29 Şubat 2008 Cuma

Güzel Sözler

  • İnsanlar giyimleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanırlar.
  • Kaybettiğinizde, aldığınız dersi kaybetmeyin.
  • İnsanların en mutluları her şeyin en iyisine sahip olanlar değildir. Onlar sadece yollarına çıkan herşeye en iyi şekilde bakmasını bilenlerdir.
  • Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak (Konfüçyus)
  • Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler kişileri konuşur. (Hyman Rickover)
  • Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, yontula yontula tükenip giderler. R Hull.
  • İyiliğin bilgisine sahip olmayana bütün diğer bilgiler zarar verir.
  • Önce doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz. Farabi
  • Ne kadar bilirsen bil, anlatabildiklerin, karşındakinin anlayacağı kadardır. Mevlana
  • İnsana hiçbirşey öğretemezsin; öğrenmeyi ancak kendi içinde bulacağını öğretebilirsin. Galileo
  • Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir. Konfüçyus
  • Öğrencilerine okuma isteği aşılamayan bir öğretmen havanda soğuk demir dövüyor demektir. H.Mann
  • Eğitim, öğrencilere saygıyla başlar. Emerson
  • Heykeltraş mermere ne ise öğretmen de çocuğa odur. Addison

ÖĞRENDİM Kİ

Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsiniz. Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz, Gerisini karsi tarafa birakirsiniz.

Ogrendim ki... Guveni gelistirmek yillar aliyor, Yikmak bir dakika. Ogrendim ki... Hayatinda nelere sahip oldugun degil Kiminle oldugun onemli.

Ogrendim ki... Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mumkun Ama sonrasi icin bir seyler bilmek gerek.

Ogrendim ki... Kendini en iyilerle kiyaslamak degil Kendi en iyinle kiyaslamak sonuc getirir.

Ogrendim ki... Insanlarin basina ne geldigi degil O durumda ne yaptiklari onemli.

Ogrendim ki... Ne kadar kucuk dilimlersen dilimle Her isin iki yuzu var. Ogrendim ki... Olmak istedigim insan olabilmem Cok vakit aliyor. Ogrendim ki... Karsilik vermek Dusunmekten cok daha basit.

Ogrendim ki... Butun sevdiklerinle iyi ayrilman gerek Hangisi son gorusme olacak bilemiyorsun.

Ogrendim ki... 'Bittim' dedigin andan itibaren Pilinin bitmesine daha cok var.

Ogrendim ki... Sen tepkilerini kontrol edemezsen Tepkilerin hayatini kontrol eder.

Ogrendim ki... Kahraman dedigimiz insanlar Bir sey yapilmasi gerektiginde Yapilmasi gerekeni Sartlar ne olursa olsun yapanlar. Ogrendim ki... Affetmeyi ogrenmek deneyerek oluyor.

Ogrendim ki... Bazi insanlar sizi cok seviyor Ama bunu nasil gosterecegini bilemiyor.

Ogrendim ki... Ne kadar ilgi ve ihtimam gosterseniz Bazilari hic karsilik vermiyor.

Ogrendim ki... Para ucuz bir basari.

Ogrendim ki... En iyi arkadasla sikici an olmaz.

Ogrendim ki... Dustugun anda seni tekmeleyecegini dusunduklerinden bazilari Kaldirmak icin elini uzatir.

Ogrendim ki... Iki insan ayni seye bakip Tamamen farkli seyler gorebilir. Ogrendim ki... Asik olmanin ve aski yasamanin cok cesidi vardir. Ogrendim ki... He sartta kendisiyle durust kalanlar Daha uzun yol yuruyor.'

Ogrendim ki... Hic tanimadigin insanlar, iki saat icinde, senin hayatini degistirir.

Ogrendim ki... Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatir.

Ogrendim ki... Duvarda asili diplomalar Insani insan yapmaya yetmez. Ogrendim ki... Ask kelimesi ne kadar cok kullanilirsa, anlam yuku o kadar azalir.

Ogrendim ki... Karsindakini kirmamak ve inanclarini savunmak arasinda cizginin nereden gectigini bulmak zor.

Ogrendim ki... Gercek arkadaslar arasina mesafe girmez. Gercek asklarin da!

Ogrendim ki... Tecrubenin kac yasgunu partisi yasadiginizla ilgisi yok, Ne tur deneyimler yasadiginizla var.

Ogrendim ki... Aile hep insanin yaninda olmuyor. Akrabaniz olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve guven ogrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biyolojik degil.

Ogrendim ki... Ne kadar yakin olursa olsunlar En iyi arkadaslar da ara sira uzebilir. Onlari affetmek gerekir.

Ogrendim ki... Bazen baskalarini affetmek yetmiyor. Bazen insanin kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Ogrendim ki... Yureginiz ne kadar kan aglarsa aglasin Dunya sizin icin donmesini durdurmuyor.

Ogrendim ki... Sartlar ve olaylar, Kim oldugumuzu etkilemis olabilir. Ama ne oldugumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Ogrendim ki... Iki kisi munakasa ediyorsa, Bu birbirlerini sevmedikleri anlamina gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamina gelmez.

Ogrendim ki... Her problem kendi icinde bir firsat saklar. Ve problem, firsatin yaninda cuce kalir.

Ogrendim ki... Sevgiyi cabuk kaybediyorsun, pismanligin uzun yillar suruyor.

Ataol Behramoğlu

"Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde; yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışılmalıdır." K.Atatürk

"Uygarlığın esası; ilerlemenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır." K.Atatürk

"Türkiye Cunhuriyeti, her anlamı ile büyük Türk milletinin elinde daima yükselecek, sonsuza kadar yaşayacaktır." K.Atatürk

(Eklemeler yapılacaktır.)

Şeytan

Şeytan, bir çok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin anası kabul edilen varlık. İblis sözcüğü de çoğu zaman Şeytan ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojilerde Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanısıra şeytana tapan veya şeytanı yücelten din ve akımlar da mevcuttur.

Ökenbilim

"Muhalif, bozucu ve bozguncu" gibi anlamlara gelen İbranice "Satan" kelimesinin kökü "komplo kurmak" anlamına gelir. İbranice'den Latince ve Yunanca'ya, oradan da diğer batılı dillere geçmiştir.

Arapça'da "şetane" sözcüğü "rahmetten uzaklaştı, hak'dan uzak oldu" anlamlarına gelir.

Latince'de "Diábolus, Diaboli", Yunanca'da "Diabolos", "Karanlıkların Efendisi," "Beelzebub" (Sinek Kral), "Belial", "Mephisto", ya da "Lucifer", eski Türkçe'de "Y

ek" yada 'Albız 'olarak geçer. Kabbala felsefesinde "Samael" olarak geçer. Ancak Yahudi inanışında Samael başka bir melektir.

İslamda "İblis" (إبليس) olarak da bilinir. Kur'an'da "şeytan" kelimesi, "iblis"'ten daha fazla (87 kez) kullanılmıştır. Şeytan ayrıca "Azazel" olarak da anılmıştır.

Yeni Antlaşma'da Şeytan

Şeytan özellikle Yeni Antlaşma'da ve Hrıstiyan inancında kendisine daha çok yer bulmuştur. Özellikle İsa'yı sürekli olarak kışkırtır. Ancak Şeytanın kişiliğinin kaynağı İncil değil, hristiyan edebiyatıdır. John Milton'nun epik bir şiirinde Şeytanın en üst düzeyde bir melekken insanı ve kendini yaratan tanrıya karşı düşmanlığa yönelen bir kişilik olduğu anlatılır. Ancak Şeytan kesinlikle cehennemde hapsolmuş biri değildir aksine istediği her yere - dünyaya hatta cennete bile - girip çıkabilir. Bu özellikleriyle Şeytanın nihayi amacı insanlığı yaratıcının yolundan saptırmaktır. Bu anlamda kendisini tanrıya bir rakip olarak kabul ettirme gayreti içindedir. Kendisine bir süre verilmiş ve bu sürenin dolmasına kadar yaratıcıya karşı açtığı savaşın sonucunu beklemektedir.

Yaradılış (Genesis) bölümünde, Âdem ve Havva'yı kışkırtan yılan figürü, Tevrat'taki anlatımın aksine daha sonraları Hristiyan uleması tarafından Şeytan olarak değerlendirilmiştir. Doğu (Ortodoks) Kilisesine göre Şeytan, insanın üç düşmanı (günah-ölüm)'den birisidir. Bütün Hristiyan inanışlarında, Şeytan, İsa'ya ve İsa figüründe Tanrı'ya karşı son bir savaş (Armageddon) açacaktır. Bu savaş aynı zamanda Şeytana verilen sürenin de (aeonios) sonuna çok yaklaşıldığını gösterecektir. Unitaryan Kilisesine göre Şeytan bu zaman geldiğinde tekrar iyi olacak ve melek özelliklerine kavuşacaktır. Bu sürenin nasıl işleyeceği her kilisede farklılıklar gösterir. Neticede dünya tüm şeytanlıklardan arınır ve tıpkı cennet gibi günahsız bir yere dönüşür.

Ortaçağ'da Şeytan bir keçi gibi sakallı ve boynuzlu, elinde çatal ve kuyruklu olarak tasvir edilirdi. Bu görüntünün oluşmasının sebebi incil değildir ve hristiyanlıktan önceki pagan inanışlarda simgelenen bazı tanrı figürlerinden (Pan, Dionysus) kaynaklanır.

Kuran'da Şeytan

Ana madde: Kuran'da Şeytan

Şeytan, İslamiyet'e göre insanları dinden caydırmaya çalışan cin türünden bir varlıktır. Cinler, meleklerden farklı olarak irade sahibidir. Yaratılışının en büyük nedeni, kıyamete kadar, insan iradesinin sınanmasıdır. Bu sınavı geçenler ödüllendirilecek, geçemeyenler ise cezalandırılacaktır. Kur'an'da şeytandan bahsedilen ayetlerde insanlar onunla birlikte hareket etmemeleri konusunda uyarılmıştır. Şeytanın önceleri bilgeliğinden yararlanılan ve sayılan biriyken, Allahın huzurundan kovulma aşamasına nasıl geldiği Araf suresinde anlatılır. Hristiyanlık ve İslamiyet, şeytanın bir zamanlar Allahın sevdiği bir hizmetkarı olduğu konusunda hemfikirdir.

Hamdolsun, size yeryüzünde imkan ve iktidar verdik. Sizin için orada birçok geçim imkanları da yarattık. Ama siz ne kadar az şükrediyorsunuz! Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” dedik. İblisten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.[kaynak belirtilmeli]

Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.” Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” “Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” Allah dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.” “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.” “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Allah dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.” Allah dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.

Yehova Şahitliğinde Şeytan

Yehova Şahitleri, Şeytanın mükemmel ruh özelliklerine sahip bir melek olarak yaratıldığına; Ancak Âdem ve Havva'nın tanrı Yehova yerine kendisine itaat etmelerini sağlamaya çalışmasıyla Şeytan'a dönüştüğüne inanırlar. Şeytan'ın zamanla güzelliğinden ötürü gurura kapılarak kendisini bir tanrı gibi görmeye başladığını ve bu şekilde kendisini Yehova'ya bir rakip yaptığına inanırlar. Şeytan sözcüğünü daha kesin anlamak için, Kerub sınıfından bir melek olan "Şeytan" sözcüğünün "Karşı Koyan" anlamına geldiğinin gözönünde tutulması gerekir. Şeytan, Tanrı'nın amacına karşı koymaya çalıştığı için bu sıfatı almıştır. Şeytan adı bu varlığın özel adı değildir.

Şeytan "Aden Bahçesi"nde, "-Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." denilerek, yasaklanan meyveyi yemesi için Havva'yı kışkırtmış ve yalan söyleyerek itaatsiz olmasını sağlamıştır. Bunu yaparken bir yılanı kukla gibi şu sözlerle konuşturmuştur: Yılan, "-Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "-Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.". Bu şekilde, Şeytan Adem'le Havva'yı tanrıya itaatsiz olmaları için ayarttığında, meselenin yalnızca bir meyveyi yemek olmadığına, tanrı Yehova'nın insanları yönetme hakkına meydan okuduğuna inanırlar. Tanrı Yehova'nın, Şeytan'a ortaya çıkardığı bu dava nedeniyle (Tanrı'ya göre altı gün) 6000 yıllık bir süre tanıdığına inanırlar. Şeytan'ın ortaya çıkardığı davaların şunları içerdiğine inanırlar:

  • Şeytan'ın, "Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz (anlayışınız) açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." sözlerine göre; Şeytan Yehova'nın insanlar üzerindeki yönetiminin haksız olduğunu iddia etmiştir. Şeytan, insanların kendi kendilerini daha iyi bir şekilde yönetebileceklerini ve Yehova'nın karışması olmadan kendi yönetimleriyle Dünya'yı cennet gibi bir yer yapabileceklerini iddia etmiştir. Bu nedenle, Şeytan'a göre, Yehova insanların kendi kendilerini yönetmelerine izin vermelidir.
  • Şeytan'a göre, Tanrı'ya gerçekten vefalı, sadık tek bir kişi bile yoktur. Sadık olan kişiler yalnızca kendileri için iyi şartlar sürdüğünde sadık kalmaya devam ederler. Eğer bu sadık insanların başlarına çeşitli sıkıntılar gelecek olursa, bu kişiler Yehova'ya sadık olmaktan vazgeçeceklerdir. Bunun ispat edilebilmesi için kendisine bir fırsat verilmesi gerektiğini iddia etmiştir.

Yehova'nın Şahitleri, Yehova'nın Şeytan'ı bu davalar nedeniyle hemen yok etmediğini ve eğer hemen yok edecek olsaydı, bütün yarattığı ruh varlıkların zihinlerinde kendisinin haklı olup olmadığı kuşkusunun doğacağını bilerek, Şeytan'a geçici bir süre için izin verdiğine inanırlar. Ayrıca, Tanrı'nın Şeytan'a ve insan yönetimlerine izin vermekle, kötülüğe de izin verdiğine; çünkü bunun sonuçlarının kötü olacağını bildiğine inanırlar. Yehova'nın, Şeytan'ın iddialarının geçersizliğini bu kötü sonuçlara göre ispat edeceğine inanırlar.

İncil'deki "Bu dünyanın egemeni şimdi dışarı atılacak." ve "Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur." sözlerine göre, Yehova Şahitleri bu davaların çözümüne kadar, 6000 yıllık bir süre için dünyayı perde arkasından Şeytan'ın yönettiğine inanırlar. Ve Şeytan'ın bunu yaparken "Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine ışık meleği süsü verir." sözlerine göre, Şeytan'ın insanları çoğu kere iyilik meleği gibi görünerek kandırdığına inanırlar. Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın 6000 yılın bitiminde, bir "uçuruma" atılarak 1000 yıl boyunca faaliyetsiz bırakılacağına ve 1000 yıl geçtikten sonra sonsuza dek yok edileceğine inanırlar. Bu 1000 yıllık dönemde Şeytan'ın bozduğu şeylerin telafisinin olacağına inanırlar. Bu telafi Yehova'nın Şahitleri'ne göre yeryüzünde cennetin yeniden kurulması ve ölmüş kişilerden birçoğunun dirilerek bu cennette yaşamasıdır.

Yezidilik

Şeytan figürünün Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlıktaki bir benzeri Yezidilikte de bulunmaktadır.Ancak burada Şeytan'ın sahip olduğu özellikler diğer dinlerden farklıdır. Yezidilikte tanrı dünyanın sadece yaratıcısıdır, ancak sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için Şeytan bir nevi aracılık rolü üslenmiştir. Şeytan "tavus" olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Tanrı özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur. Ahiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre dünya cennete de cehenneme de dönüşebilir. Melek Tavus bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu dünyadaki gölgesidir.

Yezidilikten önceki ilahi dinlerde anlatılan, şeytanın, yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm evrene ispatıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmıştır.

Satanizm

Ana madde: Satanizm

Şeytanı yaratıcı ve hükmedici bir figür olarak gören inanç sistemidir. Bununla birlikte bazı akımlarında şeytanın ya da tanrının varlığına inanılmaz.

Edebiyatta Şeytan

Edebiyatın ve dinin kesiştiği birçok noktada şeytan, olayların gelişmesinde, sonuçlanmasında ya da dallanmasında temel bir figür olarak, tıpkı hayattaki kaosun açıklanmasında olduğu gibi, yazarlarca kullanılmıştır. Şeytanın kahramanı oynadığı en önemli eserlerden birisi, Goethe'nin Faust'udur. Faust'ta şeytan (Mefisto), başarılı çalışmalarıyla insanlığı, kendisinin sebep olduğu felaketlerden koruyan bir doktoru elde etme konusunda tanrıyla "bir kez daha" bahse girer. İnsanın şeytanla içsel bir kavga halinin anlatıldığı ve dünyadaki iyilik ve kötülük kavramlarının kaynağının sorgulandığı bir başka eser, Paulo Coelho'nun "Şeytan ve Genç Kadın" adlı romanıdır. Jeffrey Burton Russell ise Kötülük (1-4) serisinde yeryüzüne artık iyice alışmış olan şeytanın, insanlardan bir farkının kalmadığını ve "onu bizden biri" gibi görerek, şeytanlaşan insanı anlatmaktadır.


Kaynak:Wikipedia

Şeytan

Şeytan, bir çok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin anası kabul edilen varlık. İblis sözcüğü de çoğu zaman Şeytan ile aynı anlamda kullanılır. Yeryüzündeki birçok dinde ve mitolojilerde Şeytan, genellikle doğaüstü güçlere sahip, sürekli insanları dinden, dolayısıyla yaratıcısının emirlerinden uzaklaştırmaya çalışan bir varlık olarak düşünülmüştür. Bunun yanısıra şeytana tapan veya şeytanı yücelten din ve akımlar da mevcuttur.

Ökenbilim

"Muhalif, bozucu ve bozguncu" gibi anlamlara gelen İbranice "Satan" kelimesinin kökü "komplo kurmak" anlamına gelir. İbranice'den Latince ve Yunanca'ya, oradan da diğer batılı dillere geçmiştir.

Arapça'da "şetane" sözcüğü "rahmetten uzaklaştı, hak'dan uzak oldu" anlamlarına gelir.

Latince'de "Diábolus, Diaboli", Yunanca'da "Diabolos", "Karanlıkların Efendisi," "Beelzebub" (Sinek Kral), "Belial", "Mephisto", ya da "Lucifer", eski Türkçe'de "Y

ek" yada 'Albız 'olarak geçer. Kabbala felsefesinde "Samael" olarak geçer. Ancak Yahudi inanışında Samael başka bir melektir.

İslamda "İblis" (إبليس) olarak da bilinir. Kur'an'da "şeytan" kelimesi, "iblis"'ten daha fazla (87 kez) kullanılmıştır. Şeytan ayrıca "Azazel" olarak da anılmıştır.

Yeni Antlaşma'da Şeytan

Şeytan özellikle Yeni Antlaşma'da ve Hrıstiyan inancında kendisine daha çok yer bulmuştur. Özellikle İsa'yı sürekli olarak kışkırtır. Ancak Şeytanın kişiliğinin kaynağı İncil değil, hristiyan edebiyatıdır. John Milton'nun epik bir şiirinde Şeytanın en üst düzeyde bir melekken insanı ve kendini yaratan tanrıya karşı düşmanlığa yönelen bir kişilik olduğu anlatılır. Ancak Şeytan kesinlikle cehennemde hapsolmuş biri değildir aksine istediği her yere - dünyaya hatta cennete bile - girip çıkabilir. Bu özellikleriyle Şeytanın nihayi amacı insanlığı yaratıcının yolundan saptırmaktır. Bu anlamda kendisini tanrıya bir rakip olarak kabul ettirme gayreti içindedir. Kendisine bir süre verilmiş ve bu sürenin dolmasına kadar yaratıcıya karşı açtığı savaşın sonucunu beklemektedir.

Yaradılış (Genesis) bölümünde, Âdem ve Havva'yı kışkırtan yılan figürü, Tevrat'taki anlatımın aksine daha sonraları Hristiyan uleması tarafından Şeytan olarak değerlendirilmiştir. Doğu (Ortodoks) Kilisesine göre Şeytan, insanın üç düşmanı (günah-ölüm)'den birisidir. Bütün Hristiyan inanışlarında, Şeytan, İsa'ya ve İsa figüründe Tanrı'ya karşı son bir savaş (Armageddon) açacaktır. Bu savaş aynı zamanda Şeytana verilen sürenin de (aeonios) sonuna çok yaklaşıldığını gösterecektir. Unitaryan Kilisesine göre Şeytan bu zaman geldiğinde tekrar iyi olacak ve melek özelliklerine kavuşacaktır. Bu sürenin nasıl işleyeceği her kilisede farklılıklar gösterir. Neticede dünya tüm şeytanlıklardan arınır ve tıpkı cennet gibi günahsız bir yere dönüşür.

Ortaçağ'da Şeytan bir keçi gibi sakallı ve boynuzlu, elinde çatal ve kuyruklu olarak tasvir edilirdi. Bu görüntünün oluşmasının sebebi incil değildir ve hristiyanlıktan önceki pagan inanışlarda simgelenen bazı tanrı figürlerinden (Pan, Dionysus) kaynaklanır.

Kuran'da Şeytan

Ana madde: Kuran'da Şeytan

Şeytan, İslamiyet'e göre insanları dinden caydırmaya çalışan cin türünden bir varlıktır. Cinler, meleklerden farklı olarak irade sahibidir. Yaratılışının en büyük nedeni, kıyamete kadar, insan iradesinin sınanmasıdır. Bu sınavı geçenler ödüllendirilecek, geçemeyenler ise cezalandırılacaktır. Kur'an'da şeytandan bahsedilen ayetlerde insanlar onunla birlikte hareket etmemeleri konusunda uyarılmıştır. Şeytanın önceleri bilgeliğinden yararlanılan ve sayılan biriyken, Allahın huzurundan kovulma aşamasına nasıl geldiği Araf suresinde anlatılır. Hristiyanlık ve İslamiyet, şeytanın bir zamanlar Allahın sevdiği bir hizmetkarı olduğu konusunda hemfikirdir.

Hamdolsun, size yeryüzünde imkan ve iktidar verdik. Sizin için orada birçok geçim imkanları da yarattık. Ama siz ne kadar az şükrediyorsunuz! Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” dedik. İblisten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.[kaynak belirtilmeli]

Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.” Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” “Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” Allah dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum.” “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.” “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Allah dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.” Allah dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.

Yehova Şahitliğinde Şeytan

Yehova Şahitleri, Şeytanın mükemmel ruh özelliklerine sahip bir melek olarak yaratıldığına; Ancak Âdem ve Havva'nın tanrı Yehova yerine kendisine itaat etmelerini sağlamaya çalışmasıyla Şeytan'a dönüştüğüne inanırlar. Şeytan'ın zamanla güzelliğinden ötürü gurura kapılarak kendisini bir tanrı gibi görmeye başladığını ve bu şekilde kendisini Yehova'ya bir rakip yaptığına inanırlar. Şeytan sözcüğünü daha kesin anlamak için, Kerub sınıfından bir melek olan "Şeytan" sözcüğünün "Karşı Koyan" anlamına geldiğinin gözönünde tutulması gerekir. Şeytan, Tanrı'nın amacına karşı koymaya çalıştığı için bu sıfatı almıştır. Şeytan adı bu varlığın özel adı değildir.

Şeytan "Aden Bahçesi"nde, "-Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." denilerek, yasaklanan meyveyi yemesi için Havva'yı kışkırtmış ve yalan söyleyerek itaatsiz olmasını sağlamıştır. Bunu yaparken bir yılanı kukla gibi şu sözlerle konuşturmuştur: Yılan, "-Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "-Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.". Bu şekilde, Şeytan Adem'le Havva'yı tanrıya itaatsiz olmaları için ayarttığında, meselenin yalnızca bir meyveyi yemek olmadığına, tanrı Yehova'nın insanları yönetme hakkına meydan okuduğuna inanırlar. Tanrı Yehova'nın, Şeytan'a ortaya çıkardığı bu dava nedeniyle (Tanrı'ya göre altı gün) 6000 yıllık bir süre tanıdığına inanırlar. Şeytan'ın ortaya çıkardığı davaların şunları içerdiğine inanırlar:

  • Şeytan'ın, "Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz (anlayışınız) açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." sözlerine göre; Şeytan Yehova'nın insanlar üzerindeki yönetiminin haksız olduğunu iddia etmiştir. Şeytan, insanların kendi kendilerini daha iyi bir şekilde yönetebileceklerini ve Yehova'nın karışması olmadan kendi yönetimleriyle Dünya'yı cennet gibi bir yer yapabileceklerini iddia etmiştir. Bu nedenle, Şeytan'a göre, Yehova insanların kendi kendilerini yönetmelerine izin vermelidir.
  • Şeytan'a göre, Tanrı'ya gerçekten vefalı, sadık tek bir kişi bile yoktur. Sadık olan kişiler yalnızca kendileri için iyi şartlar sürdüğünde sadık kalmaya devam ederler. Eğer bu sadık insanların başlarına çeşitli sıkıntılar gelecek olursa, bu kişiler Yehova'ya sadık olmaktan vazgeçeceklerdir. Bunun ispat edilebilmesi için kendisine bir fırsat verilmesi gerektiğini iddia etmiştir.

Yehova'nın Şahitleri, Yehova'nın Şeytan'ı bu davalar nedeniyle hemen yok etmediğini ve eğer hemen yok edecek olsaydı, bütün yarattığı ruh varlıkların zihinlerinde kendisinin haklı olup olmadığı kuşkusunun doğacağını bilerek, Şeytan'a geçici bir süre için izin verdiğine inanırlar. Ayrıca, Tanrı'nın Şeytan'a ve insan yönetimlerine izin vermekle, kötülüğe de izin verdiğine; çünkü bunun sonuçlarının kötü olacağını bildiğine inanırlar. Yehova'nın, Şeytan'ın iddialarının geçersizliğini bu kötü sonuçlara göre ispat edeceğine inanırlar.

İncil'deki "Bu dünyanın egemeni şimdi dışarı atılacak." ve "Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur." sözlerine göre, Yehova Şahitleri bu davaların çözümüne kadar, 6000 yıllık bir süre için dünyayı perde arkasından Şeytan'ın yönettiğine inanırlar. Ve Şeytan'ın bunu yaparken "Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine ışık meleği süsü verir." sözlerine göre, Şeytan'ın insanları çoğu kere iyilik meleği gibi görünerek kandırdığına inanırlar. Yehova'nın Şahitleri, Şeytan'ın 6000 yılın bitiminde, bir "uçuruma" atılarak 1000 yıl boyunca faaliyetsiz bırakılacağına ve 1000 yıl geçtikten sonra sonsuza dek yok edileceğine inanırlar. Bu 1000 yıllık dönemde Şeytan'ın bozduğu şeylerin telafisinin olacağına inanırlar. Bu telafi Yehova'nın Şahitleri'ne göre yeryüzünde cennetin yeniden kurulması ve ölmüş kişilerden birçoğunun dirilerek bu cennette yaşamasıdır.

Yezidilik

Şeytan figürünün Yahudi-Hristiyan ve Müslümanlıktaki bir benzeri Yezidilikte de bulunmaktadır.Ancak burada Şeytan'ın sahip olduğu özellikler diğer dinlerden farklıdır. Yezidilikte tanrı dünyanın sadece yaratıcısıdır, ancak sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için Şeytan bir nevi aracılık rolü üslenmiştir. Şeytan "tavus" olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Tanrı özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur. Ahiret inancı gibi sonradan hesap verilecek bir yerin varlığı söz konusu değildir. İnsanın inanışına ve yaşayışına göre dünya cennete de cehenneme de dönüşebilir. Melek Tavus bütün bu işlerin denetleyicisi ve tanrının bu dünyadaki gölgesidir.

Yezidilikten önceki ilahi dinlerde anlatılan, şeytanın, yaratıcının buyruğuna rağmen insan karşısında eğilmeyip saygı göstermemesi, onun aslında ne kadar asil olduğunun tüm evrene ispatıdır ve yaratıcı tarafından sınanmıştır. İşte bu sınavı başarı ile verip tüm insanlığın ve dünya işlerinin başına geçme hakkını kazanmıştır.

Satanizm

Ana madde: Satanizm

Şeytanı yaratıcı ve hükmedici bir figür olarak gören inanç sistemidir. Bununla birlikte bazı akımlarında şeytanın ya da tanrının varlığına inanılmaz.

Edebiyatta Şeytan

Edebiyatın ve dinin kesiştiği birçok noktada şeytan, olayların gelişmesinde, sonuçlanmasında ya da dallanmasında temel bir figür olarak, tıpkı hayattaki kaosun açıklanmasında olduğu gibi, yazarlarca kullanılmıştır. Şeytanın kahramanı oynadığı en önemli eserlerden birisi, Goethe'nin Faust'udur. Faust'ta şeytan (Mefisto), başarılı çalışmalarıyla insanlığı, kendisinin sebep olduğu felaketlerden koruyan bir doktoru elde etme konusunda tanrıyla "bir kez daha" bahse girer. İnsanın şeytanla içsel bir kavga halinin anlatıldığı ve dünyadaki iyilik ve kötülük kavramlarının kaynağının sorgulandığı bir başka eser, Paulo Coelho'nun "Şeytan ve Genç Kadın" adlı romanıdır. Jeffrey Burton Russell ise Kötülük (1-4) serisinde yeryüzüne artık iyice alışmış olan şeytanın, insanlardan bir farkının kalmadığını ve "onu bizden biri" gibi görerek, şeytanlaşan insanı anlatmaktadır.


Kaynak:Wikipedia

28 Şubat 2008 Perşembe

Okul Öncesi Öğretmen Adaylarına Tavsiyem

www.kitapyurdu.com'dan satın al Öğretmenim, Lütfen Bu Kitabı Okur musun!.. kitabını öğretmen adaylarına tavsiye ediyorum. Yalın bir dille yazılmış, içeriği çok güzel bir kitap. Öğrenci - öğretmen iletişimi hakkında çok güzel tesbitler var. Hasan Yılmaz- Çizgi Yay.
www.kitapyurdu.com'dan satın al
Bir Dakikalık Öğretmen- Epsilon Yay.

Okul Öncesinin Kar Keyfi

Fotoğrafların tamamı için albümün üzerine tıklayınız.

27 Şubat 2008 Çarşamba

Düyun-u Umumiye - Osmanlı Ekonomisindeki Kelepçe


Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.

1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri.
Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.

3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.

Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi.


Kaynak:www.turktarih.net

Düyun-u Umumiye - Osmanlı Ekonomisindeki Kelepçe


Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.

1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri.
Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.

3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.

Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi.


Kaynak:www.turktarih.net

26 Şubat 2008 Salı

Uzay Kampından Haberiniz Var mı?

Ülkemizde yapılan gurur verici bir organizasyon "Uzay Kampı" nın çalışmaları çok güzel. Çocukların küçük yaştan itibaren bilimsel düşünme becerilerilerini geliştirecek uğraş içindeler. 6 Günlük kampa katılan çocuklar uzay bilimine karşı ilgi duymanın yanında matematik ve teknoloji alanında ilerliyorlar. Değişik ülkelerden gelen çocuklarla kaynaşarak takım çalışmaları yapıyor, liderlik yeteneklerini geliştiriyorlar. Yapılan simulasyonlarla kendilerini uzay aracının pilotuymuş gibi hissediyor, heyecan duyuyorlar. Havuz aktiviteleri, oyun ecesi, kültür gecesi gibi yaz tatili için eğlenceli etkinliklerde gerçekleştiriyorlar.
Tanıtım amacıyla bir okulda yaptıkları programı izledim ve çok etkilendim.
Ayrıntılı bilgi için tel: 0 232 252 35 00
Web: http://www.spacecampturkey.com/

25 Şubat 2008 Pazartesi

Eğitim Gönüllüsü Olmak

Eğitim Gönüllüsü olmak ve fark yaratmak isteyenler. Boş zamanlarınızda çocuklara katkısı olabilecek birşeyler yapabilirsiniz. Bunun için işte doğru adres:
http://www.tegv.org/v2/default.asp

Bilim Merkezi-İst.

Bilim Merkezinin çocuklarla çalışmaları çok güzel. Tıklayarak kendi sayfalarına bağlanabilirsiniz.
http://www.bilimmerkezi.org.tr/

24 Şubat 2008 Pazar

ALFA ROMEO ve HAÇLILAR


Peki ama, Alfa Romeo´nun Haçlı Seferleri ile ne alakası var?
Amblemin sol tarafında ki bir haç, sağ tarafta ise hıristiyanlığı ve haçlı seferlerini sembolize eden bir yılan ve yılanın ağızında ki de "MÜSLÜMAN bir ÇOCUK!"


Almanca bir kaynakta, yılanın ağızındakinin çocuk olduğu yaziyor:


"...das rote Kreuz aus dem Stadtbanner und die Schlange aus dem Wappen der Visconti. Eine Viper frisst ein Kind - Symbol aus der Zeit der Kreuzzüge im 12. Jahrhundert."


Tercümesi:


"...Visconti´nin


* ambleminde ki kırmızı haç ve yılan. Bir Viper


* çocuğu yiyor - sembol 12. yüzyılda ki Haçlı Seferleri´nden kalmıştır."


* Visconti: Alfa Romeo firmasını kuran ailenin soyadı.


* Viper: Bir yılan türünün ismi.


KAYNAK


İngilizce bir kaynakta ise yılanın ağızındakinin çocuk olduğu değil ama arap olduğu yazıyor: "The coat of arms of the Visconti family, showing a snake swallowing a Saracen* (Arab). This had been a popular motif for military standards during the crusades of the 1100s and 1200s." Türcümesi :


"Visconti ailesinin armasındaki yılan, bir arabı yerken görülmekte. Bu 1100´lü ve 1200´lü yıllarındaki haçlı seferlerinde popüler bir askeri motifti." * Saracen: avrupalıların ortaçağda, Abbasilere ve Şam civarındaki müslüman araplara verdikleri isimdir. Aynı sembolü gösteren bir heykel:

Sembolün zamanla değişimini gösteren bir resim:

ALFA ROMEO ve HAÇLILAR


Peki ama, Alfa Romeo´nun Haçlı Seferleri ile ne alakası var?
Amblemin sol tarafında ki bir haç, sağ tarafta ise hıristiyanlığı ve haçlı seferlerini sembolize eden bir yılan ve yılanın ağızında ki de "MÜSLÜMAN bir ÇOCUK!"


Almanca bir kaynakta, yılanın ağızındakinin çocuk olduğu yaziyor:


"...das rote Kreuz aus dem Stadtbanner und die Schlange aus dem Wappen der Visconti. Eine Viper frisst ein Kind - Symbol aus der Zeit der Kreuzzüge im 12. Jahrhundert."


Tercümesi:


"...Visconti´nin


* ambleminde ki kırmızı haç ve yılan. Bir Viper


* çocuğu yiyor - sembol 12. yüzyılda ki Haçlı Seferleri´nden kalmıştır."


* Visconti: Alfa Romeo firmasını kuran ailenin soyadı.


* Viper: Bir yılan türünün ismi.


KAYNAK


İngilizce bir kaynakta ise yılanın ağızındakinin çocuk olduğu değil ama arap olduğu yazıyor: "The coat of arms of the Visconti family, showing a snake swallowing a Saracen* (Arab). This had been a popular motif for military standards during the crusades of the 1100s and 1200s." Türcümesi :


"Visconti ailesinin armasındaki yılan, bir arabı yerken görülmekte. Bu 1100´lü ve 1200´lü yıllarındaki haçlı seferlerinde popüler bir askeri motifti." * Saracen: avrupalıların ortaçağda, Abbasilere ve Şam civarındaki müslüman araplara verdikleri isimdir. Aynı sembolü gösteren bir heykel:

Sembolün zamanla değişimini gösteren bir resim:

23 Şubat 2008 Cumartesi

Çocuklara Bilimi Sevdirenler

Madscience, kurumları gezerek çocuklarla bilimi sevdirme adına çok güzel çalışmalar yapıyor.

Önce Çocuklar

Videoyu izlemek için adresi kopyalayınız.
http://www.youtube.com/watch?v=lvAgQkyIugo

21 Şubat 2008 Perşembe

Orrf Eğitimi

Orff-Schulwerk Eğitim ve Danışmanlık Merkezi
2–6 Yaş çocukları için Orff seminerleri veriyor.
İlgilenenler tıklayarak bağlantı kurabilirler.
İletişim Adresi:info@orffmerkezi.org

20 Şubat 2008 Çarşamba

Sultan II. Mahmud Kütüphanesi ve İçerisinde Bulunan Kitaplara İlişkin Bazı Tespitler

Konuyla ilgili detaylı değerlendirme ve açıklamalarda bulunmadan önce, kütüphane, kütüphanecilik, kütüphane tarihçesi vb. konular hakkında bilgi vererek konuya başlamak istiyorum.
Arapça ‘ketb-ﮐﺗﺐ’1 kökünden türeyip, isim şeklinde Farsça ‘hane-ﺧﺎﻨﻪ’ ismiyle birleşerek oluşan bir Farsça-Arapça bileşik isimdir. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatı, K maddesinin 642 sayfasında ‘kütüphane’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır: “1. Kitaplık, 2. Kitapsaray”.

Dil Derneği yayınları arasında basılan Türkçe Sözlük’te kütüphane: ‘1. Kitaplık, 2. (eski) Kitap satılan dükkan, kitap evi’ olarak ifade edilmektedir2.

Türk Dil Kurumu’nun basmış olduğu sözlükte ise, Dil Derneği’nin yayınladığı sözlükteki anlamlarıyla ayni gözükmektedir3. Bir diğer ansiklopedi de ise: “araştırma, müracaat ve okumak için kitap ve benzeri materyallerin toplandığı, saklandığı ve okuyucunun istifadesine sunulduğu yer” olarak açıklanmaktadır4

Daha geniş bir anlamı verilen ansiklopedilerdeki anlamlarına bir bakacak olursak, örneğin, Cem Büyük Ansiklopedi’sinde: ‘Kitapların bulunduğu, korunduğu, bakımının sağlandığı, kamu kullanımına açıldığı salon ya da bina’5 olarak ifade edilirken, Ana Britannica’da: ‘okur ve araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş kitap kolleksiyonu ve bu tür bir kolleksiyonu barındıran mekan ya da yapı’6 şeklinde açıklanmıştır. Bir diğer ansiklopedi olan Hachette’de ise: ‘belge kolleksiyonu, insanlığın bilgi birikiminin korunma simgesi, görsel-işitsel araçlar ve bilgisayar çağında geçerli olan pllar, fotoğraflar, filmler, video kasetler, haritalar, grafikler, işitsel isk vb. materyallerin saklandığı yerler’7 olarak açıklanmaktadır.

Son olarak Okyanus Türkçe sözlükte de: ‘1. Devlet tarafından veya özel olarak, kitap veya benzeri gereçlerin toplandığı, saklandığı ve özellikle yararlanmaya sunulduğu veya ödünç verildiği yer 2. Kitap satılan dükkan 3. Kitap odası 4. Kitap dolabı 5. Belli bir düzene göre sınıflandırılmış kitaplardan meydana gelen bütün 6. Belirli bir çevrenin veya herkesin faydalanması için belli bir amaca göre planlı şekilde kitap, dergi gibi her çeşit basılı malzeme toplayan ve bunları elverişli bir organizasyonla okuyuculara sunan kuruluş’8” olarak daha genişce anlatılmaktadır.

Görülmektedir ki gerek sözlük ve gerekse de ansiklopedilerde ‘kütüphane’ sözcüğünü hemen hemen benzer anlamlarda kullanıldığına şahit olmaktayız. Dolayısıyla kısaca yukarıda ifade ettiğimiz ‘kütüphane’ sözcüğünün biraz farklı kullanım şekillerini yine Türk Dil Kurumu’nun çıkarmış olduğu sözlüğün ‘kütüphaneci ve kütüphanecilik’9 başlıkları altında verildiğini görürüz. Elbette ki söz konusu kütüphane kavramı, emekleme döneminden günümüze kadarki sürede kendine ait terimlerini de oluşturmak suretiyle geniş bir alana yayılmıştır10.
Buradan hareketle konumuza kütüphanenin tarihçesiyle devam edersek, kütüphanelerin kökeninin kayıt tutma uygulamasına dayandığını görmekteyiz11. Yaklaşık İÖ (MÖ) 3. bin yıllarda Babil kenti Nippur’da kil tabletlerindeki kayıtların bir tapınakta saklandığı bilinmektedir12. Nippur söz konusu tarihlerde Ön-Türklerin yurt kurma alanlarından birisi olarak değerlendirilmektedir13. Özellikle belirtmek gerekir ki Sümerler’in, Mezopotamya’ya gelişleriyle14 başlayan süreçte, ‘mabet sosyalizm’‘i denen bir tür ilkel sosyalizm sistemiyle yönettikleri şehirlerinin doğal bir kazanımı sunucunda keşfettikleri çivi yazısı sayesinde, insanlık tarihine önemli bir katkı koymuşladır15 ve günümüze kadar tabletlerin gelmesine öncülük etmişlerdir. Yine İÖ (MÖ) 7. yüzyılda Asur kralı Asurbanipal’in16 topladığı kolleksiyondan günümüze kadar ulaşan tabletler mevcuttur17.

Genel anlamda bilinen ilk kütüphaneler, İÖ eski Yunan dönemi tapınaklarında felsefe okullarında oluşturulan kitap depoları sayılabilir18. İlkçağın bilinen kütüphaneleri arasında Aristoteles Kütüphanesi, İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon (Bergama) Kütüphanesi, Roma’daki Bibliotheca Ulpia ve I. (Büyük) Costantinus’un İS İstanbul’da kurduğu İmparatorluk Kütüphanesi sayılabilir. Diğer taraftan uzak doğu ülkelerinden özellikle Çin’de kayıt tutma geleneğiyle bütünleşen, derleme belge ve kitapların depolanması köklü bir gelenek olarak bilinmektedir19.

Öte yandan Türklerde ilk kütüphanenin Uygurlar tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Yapılan Turfan20 ve Karahoça21 kazılarında 30 bin kadar yazma çıkarılmıştır22. Ligeti’nin “Bilinmeyen İç Asya” adlı kitabından söz konusu yazmaların Batı’ya taşındığını öğrenmekteyiz23. İslamiyetin kabulüyle daha da sistemli bir hale gelen kütüphane fikrinin ilk uygulamasını ilk İslam devletinden birisi olan Gaznelilerde24 görmek mümkündür. Gazneli Mahmut’un kurduğu saray kütüphanesi dönemin en bilineniydi25. Elbette ki İslam’ın bilime ve bilimadamlarına önem vermesi sonucu bütün İslam devletlerinde kütüphaneler gelişti ve büyüdü26. Burada özellikle İslam’ın temel yapı taşı olan Kuran-ı Kerim’de geçen Zümer Suresi’nin 9. ayetinde mealen: “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” ile Nahl Suresi’nin 43. ayetinde mealen: “Şayet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz ?” gibi ayetlerin olması bilimin önemini açıkca vurguladığı ifade edilmektedir27. Hatta bizzat Hz. Muhammed’in “ilim ve hikmet, mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın” ve “İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz” gibi söylediği sözler Müslümanlarca emir telakki edilmiş ve ilk medrese28 Mescid-i Nebi’nin yanındaki “Suffe” denilen yerden yararlanıldı29. Özellikle bu döneme ilişkin Merv’deki kültürel gelişmeleri dikkate almalıyız30.

İslamiyetin en iyi uygulama sahalarından birisi olan Osmanlılarda kütüphane kavramında vakıf olgusu önemli yer tutmaktadır31. Medreselerin gelişimiyle doğru orantılı olarak kütüphane kavramının kapsamının genişlediğini söyleyebiliriz32. Önceleri camilerin yanında kurulan medreseler özellikle Fatih döneminde geniş çaplı eğitim kurumlarına dönüşerek görevini sürdürdü33. Aslında İznik’te kurulan ilk medreseyi Bursa’daki medreseler izlemesine rağmen oralarda kütüphane bulunduğuna dair detaylı bilgi bulunmamaktadır34. I. Murad’dan başlayarak ilk modern kütüphane olan Beyazıt Kütüphanesine kadarki süreçte kütüphaneler gelişti ve çeşitlendi35. Özellikle XVII. asrın sonlarına doğru açık medreselere, tekke kütüphanelerine ve türbe kütüphanelerine müstakil kütüphaneler de eklendi (Köprülü Kütüphanesi)36.

Kısa kütüphane tarihçesinin ardından Sultan II. Mahmut’un37 yapmış olduğu idari ıslahatlara38 göz atmamız gerekmektedir. Zira II. Mahmut döneminde yapılan idari düzenlemeler, konumuzla yakınen ilişkilidir. Özellikle bu dönemde vakıfla bağlantılı olan kütüphaneleri ilgilendiren meselelerde köklü değişikliklere gidildiği görülmektedir39. Bu dönemde kütüphanelerin kontrolü ve sayımı vb. (kitap tamiri, ciltlenmesi, personel vb. gibi) çalışmalar yapılmış ve kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezaretiyle de bu kontrollerin en üst seviyesine ulaştığı görülmüştür40. Bir başka değişle kütüphanelerin söz konusu kuruma bağlanmasıyla büyük bir ivme kazandığını, geliştiğini ve yavaş yavaş gerçek hüviyetine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Yine bu dönemde İstanbul dışında kütüphanelerin kuruluşunun Tanzimat Fermanı ile mümkün olduğunu görmekteyiz41. Sultan II. Mahmut Kütüphanesi de, Osmanlı toprakları içerisinde bu çerçevede kurulmuş bir kütüphaneydi. Bizzat Sultan Mahmut tarafından Kıbrıs Mutasarrıfı (valisi) Ali Ruhi Efendi’ye gönderilen bir fermanla42 müstakil bir kütüphanenin kurulmasını emretmiştir. Mutasarrıf Ali Ruhi de binanın hazırlanmasına, kütüphanenin düzenlenmesine ve halkın hizmetine açılmasını sağlama görevini Kıbrıs’ın ilk Hafız-ı Kütüb’ü olacak olan Hasan Hilmi Efendi’ye verir43.
İsmet Parmaksızoğlu “Kıbrıs Sultan İkinci Mahmud Kütüphanesi44” adlı kitabında, söz konusu kütüphanenin inşasına45 ait masrafların, memur maaşlarının ve diğer masrafların Sultan II. Mahmut’un bizzat kendi gelirinden karşılandığını belirtmektedir46. Buna ilaveten yine ayni masraflara katkı koymak amacıyla Mutasarrıf Ali Ruhi Efendi, El-Hac Ömer Efendi gibi kişiler ya vakfiye yaparak gelirlerini kütüphaneye bağışlamışlar ya da kitap, rahle vb. bağışlarla kütüphanenin güçlenmesini sağlamaya çalışmışlardır47.

Yine Parmaksızoğlu söz konusu kitabında, Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin Türk kütüphanecilik tarihi açısından önemli bir yer tuttuğuna işaret etmektedir48. Bunu doğrular nitelikteki bulgulara Servet Sami Dedeçay’ın “Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere Ait Kütüphaneler ve Kitabevleri” adlı kitabında ve 1955-60 yılları arasında Bristish Council Kütüphanesi’nde kütüphaneci olarak görev yapan Edward R. Reid-Smith’in “Books and Libraries” adlı kitabında rastlamaktayız.

Edward, Kıbrıslı Türklerin o dönemde açık sadece 2 kütüphanesinin (Sultan II. Mahmut Kütüphanesi ile Halk Kütüphanesi) olduğunu belirtirken, Servet Sami de Sultan Mahmut’a kadar yani; 1829 yılına kadar ki kütüphanelerin cami, tekke ve medrese içlerinde 100’ü geçmeyen kitaptan oluşan kütüphaneler olduğundan bahsetmektedir.

Parmaksızoğlu Kıbrıs fethi sonrasındaki konu ile ilgili gelişmeleri anlatmakta ve kitabında şöyle demektedir: “Lefkoşa’nın fethinden 150 yıl sonra yapılan bir sayımda bu şehirde 4.000 hane, 16 mahalle, 2 cami-i kebir, 2 cami, 14 mescit, 3, medrese, 4 tekke ve zaviye, 5 hamam, 31 çeşme gibi amme kurumları arasında 6 kütüphanenin de bulunması, Lefkoşa’nın sosyal hayatının övünülecek bir ölçüde geliştiğini göstermektedir”. Yazarın kitabından devamla, Lefkoşa’daki kütüphanelerin H. 1244 (M. 1829)’de yeniden bir revizyona tabi tutulduğundan, önceleri kütüphane-i amire adıyla kurulan kütüphanenin daha sonra halk tarafından isminin değiştirildiğinden bahsetmektedir49.

Servet Sami ise, söz konusu kitabında Kıbrıs’ta kurulan kütüphaneler hakkında kısaca bilgi verdikten sonra Osmanlılar dönemine ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır: “Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethine kadarki süre içinde, özel kişilere veya Rum ve Latin manastırlarına ait kütüphaneler mevcut olmuş ise de, bu kütüphaneler fetih sırasında ve fetihten hemen sonra, Kıbrıs’ın Rum Ostodoks halkı tarafından ya yağmalanır, ya bulundukları binalarla birlikte tahrip edilirler ya da yakılıp yıkılırlar. Böylelikle, Osmanlı devrinin Kıbrıs’ta başlamasıyla adada hiçbir Latin veya Frank kütüphanesi kalmaz. Ama Rum Ortodoks manastırlarındaki el yazması belgeler ve kitaplar korunur. Kıbrıs’ın en eski kütüphanesinin XI. Asrın sonlarına doğru Cikko Manastırı’nda kurulmuş söyleniyor ise de, 1365, 1542, 1751 ve 1813 yıllarında manastırda çıkan her yangında manastır kütüphanesinin de tamamen yanması önlenemez.”. Servet Sami’nin yapmış olduğu bir diğer tesbite göre ise, adada tek yangın geçirmeyen kütüphane olan Sultan II. Mahmut Kütüphanesi, Feneromeni Kilisesi Kütüphanesi’nin kurulmasına da önderlik ettiğini ifade etmektedir50.

Yine Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin mimari özellikleri ilgili detaylı bilgileri de Parmaksızoğlu’nun kitabından ziyade Röleve ve Restorasyon Dergisi’nin II. sayısında bulmak mümkünüdür51. Kütüphanenin şimdiki durumuna nasıl geldiği ve diğer konulara (ahşap ve taş kitabe52, orada yapılan törenler, bina üzerine yazan ‘Maşallah’ tabiri vb.) ilişkin diğer detaylı bilgiyi ise hazırlanmakta olan bir başka eserde bulmak mümkündür53.
Kütüphanenin iç mekan özellikleri arasında en ilgi çekici yanı, kuşkusuz “Şairü’l-Şuara” ünvanını almasına hak kazandıran 4854 beyitlik şair Hoca Hilmi Efendi’nin55 kasidesidir56. Parmaksızoğlu, şair Hilmi Efendi’nin kasidesiyle kütüphanenin kuruluş tarihini düşürdüğünü şu beyitlerle tesbit etmiştir:
Simâh-ı cevherînden eyledim tarihini tahrîr
Fünûn ü ‘ilmile şâd oldı bu valâ kütübhâne57

Kütüphane İngiliz döneminde de bir takım çalışmalara örnek teşkil etmiş ve öncelikle Vali Konağı’nda kütüphane kurulmasına çalışılmış ardından da Kıbrıs’ta kulüp kütüphaneleri ile özel kişilerin kütüphane kurması teşvik edilmiştir58. Türkler açısından ise, Servet Sami’nin tesbitine göre, 1953 yılına kadarki dönemde Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi anlamda kurduğu kütüphane yok denecek kadar az olduğundan bahsetmektedir59. Bunun da sebeplerini şöyle sıralamaktadır:

Politik ortamın sürekli istikrarsızlığı,
Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin eğitim düzeyinin noksanlığı,
Varlıklı Türk sayısının azlığı.
Görülmektedir ki Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi bir kütüphanesi bulunmadığı gibi ona da sahip çıkamayan Kıbrıslı Türklerin durumu yerel basında da ortaya konulmakta ve soruna çeşitli çareler aranmaktadır. 1920’lerden bu yana konuyla ilgili birçok makaleler yayınlanmış olup içlerinden bazılarını aşağıya almak suretiyle konuya açıklık getirmeye çalışacağım60.

Doğru Yol Gazetesi’nin61 12 Nisan 1920 tarihli ve “Raşit Ahmet” isimli kişi tarafından “Kütüphaneler ve Fevaidi [yararları]” adlı yazılan makalede konu şöyle anlatılmaktadır; “şimdiye kadar birçok ihtiyacat-ı medeniyyetimiz arasında en ziyade ihmal ettiğimiz hayati bir meselede bir kütüphane-i milli tesisine atf-ı ehemmiyyet etmediğimizdir. Ümit ederiz ki erbab-ı ilm ve servet bu meseleyi layık olduğu ehemmiyyetle telakki ederek teşkil ve tesis için sarf-ı gayret edecektir. Bizim kanaatimiz o merkezdedir ki bu maksad-ı mühimm için teşkil edecek bir cemiyyet, bir program dairesinde ibraz-ı faaliyyet ederse, az zaman zarfında memleket için vücuda elzem olan böyle bir müessesenin vaz‘ esasına muvaffakiyyet elverecektir. Bu uğurda ilk hatveyi atacak olanlar bu memleketin münci-i hakikileri olacakları vareste-i beyandır.”

Yine ayni gazetenin62 20 Aralık 1920 tarihli ve “Mehmet Remzi” imzalı ve “Cennet-mekan Sultan Mahmud-ı Ali ve Kütüphanesi” başlıklı makalesinde şöyle demektedir: “kütübhane-i Ali’yi ziyaret edenler cidden kalplerinde acı ızdıraplar hissederler. Kütüphanede ne oturmaya layık bir mahal ve ne de intizama delalet edecek bir eser meşhuddur. Kütüphane bucaklarında fersudelenmiş yüzlerce kitaplar bulunduğu gibi teneffüs odasında da bundan daha asar-ı muhalledenin parçalanıp dağıtıldığı kemal-i teessüfle müşahede olunmaktadır. Kütüphane kapısının üst tarafında büyük itina ve ihtimamlarla yerleştirilen mahkuk taşlar yere düşüp parçalanmıştır. Mümkün ise riyasetiniz tahtında bir komisyonun teşkili ile kütüphane-i mezkurun hal-i muhtazam asliyyesine vaz‘ı hususunda delalet ve himmetinizi taşnekan-ı ilm ve irfan namına rica eyleriz. Taht-ı riyasetinizde teşekkül edecek komisyon elbette buna bir çare-i hal bulur ve bu memlekete unutulmaz bir fiil-i hayr temin etmiş olursunuz.”
Bir diğer gazete küpürüne Kıbrıs Vakıflar İdaresi arşivinde rastlamakta ve geçen süre zarfında yerel basında yapılan telkinlerin etkisinin geç de olsa gösterdiğini anlamaktayız63.
1927 yılına ait “Sultan’s Library, Librarians Appointment Of” adlı dosyada Birlik Gazetesi’nden alınma küpürde, kütüphane hakkında şunlar yazılıdır: “ahiran şehrimizi teşrif ve vilayet dairesinde misafir bulunan İngiltere Hariciyye Nezareti mensubininden hafız-ı kütüb Mister Gaselee Sultan Mahmut Kütüphanesi’ni ziyaret eylediklerinde gördükleri tertip, temizlik ve intizama hayran oldular ve böyle bir kütüphaneye İslam aleminde ilk defa tesadüf ettiklerini bi’l-beyan Evkaf İdaresi’ni ve hafız-ı kütübü tahriren takdir ve tebrik ettiler.”
Görülmektedir ki ziyaret öncesinde yapılan hazırlıklar arasında kütüphaneci münhallerinin açılması önemli bir yer tutmakta idi. Evkaf delegesi Münir Bey tarafından Koloniyal Sekreterliği’ne yazılan 8 Aralık 1927 tarihli resmi yazıda, ihtiyaç olan münhallerin doldurulması istenmiş ve 16 Nisan 1927 tarihinden itibaren geçici olarak görev ifa eden M. Ratip Efendi ile 1 Ekim 1927’den itibaren geçici görev ifa eden Ahmet Fehim Ali Efendi’nin atanması önerilmiştir64. Koloniyal Sekreterliği’nden de 997/07 no’lu yazıyla gelen cevapta, bu istek olumlu karşılanmış ve atamalar onaylanmıştır65.

Kütüphaneyi ziyaret eden Mister Gaselee’nin mennuniyetini yazdığı mektupla bizzat bildirmesi, yapılan hazırlıkların olumlu olduğunu teyit etmesi açısından önemlidir. Söz konusu Gaselee’nin Evkaf delegesi Münir Bey’e yazdığı mektup aynen şöyledir:

“8 Nisan 1928
Hükümet Binası-Kıbrıs
Azizim Münir Bey,
Cuma günü bize kütüphaneyle diğer merak konusu şeyleri gösterdiğiniz için lütfen benim ve eşimin en iyi teşekkürlerini kabul buyurunuz. Kütüphanecinizin yaptığı işten cidden çok etkilendim ve gerçekten Londra’ya geldiğiniz zaman Batılı oryantalistlerin bildiği sonucu nasıl yapabileceğimiz hakkında düşünmeliyiz. Londra’daki adresim kolay ve hatırlanabilir. Nasıl olmasa Dışişleri beni her zaman bulabilir; bana gelişinizi bildireceğinizi umarım. Birlikte yemeğe çıkıp bir Bridge oyunu oynamalıyız ve belki de size başka yönden de faydalı olabilirim. Tekrar, tekrar teşekkür ediyorum, lütfen inanınız. Saygılarımla

Stephen Gaselee”

İngiliz döneminde kütüphane ile içerisindeki kitapların tamirat geçirdiğini görmekteyiz66. Kütüphanenin tamiratı sırasında matbu ve yazma kitapların zarar görmemesi maksadıyla taşınması67 ve içlerinde tamire muhtaç olanların Kıbrıs Müzesi’ne taşınması için 350 İngiliz Pound’luk bir meblağa ihtiyaç duyulduğunu yine ayni dosya içerisinde bulunan belgelerden anlamaktayız68.

Kıbrıs sahip olduğu her türlü yeraltı ve yerüstü zenginliğinin 19. yy’dan başlayarak 20. yy’da yoğunlaşan süreçte69, günümüzde de farklı şekilde varlığını sürdürdüğünü basında yer alan haberlerden anlamaktayız. İşte bu noktada konumuzla bağlantılı 17 Kasım 1997 tarihli Ortam Gazetesi’nde “Selimiye Yağmalanıyor” başlıklı çıkan haber, hem kütüphane hemde içerindeki kitaplar için bir dönüm noktası olmuştur. Gerçi hala daha kütüphane için gerekli çalışamalrın yetersizliği ortadayken, içerindeki kitapların akıbeti kütüphanenin ki gibi olmadı. Basına yansıyan haberlere müteakiben birbirini izleyen resmi yaşızmaların ardından, KKTC Milli Arşiv ve Araştırma Dairesi’nde oluşturulan özel bir odada toplanan bütün matbu ve yazma kitaplar, bugün hala da orada varlığını sürdürmekte ve gerekli işlemlerin ardından orjinal yerine dönüş vizesini almayı beklemektedir.

O günkü koşullarda Milli Arşiv’e taşınan kitapların sayısı itibariyle bakıldığında karşımıza çelişkili kitap sayıları çıkmatadır.

Parmaksızoğlu Kütüphaneye kitap bağışlayanların isimleri ve bağışlanan kitap sayılarını şöyle vermektedir:

Sultan Mahmut 80 cilt
Berber-zade Hacı Mustafa Hulusi Efendi 80 cilt
Ali Ruhi Efendi 19 kalem eşya ve Kur’an-ı Kerim
Kethüda Bey 2 parça eşya ve 1 cilt
Seyyit Haci Mehmet Ağa 1 cilt
Şeyhü’s-Seb‘a Kütüphanesi 67 cilt
Hacı Hüseyin Efendi 2 cilt
Ayasofya Kütüphanesi 14 cilt
Arap Ahmet Paşa Kütüphanesi 11 cilt
Meçhul 18 cilt
Tekeli Garra Efendi 8 cilt
Bakkal-zade 11 cilt
Karakaş-zade Hacı Osman Efendi 11 cilt
Kutup Osman Efendi; Şeyh Hacı Mehmet Efendi 5 cilt
Tıfli Efendi; Bulgari Eefndi 223 cilt
Kıbrısi Şeyh-zade Hacı Mustafa Efendi 78 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi 28 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 3 cilt
Hacı Mustafa-zade Seyyit Ali Efendi 33 cilt
Ali Bahri Efendi 13 cilt
Bakkal-zade 50 cilt
Karakaş-zade Osman Efendi 98 cilt
Kıbrıs Müftüsü Hasan Hilmi Efendi 35 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 186 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 90 cilt
Hacı Sadık Efendi 26 cilt

Parmaksızoğlu’na göre toplam 1173 adet olan kitap sayısı, Servet Samiye’göre 1182 adettir. Kıbrıs İslam Yazmaları Kataloğu’ndaki kitap sayısı ise 1800 civarından verilmektedir. Şahsımın yaptığı araştırmadaki tesbitime göre 1632 ve kayıtsız ilave 158 adetle toplam 1790 adet kitaptır70. Yine ayni dosyada bulunan 8 no’lu belgede 17 adet eksik kitabın isimleri de verilmektedir. Yine Servet Sami söz konusu kitabında kütüphanede farklı zamanlarda yapılan kitap sayılarını da şöyle vermektedir:

1958’de, 1500 kadar kitap,
1964’de, 1600 kadar kitap,
1967’de 1887 kitap bunların 30 tanesi el yazması,
1968’de 1877 kitap,
1975’te 1638 kitap,
1990’da 1861 kitap.
Görülmektedir ki farklı farklı kitap sayılarının çıkması kütüpphane içerisindeki kitapların kaybolmasıyla ilişkili olabileceği gibi, yapılan bağışlarla da olabilmektedir. Ancak burada gerek Parmaksızoğlu ile Servet Sami ve gerekse de Kıbrıs İslam Yazmaları Katoloğu’nu hazarlayanların71 yararlandıkları kaynağın kütüphanenin vakıf defteri olduğu benzer ifadelerle teyit edilmektedir. Ancak kendi tesbitime göre orjinal kütüphaneye ait kitap listesini karşılaştırdığım zaman, diğerlerinin başlagıçlarıyla yani; ilk bağışlayanın ismiyle, hatta kitap sayılarıyla bile uyuşmadığı görülmektedir. Örneğin tarafımdan tesbiti yapılan ve Kıbrıs Şeyh-zade El-Hac Mustafa Efendi ile başlayan kayıttaki orjinal kitap listesi, diğerlerinde Sultan II. Mauhmut’un bağışladığını görmekteyiz. Daha da garibi ise verilen kitap sayıların ayni isimle olmasına rağmen farklı olmasıdır72.

Tesbitini yaptığın bir başka kütüphane listesinde ise sayı 1649 olarak verilmektedir. Söz konusu 1927 ve 1929 yıllarına ait olan liste defterleri 33 cm uzunluğunda ve 21 cm genişliğinde olup, biri 40 diğeri de 45 yapraklıdır. Konu başlıklarına göre ve güzel bir rika yazısıyla tutulmuş iki ayrı deftere farklı tarihlerde kayıt yaplmış olan kitapların listesi yanında, kütüphanede bulunan eşyaların detaylı kaydı da verilmektedir.

1927 ile 1929 yıllarına ait kitapların listelerinin tutulduğu defterleri Hafız-ı Kütüb-ı Evvel sıfatıyla Mehmet Ratib73 tarafından tutulmuştur. Mehmet Ratib’in kendi ifadesiyle tuttuğu kayıt şöyledir: “işbu fihritte muharrer bi’l-cümle kütüb ve eşyayı teslim eylediğimizi mübeyyen, işbu mahale şerh ve imza eyleriz. 1 Teşrin-i Evvel 1927”.

Sonuç olarak görülmektedir ki Kıbrıs Türk toplumunun köşe taşı durumundaki Sultan Mahmut Kütüphanesi içerisinde bulunan kitapların sayılarından çok içeriklerinin köklü geçmiş tarihimizle bağlantısından dolayı daha da önem kazanmaktadır. O açıdan günümüzde kitap sayılarının basına yansıyan veya bir başka sebeple azalması içeriklerinden daha az görülse bile yine de bu bize geçmişe sahip çıkamayışımızın ipuçlarını verebilmektedir.

Sultan II. Mahmud Kütüphanesi ve İçerisinde Bulunan Kitaplara İlişkin Bazı Tespitler

Konuyla ilgili detaylı değerlendirme ve açıklamalarda bulunmadan önce, kütüphane, kütüphanecilik, kütüphane tarihçesi vb. konular hakkında bilgi vererek konuya başlamak istiyorum.
Arapça ‘ketb-ﮐﺗﺐ’1 kökünden türeyip, isim şeklinde Farsça ‘hane-ﺧﺎﻨﻪ’ ismiyle birleşerek oluşan bir Farsça-Arapça bileşik isimdir. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatı, K maddesinin 642 sayfasında ‘kütüphane’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır: “1. Kitaplık, 2. Kitapsaray”.

Dil Derneği yayınları arasında basılan Türkçe Sözlük’te kütüphane: ‘1. Kitaplık, 2. (eski) Kitap satılan dükkan, kitap evi’ olarak ifade edilmektedir2.

Türk Dil Kurumu’nun basmış olduğu sözlükte ise, Dil Derneği’nin yayınladığı sözlükteki anlamlarıyla ayni gözükmektedir3. Bir diğer ansiklopedi de ise: “araştırma, müracaat ve okumak için kitap ve benzeri materyallerin toplandığı, saklandığı ve okuyucunun istifadesine sunulduğu yer” olarak açıklanmaktadır4

Daha geniş bir anlamı verilen ansiklopedilerdeki anlamlarına bir bakacak olursak, örneğin, Cem Büyük Ansiklopedi’sinde: ‘Kitapların bulunduğu, korunduğu, bakımının sağlandığı, kamu kullanımına açıldığı salon ya da bina’5 olarak ifade edilirken, Ana Britannica’da: ‘okur ve araştırmacılar tarafından kullanılmak üzere oluşturulmuş kitap kolleksiyonu ve bu tür bir kolleksiyonu barındıran mekan ya da yapı’6 şeklinde açıklanmıştır. Bir diğer ansiklopedi olan Hachette’de ise: ‘belge kolleksiyonu, insanlığın bilgi birikiminin korunma simgesi, görsel-işitsel araçlar ve bilgisayar çağında geçerli olan pllar, fotoğraflar, filmler, video kasetler, haritalar, grafikler, işitsel isk vb. materyallerin saklandığı yerler’7 olarak açıklanmaktadır.

Son olarak Okyanus Türkçe sözlükte de: ‘1. Devlet tarafından veya özel olarak, kitap veya benzeri gereçlerin toplandığı, saklandığı ve özellikle yararlanmaya sunulduğu veya ödünç verildiği yer 2. Kitap satılan dükkan 3. Kitap odası 4. Kitap dolabı 5. Belli bir düzene göre sınıflandırılmış kitaplardan meydana gelen bütün 6. Belirli bir çevrenin veya herkesin faydalanması için belli bir amaca göre planlı şekilde kitap, dergi gibi her çeşit basılı malzeme toplayan ve bunları elverişli bir organizasyonla okuyuculara sunan kuruluş’8” olarak daha genişce anlatılmaktadır.

Görülmektedir ki gerek sözlük ve gerekse de ansiklopedilerde ‘kütüphane’ sözcüğünü hemen hemen benzer anlamlarda kullanıldığına şahit olmaktayız. Dolayısıyla kısaca yukarıda ifade ettiğimiz ‘kütüphane’ sözcüğünün biraz farklı kullanım şekillerini yine Türk Dil Kurumu’nun çıkarmış olduğu sözlüğün ‘kütüphaneci ve kütüphanecilik’9 başlıkları altında verildiğini görürüz. Elbette ki söz konusu kütüphane kavramı, emekleme döneminden günümüze kadarki sürede kendine ait terimlerini de oluşturmak suretiyle geniş bir alana yayılmıştır10.
Buradan hareketle konumuza kütüphanenin tarihçesiyle devam edersek, kütüphanelerin kökeninin kayıt tutma uygulamasına dayandığını görmekteyiz11. Yaklaşık İÖ (MÖ) 3. bin yıllarda Babil kenti Nippur’da kil tabletlerindeki kayıtların bir tapınakta saklandığı bilinmektedir12. Nippur söz konusu tarihlerde Ön-Türklerin yurt kurma alanlarından birisi olarak değerlendirilmektedir13. Özellikle belirtmek gerekir ki Sümerler’in, Mezopotamya’ya gelişleriyle14 başlayan süreçte, ‘mabet sosyalizm’‘i denen bir tür ilkel sosyalizm sistemiyle yönettikleri şehirlerinin doğal bir kazanımı sunucunda keşfettikleri çivi yazısı sayesinde, insanlık tarihine önemli bir katkı koymuşladır15 ve günümüze kadar tabletlerin gelmesine öncülük etmişlerdir. Yine İÖ (MÖ) 7. yüzyılda Asur kralı Asurbanipal’in16 topladığı kolleksiyondan günümüze kadar ulaşan tabletler mevcuttur17.

Genel anlamda bilinen ilk kütüphaneler, İÖ eski Yunan dönemi tapınaklarında felsefe okullarında oluşturulan kitap depoları sayılabilir18. İlkçağın bilinen kütüphaneleri arasında Aristoteles Kütüphanesi, İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon (Bergama) Kütüphanesi, Roma’daki Bibliotheca Ulpia ve I. (Büyük) Costantinus’un İS İstanbul’da kurduğu İmparatorluk Kütüphanesi sayılabilir. Diğer taraftan uzak doğu ülkelerinden özellikle Çin’de kayıt tutma geleneğiyle bütünleşen, derleme belge ve kitapların depolanması köklü bir gelenek olarak bilinmektedir19.

Öte yandan Türklerde ilk kütüphanenin Uygurlar tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Yapılan Turfan20 ve Karahoça21 kazılarında 30 bin kadar yazma çıkarılmıştır22. Ligeti’nin “Bilinmeyen İç Asya” adlı kitabından söz konusu yazmaların Batı’ya taşındığını öğrenmekteyiz23. İslamiyetin kabulüyle daha da sistemli bir hale gelen kütüphane fikrinin ilk uygulamasını ilk İslam devletinden birisi olan Gaznelilerde24 görmek mümkündür. Gazneli Mahmut’un kurduğu saray kütüphanesi dönemin en bilineniydi25. Elbette ki İslam’ın bilime ve bilimadamlarına önem vermesi sonucu bütün İslam devletlerinde kütüphaneler gelişti ve büyüdü26. Burada özellikle İslam’ın temel yapı taşı olan Kuran-ı Kerim’de geçen Zümer Suresi’nin 9. ayetinde mealen: “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” ile Nahl Suresi’nin 43. ayetinde mealen: “Şayet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz ?” gibi ayetlerin olması bilimin önemini açıkca vurguladığı ifade edilmektedir27. Hatta bizzat Hz. Muhammed’in “ilim ve hikmet, mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın” ve “İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz” gibi söylediği sözler Müslümanlarca emir telakki edilmiş ve ilk medrese28 Mescid-i Nebi’nin yanındaki “Suffe” denilen yerden yararlanıldı29. Özellikle bu döneme ilişkin Merv’deki kültürel gelişmeleri dikkate almalıyız30.

İslamiyetin en iyi uygulama sahalarından birisi olan Osmanlılarda kütüphane kavramında vakıf olgusu önemli yer tutmaktadır31. Medreselerin gelişimiyle doğru orantılı olarak kütüphane kavramının kapsamının genişlediğini söyleyebiliriz32. Önceleri camilerin yanında kurulan medreseler özellikle Fatih döneminde geniş çaplı eğitim kurumlarına dönüşerek görevini sürdürdü33. Aslında İznik’te kurulan ilk medreseyi Bursa’daki medreseler izlemesine rağmen oralarda kütüphane bulunduğuna dair detaylı bilgi bulunmamaktadır34. I. Murad’dan başlayarak ilk modern kütüphane olan Beyazıt Kütüphanesine kadarki süreçte kütüphaneler gelişti ve çeşitlendi35. Özellikle XVII. asrın sonlarına doğru açık medreselere, tekke kütüphanelerine ve türbe kütüphanelerine müstakil kütüphaneler de eklendi (Köprülü Kütüphanesi)36.

Kısa kütüphane tarihçesinin ardından Sultan II. Mahmut’un37 yapmış olduğu idari ıslahatlara38 göz atmamız gerekmektedir. Zira II. Mahmut döneminde yapılan idari düzenlemeler, konumuzla yakınen ilişkilidir. Özellikle bu dönemde vakıfla bağlantılı olan kütüphaneleri ilgilendiren meselelerde köklü değişikliklere gidildiği görülmektedir39. Bu dönemde kütüphanelerin kontrolü ve sayımı vb. (kitap tamiri, ciltlenmesi, personel vb. gibi) çalışmalar yapılmış ve kurulan Evkaf-ı Hümayun Nezaretiyle de bu kontrollerin en üst seviyesine ulaştığı görülmüştür40. Bir başka değişle kütüphanelerin söz konusu kuruma bağlanmasıyla büyük bir ivme kazandığını, geliştiğini ve yavaş yavaş gerçek hüviyetine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Yine bu dönemde İstanbul dışında kütüphanelerin kuruluşunun Tanzimat Fermanı ile mümkün olduğunu görmekteyiz41. Sultan II. Mahmut Kütüphanesi de, Osmanlı toprakları içerisinde bu çerçevede kurulmuş bir kütüphaneydi. Bizzat Sultan Mahmut tarafından Kıbrıs Mutasarrıfı (valisi) Ali Ruhi Efendi’ye gönderilen bir fermanla42 müstakil bir kütüphanenin kurulmasını emretmiştir. Mutasarrıf Ali Ruhi de binanın hazırlanmasına, kütüphanenin düzenlenmesine ve halkın hizmetine açılmasını sağlama görevini Kıbrıs’ın ilk Hafız-ı Kütüb’ü olacak olan Hasan Hilmi Efendi’ye verir43.
İsmet Parmaksızoğlu “Kıbrıs Sultan İkinci Mahmud Kütüphanesi44” adlı kitabında, söz konusu kütüphanenin inşasına45 ait masrafların, memur maaşlarının ve diğer masrafların Sultan II. Mahmut’un bizzat kendi gelirinden karşılandığını belirtmektedir46. Buna ilaveten yine ayni masraflara katkı koymak amacıyla Mutasarrıf Ali Ruhi Efendi, El-Hac Ömer Efendi gibi kişiler ya vakfiye yaparak gelirlerini kütüphaneye bağışlamışlar ya da kitap, rahle vb. bağışlarla kütüphanenin güçlenmesini sağlamaya çalışmışlardır47.

Yine Parmaksızoğlu söz konusu kitabında, Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin Türk kütüphanecilik tarihi açısından önemli bir yer tuttuğuna işaret etmektedir48. Bunu doğrular nitelikteki bulgulara Servet Sami Dedeçay’ın “Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere Ait Kütüphaneler ve Kitabevleri” adlı kitabında ve 1955-60 yılları arasında Bristish Council Kütüphanesi’nde kütüphaneci olarak görev yapan Edward R. Reid-Smith’in “Books and Libraries” adlı kitabında rastlamaktayız.

Edward, Kıbrıslı Türklerin o dönemde açık sadece 2 kütüphanesinin (Sultan II. Mahmut Kütüphanesi ile Halk Kütüphanesi) olduğunu belirtirken, Servet Sami de Sultan Mahmut’a kadar yani; 1829 yılına kadar ki kütüphanelerin cami, tekke ve medrese içlerinde 100’ü geçmeyen kitaptan oluşan kütüphaneler olduğundan bahsetmektedir.

Parmaksızoğlu Kıbrıs fethi sonrasındaki konu ile ilgili gelişmeleri anlatmakta ve kitabında şöyle demektedir: “Lefkoşa’nın fethinden 150 yıl sonra yapılan bir sayımda bu şehirde 4.000 hane, 16 mahalle, 2 cami-i kebir, 2 cami, 14 mescit, 3, medrese, 4 tekke ve zaviye, 5 hamam, 31 çeşme gibi amme kurumları arasında 6 kütüphanenin de bulunması, Lefkoşa’nın sosyal hayatının övünülecek bir ölçüde geliştiğini göstermektedir”. Yazarın kitabından devamla, Lefkoşa’daki kütüphanelerin H. 1244 (M. 1829)’de yeniden bir revizyona tabi tutulduğundan, önceleri kütüphane-i amire adıyla kurulan kütüphanenin daha sonra halk tarafından isminin değiştirildiğinden bahsetmektedir49.

Servet Sami ise, söz konusu kitabında Kıbrıs’ta kurulan kütüphaneler hakkında kısaca bilgi verdikten sonra Osmanlılar dönemine ilişkin şu bilgileri aktarmaktadır: “Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethine kadarki süre içinde, özel kişilere veya Rum ve Latin manastırlarına ait kütüphaneler mevcut olmuş ise de, bu kütüphaneler fetih sırasında ve fetihten hemen sonra, Kıbrıs’ın Rum Ostodoks halkı tarafından ya yağmalanır, ya bulundukları binalarla birlikte tahrip edilirler ya da yakılıp yıkılırlar. Böylelikle, Osmanlı devrinin Kıbrıs’ta başlamasıyla adada hiçbir Latin veya Frank kütüphanesi kalmaz. Ama Rum Ortodoks manastırlarındaki el yazması belgeler ve kitaplar korunur. Kıbrıs’ın en eski kütüphanesinin XI. Asrın sonlarına doğru Cikko Manastırı’nda kurulmuş söyleniyor ise de, 1365, 1542, 1751 ve 1813 yıllarında manastırda çıkan her yangında manastır kütüphanesinin de tamamen yanması önlenemez.”. Servet Sami’nin yapmış olduğu bir diğer tesbite göre ise, adada tek yangın geçirmeyen kütüphane olan Sultan II. Mahmut Kütüphanesi, Feneromeni Kilisesi Kütüphanesi’nin kurulmasına da önderlik ettiğini ifade etmektedir50.

Yine Sultan II. Mahmut Kütüphanesi’nin mimari özellikleri ilgili detaylı bilgileri de Parmaksızoğlu’nun kitabından ziyade Röleve ve Restorasyon Dergisi’nin II. sayısında bulmak mümkünüdür51. Kütüphanenin şimdiki durumuna nasıl geldiği ve diğer konulara (ahşap ve taş kitabe52, orada yapılan törenler, bina üzerine yazan ‘Maşallah’ tabiri vb.) ilişkin diğer detaylı bilgiyi ise hazırlanmakta olan bir başka eserde bulmak mümkündür53.
Kütüphanenin iç mekan özellikleri arasında en ilgi çekici yanı, kuşkusuz “Şairü’l-Şuara” ünvanını almasına hak kazandıran 4854 beyitlik şair Hoca Hilmi Efendi’nin55 kasidesidir56. Parmaksızoğlu, şair Hilmi Efendi’nin kasidesiyle kütüphanenin kuruluş tarihini düşürdüğünü şu beyitlerle tesbit etmiştir:
Simâh-ı cevherînden eyledim tarihini tahrîr
Fünûn ü ‘ilmile şâd oldı bu valâ kütübhâne57

Kütüphane İngiliz döneminde de bir takım çalışmalara örnek teşkil etmiş ve öncelikle Vali Konağı’nda kütüphane kurulmasına çalışılmış ardından da Kıbrıs’ta kulüp kütüphaneleri ile özel kişilerin kütüphane kurması teşvik edilmiştir58. Türkler açısından ise, Servet Sami’nin tesbitine göre, 1953 yılına kadarki dönemde Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi anlamda kurduğu kütüphane yok denecek kadar az olduğundan bahsetmektedir59. Bunun da sebeplerini şöyle sıralamaktadır:

Politik ortamın sürekli istikrarsızlığı,
Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin eğitim düzeyinin noksanlığı,
Varlıklı Türk sayısının azlığı.
Görülmektedir ki Sultan II. Mahmut Kütüphanesi dışında ciddi bir kütüphanesi bulunmadığı gibi ona da sahip çıkamayan Kıbrıslı Türklerin durumu yerel basında da ortaya konulmakta ve soruna çeşitli çareler aranmaktadır. 1920’lerden bu yana konuyla ilgili birçok makaleler yayınlanmış olup içlerinden bazılarını aşağıya almak suretiyle konuya açıklık getirmeye çalışacağım60.

Doğru Yol Gazetesi’nin61 12 Nisan 1920 tarihli ve “Raşit Ahmet” isimli kişi tarafından “Kütüphaneler ve Fevaidi [yararları]” adlı yazılan makalede konu şöyle anlatılmaktadır; “şimdiye kadar birçok ihtiyacat-ı medeniyyetimiz arasında en ziyade ihmal ettiğimiz hayati bir meselede bir kütüphane-i milli tesisine atf-ı ehemmiyyet etmediğimizdir. Ümit ederiz ki erbab-ı ilm ve servet bu meseleyi layık olduğu ehemmiyyetle telakki ederek teşkil ve tesis için sarf-ı gayret edecektir. Bizim kanaatimiz o merkezdedir ki bu maksad-ı mühimm için teşkil edecek bir cemiyyet, bir program dairesinde ibraz-ı faaliyyet ederse, az zaman zarfında memleket için vücuda elzem olan böyle bir müessesenin vaz‘ esasına muvaffakiyyet elverecektir. Bu uğurda ilk hatveyi atacak olanlar bu memleketin münci-i hakikileri olacakları vareste-i beyandır.”

Yine ayni gazetenin62 20 Aralık 1920 tarihli ve “Mehmet Remzi” imzalı ve “Cennet-mekan Sultan Mahmud-ı Ali ve Kütüphanesi” başlıklı makalesinde şöyle demektedir: “kütübhane-i Ali’yi ziyaret edenler cidden kalplerinde acı ızdıraplar hissederler. Kütüphanede ne oturmaya layık bir mahal ve ne de intizama delalet edecek bir eser meşhuddur. Kütüphane bucaklarında fersudelenmiş yüzlerce kitaplar bulunduğu gibi teneffüs odasında da bundan daha asar-ı muhalledenin parçalanıp dağıtıldığı kemal-i teessüfle müşahede olunmaktadır. Kütüphane kapısının üst tarafında büyük itina ve ihtimamlarla yerleştirilen mahkuk taşlar yere düşüp parçalanmıştır. Mümkün ise riyasetiniz tahtında bir komisyonun teşkili ile kütüphane-i mezkurun hal-i muhtazam asliyyesine vaz‘ı hususunda delalet ve himmetinizi taşnekan-ı ilm ve irfan namına rica eyleriz. Taht-ı riyasetinizde teşekkül edecek komisyon elbette buna bir çare-i hal bulur ve bu memlekete unutulmaz bir fiil-i hayr temin etmiş olursunuz.”
Bir diğer gazete küpürüne Kıbrıs Vakıflar İdaresi arşivinde rastlamakta ve geçen süre zarfında yerel basında yapılan telkinlerin etkisinin geç de olsa gösterdiğini anlamaktayız63.
1927 yılına ait “Sultan’s Library, Librarians Appointment Of” adlı dosyada Birlik Gazetesi’nden alınma küpürde, kütüphane hakkında şunlar yazılıdır: “ahiran şehrimizi teşrif ve vilayet dairesinde misafir bulunan İngiltere Hariciyye Nezareti mensubininden hafız-ı kütüb Mister Gaselee Sultan Mahmut Kütüphanesi’ni ziyaret eylediklerinde gördükleri tertip, temizlik ve intizama hayran oldular ve böyle bir kütüphaneye İslam aleminde ilk defa tesadüf ettiklerini bi’l-beyan Evkaf İdaresi’ni ve hafız-ı kütübü tahriren takdir ve tebrik ettiler.”
Görülmektedir ki ziyaret öncesinde yapılan hazırlıklar arasında kütüphaneci münhallerinin açılması önemli bir yer tutmakta idi. Evkaf delegesi Münir Bey tarafından Koloniyal Sekreterliği’ne yazılan 8 Aralık 1927 tarihli resmi yazıda, ihtiyaç olan münhallerin doldurulması istenmiş ve 16 Nisan 1927 tarihinden itibaren geçici olarak görev ifa eden M. Ratip Efendi ile 1 Ekim 1927’den itibaren geçici görev ifa eden Ahmet Fehim Ali Efendi’nin atanması önerilmiştir64. Koloniyal Sekreterliği’nden de 997/07 no’lu yazıyla gelen cevapta, bu istek olumlu karşılanmış ve atamalar onaylanmıştır65.

Kütüphaneyi ziyaret eden Mister Gaselee’nin mennuniyetini yazdığı mektupla bizzat bildirmesi, yapılan hazırlıkların olumlu olduğunu teyit etmesi açısından önemlidir. Söz konusu Gaselee’nin Evkaf delegesi Münir Bey’e yazdığı mektup aynen şöyledir:

“8 Nisan 1928
Hükümet Binası-Kıbrıs
Azizim Münir Bey,
Cuma günü bize kütüphaneyle diğer merak konusu şeyleri gösterdiğiniz için lütfen benim ve eşimin en iyi teşekkürlerini kabul buyurunuz. Kütüphanecinizin yaptığı işten cidden çok etkilendim ve gerçekten Londra’ya geldiğiniz zaman Batılı oryantalistlerin bildiği sonucu nasıl yapabileceğimiz hakkında düşünmeliyiz. Londra’daki adresim kolay ve hatırlanabilir. Nasıl olmasa Dışişleri beni her zaman bulabilir; bana gelişinizi bildireceğinizi umarım. Birlikte yemeğe çıkıp bir Bridge oyunu oynamalıyız ve belki de size başka yönden de faydalı olabilirim. Tekrar, tekrar teşekkür ediyorum, lütfen inanınız. Saygılarımla

Stephen Gaselee”

İngiliz döneminde kütüphane ile içerisindeki kitapların tamirat geçirdiğini görmekteyiz66. Kütüphanenin tamiratı sırasında matbu ve yazma kitapların zarar görmemesi maksadıyla taşınması67 ve içlerinde tamire muhtaç olanların Kıbrıs Müzesi’ne taşınması için 350 İngiliz Pound’luk bir meblağa ihtiyaç duyulduğunu yine ayni dosya içerisinde bulunan belgelerden anlamaktayız68.

Kıbrıs sahip olduğu her türlü yeraltı ve yerüstü zenginliğinin 19. yy’dan başlayarak 20. yy’da yoğunlaşan süreçte69, günümüzde de farklı şekilde varlığını sürdürdüğünü basında yer alan haberlerden anlamaktayız. İşte bu noktada konumuzla bağlantılı 17 Kasım 1997 tarihli Ortam Gazetesi’nde “Selimiye Yağmalanıyor” başlıklı çıkan haber, hem kütüphane hemde içerindeki kitaplar için bir dönüm noktası olmuştur. Gerçi hala daha kütüphane için gerekli çalışamalrın yetersizliği ortadayken, içerindeki kitapların akıbeti kütüphanenin ki gibi olmadı. Basına yansıyan haberlere müteakiben birbirini izleyen resmi yaşızmaların ardından, KKTC Milli Arşiv ve Araştırma Dairesi’nde oluşturulan özel bir odada toplanan bütün matbu ve yazma kitaplar, bugün hala da orada varlığını sürdürmekte ve gerekli işlemlerin ardından orjinal yerine dönüş vizesini almayı beklemektedir.

O günkü koşullarda Milli Arşiv’e taşınan kitapların sayısı itibariyle bakıldığında karşımıza çelişkili kitap sayıları çıkmatadır.

Parmaksızoğlu Kütüphaneye kitap bağışlayanların isimleri ve bağışlanan kitap sayılarını şöyle vermektedir:

Sultan Mahmut 80 cilt
Berber-zade Hacı Mustafa Hulusi Efendi 80 cilt
Ali Ruhi Efendi 19 kalem eşya ve Kur’an-ı Kerim
Kethüda Bey 2 parça eşya ve 1 cilt
Seyyit Haci Mehmet Ağa 1 cilt
Şeyhü’s-Seb‘a Kütüphanesi 67 cilt
Hacı Hüseyin Efendi 2 cilt
Ayasofya Kütüphanesi 14 cilt
Arap Ahmet Paşa Kütüphanesi 11 cilt
Meçhul 18 cilt
Tekeli Garra Efendi 8 cilt
Bakkal-zade 11 cilt
Karakaş-zade Hacı Osman Efendi 11 cilt
Kutup Osman Efendi; Şeyh Hacı Mehmet Efendi 5 cilt
Tıfli Efendi; Bulgari Eefndi 223 cilt
Kıbrısi Şeyh-zade Hacı Mustafa Efendi 78 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi 28 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 3 cilt
Hacı Mustafa-zade Seyyit Ali Efendi 33 cilt
Ali Bahri Efendi 13 cilt
Bakkal-zade 50 cilt
Karakaş-zade Osman Efendi 98 cilt
Kıbrıs Müftüsü Hasan Hilmi Efendi 35 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 186 cilt
Kıbrısi Hacı Ömer Efendi adına 90 cilt
Hacı Sadık Efendi 26 cilt

Parmaksızoğlu’na göre toplam 1173 adet olan kitap sayısı, Servet Samiye’göre 1182 adettir. Kıbrıs İslam Yazmaları Kataloğu’ndaki kitap sayısı ise 1800 civarından verilmektedir. Şahsımın yaptığı araştırmadaki tesbitime göre 1632 ve kayıtsız ilave 158 adetle toplam 1790 adet kitaptır70. Yine ayni dosyada bulunan 8 no’lu belgede 17 adet eksik kitabın isimleri de verilmektedir. Yine Servet Sami söz konusu kitabında kütüphanede farklı zamanlarda yapılan kitap sayılarını da şöyle vermektedir:

1958’de, 1500 kadar kitap,
1964’de, 1600 kadar kitap,
1967’de 1887 kitap bunların 30 tanesi el yazması,
1968’de 1877 kitap,
1975’te 1638 kitap,
1990’da 1861 kitap.
Görülmektedir ki farklı farklı kitap sayılarının çıkması kütüpphane içerisindeki kitapların kaybolmasıyla ilişkili olabileceği gibi, yapılan bağışlarla da olabilmektedir. Ancak burada gerek Parmaksızoğlu ile Servet Sami ve gerekse de Kıbrıs İslam Yazmaları Katoloğu’nu hazarlayanların71 yararlandıkları kaynağın kütüphanenin vakıf defteri olduğu benzer ifadelerle teyit edilmektedir. Ancak kendi tesbitime göre orjinal kütüphaneye ait kitap listesini karşılaştırdığım zaman, diğerlerinin başlagıçlarıyla yani; ilk bağışlayanın ismiyle, hatta kitap sayılarıyla bile uyuşmadığı görülmektedir. Örneğin tarafımdan tesbiti yapılan ve Kıbrıs Şeyh-zade El-Hac Mustafa Efendi ile başlayan kayıttaki orjinal kitap listesi, diğerlerinde Sultan II. Mauhmut’un bağışladığını görmekteyiz. Daha da garibi ise verilen kitap sayıların ayni isimle olmasına rağmen farklı olmasıdır72.

Tesbitini yaptığın bir başka kütüphane listesinde ise sayı 1649 olarak verilmektedir. Söz konusu 1927 ve 1929 yıllarına ait olan liste defterleri 33 cm uzunluğunda ve 21 cm genişliğinde olup, biri 40 diğeri de 45 yapraklıdır. Konu başlıklarına göre ve güzel bir rika yazısıyla tutulmuş iki ayrı deftere farklı tarihlerde kayıt yaplmış olan kitapların listesi yanında, kütüphanede bulunan eşyaların detaylı kaydı da verilmektedir.

1927 ile 1929 yıllarına ait kitapların listelerinin tutulduğu defterleri Hafız-ı Kütüb-ı Evvel sıfatıyla Mehmet Ratib73 tarafından tutulmuştur. Mehmet Ratib’in kendi ifadesiyle tuttuğu kayıt şöyledir: “işbu fihritte muharrer bi’l-cümle kütüb ve eşyayı teslim eylediğimizi mübeyyen, işbu mahale şerh ve imza eyleriz. 1 Teşrin-i Evvel 1927”.

Sonuç olarak görülmektedir ki Kıbrıs Türk toplumunun köşe taşı durumundaki Sultan Mahmut Kütüphanesi içerisinde bulunan kitapların sayılarından çok içeriklerinin köklü geçmiş tarihimizle bağlantısından dolayı daha da önem kazanmaktadır. O açıdan günümüzde kitap sayılarının basına yansıyan veya bir başka sebeple azalması içeriklerinden daha az görülse bile yine de bu bize geçmişe sahip çıkamayışımızın ipuçlarını verebilmektedir.