alışık değildiler. O yüzden de ne bir Bacon çıkabildi o dünyadan, ne de bir Descartes...
   Milattan 450 yıl önce yaşamış olan Sokrates' in aklını taktığı bir söz vardı : "Gnothi Seauton" yani "Kendini bil, kendini tanı"...O tarihlerde Delfi' deki Apollon Tapınağı' nın ön yüzüne, kocaman harflerle kazılarak yazılmış bir sözmüş bu...
   Kişi ki kendini sandığı kadar bir türlü bilemez ; ya yaşadığı toplumu ve tarihini bilse bilse ne kadar bilebilir ?
Bu, toplum ve onun tarihi ile birlikte sürekli soluk alıp verme sorunudur...
   Osmanlı'nın objektif bir analizini yapmak hem zor hem kolaydır. Zordur, çünkü monarşik devlet modellerinden hiçbirine uymamaktadır. Hünkarın en büyük oğlunun tahtın doğal varisi sayıldığı düzen benimsenmemiştir. Tahtı ele geçiren oğlun, tüm erkek kardeşlerini öldürmesine hak tanıyan "Fatih Kanunnamesi" , ailenin kendi içinde bulunması gereken hiyerarşiyi, tam bir anarşiye döndürmüştür..

  Padişah egemenlik alanını karalar, denizler, itibar ve itaat temelinde ölçüyordu. O, "İki denizin ve iki kıtanın hakimi" ve "Alemin sığınacağı yer (Alempenah)" idi. İki unvan da mekanı ifade etmekle birlikte, burada daha çok, padişahın geniş otoritesi ve gücü anlatılmaktaydı...
   Padişahın ülkesi idari birimleri ve çeşitli rütbelerde idarecileri olan bir yerdir, ancak bu toprakların sınırlı oluşu egemen gücün yansıtılmasında önemli faktör değildir. Önemli olan kamusal ve kutsal alanlarda padişahın isminin tanınması, telaffuz edilmesi ve buyruklarına uyulmasıdır.

   Osmanlı yöneticileri arasında çekişmeler, bölünmeler, gruplaşmalar olduğu muhakkak. Hatta bu gruplaşmalarda etnik- yöresel köken de önemli bir unsur sayılabilir ; yöneticiler arasında örneğin Bosnalı ya da Çerkez dayanışması saptanabilir belirli dönemlerde..
   Fakat çatışma Türk olanla olmayan arasında değildi. Türkçe öğrenen, Müslüman olan her Osmanlı aynı şekilde hizmet ediyordu Sultan'a.. Osmanlı siyasal anlayışı da bu idi : Osmanoğullarına hizmet esastı, yoksa Türklüğe değil..Osmanlı dilinde Osmanlı Devleti' nin adı da "devlet-i al-i Osman" idi, yani Osmanoğulları Devleti...
   Osmanlı düşünürlerinin daha önceki Müslüman bilgelerinden aktardıkları siyaset anlayışına göre her toplum dört unsurdan oluşuyordu : Savaşçılar, bilim ve kalem erbabı, tüccarlar, tarımsal üreticiler yani çiftçiler..
   Toplum düzeni bu dört cins insanın birbirine baskın çıkmadan, birbirinin yerini kapmadan geçinmesi olarak anlaşılıyordu. Toplumsal unsurları yerli yerinde tutmak, herkesin, her grubun haddini bilmesini sağlamak ise ancak padişahın gerçekleştirebileceği  zorlu bir görevdi. Adalet, padişahın bütün toplumsal unsurların çok üstünde kalarak bunlar arasındaki dengeyi kurması ve sürdürmesi olarak görülüyordu..
   Osmanlı Devletinin ilk üç yüzyılında toplumda en önemli ayırım dinsel ya da ekonomik değil, devlet ilişkisi açısındandı. Devlet hizmeti görüp, devlet gelirinden pay alan askerilerle üretici ve vergi ödeyen halk yani  reaya arasındaki iki temel ayrım...
   İşte padişahın temel işlevi de bu iki ana grubun birbirinden ayrı fakat dengeli, düzenli ve ahenkli bir biçimde yaşamasını, yani askerinin disiplin içinde görev yapmasını, reayanın ezilmeden, haksızlığa uğramadan, mümkün olduğunca refah içinde geçinmesini sağlamaktı...

   Osmanlı tarihi, üstünde belge belge çalışılmış ve tekrar tekrar işlenmiş berrak bir tarih değil. Bunun bir nedeni  tarihe karşı bir meraktan yoksunluk..İkinci nedeni, geçmişi ille de günün siyasal rüzgarlarına uygun olarak yorumlamak zorunluğu . Üçüncü nedeni de anlatım bozukluğu...

24 Mayıs 2011 Salı

28 ) ELÇİYE ZEVAL OLMAZ !..( 2 )

   İnsanlık tarihinin ilk diplomatlarının Melekler olduğuna inanılır. Melekler, cennetten inerek insana Yaradan' ın kutsal mesajını ilettikleri için dokunulmazdırlar...
  "Elçiye zeval olmaz", diplomasinin özüdür ama bu, elçilerin başına hiç bir şey gelmediği anlamına gelmez...

   Hotin Antlaşması'nın bir maddesi uyarınca, 1622 yılında Zbaras Dükü üç yüz kişilik görkemli bir topluluğun başında İstanbul'a geldi. Atlarının İstanbul sokaklarında gümüş nallarını kaybettikleri söylenir. Tam da bir yeniçeri ayaklanmasının ortasında, II. Osman'ın tahttan indirilip yerine I. Mustafa'nın geçtiği bir sırada gelmişlerdi. Leh elçi, güçlükle kalacak bir yer buldu, çünkü kendisine tahsis edilen evde sipahiler oturuyordu ve çıkmayı reddediyorlardı. Bir süre sonra tayınını da alamaz oldu ve sürekli zindana atılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Leh elçi, etrafında olup bitenleri kavrayamayan Sultan'ın huzuruna ancak büyük çabalardan sonra çıkabildi.
Tehditlere ve hakaretlere maruz kaldı. Yaşlı vezir, Leh Kralı'nı, "Yahudi ve hırsız" diye adlandıracak ve elçisini boynuna zincir vurmakla tehdit edecek kadar ileri gitti. Yedi yıllık barış ve ittifak talebi ile gelmiş olan Rus temsilci de Leh elçisinin bu şekilde muamele görmesine sebep olmuştu...

   Sultan İbrahim' in son günlerinde Venedik temsilcisi Ballarino sekreterleriyle birlikte zindana atılmıştı. Luigi Contari' nin olağanüstü elçi olarak İstanbul'a geleceği haberi hiçbir etki yaratmadı. Sadrazam Venedik baliosunu casus olarak görüyordu ve elinde olsa kovardı. Sonunda balioyu da tutuklattı, öfkeli bir kalabalığın arasından geçirerek Yedikule zindanlarına gönderdi, hizmetlilerini zincire vurdurdu ve birinci tercümanı Giovanni Antonio Grillo' yu astırdı. Fransız ve İngiliz elçilerin tüm çabaları sonuçsuzdu...

   12 Kasım 1712' de ise Babıali' ye gelen Rus elçisinin huzurunda III. Ahmed sadrazama Rus Çarı' nın barış şartlarını neden hala yerine getirmediğini sorduktan sonra Moskova' ya savaş ilanı gönderildi ve rehineler Yedikule zindanına atıldı..
 
   Bu üç örnek, elçilerin o devirlerde bal gibi dokunulabilir olduğuna delil !...

   Elçi ve tercüman katli, onursuz bir davranış olduğundan çok yaygın değildi ama özellikle Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca krallar, gizli mesaj taşıyan elçi ve ulakların dokunulmazlığını garanti etmemiştir. Bu nedenle şifreli mesajlar çok yüksek bir bedelle, kaftanlarının içine dikilmek suretiyle tüccarlara taşıtılmıştır.

   17. yüzyılda sürekli diplomasiye geçilinceye kadar diplomatik ayrıcalıklar, diplomatın temsil ettiği ülkenin saygınlığına olduğu kadar, diplomatın acar karakterine de bağlıydı. İdeal diplomat, elbette dürüst, sadık ve ilkeli olmalıydı ama ; esprili, uyanık, hoşsohbet, yemek sofralarında saatlerce oturabilen ve dozunda dedikodu yapabilen biri olması da önemliydi.

   Osmanlı Devleti' nin en yüksek rütbeli memurları, pazarlıklar sırasında tamamiyle sultanlarının gücüne dayalı, dürüst bir diplomasi kullanıyorlardı. Ragusalılar (Dubrovnik) 15.yüzyılda, "Türkler önce sert davranır, sonra yumuşarlar" demişlerdi..
   Venedik ise bir seferinde bu konuda kendi acı tecrübelerini sahip Macar Kralı' na şöyle yazmıştı, "Türklerin, para için her şeyi yapma alışkanlıklarını siz de biliyorsunuz ; kim daha fazla para verirse, o kazanır.."
   Ve başka bir yazıda da, "Parasız hiçbir şey olmaz, zira Divan-ı Hümayun para istiyor, boş vaatler değil." demişler...
   Birçok yeri gezen Venedikli bir gezgin olan De La Broquiere ise şu eklemeleri yapıyor : " Türklerin doğasına göre, bir kez yüksek bir fiyat belirlendikten sonra, bu fiyattan vazgeçmeleri için çok önemli bir sebep olması gerekir..."
   Bir elçi, hazine ve vezirin kendisi için istenen meblağı getirmediği takdirde reddedilir, hatta bazı durumlarda mahpus bile tutulurdu...

   Diplomat, Cicero' nun tanımındaki gibi, "Kişisel çıkarları yerine kamu yararını gözeten, yozlaşma ve baskıya karşı çıkan ve hayattaki amaçlardan en asil olanı, yani ülkenin şeref ve zaferi için çalışan" kişiydi...
   Ama aynı zamanda, keyifli ortamları arayan, yaratan, bilgi çalan, saklayan, oyunu her zaman kurallarına göre oynamayan biriydi..

   Machiavelli' ye göre ; "Tembelin şereflisi",  Hollandalı Wicquefort' a göre, "Casusun şereflisi " idi.. Ateş üzerinde yürüyen bir cambazdı !...

   17. yüzyılda Kuzey Avrupa' da görev yapan bir diplomatın söylediği gibi ; "Yalan söylemek ve kandırmak şerefli bir insanın hamurunda yoktur ama ülkeye hizmet ederken, bazen başka bir seçenek kalmaz.."

   Machiavelli, "Raffaello'ya Öğütler" adıyla anılan ve 1522 yılında yazdığı bir mektupta, diplomatın beş görevini şöyle sıralar :
" 1. Hizmetinde olduğu hükümdarın karakterini çok iyi bilmek,  
  2. Gerektiğinde hükümdarın fevriliğini kontrol edebilmek,
  3. Oturumlarda en açık ve kolaylık sağlayacak konumu elde edecek şekilde kendini ayarlamak,
  4. Yetkin, açık görüşlü, dürüst, arkadan vurmayan, ikiyüzlü olmayan ve başka şeye inanıp başka şey      söylermiş gibi görünmeyen bir insan olduğuna dair şöhret kazanmak,
  5. Bazen bir gerçeği hükümdara karşı gizlemek gerektiğinde, gizlenen gerçeğin açığa çıkma olasılığı karşısında hazır ve çabuk bir savunma sahibi olmak..."

   Napoleon' un 1798 yılında Mısır seferine çıkacağı Paris gazetelerinde yazılmaktadır. Haberler ve yorumlar bu sefere yoğunlaşmıştır. Sadece Fransız değil, tüm Avrupa basınında bu yayınlar yapılırken, Paris' teki Osmanlı elçisi Seyyid Ali Efendi İstanbul'a tam aksini rapor ediyor. Oysa büyükelçinin bu raporu yazdığı gün Napoleon üç haftadır Mısır topraklarındadır !... Seyyid Ali Efendi ya gazete okumamaktadır, ya da gazetelere inanmamaktadır.
   Büyüelçi sadece Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrand' ın "Hiç merak etmeyin, yok böyle bir şey" diye verdiği güvenceye inanmıştır.
   Bu raporu okuduğunda Sultan III. Selim kağıdın altına "Ne eşek herifmiş " diye not düşmüş !...

   Hinduların ünlü Manu Yasaları 'ndaki "Barış ve savaş elçilere kalmıştır ; zira ittifakları kuran ve bozan onlardır" kuralı, hükmünü çoktan yitirmiştir, büyük diplomatlar çağı bitmiştir.

   José Calvet de Maqalhaes ; "Diplomasinin Saf Hali" ( The Pure Concept of Diplomacy ) adlı kitabında şöyle der : ""Diplomatik uygulamaların binlerce yıldır ve bildiğimiz tüm uygarlıklarda sürmüş olması, diplomasinin dönüşüme uğrayabileceğini, yoğunluk kazanıp kaybedebileceğini, ama asla çöpe atılamayacağını gösterir."..

   Tereciye tere satılmaz .. Tüm IR mezunlarının hoşgörüsüne sığınarak, sevgiler..

23 Mayıs 2011 Pazartesi

27 ) İLGİNÇ YÖNLERİYLE YENİÇERİLER ( 2 )

  

    Katledilen II. Osman, ordu içinde bölünmelere de neden olmuştu. Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa, bu cinayeti  bahane ederek isyan ettiğinde ; Erzurum’ dan Sivas’a kadar Doğu Anadolu’da, eline düşen yeniçeriyi aman vermeden öldürmeye başladı. Yeniçeriler de, muhafızı oldukları kaleleri bırakıp, kıyafet değiştirerek İstanbul yoluna düşmüşlerdi…
  Abaza Paşa’nın karakolları, yolda şüpheli yolcuları çevirir, uzun paçalı şalvarlarını sıyırtıp, diz ve bacaklarına bakarlardı. Çünkü yeniçeriler daima boyu dize kadar olan çakşır giyerlerdi. Bu yüzden dizleri, baldırları, bacakları güneş yanığı, üst tarafları ise beyaz olurdu. Böylelerini yakalayınca hemen çökertip boynunu vururlardı. Kısa çakşır giyen ve yeniçerilikle hiçbir ilgisi olmayan nice masum köylü, kentli boş yere öldürülmüştü.. Eğer o zamanlar nişan dövmeleri olsaydı, boşu boşuna  bunca insan ölmezdi..   

  “Balık baştan kokar !..” sözünü doğrularcasına, Osmanlı’nın bu en kötü döneminde, tüm idareciler de kötü olunca, şimdi anlatacağım olay gibi olaylar da çoğalıyordu :
  1623 yılında, bir divan günü sipahilerle yeniçeriler Kubbealtı’na hücum ettiler ; Gürcü Mehmed Paşa’ya, “Biz seni istemeyiz ! Sadaretten çekil yoksa seni paralarız !” dediler. Mehmed Paşa hiç direnmedi, mührünü teslim ederek istifa etti. Saray’dan padişah adına, “Kul kimi ister ? “ diye sorulduğunda, “Mere Hüseyin Paşa’yı isteriz ! “ bağrışmaları yükselince mühür bu vezirin koynuna girdi..
  Gençliğinde aşçı yamaklığı yapmış olduğu söylenen Mere Hüseyin Paşa şükran borcunu Ağakapısı’na 1.000 kelle şeker göndererek ve orta camisine de ibrişim seccadeler döşemekle ödedi.
  O zamanlar şeker çok değerliydi. Toz şeker ve kesme şeker yoktu ; şeker Avrupa’dan geliyordu. 5-6 okka çeken (6-7,5 kg.), külah şeklinde dökülmüş şekere “kelle” deniyordu. 1.000 kelle, yaklaşık 6-7 tonluk bir miktar tutuyordu ki, bu muazzam bir miktardı.. Devletli vezir piyasadan belki de bütün şekeri kaldırmış, en azından bir çarşı malını göndermişti !..
  Bu paşanın ilk sadareti 25 gün sürmüştü ; ikincisi biraz “tatlandığından” , yedi ay sürdü !..


  1688 yılı Mart ayı başında çıkan yeniçeri isyanında, bu defa esnaf ve halk yeniçerilere karşı cephe almış ve Sancak-ı Şerif’ i çıkartıp üzerlerine yürüyerek yaklaşık 400 yeniçerinin öldürülmesi ve idamıyla son bulan olaylar sonucu yeniçeri ağaları egemenliği bitmişti.
  Bir hafta sonra, 8 Mart 1688 Pazar gecesi, İstanbul’da Balıkpazarı Kapısı dışında bir meyhanede yangın çıktı, sur içine atladı ve şehrin büyük bir kısmını kül etti. O tarihte yangın tulumbacılığı teşkilatı daha kurulmamıştı ; fakat yangınları söndürmeye koşmak da yeniçerilerin görevlerindendi. Yeniçeriler bu yangına seyirci kaldılar, hatta, “ Bre yoldaşlar ne durur seyredersiniz ?” diyenlere de, “Sancak-ı Şerif çıkartıp kulu kırmak iyi miydi ? Ko yansın şehirli keferesi ! “ dediler.. Bu yangında 1.500 ev, 5.000 dükkan yeniçeri ihaneti yüzünden yandı denilebilir. Ocak artık kanlı ihtilallerin kundağı haline gelmişti. İlk fırsatta fitne ateşi parlayıverecekti.
  1688 isyanı, bir savaşın içinde, en buhranlı bir bozgun devrinde çıkmıştı. Avusturya, Rusya, Polonya ve Venedik’le savaş halindeydik. Yeniçeriler İstanbul’da vezir sarayı ve çarşılar yağma ederken cephelerde yeniliyorduk ; 8 Eylül 1688’ de Avusturyalılar Belgrad’ ı aldılar… Belgrad  ki o tarihte, iç ülkede bir ordu merkeziydi..

  İstanbul, 1730 ihtilalinden 1808’ e kadar, yani 78 yıl yeniçeri isyanı görmedi.  Bu süre içinde tahttan padişah indirmeyen ve padişahtan vezir kellesi istemeyen yeniçeriler, yüzyılın yeni silahlarını bilen, yeni savaş tekniklerini öğrenen, talim terbiye kabul eder asker de olmadılar. Talimleri testiye ve yumurtaya kurşun atmak, ıslak keçeye pala çalmaktan ibaret oldu…
  İstanbul’da ve taşrada şehirlerin kabadayıları oldular, şehirlerin asayiş ve inzibatı yeniçeri ocağına bırakılmıştı. Bütün esnaf ocağa yazıldı ve işinde, ocaklı ayrıcalığına dayanarak başına buyruk hareket etti, halkın gıdasıyla oynandı. İçlerinde kötülüklerinin cezasını çekenler, hatta başını verenler çok oldu ; ama yakasını ele vermeyenler de kabadayılık, vurgunculuk, haraççılık yolunda devam etti. Bu yolun kaçınılmaz icabı, kendi boylarından rakiplerle karşılaştılar. Bu sefer de “meydan ya senindir ya benim” diyerek kanlı dövüşler oldu. İtlik, külhanilik, bıçkınlık cahil gençler arasında salgın halini aldı. Türlü uygunsuzluk, sapıklık, ahlaksızlık kabadayılık şanından bilindi.
  Yani kısacası, yeniçeri ocağı son yüzyılında askerliğin şerefini tamamen kaybetmişti…
  1700’lü yılların sonlarında ; cephelere, seferli kadronun dörtte biri zor sevk edilebiliyordu. Örneğin İstanbul’dan parlak bir ordu alayı ile çıkan yeniçerilerin dörtte üçü, şehir dışında ilk konak yeri olan Davutpaşa ordugahından, daha o alay gününün akşamı, şehre kaçıp günlük işinin başına dönmüş olurdu !... Zabitler bunları asla geri getiremeyeceklerini bildikleri için ihbar etmektense göz yummayı tercih ederlerdi. Örneğin 100 askeri olan bir odabaşı, 25 askerin seferi ulufesini dağıtır, var gösterip 75 sefer kaçkınının ulufesini de kendi kesesine atar, uygun bir miktarını da çorbacısına pay olarak ayırırdı. Soyulan devlet hazinesiydi, yıkılan devlet binasıydı. Felaketten felakete sürüklenen, atalarının fethettiği ve yüzyıllar boyunca yerleşerek imar ettiği ve nüfusunun da pek çok kasabada yüzde seksen çoğunluğunu teşkil ettiği koca koca ülkelerden muhacir olup çekilen de Türk Milletiydi…
    
  Sultan III. Selim zamanında, Yemiş İskelesi kayıkçılarından Poyrazlı Mustafa adlı bir yeniçeri, Balıkpazarı’ndaki bir meyhanecinin oğlunu bıçak zoruyla kaçırıp, aynı iskele yakınlarındaki kayıkhanelerde bulunan odasına kapatmıştı. Çocuğu kurtarmak için Çardak kolluğu çorbacısı Hüseyin Ağa, bütün kolluk kuvvetiyle kayıkhaneyi basmış, çıkan çarpışmada kolluk askerlerinden biri ölmüştü. Poyrazlı Mustafa idam edilmek üzere kayıkla Rumelihisarı’na götürülürken Tophane önlerinde kayıktan atlamış, fakat kendisi de kayıkçı olduğu halde yüzme bilmediğinden boğulmuştu. Olay akşam saatlerinde olduğu için karanlıkta cesedini bulamamışlardı. 3-4 gün sonra ceset su yüzüne çıkıp Sirkeci sahiline vurmuş, orada Girit’ten sabun getirmiş bir geminin yanında bulunmuştu. Bu sefer de o semtin kayıkçısı ve hamal yeniçerileri, “ Gemiciler bir yoldaşımızı katletmiş” diye ayaklanmıştı. Kaptan her ne kadar, “Bu ceset şişmiş, birkaç gündür denizde olduğu belli ; biz ise daha dün geldik,” diye feryat etse de kimse kulak asmamış ve bütün sabunlar yağma edilmişti…      

  İstanbul’daki bütün yeniçerilerin 15 Haziran 1826 şehir muharebesine katıldıkları söylenemez.. Büyük bir kısmı şehir dışına kaçtı. Genel af beklerlerken tam aksine II. Mahmud hepsini ölüm fermanlısı yaptı. Onlar da can kaygısıyla, uçsuz bucaksız Belgrad Ormanı’ na daldılar ve orada açlıktan ölmemek için eşkıyalığa başladılar. Yeni kurulan orduyla Belgrad Ormanı’nda amansız bir takip başlatıldı ve buradaki kıyım çok daha korkunç oldu…
  Güvenilir bir kaynak, 19.yüzyıl ünlü İngiliz yazarı Miss Julia Pardo’nun “Constantınopl” adlı eserinde bu olay anlatılır :
  “1823 yazına kadar Belgrad Ormanı kestane, gürgen, meşe, ceviz, ıhlamur, çınar ve her cins kerestelik ağaçlarla son derece zengindi. Yeniçeriler kaçıp Belgrad ve Mudanya ormanlarına saklandılar. Daha cüretkarları Anadolu’da ilerleyip Bursa dağlarına yayıldılar. Uzak görüşlü olmayanları Karadeniz sahillerindeki ormanlara sığındılar. Bir süre ot ve meyve ile beslenip af beklediler. Af çıkmayınca, 8-10 kişilik gruplar halinde yolculara saldırıp mallarını aldılar, kan akıttılar. Sonunda bütün yollar salimen geçilemez oldu. Hükümet peşlerine düştü fakat bu defa birleşip sayıları yüzleri bulunca, onlara da meydan okudular. Bu duruma çok kızan padişah yeniçerilerin saklandıkları ormanların yakılmasını emretti. Başta Belgrad Ormanı, çeşitli yerlerden tutuşturuldu. Civardaki tepelere de askerler yerleştirildi ve ormandan kaçanları vurdular. Yüzyıllardır heybetle duran, esrarengiz derinliklerine güneş sokmayan, balta girmemiş kısımlarında binlerce hayvan saklayan muazzam orman derhal ateş çemberiyle kuşatıldı. Karadeniz’ den esen rüzgar ateşi o kadar büyüttü ki, Bahçeköy Su Kemeri beyazlığını yitirip kızıl bakırı andırırken, iri ağaç gövdeleri dehşetli gürültülerle yere devrildiler. Bu sırada devamlı silah seslerine insan feryatları karışıyordu. Buradan bir tek canlı yeniçerinin çıktığına artık kimse inanamaz …”

  15. ve  16. yüzyıllarda, bazı kaynaklar göre, yeniçeri askerleri devlet otoritesi ile karşı karşıya kaldıklarında son çare olarak Anadolu’ya kaçarlarmış. O günün koşullarına göre İstanbul’un Rumeli yakasında Belgrad Ormanlarına, Anadolu yakasında ise Üsküdar sırtlarındaki Karacaahmed Mezarlığı’nın ardına ulaşan bir kaçağın yakalanması çok güç olduğundan, “Atı alan Üsküdar’ ı geçti..” sözü o zaman dilimize geçmiş…Ama 19.yüzyıla gelindiğinde bu söz geçerliliğini yitirmiş olmalı ki, yeniçeriler tarih sayfalarından bir anda silinmiş…

  Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra teşkilata bağlı askerlerin devam ettikleri hamamlar, kahvehaneler, kışlalar hiçbir iz kalmamacasına yok edildi. Yeniçerilik tarihine ışık tutacak kayıtların olduğu, Eski ve Yeni Odalar ile Süleymaniye’deki Ağa Kapısı’nda saklanan yeniçeri belgeleri, masraf ve ödeme defterleri ile sofra tezkireleri Saray’dan gelen emir doğrultusunda toplatıldı.
  Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir belgede, Yeniçeri Ocağı’ndan geriye kalan evrakın akıbeti ile ilgili ilginç bilgiler vardır. Belgede özetle, yeniçerilerden kalan evrakın Sultanahmet’te, Ayasofya Hamamı olarak da bilinen, Hürrem Sultan Çiftehamamı’na götürülerek burada yakılması için dönemin sadrazamından izin istenmektedir. Belgede evrakın yakıldığına dair bir kayıt yok. Yalnız sonraki tarihlerde yapılan araştırmalar ve yayınlar, bunların yaktırılmış olduğunu, bu işin günlerce sürdüğünü göstermektedir..
  Bazı kaynaklar yeniçeri kıyımını daha geniş bir alana yayarak yeniçerilere ait mezar taşlarının bile, dönemin padişahı II. Mahmud tarafından kırdırıldığını kaydediyor..
  1990’ lı senelerin başından bu yana özellikle İstanbul genelinde yapılan araştırmalarda, çok sayıda yeniçeri mezar taşının hala yerli yerinde durduğu, aradan bunca zaman geçmesine rağmen en azından yok edilmedikleri saptandı. Bu konuda araştırma yapan Burak Çetintaş’a göre, saptayıp fotoğrafladığı ve “yeniçeri mezar taşı” geneli içinde kabul edilebilecek mezar taşı sayısı yedi binin üzerindedir. Bunların dört yüzü aşkını ise mezarın sahibi olan yeniçerinin hayatta iken mensubu olduğu bölük veya Orta’nın işareti olan sembolü taşır..
  Onca plansız büyümeye, istimlak ve düzenleme adı altında yapılan yıkıma rağmen, bu yüksek sayıya ulaşabilmek, 1826’dan sonra bir yeniçeri mezar taşı kırımı olmadığının kanıtıdır…       

         

22 Mayıs 2011 Pazar

26 ) İLGİNÇ YÖNLERİYLE YENİÇERİLER ( 1 )

   

   Yeniçeri sistemi I. Murad zamanında Acemi Ocağı’nın pratik bir ekol olarak kurulmasıyla başlar.
   Acemi Oğlanların eğitildiği ilk Acemi Ocağı 1362 veya 1363  tarihlerinde Gelibolu’da açılmıştı. Yeniçeri Ocağı’nın ilk açılışı da aynı tarihe rastlar.
  Devşirme, özellikle II. Mehmed (Fatih) tarafından çok benimsenen bir metot  olmuştu. Bir İtalyan şöyle yazmıştı : “Sanki yeni bir halk yaratmak ister gibi, bu yöntemde dikkat çekici bir sebat sergiliyor… Eğer sultan farklı ırklara bir arada görev verirse  bütün ırklar birbirlerini geçmeye çalışırlar…Eğer ordu tek ırktan oluşuyorsa tehlike baş gösterir ; şevk kaybolur ve lakaytlık eğilimi görülür…”
   Devşirmenin asıl nedeni Türklere duyulan güvensizlikti.. 1453 yılından sonraki ilk 48 veziriazamdan sadece 18 tanesi doğma büyüme Türk’tü.. Kimi Türkler padişahın meclisi, yani Divan için, tiksintiyle “köle pazarı” ifadesini kullanırlardı..
  
   Hıristiyan ailelerden bazıları ise çocuklarının devşirilmesi karşısında büyük üzüntüye kapılırlardı. Bir şarkının sözleri şöyledir:
“ Lanet olsun sana ey İmparator, üç kere lanet olsun.
  Yapmış olduğun ve hala yaptığın kötülükler için.
  Yaşlıları ve papazları tutup zincire vurdun,
  Çocukları yeniçeri yapmak için..
  Anaları da ağlıyor, bacıları da, kardeşleri de
  Ben de ağlayacağım gözlerim çıkana kadar
  Geçen yıl oğlumdu giden, bu yıl kardeşim..”

  Bir an düşünmek gerek ; nasıl bir duygu yoğunluğu yaşanıyordu kim bilir o zamanlar.. Osmanlı gelmeden önce de derebeyleri yüzünden çalışma ve vergi nedenleriyle canı çıkan bir halk.. Sonra yeni efendiler geliyor ve her 40 hanede bir hanenin düzgün görünüşlü erkek çocuğu ellerinden alınıyor, Müslüman oluyor .. Belki bakmakta zorlanan fakir aileler mutlu oluyordur, gelecekteki hayatı iyi olacak diye ; ama durumu iyi olan, varlıklı aileler de var…

  Bir Türk ailenin yanında 2-3 yıl kalıp, hem Türkçe öğrenmiş, hem Müslümanlığın ilkelerini benimsemiş acemi oğlanlar, Aksaray’daki yeni Odalar’ a götürülüp Yeniçeri Ocağı’na teslim olurlardı. Acemi oğlanı kütüğe kaydolur kaydolmaz askerlik yevmiyesi  bağlanırdı.
 
  Yeniçeri Ocağı 196 Orta’ dan (tabur) ibaretti. Bunun 101 Orta’sı cemaatli ; 61 Orta’sı bölüklü , 34 Orta’ sı sekban idi..
  Padişah, 1. bölüklü Orta’ sının 1 numaralı askeri sayılırdı. Kütük defterinde padişahlık unvanı yazılmaz, sadece baba adı yazılırdı. Askerlik yevmiyesi 40 akçeydi. Üç aylığı 3.600 akçe tutardı. Kışlada 1. bölüklü Ortası’nın bir de taht odası vardı. Ulufe dağıtımının 3. günü padişah bir yeniçeri askeri kıyafetiyle gelir, Orta’sının taht odasında oturur, kethüda bir kese içinde maaşını getirir, padişah keseyi açıp içine bir avuç altın ilave ettikten sonra askere bahşiş olarak dağıtırdı..
  Yeniçerilerin kışla hayatının en curcunalı sahnelerinden biri de her sabah kışla önündeki meydanda Orta’lara et dağıtılmasıydı.. Zaten meydan da bu nedenle “Etmeydanı” olarak anılırdı..
  Ocağa sığır eti verilirdi. Yedikule dışındaki salhanede kesilen etler ; beygirlere yüklenir ve her sabah bu işe memur karakollukçular tarafından, tırıs sürülen atlara ayak uydurularak koşa koşa getirilirdi. Karakollukçuların başındaki aşçıya da “ seğirdim ustası” denilirdi. Bu usta kafilenin başında koşar ve bir yandan da, “savulun !..Bre savulun !..” diye bağırırdı. Ocağın etlerini getiren kafilenin önünden geçmek, Ocağın kısmetini kesme, uğursuzluk bilinirdi. Yedikule ile Aksaray arasındaki yolda halktan bu gafleti gösterenler öldüresiye dövülürdü..
 Meydana et geldiğinde, her Orta o gün et alacak askerlerini seçer, bu askerler kışla kapısının önünde bir sıra halinde dizilirlerdi. Kasap, besili bir koyunu kucağına alır, diğer uçta beklerdi. Seğirdim ustası, çıktığı bir taşın üstünde, “Hazır olun ağalar, et geldi !.. Bildik bilmedik demeyin !..” diye bağırıp eliyle işaret verince ; askerler kasaba doğru koşmaya başlar, kim önce ulaşıp da elini koyuna değdirirse, o bütün koyun, o gün cabadan o askerin Ortasına verilirdi…Kazanan asker de Ortasının gözbebeği olurdu..
 
  İlk yüzyılında Yeniçeriler ; prensip, disiplin, namus, dürüstlük gibi birçok erdeme sahip kişilerden oluşan bir topluluk idi. Aralarında çıkan birkaç çürük elma hemen ayıklanırdı.. 

  Sene 1596, İstanbul’da bir imam efendi, mahalle halkından bir kalabalık grubun başında Divan’ a gelerek genç ve güzel karısının bir yeniçeri tarafından ayartılıp kaçırıldığını arz ederek bir namus davası açtı.. Divan, şikayet üzerinde hassasiyetle durdu. Çünkü konu halkın ırzını, namusunu korumaya memur bir yeniçeri idi..Suçlunun bulunmasına mutaassıp bir yeniçeri olan Ferhad Ağa memur oldu, o da adlarına leke süren bu yeniçeriyi bulmaya ant içti.
  Önce kütük defterini karıştırıp, sicili bozuk, haşarı bilenen askerleri birer birer ayırdı ; bu olayda hepsi de masum çıktı. Sonra da yoklama kaçaklarını aradı, yine bir şey bulamadı. İstanbul’da bir bekar yeniçerinin bir kadınla yaşayabileceği yerleri dolaştı; kötü şöhretli hanları, şüpheli evleri bastı, esir odalarını aradı.. İstanbul’da aradığını bulamayınca Üsküdar’a geçti ve orada bir kahvehanede çok güzel tüysüz bir oğlanla oturmuş muhabbet eden bir yeniçeri dikkatini çekti. İkisini de kahvehaneden çıkartıp yakındaki yeniçeri kolluğuna (karakoluna) götürdü. Ferhad Ağa zeki bir adamdı. Evvela tüysüz oğlanı soydu ve erkek olmayıp kadın, imam efendinin genç ve güzel karısı olduğu ortaya çıktı. Suç şimdi katmerlenmişti.. Kadın kaçırma, evli bir kadını kaçırma, imam karısı kaçırma, bir Müslüman kadının saçını keserek oğlan kılığına sokmak ve onu erkekler arasında dolaştırmak…
  Önce oğlan kılığındaki kadını kollukta boğdurttu. Yeniçeriye gelince, kanunen başı kesilecekti . Fakat Ferhad Ağa, bu katmerli suçu işlediği için cellat satırını yeterli görmedi. Yeniçeriyi bir kayığa koyup Tophane’ye götürdü. Meydanda seyre gelen binlerce kişinin gözü önünde çırılçıplak soydu, ayak ve diz kemiklerini kırdırttı, sonra belden aşağısını yağlı paçavralara sardırarak bir havan topunun namlusuna gülle gibi sımsıkı tıktırdı ve GÜM !..      

  1574 yılında, Sultan III. Murad’ın cülusunda, her birinde 10.000 altın bulunan 75 çuval altın, bahşiş olarak dağıtılmıştı. Bunun 70 çuvalı yeniçerilere verilmişti. Yani 700.000 altın ; bugünün parasıyla, yaklaşık 30 milyon lira !..
 
  1600’ lü yılların ortalarında en yüklü cüluslarını almışlar : 4 yılda 4 bahşiş !..
  I. Ahmed tahta çıktı, cülus..
  Sultan Mustafa kısa bir süreliğine çıkıp, indi.
  II. Osman tahta çıktı, cülus..
  I. Mustafa tekrar tahta çıktı, cülus..
  IV. Murad tahta çıktı, cülus !..  Sonunda Saray iç hazinesinden altın ve gümüş eşyalar alınıp darphanede eritilerek yeni basılan paralarla ödenebilmiş !..

  Zaten her şey III. Murad’la beraber bozulmuş. Gereksiz sarfiyatta zirve yapan padişahlardan  biri olan Murad, şehzadelerden birinin sünnet düğününde, kendisini ve davetlilerle halkı aşırı derecede eğlendirmiş cambaz, hokkabaz, perendebaz ve pehlivanlara ,” Dileyin benden ne dilerseniz !” diye sordurmuş, onlar da, “ yeniçeri olmak isteriz !..” demişler. Padişah da asılları ve geçmişleri meçhul, fakat tamamının o ana kadar başıboş yaşamış serseriler olduğunu herkesin bildiği bu adamların yeniçeri yazılmalarını emretmişti. “Padişahım, fermanınız Ocak düzenine ve geleneğine uymaz ve bu adamlardan da zaten yeniçeri olmaz” demişlerse de, Sultan Murad, “Padişahlar da verdikleri sözden dönmez !..” demiş. Padişahın ısrarı üzerine Ferhad Ağa istifa etmiş, yerine atanan Yusuf Ağa bu vebali üstüne alarak, o derbeder takımına “ağa çırağı” diye bir kulp takarak ocağa asker kaydetmişti. Ocakta kalabilmişler mi, ya da kaçmış veya kovalanmışlar mı bilinmiyor ama ocağın düzeni bu olaydan sonra bozulmuştu…

  

21 Mayıs 2011 Cumartesi

25 ) HAFTA SONU SOHBETİ...

   "Geçmişini bilmeyen, geleceği göremez !.."
   Kime ait olduğunu şu an anımsayamadığım bu söz, bana Tarihi sevdiren, onu sevince zorunlu olarak okumaya ve araştırmaya iten bir kılavuz oldu...
   Benim kuşağım yıllarca önüne servis edilen yazıları ve kitapları okudu Tarih olarak. Hep Kanuni Sultan Süleyman'a kadar sayabildik padişahları ; çünkü o tarihe kadar diğer devletleri hep biz "dövüyorduk" !..Sonraki Tarihten pek fazla bahsedilmez. Biraz "Lale Devri", biraz "Tanzimat" o kadar..
   Sonra ardı ardına, bazı arşivlerin de açılmasının sonucunda, çok değerli Tarihçilerimiz kitaplar yayımlamaya başladılar. Bu kitapları okuyunca da, daha önce "Tarih" diye okuduğumuz şeylerin sadece hamasi yayınlar olduğu çıktı ortaya...
   Evet, altı yüz yıllık büyük bir saltanat; kazanılmış savaşlar, kazanılmış yüz binlerce kilometrekarelik topraklar, yaptırılmış saraylar, camiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar vs. vs. İstanbul'a turistleri çeken bu tarihsel yapılar dışında ne yapılmış ? Bir tek icadımız var mı ? Anadolu' ya ne yapılmış ? Anadolu neden geri bırakılmış ? Neden yol yok ? Neden şehirleşme yok ?..
   Biz Osmanlı' yı kurarken, aynı yıllarda Venedik'te bükük mercekli okuma camları ilk olarak yapılmış örneğin..
1347-1351 arasındaki veba salgınında nüfusunun dörtte birini kaybetmiş Avrupa ; 1358'de Fransa'da, 1381'de İngiltere'de köylü ayaklanmaları yaşamış ama 1450'de matbaayı icat etmiş, 1492'de Amerika'yı keşfetmiş...
   Biz ise dinimiz yasakladığı bahanesiyle Rönesans'a kapıları kapatmışız, matbaayı ülkeye sokmuşuz ama sadece gayrimüslimlerin kullanmasına izin vermişiz !.. Sonra Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemleri, "muhteşem yüzyıl" !.. Fransa'ya ve ardından başka ülkelere sağlanan ticari ayrıcalıklar.. Bu arada 1520'lerde İngiltere'de ve Belçika'da ilk kömür madenleri açılıyor, Portekiz Çin'e ulaşıyor, kurşun kalem icat ediliyor, yine Portekizliler Brezilya'da Rio De Janeiro'yu kuruyor...
   Hep kendime sormuşumdur : O kadar maddi gücümüz varken, Piri Reis gibi insanlar varken, neden bu keşifleri biz yapamadık ? .. Daha beni tatmin edecek bir yanıta ulaşabilmiş değilim...
   Kanuni'den sonra çoğu yeteneksiz padişahlar, hırslı valide sultanlar, birbirinin gözünü oyan vezirler, devamlı inişte olan ordu, ardı ardına isyanlar, yangınlar, gereksiz savaşlar ve masraflar yüzünden biz yerimizde sayarken
Avrupa Yerçekimi Yasası' nı ortaya koyuyor, ilk sanayi demirini elde ediyor, ilk yün eğirme cihazını buluyordu.
   Biz "Lale Devri" eğlenceleriyle safahat alemlerinde eğlenir ve şatafatlı törenlerle gururlanırken ; onlar ilk pamuk (çırçır) fabrikasını kuruyor, balonla ilk insanlı uçuşu gerçekleştiriyordu.. Bazı şeylere de çok geç kavuştuk ; matbaaya 300 sene sonra, 1870'de bulunan ampule ise 2002'de !...

   Şu anda Türkiye'de yapılan şey ise, bu eski günleri özlemle anarak, Cumhuriyet döneminde yapılan her şeyi kötülemek, herkesi karalamak, Yeni Osmanlıcılık kavramını empoze etmek !...
  "Sen de yazılarınla aynı şeye hizmet ediyorsun " diye sakın düşünmeyin lütfen !.. Ben, alıntı yaptığım konuları, olayları tek bir kaynaktan değil, en az iki üç kaynaktan teyit ettikten sonra sizlerle paylaşmaya gayret ediyorum. Bu arada mümkün olduğunca objektif olmalarına da dikkat ediyorum.
   Ben, gururla söylüyorum : ATATÜRKÇÜYÜM ...O' nun hayranıyım...Ölünceye kadar da bu değişmez !...

   Yaşadığımız günler, yaklaşan seçim ve ülkemizi saran olaylar zinciri, tarihe damgasını vuracak bir döneme girdiğimiz gösteriyor. ABD Afganistan'daki ordusunu Pakistan'a, Irak'taki ordusunu da Suriye'ye kaydıracakmış gibi bir his uyandırıyor bende.. Fazla komplo teorici mi olduk nedir ?!..Ülkemizi ateş çemberi gibi saran, böylesine stratejik öneme sahip bir coğrafyada insan biraz daha iyi yönetilmeyi arzu ediyor doğal olarak.. Ama son yıllarda tanık olduğumuz olaylar beni açıkçası umutsuzluğa doğru itiyor...

   Bu yazımı çok sevdiğim bir Atatürk anısıyla bitirmek istiyorum. Çok bilinen bir anekdot ama en azından bir kez daha hatırlayalım istedim..
 
   Yeşilay Derneği'nin bir toplantısında konferansçı sorar : "Sevgili dinleyicilerim, bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova rakı koysanız hangisini içer ?" Hemen biri yanıt verir, "Tabii ki suyu" .Neden sorusu üzerine ise dinleyiciler arasından bir ehli keyif yanıt verir :" Eşekliğinden !.."  Atatürk bu öyküyü çok severmiş..
   Bir akşam Ankara'da, Çiftlikte, eski küçük köşkün önünde otururlarken uzakta duran bir işçi çocuğu onları seyrediyormuş. Atatürk çocuğu yanlarına çağırmış ve sormuş : "Bir eşeğin önüne bir kova su, bir kova da rakı koysalar hangisini içer ?" Çocuk, önlerindeki rakı kadehlerine şöyle bir bakıp yanıtlamış :"Rakıyı efendim" der.
Atatürk gülerek," Aman, sakın nedenini sormayalım !.." der...

   Hepinize mutlu,sağlıklı ve şanslı bir hafta sonu dilerim...

20 Mayıs 2011 Cuma

24 ) M A D D İ B Ü H A L !...

   

    2. Abdülhamid herkesten ve her şeyden kuşku duyardı. Kısacası vesveseli bir tipti.. Sarayında bile sıradan muhafızlara güvenememiş ve kendisine yeni bir muhafız alayı kurdurmuştu. "Karakeçili Alayı" denilen bu alaydaki askerler ; Söğüt, Bilecik ve Eskişehir yörelerinde ikamet eden ; mertlikleri, cesaretleri ve dürüstlükleriyle tanınan Karakeçili Aşiretindendi. Osmanlı soyunun da bu aşiretten geldiğini savunan padişah, onlara "hemşehrilerim" diye hitap ediyordu...Onlara o kadar güveniyordu ki, her gece yatak odasının kapısının önünde bile bu askerlerden birisi nöbet tutardı..
   Yatak odasında ise, genellikle yatmadan önce polisiye öyküler okumaya bayılırdı Hünkar.. Kuşkucu olduğu için mi seviyordu bu türü, yoksa polisiye öykü ve romanları okuya okuya mı kuşkucu olmuştu, tartışılır !..
   Abdülhamid, dönemin bütün önemli yabancı dergilerine abone olmuştu ve sarayda oluşturduğu bir çeviri bürosunda bunları bir ekibe Türkçe'ye çevirtiyordu. Abone olduğu dergilerden birisi de "The Strand Magazine" idi. Bu derginin Ekim 1903 sayısında bir Hintli tarafından padişah ile ilgili bir makale çıkmıştı. İngilizce'den bu makaleyi çeviren "Corci" adındaki çevirmen, bu çeviriyi yaparken, dergide Conan Doyle' un bir öyküsüne de rastlamış ve okuyunca çok beğenmiş, padişahın da beğeneceğini düşünerek onun da çevirisini yapmıştı. Abdülhamid gerçekten de bu öyküyü çok beğendi ve Londra elçimiz Musurus Paşa'dan Doyle' a ait yayımlanmış tüm kitapların bulunup gönderilmesini istedi.
   Türk okuru ilk Sherlock Holmes öyküsünü, 1908 yılının sonlarında Faik Sabri Duran'ın çevirisiyle okumuştu. Halbuki Başbakanlık Osmanlı Arşivleri' ndeki "Yıldız Esas Evrakı" diye adlandırılan belgeler içinde ve 2. Abdülhamid' in kitaplarının şu anda bulunduğu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi' nde saptanan, Abdülhamid için çevrilmiş özel polisiye öyküler içinde, pek çok Sherlock Holmes öyküsü yer alıyor..
   Conan Doyle ise, ilk karısı Louise 1906'da öldükten sonra bir yıl içinde, Jean Leckie ile evlenmiş ve balayı gezisi için İstanbul'a gelmişti. Hayranı olan Padişah ile tanışmak istemişse de, Ramazan ayında olunduğundan, bu buluşma gerçekleşememişti..
   Yine de 2 Kasım 1907 tarihinde kendisine padişah tarafından 2. dereceden Mecidiye Nişanı verilmiş, eşine ise yine aynı rütbeden Şefkat Nişanı takdim edilmişti..
   Kırk sene önce ise, 17 Temmuz 1867'de, ilk Avrupa gezisinde ikinci olarak Londra'ya gelen Sultan Abdülaziz'e, İngiltere'nin en prestijli nişanı olan "Dizbağı Nişanı", Kraliçe Victoria tarafından verilmişti. Bu nişan dünyada sadece 20 kişiye veriliyor ve bu 20 kişiden birisi ölmedikçe bir başkasına verilemiyordu. Çapkınlığı ile ünlü 3. Edward tarafından verilmeye başlanmıştı.
   Kral, güzel sevgilisi Kontes Salisbury şerefine verdiği bir davette açılış dansını sevgilisiyle yapmış, dans ederken kontesin mavi jartiyeri yere düşmüştü. Etraftakilerin kıskançça gülüşleri arasında jartiyeri yerden alan Kral, bunu kendi dizine bağlamış ve, "Kötü düşünenler utanacak, pek yakında bu diz bağına kavuşabilmek için insanların yapamayacakları şey kalmayacak" demişti.. O gün söylediği "Kötü Düşünenler Utanacak" sözünü nişanın üzerine işlettirmişti. İlk olarak 23 Nisan 1348' de verilen bu nişan, ülkenin en prestijli sivil nişanı haline dönüşmüştü...
   Yalnız, bu nişanı alacak olanların uyması gereken bir protokol vardı. Üzerinde kocaman bir haç olan bir pelerin ve tüylü bir şapka giyiliyor, altın bir zincir takılıyordu. Kiliseye gidiliyor, Canterbury Başpiskoposu' na  kılıç teslim edilip, önünde diz çöktükten sonra bir de yemin ediliyordu !..
   İnsan, ister istemez, günümüz kuşkuculuğu ile düşünmeden yapamıyor. Yıllardır Avrupa' ya kök söktürmüş bir devletin başındaki insana diz çöktürtme sevdasından mı bu nişan verilmişti diye !..Ama bu kuşkumuz yanlışmış ki, padişaha özel bir protokol uygulanmış...
   İçinden derin bir "Oh !" çeken ve tören kafilesinde yer alan iki kişiden birisi Abdülhamid, diğeri ise Londra sefiri Musurus Paşa idi. Zavallı, bu gezi sırasında padişahın yer alacağı balolarda, galalarda koşuştururken kalbi aniden duruvermişti !.. Giritli Rum bir ailenin Osmanlı ferdiydi paşa..Yunanlılar tarafından hain olarak kabul ediliyordu. 37 yıl sonra , padişahın kendisinden Conan Doyle kitapları isteyeceği kişi ise aynı ismi taşıyan oğluydu... Yalnız, oğulun kötü bir namı vardı. Felaket derecede cimriydi..Bu kötü huyu yüzünden devleti pek çok kez zor durumda bırakmış ve prestijini zedelemişti.
   Paşa, hiçbir daveti kaçırmayarak her yere gittiği halde, kendisine, bir davet vererek Osmanlı' nın saygınlığını artırması önerildiğinde, "aman efendim, İstanbul sefarethanenin eşyalarını yenilemek için bile para ödemiyor, bu halde nasıl davet verelim ?" diyerek geçiştiriverirdi...
   Bu cimrilik bazen diplomatik sorunlara sebep oluyordu. Roma elçiliğinde bulunduğu günlerde, İtalya Kralı av partisine davet ettiği Musurus Paşa' ya, avladığı geyiklerden birini hediye ederek güzel bir jest yapmıştı. Paşa ise, "ben bu koskoca geyiği tek başıma nasıl yerim ? " diye düşünerek kralın hediyesini semt kasabına satmış, fiyatı artırmak için de kasaba, "Bu geyiği İtalya Kralı avladı" demişti.. Ancak kasap, paşadan daha uyanık çıkmış ve vitrine koyduğu geyiğin altına, "İtalya Kralı'nın avlayarak Osmanlı sefirine hediye ettiği geyiktir" diye yazmıştı..Bu durum üzerine, halk geyiği kapışmıştı. Olay Roma'da büyük yankı yaptı ve diplomatik kriz halini alıp basına da yansıdı...
   Biraz daha uzatırsam bu da bir geyik hikayesine dönüşecek. Esenlikler dilerim...

19 Mayıs 2011 Perşembe

23 ) İNTİKAM, SOĞUK YENEN BİR YEMEKTİR !...

   Sultan 2. Abdülhamid, iki kızını yani Zekiye ve Na'ime Sultanları, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa'nın iki oğlu, Nureddin Paşa ve Kemaleddin Paşa ile evlendirdi. 22 yaşındaki Na'ime Sultan'ın Kemaleddin Paşa ile 1898 yılındaki düğünü o yıllarda hem İstanbul'da, hem de Avrupa'da dillere destan olmuştu. Çünkü, Na'ime Sultan ülkemizde ilk defa "beyaz ve gösterişli bir kumaştan" gelinlik giymişti. Genç çifte Ortaköy' de daha önce Gazi Osman Paşa'ya hediye edilen muhteşem yalı tahsis edilmişti. Abdülhamid, kızının maddi sıkıntı çekmemesi için, yolcu ve yük taşımacılığında meşhur Şirket-i Hayriye'nin hisse senetlerinden de hediye etmişti.
   Sultan'ın çeyiz hazırlığı iki yıl sürmüş, Almanya İmparatoriçesi hediyeler göndermiş, çeşitli ulusların liderleri tebrik telgrafları göndermişlerdi. Bu düğün şerefine hapisteki bazı Bulgar çetecileri bile affedilerek serbest bırakılmışlardı..
   Kemaleddin Paşa, padişah damadı olmanın ve bir sultanla evlenmenin bütün havasını üzerinde taşıyordu. Kısa sürede rütbesi yükselmiş, nişanları çoğalmış ve özel bir "damat maaşı" almaya başlamıştı..
   Çift, ilk yıllarında fazla bir problem yaşamadı. 1899'da nurtopu gibi bir erkek evlatları doğdu. Mehmed Cahid adını verdikleri oğullarından sonra Adile adını verdikleri bir de kızları oldu...
   Yalnız, Na'ime Sultan'ın bir sağlık sorunu vardı.. Evlendiği sıralar, bünyesi çok zayıf olduğu için saray doktoru Hakkı Şinasi Bey, sultanı şişmanlatmak için az miktarda ama sürekli olarak arsenik veriyor fakat vücudunu görmemek için iğne, iç çamaşırları şırınga edilecek noktadan delinerek yapılıyordu. Bu tedaviden fayda görülmüş, Na'ime Sultan bir hayli kilo almıştı ve Abdülhamid de bu durumdan memnundu..
   Ancak, bir yabancının karısına iğne yapmasından rahatsız olan Kemaleddin Paşa, "enjeksiyonu ben de yapabilirim," diyerek eşinin tedavisini kendi üstüne aldı. Fakat bu olaydan sonra Na'ime Sultan tekrar zayıflamaya, eskisi gibi sağlık problemleri yaşamaya başladı. Abdülhamid, bir gün yanına gelen kızının çantasında şişeler görüp de ne olduklarını sorduğunda, enjeksiyonların damadı tarafından yapıldığını öğrendi. Üstelik Na'ima Sultan'ın derisi de pul pul dökülmeye başlamıştı..
   Abdülhamid sağlık konularında hassas bir insandı. 1876 yılında, üç aylık saltanattan sonra "iflah olmaz derecede deli" tanısıyla tahttan uzaklaştırılan ağabeyi 5. Murad'ın yerine geçmişti. Bu raporda onun da katkısı var mıydı bilinmez !.. Murad, ailesiyle birlikte Çırağan Sarayı'na kapatıldığı zaman, kızı Hadice Sultan altı yaşındaydı. Sarayda olmasına rağmen, 25 yıllık bir hapis hayatından sonra, o ve küçük kız kardeşi Fehime Sultan ; evlenme çağlarının geçtiğini, kapatıldıkları bu zindandan kurtulmak için birer haremağasına bile varabileceklerini amcaları 2. Abdülhamid'e yazdılar. Padişah bu iki yeğenini Yıldız Sarayı' na getirtti. Sözde zar zor birer koca adayı bulundu !..
   Zeki, kültürlü ve alımlı Hadice'ye layık görülen ; kaba saba, müstantik (sorgu yargıcı) iken "damat" olacağı için onursal "mirülümera" (sivil paşa) rütbesi verilen Vasıf Bey'di..
   Yeni evli çift, Ortaköy'de, yukarıda bahsi geçen, Na'ime Sultan'ın yalı komşusu oldu..Eşinin odasına kabul edilmeyen Vasıf Paşa selamlıkta yatıp kalkmaya başladı !..
   Amcasına büsbütün kinlenen Hadice Sultan, yalı komşusu ve kuzeninin kocası Kemaleddin Paşa'yı baştan çıkardı. İlişki, başlangıçta amcadan öç almayı amaçlasa da, pencereden sarkıtılan sepetlerdeki mektuplarla aşka dönüştü ve "tehlikeli" buluşmalar başladı. Aşkın dumanı, yeni dedikodularla, bütün İstanbul'u sardı !...
   Kemaleddin Paşa, Hadice Sultan'a taptığını yazacak kadar pervasızdı. Hadice Sultan ise, "vuslat aşkın mezarıdır," "şiddetli sevgi hicrandan geliyor," diyerek kendini biraz geri plana çekti..
   Bu mektuplaşmaları haber alan Abdülhamid, 1904 yılında kızını boşattı, damadını da Bursa'ya sürdü.. Daha sonra Na'ime Sultan'a yapılan konsültasyonda Sultan'ın arsenik iğneleriyle gerçekten zehirlendiği anlaşıldı ve saray doktoru Hakkı Şinasi Bey, Konya'ya sürüldü..
   Na'ime Sultan daha sonra Celal Bey'le evlenip bütün vaktini çocuklarına hasretti. (2. Dünya Savaşı yıllarında Arnavutluk'ta sefalet içinde öldü.) 
   Eski damat Kemalettin Paşa ise, Bursa'nın Müslüman mahallelerinden birinde yıkık bir konağa yerleştirilmişti ve bir yandan da sıkı bir takipteydi. Bursa valiliği tarafından geçimini karşılayacak bir maaş ödeniyordu kendisine..
   Bu sürgüne Avrupa basını büyük ilgi göstermiş, bu da padişahı çok rahatsız etmişti. "Berliner Tegablatt Gazetesi" başta olmak üzere, gazeteler paşanın Batılı devletlerden birinin büyükelçiliği veya konsolosluğuna sığınarak, yurt dışına kaçacağını yazıyorlardı. Abdülhamid, Berlin'de çıkan gazetelerde, parasını ödeyerek, "Kemaleddin Paşa Olayı" başlıklı bir makale yayınlattı..
   1908 yılında, 2. Meşrutiyet'in ilanından birkaç ay sonra izinsiz olarak İstanbul'a gelen Kemaleddin Paşa, 1 Nisan 1909' da rütbeleri ve nişanları iade edilerek ve yeniden paşa olarak "mirliva" rütbesiyle Osmanlı ordusuna döndü..
   İstanbul'a gelir gelmez eşinden boşanmış olan Hadice Sultan'a evlenme teklif etti ama, Sultan, bir padişah kızının boşadığı eski damatla bir başka padişah kızının evlenmesinin doğru olmayacağını söyleyerek bu teklifi geri çevirdi, sonra da yakışıklı Hariciyeci Rauf Hayri Bey'le evlendi....