31 Ekim 2010 Pazar

'Tam' bir dev!

Araştırmacılar, dünyada yaşamış olan gelmiş geçmiş en büyük kara canlılarına ait bir örneğin eksiksiz fosilini ortaya çıkardılar.

Dört ayakları üzerinde yürüyen otçul dinozorlar olan sauropodlar, dev cüsseleriyle bilinen en büyük kara canlılarıydılar. Bu gruba bağlı yeni bir türe ait olan eksiksiz fosilin keşfiyse, nispeten uysal olan bu devlerin evrimine ilişkin olarak sunacağı yeni veriler nedeniyle, konunun uzmanlarını heyecanlandırmış durumda.

Bilimsel olarak  ‘Yizhousaurus sunae’ adı verilen dev sauropod, bugünkü Çin’in kuzeyindeki Yunnan bölgesinde yer alan düzlüklerde 200 milyon yıl kadar önce dolaşmış. Kendinden sonra gelen diğer sauropod türlerinden daha küçük boyutlara sahip olmasına karşın grubun tüm ayırıcı özelliklerini üzerinde barındırıyor. Fosilin kafatası ise tüm kemiklere eksiksiz olarak sahip olduğundan, son derece değerli ve dinozorun sistematik yerini anlamak için de eşsiz bir veri sunuyor.

Teksas Teknik Üniversitesi’nden Sankar Chatterjee, sauropodların sahip oldukları iri ve hantal cüsselerine karşın kafataslarının son derece küçük ve hafif yapılı olduğuna dikkat çekiyor: “Yizhousaurus, geniş, yüksek ve kubbeli bir kafatasına sahip. Burun ve göz delikleri oldukça küçük. Çenesiyse bugüne kadar keşfedilenlerden farklı olarak geniş ve bir ‘U’ şekli çiziyor. Alt ve üst çenedeki kaşık şekilli dişlerini kullanarak kopardığı bitkileri, muhtemelen midesinde yer alan bir gastrik öğütücü yardımıyla parçalıyordu.”

Yizhousaurus, sauropodların evrimsel sürecinin anlaşılması yolunda da önemli bir noktada duruyor. Bundan yaklaşık 50 yıl kadar önce aynı bölgede fosilleri keşfedilmiş olan Lufengosaurus gibi prosauropod grubu dinozorların, sauropodları meydana getirdiği düşünülüyordu. Fakat bu iki grup arasındaki benzerlikler çok da belirgin bir şekilde ortaya konamamıştı. Chatterjee’ye göre Yizhousaurus, söz konusu iki grubun özelliklerini taşıdığından, bu köprünün kurulmasına büyük bir destek verecek.

Orjinal makaleye ulaşmak için tıklayın.   

kaynak

29 Ekim 2010 Cuma

Mars’ta su izleri

NASA’nın Mars aracı Spirit’in saplanıp kaldığı noktadaki toprak analizleri, bölgede bir dönem suyun var olduğuna ilişkin izler ortaya koyuyor.

NASA’nın 4 Ocak 2004 tarihinde Mars yüzeyine indirdiği keşif aracı Spirit, 1 Mayıs 2009’da toprağa saplanarak hareketsiz kalmıştı. Fakat bu olumsuzluk beraberinde sürpriz bir gelişmeyi getirdi. 

Washington Üniversitesi’nden gezegen bilimci Ray Arvidson, yeni keşfini anlatıyor, “Aracın ön tekerleği çalışmadığından geriye doğru götürmeye çalışıyorduk ki saplanıp kaldı. Saplandığı sırada yüzey toprağının oluşturduğu kabuğu da kırdı. Kırılma sayesinde ulaştığımız toprağın alt kısmının normal bir görünüme sahip olmadığı dikkatimiz çekti.”   

Araç saplanma nedeniyle bir yere hareket edemediğinden, ekip bulunduğu noktada araştırmasına devam etmesine karar vermiş. Böylece Spirit o noktayı katman katman incelemeye başlamış. Toprak analizleri 2009 Nisan’ından Ocak 2010’a kadar sürmüş. Geçtiğimiz Mart ayında ise Mars’ın kışa girmesi nedeniyle yeterli güneş ışını alamayan Spirit, bataryalarını şarj edemeyerek sessizliğe büründü. 

Aracı yöneten ekibin başında bulunan Steve Squyres, şu an devam etmekte olan bekleyiş süresince mevcut toprak verilerini değerlendirdiklerini belirtiyor. “Aracın gömülü bulunduğu katmanların silis, hematit ve jips gibi çözünmez mineralleri barındırıyor. Fakat alt tabakalara indikçe demir sülfatın suda erimesiyle meydana gelen çözünebilir bileşiklerin her katmanda  artan miktarda bulunduğunu gördük.”

Arvidson, yüzbinlerce yıl ya da çok daha öncesinde, Mars henüz yuvarlak halini tam olarak almamış ve görece çarpık bir formdayken, Spirit’in şu an durduğu noktaya kar yağdığını ve eriyerek alt tabakalara süzüldüğünü tahmin ediyor. Fakat bunun bir su birikintisi şeklinde değil, ancak bir su filmi halinde olabileceğinin de altını çiziyor.

 

26 Ekim 2010 Salı

Aspirin bağırsak kanseri riskini azaltıyor

Oxford Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, hergün bir adet aspirin alınması bağırsak kanserine yakalanma ihtimalini azaltıyor.

 14.000 hasta üzerinde yapılan araştırmada, aspirin kullanılan durumlarda hastalığa yakalanma ihtimalinin dörtte bir oranında, ölüm vakalarının iste üçte bir oranında azaldığı gözlemlendi.

Aspirin halihazırda kalp krizine karşı yaygın olarak kullanılmakta. Ancak ilaç, birçok orta yaşlı insan tarafından yan etkileri sebebiyle tercih edilmiyor.

Lancet dergisine yayımlanan yeni araştırmanın sonuçları, aspirinin kullanılması yönünde bulguları kuvvetlendirmiş oldu.

Sonuçlar, 20 yıllık süre içinde dört ayrı grubun incelenmesi sonucunda ortaya çıktı.

Araştırma kapsamında, düzenli olarak düşük miktarda alınan aspirinin etkileri incelendi.

Bulgular, bağırsak kanserine yakalanma oranının yüzde 24 oranında, hastalık sebebiyle ölüm oranlarında ise yüzde 35'lik azalmayı ortaya koyuyor.

İngiltere merkezli, "Bağırsak Kanserini Yenelim" derneği başkanı Mark Flannagan araştırmanın sonuçlarını olumlu bulduklarını, bundan sonra tedavi metodları arasında aspirin tedavisinin de hesaba katılabileceğini söyledi.

Ancak uzmanlar aspirin tedavisine başlamayı düşünen hastaların, öncelikle doktorlarına danışmasını tavsiye etti. 

 kaynak

 

23 Ekim 2010 Cumartesi

Ceset Çiçeği (Amorphophallus titanum)

Leş çiçeği veya ceset çiçeği olarak bilinen titan arum (Amorphophallus titanum) dünyanın en kötü kokan çiçeğidir. Ortalama olarak iki metreye kadar bir yüksekliğe erişebilir ve çiçek açtığında yarım mil (yaklaşık 800 metre) uzaktan kokusu hissedilebilen, çürümüş et benzeri aşırı derecede iğrenç bir koku salar.

Aynı zamanda, "Şeytan'ın dili" olarak bilinen bu pis kokulu çiçek, Batı Endonezya'da bulunan Sumatra yağmur ormanlarında İtalyan bitki bilimci ve gezgin Dr. Oroardo Beccari tarafından 1878 yılında keşfedilmiştir.

Dev ‘ceset çiçeği’ dört yıl sonra açtı.

Dünyanın en büyük çiçeği Titan Arum (Amorphophallus titanum) Endonezya’da açtı. Kötü kokusuyla tanınan çiçek

Dünyanın en büyük çiçeği olarak nitelendirilen “Titan Arum”un son örneği Endonezya’daki botanik parkında açtı. Büyüklüğü kadar, kötü kokusuyla da tanınan çiçek buna rağmen ziyaretçilerin büyük ilgisini çekiyor...
Endonezya’nın Bogor botanik parkına son günlerde ziyaretçilerin ilgisi büyük. İlginin nedeni dünyada eşine az rastlanan bir çiçek. “Ceset çiçeği” olarak da bilinen Titan Arum dünyanın en büyük ama aynı zamanda en kötü kokulu çiçeği olarak nitelendiriliyor.
Dört yılda bir açan çiçeğinin beslendiği sinek, arı ve böcekleri kendisine çekmek için bu kötü kokuyu yaydığı belirtiliyor. Ziyaretçilerse bu nadir çiçeği görmek için kokusuna da katlanıyor.
Park yetkilileri ise, artık solduğunu düşünmeye başladıkları sırada açan çiçeğin kendilerini de şaşırttığını belirtiyor.
1878’da İtalyan bir botanist tarafından keşfedilen titan arumların 2 metre 91 santimetre uzunluğundaki en büyük örneği geçen yıl Almanya’da, Stutgart botanik parkında açmıştı.

21 Ekim 2010 Perşembe

NASA'nın vurduğu yerde, elementler bitti

WASHINGTON - Science dergisinde yayımlanan birkaç haberde, Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) geçen yıl su bulmak için Ay'ı vurma denemesinde buz şeklinde büyük miktarda su, karbonmonoksit, amonyak ve gümüşümsü metaller dahil olmak üzere bazı şaşırtıcı bulguların açığa çıktığı belirtildi.

 Brown Üniversitesi'nde gezegen jeolojisi bölümünden Peter Schultz, roketin çarptırıldığı Ay'daki Cabeus krateri için, "Burası, Ay'ın heryerine salınmış bileşenler, elementlerin hazine sandığı gibi" yorumunu yaptı.
NASA, LCROSS uydusu ile geçen yıl ekim ayında Ay'ın güney kutbundaki Cabeus kraterine bir roket fırlatmıştı.

Buradaki amaç Ay'ın bu kısmında bulunan kraterlerde buz olup olmadığı, eğer varsa nasıl bir buz olduğunun analizini yapabilmekti. Bölgedeki kraterlere ışık düşmediğinden içleri görülemiyordu.

NASA'nın Ames Araştırma Merkezi'nden Anthony Colaprete ve meslektaşları, Cabeus kraterinin içinde toplam kütlenin yüzde 5,6'sının donmuş sudan oluştuğunu hesapladı.
Araştırmacılar, denemede açığa çıkan gümüşün, maden değil de küçük partiküller halinde olabileceğini belirtirlerken, çok fazla bulunan civanın ise tatsız bir sürpriz olduğu kanısında. 

Kediniz neden mırıldıyor ?

Dünyada bundan daha güzel bir ses var mıdır? Elinizi o güzelim tüylerin üzerinde gezdirirken gözlerini yumar ve kendisini güvenliğinize teslim ederek mırlamaya başlar. Adeta "ben de seni seviyorum" der.


Kediler neden mırlar? Aslında bu soruyu aylar önce bir okurumuz bize sormuştu ve biz de ona verdiği bu ev ödevi için teşekkür etmiş, dersimize çalışıp cevap vereceğimizi belirtmiştik. Ama araya bir çok şey girdi. Yanıtlamak bugüne kısmetmiş.

Kedilerin neden mırladığı bilim adamlarının da ilgi alanına girmiş ve bu konuda epeyce bir araştırma yapılmış. Görülmüş ki, tüm yavru kediler, mırlama yeteneğine sahip olarak doğuyorlar. Ayrıca tek mırlayan ev kedileri değil, tüm kedi türlerinin mırlama yeteneğine sahip oldukları anlaşılmış.
Kedilerin neden mırladıklarını açıklamadan önce nasıl mırladıklarını açıklayalım. Bu konuda bilim adamları arasında tam bir fikir birliği bulunmamakta. Bilim adamlarının kedilerin mırlama tekniği ile ilgili olarak tek mutabık oldukları husus, kedilerin bu sesi bir titreşim ile çıkardıkları. Bazı bilim adamları gırtlak ya da diyaframın titretilmesi ile bu sesin çıkarıldığını iddia ederken, bazı bilim adamları ise kedilerin göğüs bölgelerindeki kan damarlarını titreterek bu sesi çıkardıklarını düşünüyor. Öte yandan kedilerin yüz ve baş kemiklerini harekete geçirerek mırlama sesini çıkardığını düşünen bilim adamları da bulunmakta.
Renk ve biçimlerine göre kedilerin mırlamalarında farklılıklar olduğunu biliyor muydunuz? Kedilerin mırlama seslerini teybe kaydeden bilim adamları görmüşler ki, kedilerin çıkardığı ses aralığı birbirlerine yakın seyrediyor ve genellikle 20 ila 140 Hz arasında bir titreşim ortaya çıkıyor. Kimilerine göre bu titreşim bir dizel motorun titreşimine eşit, ama bu teyit edilmiş bir bilgi değil.

Kedilerin mırlarken beden hareketleri de incelenmiş ve bazı kedilerin hareketsiz kalırken bazı kedilerin yeri tırmalama eylemi ile aynı anda mırladıkları fark edilmiş.

Şimdi kedilerin neden mırladığına gelebiliriz. Kediler mırladığında genellikle mutlu oldukları düşünülür. Araştırmalar sonucunda anlaşılmış ki, bu yargı yanlış değil ama eksik.

Şimdi şaşırmaya hazır olun! Kediler sadece mutlu iken değil aynı zamanda mutsuzken ve acı çekerken de mırlamaktalar. Buna en güzel örnek doğum yapan dişi kedilerin doğum anındaki mırlamaları gösteriliyor. Zira anlaşılmış ki mırlama aslında bir mutluluk eylemi ama aynı zamanda bir rahatlama eylemi. Yani kedilerin -özellikle acı çekerken- mırlayarak aslında acılarını azaltmaya yönelik bir terapi yaptıkları anlaşılmış. Mırlama ile gerçekleşen titreşimin acıyı azalttığı ve kediyi hem fiziksel hem de psikolojik olarak rahatlattığı tespit edilmiş.

(Ne kadar konuya bilimsel bir kanıt olabilir bilemiyoruz ama veteriner hekime gitmekten son derece korkan bazı kedilerimizin klinikte son derece huzursuz olduklarını ama kucağımıza aldığımızda sürekli mırladıklarını fark etmiş idik. Belki de huzursuzluklarını kendilerince gideriyorlardı.)

Şimdi söyleyeceklerimiz daha da şaşırtıcı gelebilir. Gerçi bu konuda bilimsel bir kanıt yok ama iddialar var. Kedilerin mırlayarak gerçekleştirdikleri bu rahatlatma eyleminin sadece kedilerde değil insanlar üzerinde de faydası olduğunu düşünenler var. Son yıllarda moda olan "healing yöntemleri"yle kıyaslandığında kedilerin çıkardığı titreşimli sesin insanlar üzerinde alternatif bir tedavi yöntemi olarak kullanılabileceği yine aynı çevrelerin iddialarından. Dediğimiz gibi bu şimdilik bir iddia.

Kedi dünyası her zaman sürprizlerle doludur. Kediler zaten başlı başına bir sürpriz değil mi? Sadece mutlu oldukları anda değil mutsuz ya da acılı anlarında bile mırlayarak kendilerini tedaviye yönelen bu harika canlılara imrenmemek mümkün mü? Bir düşünsenize, acılarından ya da üzüntülerinden kurtulmak için biz insanlar ağrı kesicilere, anti-depresanlara koşarken kediler bunu doğal yollardan yapıyorlar. Kısacası kediler doğuştan Prozac.
Kaynak: Hayvanlar Alemi (PC Türk)

İnsanda yumurta oluşumu kameraya alındı!

























Yumurtanın serbest kalması önceden ani gerçekleşen, bir patlama benzeri oluşum olarak düşünülüyordu, fakat Jacques Donnez'in resimleri, bu sürecin yaklaşık olarak 15 dakikalık bir zaman diliminden ibaret olduğunu ortaya koydu.
Yumurta salınımından kısa süre önce, enzimler olgun folikül dokusunu parçalayarak, sıvı dolu yüzey üzerinde ovaryumu taşıyan yumurtanın çıkması sağlanıyor. Bu olay kırmızımsı bir çıkıntının meydana gelmesi ve bir süre sonra deliğin görülmesiyle birlikte yumurtanın destekçi hücrelerle çevrilmiş şekilde ortaya çıkmasıyla son buluyor.

Metin çevirisi: Cenk Önsoy

Orjinal metin

"What is that, you ask? They are photos of the exact moments of ovulation in a woman, of course!
Captured so clearly for the first time by doctor Jacques Donnez at the Catholic University of Louvain (UCL) in Brussels, Belgium (while performing a partial hysterectomy), these photos are an incredibly detailed look at how humans initially start their reproductive phase of life.
The release of an egg was considered a sudden, explosive event, but his pictures, to be published in Fertility and Sterility, show it taking place over a period of at least 15 minutes.
Shortly before the egg is released, enzymes break down the tissue in the mature follicle, a fluid-filled sac on the surface of the ovary that contains the egg. This prompts the formation of a reddish protrusion, and after a while a hole appears, from which the egg emerges, surrounded by support cells. It then enters a Fallopian tube, which carries it to the uterus.
Kinda looks like a very big, juicy pimple!"

kaynak

20 Ekim 2010 Çarşamba

Leoparlar çözüldü, kaplanlar hala sır

Bilimadamları leoparların ortama uyum sağlamak ve gizlenmek için beneklere sahip olduğunu belirledi. Kaplanların kürkündeki dikey çizgiler ise gizemini koruyor.

LONDRA - Meraklı çocukların sorularını yanıtlamakta zorlanan anne-babaların imdadına İngiliz bilimadamları yetişti. Ebeveynler artık "Neden leoparların benekleri vardır?" sorusuna bir yanıt verebilecek.Bilimsel haberler yayımlayan "Science Daily" internet sitesinin haberine göre anne-babalar, Bristol Üniversitesi'nden bilimadamlarına dayanarak bu soruya kedigillerin farklı ortamlarda yaşadığı, kürklerinin gizlenmelerini ve koşullara uymayı sağladığı yanıtını verebilir.

Bu sonuca ulaşmak için 36 kedigilin fotoğrafını kürklerine göre sınıflandıran bilimadamları, daha sonra bu hayvanların ortamları, avlandıkları yerler gibi bazı kıstaslar ve kürkleri arasındaki bağlantıyı incelendi.

Daha çok dağlık bölgeleri seçen kedigillerin beneksiz ve çizgisiz (puma gibi), tropikal ormanlarda yaşayanların ise büyük benekli (jaguar gibi) olduğu görüldü. Çoğunlukla ağaçta "vakit geçiren" kedigilin de benekli olduğu belirlendi.

 Ancak araştırmaya imza atanlardan Will Allen, araştırılan kedigillerden sadece, çok iyi kamuflaj yeteneğine sahip kaplanın kürkünün dikey şeritlere sahip olduğunu ve bu durumun yaşadığı ortamla bağdaşmadığını vurguladı. 

Dolayısıyla meraklı çocukların "neden sadece kaplanların kürkünde dikey çizgiler vardır" sorusuna bilim de henüz yanıt veremedi. Araştırma "Proceedings of the Royal Society B" dergisinde yayımlandı.

kaynak

19 Ekim 2010 Salı

Gripte rahatlatan açıklama


Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, bu kış normal grip vakaları görülmesinin beklendiğini, salgın ihtimalinin bulunmadığını bildirdi.



ANKARA - Türk Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Derneği (EKMUD) tarafından Sağlık Bakanlığı’ndan da katılımcılarla birlikte düzenlenen İnfluenza Çalıştayı sonrasında açıklama yapıldı.

Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, geçen yılki domuz gribi salgınında 656 vatandaşın hayatını kaybettiğini, koruyucu önlemlerin alınması sayesinde daha fazla ölüm meydana gelmesinin önüne geçildiğini söyledi. 

Söz konusu pandeminin (salgın) beklenenden hafif geçmesinin ''sevindirici'' olduğunu ifade eden Buzgan, ''Önümüzdeki süreçte mevsimsel grip vakaları bekliyoruz, bir salgın ihtimali görülmüyor'' dedi.
Buzgan, gribe karşı risk grubundakilerin aşılanması önerisini de dile getirdi ve risk grubundakiler için grip aşısının ücretsiz olduğunu anımsattı. 
Bakanlığın stoklarında 3 milyon doz domuz gribi aşısı bulunduğunu kaydeden Buzgan, ‘'Bunlar uzun vadeli bir sigorta gibi. Virüste bir değişiklik olursa ve yeni bir pandemi ortaya çıkarsa bu aşıları yeni aşılarla değiştireceğiz'' diye konuştu.

''GEÇEN YILKİ VİRÜS, ARTIK NORMAL BİR VİRÜS''

EKMUD Başkanı Prof. Dr. Haluk Vahaboğlu da geçen yılki domuz gribi salgınında görülen virüsün yeni bir tip olduğu ve buna karşı kişilerde bağışıklık oluşmadığı için çekinceyle yaklaşıldığını, ancak aradan geçen sürede çok sayıda kişinin bu virüsle karşılaştığı ve bağışıklık geliştirdiği için artık tehlike bulunmadığını anlattı.
Geçen yılki domuz gribi virüsünün bu yıl artık normal bir influenza virüsü olduğuna işaret eden Vahaboğlu, ''Ancak geçen yıl hastalanmayanlar ve bu virüsle karşılaşmayanlar için hala bir tehlike var. Geçen yıl bu virüsle hastalanmayanlar ve risk grubundakiler buna karşı aşılanmalıdır'' ifadesini kullandı.
Vahaboğlu, toplumdaki bireylerin yaklaşık yüzde 30-40'ının domuz gribi virüsüyle karşılaşmış olabileceğini ifade etti. Bu yılki mevsimsel grip aşısında domuz gribi virüsünün de bulunduğunu kaydeden Vahaboğlu, ''Bir önceki senenin grip aşısının etkinliği sadece bir yıldır. Bu nedenle geçen yıl yapılan domuz gribi aşısı bu yıl korumaz'' uyarısını dile getirdi.
Bir pandemi başladığında yeni bir aşı geliştirilmesi için zaman bulunmadığını, dünyada bu nedenle en kötü senaryoya göre plan yapıldığını ifade eden Vahaboğlu, geçen yıl da aynı şeyin yaşandığını söyledi.
Kış mevsimi güney yarımküreye daha erken geldiği için Türkiye gibi kuzey yarımkürede bulunan ülkelerin o yılki grip virüsünün özellikleri konusunda önceden bilgi sahibi olabildiğini belirten Vahaboğlu, bu yılki virüsle ilgili bilgilere de bu sayede ulaştıklarını anlattı.
Vahaboğlu, bu yıl grip yapan virüslerde antiviral ilaç direnci gelişmemesinin sevindirici olduğunu ifade ederek, grip belirtisi olanların hekime danışmadan ilaç, özellikle de antibiyotik kullanmamaları uyarısını dile getirdi. 

Kök hücreyle meme estetiği

Kök hücre ile zenginleştirilmiş yağ transferinin 10 yıl içerisinde meme estetiğinde tek yöntem olacağı öngörülüyor. Tespit, Opr. Dr. Bülent Cihantimur’a ait. Cihantimur, ‘Yöntem özellikle meme kanserinde devrim niteliği taşıyacak’ yorumunu yapıyor.

  Sadece hastanın kendi yağı kullanılarak yapılan meme büyütme ameliyatları giderek yaygınlaşıyor. Bunun için hastanın kök hücresi kullanılıyor. Yani estetik meme operasyonlarında kök hücre ile zenginleştirilmiş yağ transferi yapılıyor. 

Üstelik yağdaki kök hücreleri elde etmenin diğer alternatiflere göre daha kolay ve ucuz olduğunu söyleyen Estetik ve Plastik Cerrahı Opr. Dr. Bülent Cihantimur, “Kök hücre ile zenginleştirilmiş yağ transferini meme estetiğinde yeni bir devrin başlangıcı olarak görüyoruz” diyor.  

Kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferi ile meme rekonstrüksiyonu, yani memenin yeniden şekillendirilmesi ameliyatları Amerika, İtalya, Almanya, Japonya ve Kore’de yapılıyor. Bu ülkelerde yapılan ameliyatlardan etkileyici sonuçlar alındığını belirten Dr. Cihantimur, yağ hücrelerinden kök hücre elde etmenin avantajlı olduğunu söylüyor ve o avantajları şöyle anlatıyor: 

“Kök hücre, öncü yani ana hücre demek. Bu hücreler daha sonra aldıkları sinyaller ile ihtiyaç olan doku hücresine dönüşebiliyorlar. Bu, deri, kemik, kas veya kıkırdak hücresi olabilir. Kök hücre kavramı tıpta son 10 yılda çok önem kazandı. Çünkü iyileşmeyen yaralar, diyabet, Alzheimer, Parkinson gibi tedavisi olmayan birçok hastalığın kök hücre tedavileri ile iyileştirilebileceğine dair birçok çalışma var.  

YAĞDAN KÖK HÜCRE ELDE ETMEK DAHA KOLAY VE UCUZ
 

Vücudumuzda kök hücre elde edeceğimiz birçok kaynak bulunuyor. Embriyo, kordon kanı, plasenta, kan, kemik iliği ve yağ dokusu gibi. Bunlardan yağ dokusu dışındakilerden kök hücre hazırlamak daha zor, daha zahmetli, daha pahalı ve elde edilen kök hücre sayısı çok daha azdır. Bu nedenle yağ dokusundan kök hücre elde etme fikri her gün daha fazla değer kazanıyor. Yağ dokusu her insanın vücudunda fazlasıyla mevcut ve yağ dokusu içerisinde milyonlarca kök hücre bulunuyor. Üstelik elde etmesi diğer alternatiflere göre çok daha kolay ve ucuz. Ben Kore’den getirdiğimiz bir teknoloji kullanıyorum. Tamamen kapalı bir sistemle 70 dakika içerisinde 1 ml’de 1.000.000’dan fazla kök hücre içeren ürüne sahip oluyorum. Üstelik oldukça makul bir maliyetle…” 

 Bu yöntemin en çok meme estetiğinde kullanıldığını belirten Opr. Dr. Cihantimur, kişinin kendi kök hücresinden zenginleştirilmiş yağ dokusunu meme estetiğinde kullanmadaki amacı ise şu şekilde açıklıyor: 

“Yağ enjeksiyonu zaten estetik cerrahide yaklaşık 30 yıldır kullanılan bir yöntem. Klasik yağ enjeksiyonu da yıllardır memeplastide kullanılıyor. Ancak verilen yağ miktarının kısa sürede eriyerek, miktarın yüzde 20-30 düşmesi, yağın memede canlılığını kaybederek kiste veya kalsifikasyona dönüşmesi gibi sorunlarla sıklıkla karşılaşıldı. Bu da meme kanserinin tanısında zorluk ihtimalini gündeme getirdi. İşte kök hücre ile zenginleştirilmiş yağ transferini, bu sorunları azalttığı için meme estetiğinde yeni bir devir olarak görüyoruz."

Dr. Cihantimur’a göre yöntem, hastanede kalış süresi, iyileşme süreci ve hastaya sağladığı konfor açısından klasik yağ enjeksiyonuna üstünlük sağlıyor. 

DOĞALA YAKIN SONUÇ ALINIYOR


“Klasik yağ enjeksiyonu ile 3 seansta elde edebileceğimiz sonucu, bu yöntemle tek seansta elde edebiliriz. Klasik yağ enjeksiyonunda en önemli sorun; verilen yağ volümünün 3 ile 6 ay gibi bir sürede yalnızca yüzde 25-30’unun kalıcı olması, diğer kısmının ise erimesidir. Kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferinde ise kalıcılık oranı yüzde 60 ile 80’dir. Klasik yağ enjeksiyonunda bir diğer önemli sorun; verilen yağ hücrelerinin ölmesi ve enjekte edilen bölgede kist ve kalsifikasyona, yani doku sertleşmesine neden olmasıdır. Oysa yağı kök hücre ile zenginleştirdiğimizde, kök hücreler yağın enjekte edilen bölgede kanlanmasını ve canlı kalmasını sağlıyor. Böylece kist ve sertlik gibi komplikasyonların oranı çok aza inmiş oluyor. Sonuç son derece doğal oluyor, meme dokusundan ayırt edilemiyor. Hastanın hiçbir yerinde kesi olmuyor ve hasta aynı gün taburcu olabiliyor.” 

Kök hücreden estetik meme operasyonları kimlere uygulanıyor, örneğin kanser nedeniyle memesinin bir kısmı veya tamamı ameliyatla alınmış hastalar da endikasyon grubunda yer alıyor mu? Opr. Dr. Cihantimur bu soruya cevap verirken, özellikle meme kanseri nedeniyle lokal veya total mastektomi yapılmış yani, memesinin bir kısmı veya tamamı alınmış hastalar için yöntemin devrim niteliğinde olduğunu söylüyor. 

 KENDİ YAĞINDAN MEME BÜYÜTME 

“En önemli endikasyon budur. Eğer bu gerçekleşirse estetik cerrahide devrim olacak. Yani meme kanseri nedeniyle memesi alınmış kadınlara kendi yağları kullanılarak yeniden meme yapılabilecek. Hem de hiçbir kesi yapmadan, büyük riskli ve zahmetli ameliyatlara gerek olmadan. 

Şu anda meme kanseri nedeniyle
memesi alınmış kadınlara yeniden
meme yapma yani, meme
rekonstruksiyonu için kullanılan çeşitli ameliyat teknikleri var. Ancak bu
tekniklerin uygulanması zor ve riskli
olduğu için hem hasta hem de
onkologlar tarafından tercih edilmiyor.
Bu yüzden kanser nedeniyle memesini kaybetmiş birçok genç kadın hayatını bu şekilde sürdürmek zorunda kalıyor.
Op. Dr. Bülent Cihantimur
 

İşte kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferi bu kadınların umudu olacak. Bu hastalarımız, herhangi bir riskle karşı karşıya kalmadan meme rekonstruksiyonu yaptırabilecek. Kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferi ile meme rekonstrüksiyonu şu anda Amerika, İtalya, Almanya, Japonya ve Kore’de bazı cerrahlar tarafından uygulanıyor ve gerçekten etkileyici sonuçlar alınıyor. Hem meme ile aynı kıvamda ve doğal şekilli meme yapılmakta hem de kök hücreler sayesinde memenin derisi de yeniden eski sağlıklı görünümüne kavuşturulmaktadır. Ancak kök hücre hazırlama işleminin pahalı olması nedeniyle yöntem henüz çok yaygınlaşamamıştır. Ama gelecek 10 yılda yeni meme yapmak için tek yöntemin, kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferi olacağını düşünüyorum.” 

DOĞUM SONRASI MEME HACMİ KAYIPLARINDA ETKİLİEstetik Plastik Cerrahi Derneği Üyesi de olan Opr. Dr. Bülent Cihantimur, kök hücreden meme estetiği ameliyatlarında silikon veya dolgu malzemelerine gerek kalmayacağını söylüyor ve şöyle devam ediyor:  

“Elde ettiğimiz sonuçlara bakılırsa kısa sürede başka bir malzemeye gerek kalmadan meme büyütme mümkün olacak. Aslında şu anda dünyada birçok cerrah benim gibi memeyi hastanın kendi yağını kullanarak büyütebiliyor. Ancak silikondaki gibi istediğimiz kadar büyüklük sağlayamamak ve ikinci bir seansın gerekli olma ihtimali gibi dezavantajları var. Ben özellikle doğum sonrasında memede az miktarda hacim kaybı olanlarda ve daha önce silikon ameliyatı yaptırmış ama sonucu kötü olmuş vakaların düzeltilmesinde birinci seçenek olarak yağ transferini kullanıyorum. Ama gelecek 10 yılda silikonun ‘out’, kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferinin ‘in’ olacağına kesinlikle inanıyorum.

En fazla 10 yıllık bir geçmişi olan uygulama son beş yılda hızla yaygınlaştı, çünkü elde edilen ilk sonuçlar yüz güldürücü. Hatta sadece Avrupa’da bu konu ile ilgilenen doktorların üye olduğu iki ayrı dernek var. Bunun benzerleri Amerika, Güney Amerika ve Asya’da da var. Ben bu yıl sadece bu konu ile ilgili 3 kongreye katıldım. En son Almanya’da katıldığım bir kongrede verilen rakamlara göre son 5 yılda Avrupa’da 6000 vakaya uygulama yapılmış. Türkiye için çok yeni bir uygulama ancak bizim uygulama tekniğimiz ve elde ettiğimiz sonuçlar, katıldığımız her toplantıda hayranlık uyandırıyor.” 
 
 DAHA SOMUT BİLGİLERE İHTİYAÇ VAR
 
Yöntemin, yara iyileşmemesi, enfeksiyon gibi diğer cerrahi uygulamalarda görülen yan etkileri olabileceğini belirten Cihantimur, sonuçları umut verici ve etkileyici olsa da kök hücreden zenginleştirilmiş yağ transferinin meme estetiğinde yaygın olarak kullanılması için daha somut bilgi ve verilere ihtiyaç olduğunu da sözlerine ekliyor. 
 
“Komplikasyonlardan ziyade hala bazı soru işaretleri var. Bunları cevaplamaya çalışıyoruz. Bu nedenle dünyanın değişik ülkelerinde sürekli kongrelere katılıyoruz, tecrübeli klinikleri ziyaret ediyoruz. Bu yıl ülkemizde de konuyla ilgili 2 toplantı düzenledik ve bu toplantılarda gördük ki şu anda çok iyi bir noktadayız. Kök hücre, bu alanda yeni bir konu olduğu için enjekte edildiği yerde nasıl bir davranış sergileyeceği ve meme dokusu üzerinde olumsuz bir etki yaratıp yaratmayacağı konusunda henüz somut bilgilere sahip değiliz. Bu nedenle konuya oldukça dikkatli yaklaşıyoruz ama kök hücreyle zenginleştirilmiş yağ transferinin geleceğin meme estetiğinde tek yöntem olacağı inancımızı da koruyoruz. Çalışmalar ve gelişmeler de bunu kanıtlıyor.”

kaynak

 

Bu memeli diğerlerinden ayrılıyor

Boyun omurlarının sayısı hemen hemen tüm memelilerde aynı... biri hariç.

Hemen hemen tüm memelilerin, sıçandan, insana, zürafaya boyun omurlarının sayısının aynı, yani 7 adet olduğu bildirildi.

Cambridge Üniversitesinden İngiliz araştırmacıların yaptığı ve Amerikan Bilimler Akademisi (PNAS) dergisinde yayımlanan bir araştırmada, Amerika'nın tropikal bölgelerinde yaşayan "üç parmaklı tembel hayvan" veya öbür adıyla "ai" adlı memelinin ise buna karşın 10 boyun omuruna sahip olduğu ortaya çıktı.  

Araştırmada, memelilerin tersine kuşlar veya kertenkelelerin boyun omuru sayısının büyük farklılıklar gösterdiği, örneğin bir kuğunun boyun omuru sayısın, serçeninkinin iki katına kadar ulaştığı ortaya konuldu. 

Omurga, kol veya bacak ve göğüs kafesi kemiklerini inceleyen bilim insanları, "tembel hayvan"ın boyun iskeletinin tek bir evrim geçirdiğini keşfetti.  

Bilim insanları, memelilerde kemik formasyonunun, omurgada, boyun omurundan önce göğüs kafesinden başladığını ortaya koydu. Tembel hayvanlarda ise bunun tersi olarak kemik formasyonunun önce boyun omurunda başladığı belirtildi. 

Ancak ceninin omurgasındaki kemik formasyonu incelendiğinde, araştırmacılar, "tembel hayvanlar" da dahil olmak üzere tüm memelilerde kemik oluşumunun baş bölgesinden itibaren sekizinci omurda meydana geldiğini saptadı.

kaynak

18 Ekim 2010 Pazartesi

Kansere karşı Herpes virüsü

Uçuklara yol açan Herpes virüsünün genetik olarak modifiye edilmiş bir formu bazı tümörlerin yok edilmesinde kullanıldı.

Uçuklara yol açan herpes virüsünün genetik olarak üzerinde oynanmış bir formunun, baş ve boğazda görülen kanserin tedavisinde kullanıldığı bildirildi.

İngiltere'nin başkenti Londra'da bir hastanede, 17 hastaya, kemoterapi ve radyoterapinin yanı sıra herpes virüsüyle tedavi uygulandığı ve virüsün hastaların çoğunda tümörlerin yok edilmesine yardımcı olduğu belirtildi. 

Virüsün, kanserli hücrelerin içine girerek, onları içeriden yok ettiği ve aynı zamanda hastanın bağışıklık sistemini desteklediği tespit edildi.

Royal Marsden Hastanesi'nde standart tedavinin yanı sıra virüsün enjekte edildiği 17 hastada, kanserli bölgenin ameliyatla alınmasının ardından kanserin izine yüzde 93 oranında rastlanmadı, aradan iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra da hastaların yüzde 82'sinin kansere yenilmediği gözlendi.

Sonuçları "Clinical Cancer Research" dergisinde yayımlanan araştırmada, yüksek dozda virüs tedavisi uygulanan 13 hastadan sadece 2'sinde hastalığın nüksettiği görüldü.

Baş ve boyunda görülen kanser türleri arasında ağız, dil ve gırtlak kanseri bulunuyor.

kaynak

Karıncanın gen haritası tamamlandı

Karıncanın gen haritasının tamamı çıkarıldı. Araştırmada karıncaların son derece sosyal ve hayatta kalma becerisinin gruba bağlı olduğunu belirtildi ve bu durumun insanlarınkine çok benzediği vurgulandı. 

NEW YORK - ABD'nin New York Üniversitesi'nden Danny Reinberg ve ekibi, 2008'de başlayan çalışmaların sonunda karıncanın gen haritasının tamamını çıkarmayı başardı.

Reinberg, karıncaların son derece sosyal ve hayatta kalma becerisinin gruba bağlı olduğunu belirterek, bu durumun insanlarınkine çok benzediğini vurguladı.

Bazı kraliçe karıncıların işçilerden 10 kat fazla yaşadığını ifade eden Reinberg, gen haritası ile çevrenin ve kişisel geçmişin genler üzerindeki etkisinin, gen değişikliklerinin diğer nesle nasıl aktarıldığının (epigenetik) daha iyi anlaşılabileceğine dikkati çekti.

Reinberg, karıncanın gen haritasının çıkarılmasının insan beyninin işleyişi konusunda epigenetiğin etkilerini de daha iyi anlamaya yardımcı olabileceğini belirtti.

Bilim adamları iki farklı türden karıncanın gen haritasının, bu hayvanların gelişmiş sosyal davranışlarının daha iyi anlaşılmasını sağlamasını ve uzun ömrün sırlarına ışık tutmasını umuyor.

Araştırma, "Science" dergisinde yayımlandı.

kaynak

Ölümüne dondurulmak hayatını kurtardı

İngiltere'de hasta bir bebek 23 dakikalığına donduruldu. Bu süre içinde tıbben ölen bebeğin kan damarları başarılı bir operasyonla düzeltildi.

 LONDRA - Samaa Zohir adlı bebeğin akciğerlerden gelen oksijen taşıyan kan damarları kalbin sağ tarafına gitmesi gerekirken sol tarafına gidiyordu. Bebeğin zaten çok ince olan damarlarına saç kalınlığında ipliklerle yapılacak operasyon için kan olmaması şarttı.

Great Ormond Street Hastanesi’ndeki cerrahlar, bunu sağlamak için çığır açan bir yöntem denedi. Önce bebeğin başının etrafına buz torbaları yerleştirildi ve ardından kanının derecesi 37 dereceden 18'e indirildi ve ilaç yoluyla kalbi durduruldu.

23 dakikalık bu geçici ölüm süresinde kan damarlarının yerleri değiştirildi. Ameliyat sonrası pompalanan sıcak kanla küçük Samaa yeniden yaşama döndürüldü. Ameliyattan 5 ay sonra da tamamen iyileşti, vücudunda göğüsündeki çizgiden başka ameliyata dair hiçbir iz kalmadı.

 kaynak

17 Ekim 2010 Pazar

Imagine Science Films: Bilimsel Filmler Festivali

Kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Imagine Science Films 2008'den bu yana aktif 
olarak, bilim insanları ile film yapımcılarını buluşturuyor.
 
 
 
Kuruluşun 2010 film festivaline ait tanıtım filmini aşağıdaki 
videodan ya da http://www.vimeo.com/14569370 adresinden izleyebilrsiniz.
 


ISFF 2010 Trailer (official) from Imagine Science Films on Vimeo.

Festivalin resmi sitesine http://imaginesciencefilms.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

'İki ana dili olanlar avantajlı'

Bilimcilere göre iki dil konuşan çocuklar daha az kafa karışıklığı yaşıyor, ilerleyen yaşlarda Alzheimer'a yakalanma riskleri daha düşük oluyor. 

 İki dil konuşanlar üzerinde son yıllarda yapılan farklı araştırmaları değerlendiren Amerikalı bilimadamı ve yazar Prof. Jared Diamond, vardıkları sonuçları Science dergisindeki bir makalede kaleme aldı. 

Küresel düzeyde iki ya da daha fazla dil konuşan insanların sadece bir dil konuşanlardan daha çok olduğu düşünülüyor.  

Ancak 1960'lı yıllara kadar yapılan araştırmalarda iki dil konuşan çocukların, başka dilleri daha yavaş öğrendiği sonucuna varılmıştı. Ancak 12'inci dili öğrenmeye çalışan Diamond, bu inanışın yanlış olduğunu söylüyor. 

 Diamond son yıllarda yapılan araştırmalarda bir ya da iki dil bilen çocuklar arasında bilişsel ve dil öğrenimi alanlarında büyük bir fark olmadığını belirtiyor. Prof. Diamond'a göre iki dil bilen çocukların daha avantajlı olduğu bazı alanlar da var. 

Diamond, Agnes Kovacs ve Jacques Mehler'in araştırmalarına işaret ediyor. Kovacs ve Mehler araştırmalarında, anne ve babaları farklı diller konuşan çocuklarla bir dil konuşan çocukların verdikleri tepkileri kıyasladı. 

GECİKTİRİCİ ETKİ

Çalışmada 'iki dilli' çocukların değişikliklere daha kolay adapte olduğu sonucuna varıldı. 

Profesör Diamond BBC'ye verdiği mülakatta 'Bir bebek üç aylıktan itibaren İtalyancaya tepki verip Çince konuşan annesini görmezden gelmeyi öğreniyor. Ama anne konuşmaya başlayınca Çinceye odaklanıp İtalyancayı görmezden geliyor. İki dil duyan bebek bir şey üzerine odaklanmayı hepimizden önce öğreniyor.' dedi. 

Kanada'da yapılan bir araştırmaya göreyse, birden fazla dil konuşan çocukların ileride, Alzheimer da dahil olmak üzere bunama yaratan hastalıklara yakalanma riski daha düşük. 

Bunama yaşayan yaşlılar üzerinde yapılan çalışmada, birden fazla dil konuşan hastalarda bunama belirtilerinin, bir dil konuşanlara kıyasla dört yıl daha geç görüldüğü anlaşıldı. Araştırmacılar bu durumu, iki dil konuşanların yaptığı beyin egzersizlerinin bu belirtileri geciktirmesiyle açıklıyor. 

Diamond, 'Beş dil konuşan İsveçli bir tezgahtar olduğunuzu düşünün. Alzheimer'a karşı 25 yıl korunabilirsiniz. Yani 102 yaşına kadar bu hastalığa yakalanmayabilirsiniz. Yani hiç Alzheimer olmayabilirsiniz' dedi. 

Ancak Profesör Diamond bu bir kaç araştırmayla kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığını da sözlerine ekledi.

kaynak 

16 Ekim 2010 Cumartesi

Talasemi kader olmaktan çıkartılmalı

Kalıtsal bir kan hastalığı olan ve daha çok Akdeniz bölgesinde görülen talasemiyle mücadelede evlilik öncesinde çiftlerin test yaptırması büyük önem taşıyor.

 Talasemi Dayanışma Derneği (TADAD) Genel Başkanı Dr. Duru Malyalı, kendi kızının da talesemi hastası olduğunu belirterek, Türkiye'de 4 bin talasemi hastası bulunduğunu, bunun bin 500'ünün Hatay'da yaşadığını söyledi.
Evlilik öncesi eşlerin yaptıracağı testlerle talaseminin kader olmaktan çıkarılabileceğini ifade eden Malyalı, şöyle devam etti:

''Akdeniz Anemisi (talasemi) dünyanın birçok ülkesinde görünen kalıtsal bir kan hastalığıdır. Akdeniz bölgesinde, Yunanistan, İtalya, Kıbrıs, Tunus, Cezayir, Mısır ve Ortadoğu ile Uzakdoğu ülkelerinde daha sık rastlanan hastalık baba ile annenin taşıyıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Evlilik öncesinde eşlerin 15 ile 30 TL karşılığında yaptıracağı test ile riski belirlemek mümkündür. Türkiye'de 36 ilde Sağlık Bakanlığı'nın denetiminde evlilik öncesi zorunlu test uygulanıyor. Bunu ülke geneline yaymalıyız. Talasemi hastası olan çiftlerin çocuklarının da bu hastalığa taşıyacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durumdaki çiftlerin asla çocuk sahibi olmamaları gerekir. Talasemi pahalı ve kurallı olmayı gerektiren bir hastalıktır. Her bir talasemi hastasının tedavisi için yılda 40 bin avro harcanmaktadır.''

KIZLAR EVDE KALIR KORKUSUYLA HASTALIK SAKLANIYORKuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) talasemi testi yaptırmayanların evlenmesine izin verilmediğine dikkati çeken Malyalı, ''KKTC'de 1983 yılından bu yana alınan önlemle talasemi tamamen bitirildi. Hatta okullarda ders olarak da anlatıldı. Bizde halen 4 bin hasta var. Bunlardan bin 500'ü Hatay'da. Türkiye'de 1992 yılında ilk tanı merkezi, 1994 yılında da ilk hıfzıssıhha kurulu kararıyla evlilik öncesi zorunlu test Hatay'da gerçekleştirildi. Buna rağmen Hatay'daki hasta sayısının Türkiye ortalamasının üzerinde olması bizi düşündürüyor. Bu durum genelde 'kızlarımız evde kalır' düşüncesiyle hastalığın saklanması ve akraba evliliklerinden kaynaklanıyor'' dedi.

KURULACAK MERKEZ SAĞLIK TURİZMİNİ GELİŞTİREBİLİRTalasemi hastalarının her ay düzenli olarak 1 ile 3 ünite kan almak zorunda kaldıklarına dikkati çeken Malyalı, kan bulma konusunda hastaların büyük sorunlarla karşılaştıklarını, bu nedenle çocuklara ilköğretim okulundan itibaren ''Gönüllü Kan Bağışçılığının'' bilincinin aşılanması gerektiğini söyledi. Mustafa Kemal Üniversitesi'nde (MKÜ) doğum öncesi prenatal tanı merkezinin yeterli olmadığını ifade eden Malyalı, şöyle devam etti:

''Hatay'da talasemi hastaları kan ve diğer sorunlar için Adana'ya Çukurova Üniversitesi'ne gidiyorlar. Bölgede kısa zamanda büyük atılım yapan MKÜ Tıp Fakültesi'nde zaman geçirilmeden 'Doğum Öncesi Tanı Merkezi' genişletilmeli. Talaseminin sık görüldüğü komşumuz Suriye testlerini Kıbrıs Rum kesiminde yaptırıyor. MKÜ kuracağı laboratuar ile bölgede sağlık turizminden önemli gelir sağlayabilir. Hatay'da havaalanının da hizmete girmesi, vizenin kalkmasıyla sağlık turizminde patlama yaşanabilir.''

Malyalı, önümüzdeki yılın başlarında Hatay'da Talasemi Derneği Şubesi'nin 20. kuruluş yıl dönümü nedeniyle, 5 Şubat 2011 tarihinde Suriye, Irak, Lübnan ve Ürdün'ün katılımıyla ''Talasemide Yeni Gelişmeler ve Tedaviler'' konulu kongreye ev sahipliği yapacaklarını, TADAD Hatay Şube Başkanı Burhan Kerimoğlu ile bunun hazırlıklarına da başladıklarını sözlerine ekledi.

kaynak      

Denüz süngerinin geni insanla neredeyse aynı

Deniz süngerlerinin genlerinin yaklaşık yüzde 70'inin insanla aynı olduğu ortaya çıktı.

 Avustralya'nın Büyük Bariyer Resifi'ndeki süngerlerin gen haritasını çıkaran bilim adamları, bu canlıların birçok geninin, bazı hastalıklarla ve kanserle bağlantılılar da dahil olmak üzere insanın genleriyle aynı olduğu sonucuna vardı. 

Birçok ülkeden bilim adamının 5 yıldan fazla süren araştırmasının sonuçları geçen hafta ''Nature'' dergisinde yayımlandı. Sonuçların kanser ve kök hücre araştırmalarına ışık tutması bekleniyor.

 kaynak

15 Ekim 2010 Cuma

En kaliteli hindi geliyor!

ABD'nin en önemli et ve protein kaynaklarından biri olan hindinin gen haritasının büyük bölümünü çıkaran bilim adamları, bu sayede en iyi kalite kümes hayvanı üretiminin sağlanacağını belirtti.

 WASHINGTON - ABD'de bilim adamları hindinin gen haritasının büyük bölümünü çıkardılar. 2008'de başlayan projede yer alan uluslararası ekipten Virginia Tech Üniversitesi Hayvan Bilimi Bölümü Doçenti Rami Dalloul, bugüne kadar evcil hindinin gen haritasının yüzde 90'ından fazlasının çıkarıldığını ifade ederek, verilerin büyük bölümünün hindinin 10 büyük kromozomundan (makrokromozom) elde edildiğini ve araştırmacıların şimdi mikrokromozomları en iyi şekilde çözümlemeye çalıştıklarını kaydetti. 

Hindinin gen haritasını çıkarırken, ornitologların şimdiye kadar bilmediği binlerce genin şifresini çözdüklerini ve insanda "X" ve "Y" kromozomuna eşdeğer "Z" ve "W" cinsiyet kromozomlarını belirlediklerini söyleyen Dalloul, "Kısa vadede, hindinin gen haritasının çıkarılması, bilim adamlarına et üretimi ve kalitesi ile sağlık, hastalıklara direnç, verimlilik ve üreme ile ilgili önemli genler konusunda özel bilgiler sağlayacak" dedi.  

Amerikalı araştırmacı, hindi türlerinin genetik yapısı ve üretimleriyle ilgili daha fazla bilginin de üreticilerin, etin yapısı, tadı ve daha az yağlı olması gibi özellikler taşıyan kümes hayvanları yetiştirebilmeleri için yeni yöntemler geliştirilmesini sağlayacağının altını çizdi. 

Hindinin gen haritasıyla ilgili çalışmaların anlatıldığı bir makale, dün Amerikan bilimsel dergisi PLoS Biology'de yayımlandı.

kaynak

Kanser insan yapısı bir hastalık mı?

Eski Mısır mumyaları ve geçmiş dönemlere ait iskeletler üzerinde yürütülen çalışmalarda kanser varlığına dair belirtilere nadiren rastlanıyor.

Kanser ve yaşadığımız çağla ilişkilendirilen bir çok hastalığın kökeninin çok eskilere dayanmadan bugünkü koşullara bağlı olduğu halk arasında yaygın olan bir kanı. Manchester Üniversitesi’nden Rosalie David ve Villanova Üniversitesi’nden Michael Zimmerman’ın ortak yürüttükleri çalışma da bu savı destekler nitelikte.

İkili, eski döneme ait onbinlerce iskelet kalıntısı ve yüzlerce mumya üzerinde gerçekleştirdikleri analizler sonucunda, sağlığında kanser hastalığı taşımış olduğuna dair belirtiye sahip birey sayısının bir avucu geçmediğini görmüş. David bu durumun, modern yaşam tarzının beraberinde getirdiği tütün kullanımı ve hava kirliliği gibi karsinojen etkenlerle ilişki olabileceğini belirtiyor.

Alınan sonuçlara göre endüstri devriminden bu yana çocuklarda görülen kanser oranı dramatik bir şekilde artış göstermekte. Bu da kanser vakalarındaki artışı, insanların günümüzde daha uzun yaşıyor olmalarının doğal bir sonucu olmaktan çıkarıyor. Sanayileşmiş ülkelerde ölümle biten hastalıklar konusunda kansere bir tek kalp-damar hastalıkları rakip olabiliyor. 

Mumyalardan alınan doku örneklerinin tekrar sulandırılarak mikroskop altında yapılan analizleri, beşi iyi ve bir tanesi kötü huylu olmak üzere, sadece altı örnekte tümör oluşumuna ilişkin izlerin varolduğunu göstermiş. 

Mumyaların dışında eski çağlara ait hayvan ve Neandertal iskeletleri üzerinde yapılan incelemelerin sonuçları da pek farklılık göstermiyor. Bilimsel literatürde bu tip kalıntılardan ancak bir kaç düzinesinde kanser varlığının belirtilerine rastlanıldığı, bunların da halen tartışmalı oldukları görülüyor.

Araştırma sırasında 3 bin yıllık kalıntıların yanında geçmiş dönemlere ait en eski yazılı belgeler de incelenmiş. Belgelerde kanserin yol açacağı belirtilere ilişkin kayıtlar nerdeyse yok gibi. Bir kaç benzer bulguysa genellikle cüzzam ve varisli damarlara bağlı hastalıklara bağlanmış. 

 Çalışmanın ortak yazarı Zimmerman, “Eski dönemlerde durum çok daha farklıydı. Doğal çevrede kanseri doğrudan tetikleyecek hiç bir şey yoktu. Vakalar istisnaiydi. Aslında kanser, insanın değişen beslenme ve yaşam alışkanlıklarıyla birlikte, kirlenen çevreye bağlı olarak gelişmesine yol açtığı bir modern çağ hastalığı” diyor.

Teknoloji korkusu ana karnında başlıyor

Teknokolik veya teknofobik bir karaktere dönüşmemizi henüz anne karnında maruz kaldığımız hormonlar belirliyor.

 Günlük yaşantımız en basitinden karmaşığına kadar türlü elektronik cihazla sarılı durumda. Teknolojinin nimetleriyle zerre ilgisi olmayan kişiler bile birgün televizyondaki kanalları taramak zorunda kalabiliyor. Kimilerine çocuk oyuncağı gelen bu eylem bazılarınaysa soğuk terler döktürüyor. Neyse ki çoğu zaman teknolojiyle çoktan içli dışlı olmuş olan ailenin daha küçük bir bireyi imdada yetişiyor.

Bilimcilere göre teknofobi olarak adlandırılabilecek bu teknoloji kullanma korkusu henüz anne karnındayken şekilleniyor. İngiltere Bath Üniversitesi’nden araştırmacılar, kişinin gelecekte yeni teknolojilere duyacağı  ilgi düzeyinin, daha embriyo aşamasındayken maruz kalınan hormonlarca belirlendiğini düşünüyorlar.

Yayınlanan çalışmaya göre doğum öncesi salgılanan testosteron miktarı, beyin gelişimini teknolojiyi kolay veya zor anlayan bir yapıya itecek şekilde etkiliyor. Çalışmanın başındaki Dr Mark Brosnan bu testosteron maruziyetinin doğumdan yıllar sonra dahi etki göstermesinin son derece ilginç olduğuna dikkat çekiyor. Hormonun düşük seviyelerde salgılanmasıyla birlikte kişide, bilgisayar gibi sürekli gelişmekte olan teknolojik cihazları kullanmaya yönelik bir ilgisizlik hatta fobi gelişebiliyor. Üstelik araştırmacılar yaptıkları testlerde, bilgisayar bilimlerinde öğrenim gören öğrencilerin doğum öncesi testosterona maruz kalma düzeylerinin, hipotezi destekler biçimde yüksek olduğunu ortaya çıkarmışlar.

Orjinal makaleye ulaşmak için tıklayın.

kaynak 

Esrarın 'iyisi' olur mu?

İngiltere’de yapılan bir çalışma, kenevir bitkisinin bağımlılar üzerinde gösterdiği farklı etkilerin nedenleri üzerine eğiliyor. 

 Alkole bağlı sarhoşluğun etkileri her ne kadar kişiden kişiye farklılık gösterse de genellikle benzer basamaklardan geçer: Baş ağrısı, kendini kontrol etmede güçlük çekme, davranış bozukluğu ve akli tutarsızlık. Üstelik alkollü içeceklerdeki  alkol derecesi incelikle ayarlanarak şişenin üzerine yazıldığından, ne kadar sarhoş olunacağı aslında baştan bellidir.

Bununla birlikte alkolün sertliğini duyularımızla hissededebilme yetisine sahip olduğumuzdan, sert bir viski ile hafif bir biranın tadı arasındaki farklılık, akşamın ne şekilde biteceği hakkında yeterli ipuçları sunar.

Aynı durumdan çoğu uyuşturucu için bahsetmekse mümkün değil. Söz gelimi ünlü marihuana/esrar bitkisinin etkileri üretimde kullanılan soya ve içeriğine bağlı olarak değişiklik gösteriyor.  Uzun zamandır biliniyor ki esrarın farklı soyları, bitkinin temel psiko-aktif elemanı olan tetrahidrokanabinolü (THK) değişen oranlarda barındırıyor.

Esrar kullanımının beraberinde getirdiği sersemlik ve yemek yeme isteği aynı zamanda paranoyaklığa da yol açan THK’nın bir etkisi.  Bitkinin bir diğer bileşeni olan kannabidiol ise sakinlik ve rahatlık verici bir etken madde. 

İçinde bulunan THK’nın kannabidiola oranı, kullanım sonrası ortaya çıkan etki açısından anahtar bir rol üstleniyor. Örneğin 'adi-tip' olarak bilinen marihuana bitkisi soyu, kannabidiola göre çok daha yüksek oranda THK içeriyor ki böylesi ürünler kullanıcılar arasında kaliteli kabul edilerek tercih görüyor.

Geçtiğimiz günlerde İngiliz Psikiyatri Dergisi’nde yayınlanan ve Wired dergisinin aktardığı ilgi çekici bir çalışma, bu tip yüksek THK oranlı bitki soylarının hafıza kaybıyla son derece güçlü bir ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor.

Londra Üniversitesi’nden Valerie Curran rehberliğindeki çalışma ekibi, 134 madde bağımlısı gönüllünün evine konuk olmuş. Gönüllüler, hem ayık hem de kullandıkları maddenin sarhoşluğu içindeyken endişe, hatırlama yetisi ve sözel akıcılık gibi parametreleri ölçen bir dizi psikolojik testten geçirilmiş. Testlerin ardından gönüllünün kendisinin temin ederek kullandığı maddeden bir parça da analiz için laboratuvara götürülmüş.

Yayınlanan sonuçlar, yüksek tetrahidrokanabinol oranına sahip madde kullanıcılarının, sarhoşluk halindeyken yazılı metinleri hatırlamada ayık durumlarına göre belirgin bir güçlük yaşadıklarını ortaya koyuyor. Araştırmacılar bitki içeriğindeki kannabidiol maddesinin artan miktarının, THK’nın hafıza oluşumu üzerindeki negatif  etkisini azalttığı görüşünde. Yani bir bakıma uyuşturucu madde “kalitesiyle birlikte” hafıza üzerindeki olumsuz etkisini de yitirmiş oluyor. 

1967 yılından bu yana esrarın hastalar üzerindeki etkilerini araştıran Harvard Tıp Fakültesi’nden psikiyatrist Lester Grinspoon, Curran ve ekibinin gerçekleştirmiş olduğu çalışmanın sonuçlarını oldukça önemli buluyor.

Grinspoon’a göre yüksek kannabidiol içerikli kenevir bitkisi, zihni etkileyerek abartılı coşku nöbetlerine neden olmaması nedeniyle, acı, kasılma ve endişe tedavisi için çok daha cazip, yeni bir alternatif durumunda.

Orjinal makaleye ulaşmak için tıklayın.   
Kaynak

14 Ekim 2010 Perşembe

Stonehenge'de 3 bin yıllık 'turist'

İngiltere'de antik çağın en önemli yerlerinden biri olarak bilinen Stonehenge'de bulunan bazı kemiklerin buraya Akdeniz'den gelen bir gence ait olduğu belirlendi.

 Arkeologlar 2005 yılında kalıntıları bulunan gencin öldüğü zaman 14–15 yaşlarında olduğunu ve çok değişik bir kehribar kolyeyle gömüldüğünü açıkladılar.

3550 yıl önce ölen gencin İngiltere'den daha sıcak bir iklimde büyüdüğü ve buraya büyük olasılıkla İspanya, Fransa ya da İtalya'dan geldiği ortaya çıkarıldı.

Arkeologlar, o dönemde atların binek hayvanı olarak kullanılıp kullanılmadığından emin değil.

Dolayısıyla o günlerde, böyle bir yolculuğun yapılmış olması bile önemli bir bulgu olarak kabul ediliyor.

Ancak üzerindeki kehribar kolyeden varlıklı bir aileden geldiği sonucuna varılan genç, bu bölgeye gelen ilk "turist" değil. Daha önce de yine aynı yörede bulunan kalıntıların başka bir yerden gelen bir kişiye ait olduğu tespit edilmişti.

Arkeoloji çevrelerinde 'kehribar kolyeli genç' olarak bilinen gencin Akdeniz'den geldiği dişlerinde yapılan inceleme sonucu anlaşıldı. 

Dişlerin minesi, çocukların doğduğu ilk yıllarda oluşuyor ve içindeki kimyasal maddeler çocuğun nerede yetiştiği konusunda önemli bir ipucu oluşturuyor. 

Diş ve kemiklerdeki oksijenin çoğu içme suyundan geliyor.

Sıcak iklimlerde kar ve yağmurdan elde edilen içme suyunda, ağır oksijen oranı, hafif oksijenden daha fazla. Her bölgede bulunan kayalardaki stronsiyum oranı da farklı. Bu nedenle dişlerdeki stronsiyum izotopu oranı da önemli bir gösterge olarak kabul ediliyor. 
Bu iki gösterge karşılaştırılarak dişlerden bir kişinin nerede yetiştiği konusunda iyi bir fikir elde edilebiliyor.  
Kehribar kolyeli gencin ziyareti Stonehenge'in Bronz Çağı'nda da önemli bir yer olduğuna işaret ediyor.,
Salisbury Ovası'ndaki Stonehenge'de büyük taşlardan oluşan ve eskiden dini törenler için kullanıldığı sanılan taş bir çember bulunuyor.  

Çemberi bölen ve yapının girişinden geçen eksenin, yaz dönencesindeki (21 Haziran) gündoğumuna doğru konumlandırılmış olmasının sırrı hala çözülebilmiş değil.

Üzerindeki kehribar kolyeden, gencin varlıklı bir aileden geldiği sonucuna varıldıan genç.

 kaynak

TÜBİTAK kırılamayan şifrenin peşinde

TÜBİTAK'ın kuantum kripto projesi!

NATO için çok sayıda kripto cihazı geliştiren ve Türkiye'nin ilk kriptolu cep telefonunu üreten TÜBİTAK, şimdi de kırılamayan şifreleme sistemi olarak bilinen kuantum kripto sistemlerine el attı.

TÜBİTAK'ın yeni hedefi, kuantum kripto sistemlerinde uzmanlık alanını geliştirerek, tümüyle yeni hesaplama yöntemlerini destekleyen ve yeni algoritmalar yazmaya olanak tanıyan kuantum bilgisayarlar konusunda araştırmalar yapmak.

TÜBİTAK Bilişim ve Bilgi Güvenliği İleri Teknolojiler Araştırma Merkezi(BİLGEM) Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü (UEKAE) Müdürü Alparslan Babaoğlu, Türkiye'nin kripto konusunda geldiği seviyenin bu konuda teknolojiyi yönlendiren 5-6 ülke seviyesinde olduğunu belirterek, enstitülerinin çok daha farklı ve ileri teknoloji cihazları yapma konusunda araştırmalar yürüttüğünü kaydetti.

Dünyada ileri kriptoloji uygulamalarının kuantum kriptoloji uygulamalarında yoğunlaştığını belirten Babaoğlu, ''Yani onlarca laboratuvar kırılmaz kripto sistemleri yapmaya çalışıyor. Bildiğimiz kripto sistemleri kullanıcı hatalarından bir süre sonra kırılabilir. Algoritmalarınızı ne kadar güçlü yaparsanız yapın kullanıcı hatası varsa bir süre sonra bu kriptolar kırılabilir ama kuantum kripto sistemleri bu iş için çok daha güvenli'' diye konuştu. Kuantum kripto sistemlerinde kodlamanın fotonlar kullanılarak yapıldığını ve kodlanan fotona erişmemesi gereken birisinin erişmesi durumunda fotonun polarizasyonunun değişerek kullanıcıların bilginin çalındığından haberdar olduğunu ve çalınan bilgilerin kullanılmayarak yerine yeni bilgi göndermek suretiyle çalınmayan bilgilerle güvenli bir iletişim kanalı oluşturulduğunu anlatan Babaoğlu, kuantum kripto sistemlerinde kullanıcı hatalarının bulunmadığını söyledi. Kuantum bilgi işleme sistemleri üzerinde en çok Japonya, ABD, Kanada, Çin ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin çalıştığını, bu konuya çok büyük yatırımlar yapıldığını anlatan Babaoğlu, bu araştırmaların büyük kısmının gizli olarak yürütüldüğünü belirtti. Babaoğlu, hedeflerinin Türkiye'de ilk kuantum ışınlamayı, daha sonra da tümüyle yeni hesaplama yöntemlerini destekleyen ve niteliksel olarak yeni algoritmalar yazmaya olanak tanıyan kuantum bilgisayarların üretimini hedeflediklerini bildirdi.

NATO'NUN OFF-LINE KRİPTO CİHAZI DA TÜBİTAK'TAN

TÜBİTAK BİLGEM UEKAE Müdürü Alparslan Babaoğlu, NATO için off-line kripto cihazı da geliştirdiklerini bildirdi. NATO'nun off-line kripto ihalesine pek çok ülkenin katıldığını, ancak tüm ülkelerin şartnameyi sağlayamadıkları için tek tek çekildiğini belirten Babaoğlu, ''Türkiye NATO'nun off-line kripto cihazı ihalesine tek kaynak sağlayıcı olarak katılacak. Çünkü bizden başka hiç bir ülke, NATO'nun istediği koşulları sağlayamadı. Bu şu anlamına geliyor, bugüne kadar tüm dünyaya, NATO'ya ve hatta Türkiye'ye off-line kripto cihazı sağlayan Hollanda dahil, tüm NATO ülkeleri, artık Türkiye'nin ürettiği yeni nesil kripto cihazını kullanacak'' dedi.

kaynak : AA

Elmada genetik arıza

Kromozom sayısı kendi ailesinden diğer türlere göre farklılık gösteren elma meğer felaketlere direnmek için mutasyon geçirmiş.

Elmanın ilk kez gen haritasını çıkarmayı başaran bilimadamları, aralarında dinozorların da bulunduğu birçok türün yeryüzünden silinmesine yol açan felaketin ardından, hayatta kalabilmek için elmanın da genetik değişikliğe uğradığını düşünüyor.

İtalya'daki l'Instituto Agrario di San Michele all'Adige tarafından uluslararası düzeyde yürütülen ve Nature Genetics dergisinde bugün yayımlanan bir makaleye göre, 50 milyon yılı aşkın bir zaman önce "malus domestica"nın (elma) atası "Pyraea"nin genlerinde meydana gelen bir "duplikasyon" (bir kromozomun bir parçasının o kromozom üzerinde iki veya daha fazla sayıda tekrarla görülmesi şeklindeki kromozom anomalisi) kromozom sayısının 9'dan 17'ye çıkmasına neden oldu.

İtalyan, Fransız, Yeni Zelandalı, Belçikalı ve Amerikalı araştırmacılardan oluşan ekip, bu köklü değişikliğin, "rosaceae" ailesinden şeftali, ahududu ve çileğin 7 ila 9 kromozomu bulunurken, elmanın neden 17 kromozoma sahip bulunduğunu açıkladığını belirttiler.

Bu duplikasyonun 50 ila 65 milyon yıl önce meydana geldiğini düşünen bilimadamları, "Bunun, özellikle dinozorların da aralarında bulunduğu diğer birçok türün yeryüzünden silinmesine yol açan kitlesel tahribe karşı bir hayatta kalma tepkisi olduğunu düşünüyoruz" dediler.

Kavak gibi başka türlerin de aynı zamanda benzer bir evrim yaşadığı belirtiliyor.
Araştırmaya katılan Yeni Zelandalı bilimadamları, elmanın gen haritasını çıkarmalarının ardından, artık tüketicilerin en çok tercih ettikleri çıtır çıtır, sulu ve tatlı elmayı belirleyen karakteristik genleri de ortaya çıkarabileceklerini belirttiler. 

Türkiye'de özellikle ılıman bölgelerde çokça yetiştirilen ve tüketilen meyva olan elmanın gen haritasının çıkarılmasıyla ilk kez çilek, kayısı, şeftali, armut gibi birçok türün bulunduğu "rosaceae" ailesinden bir bitkinin gen haritası tamamlanmış oldu.

kaynak

Dang hummasıyla GDO'lu mücadele

Malezya, dang hummasıyla mücadelede laboratuvar ortamında genetiği değiştirilmiş sivrisinekleri kullanmayı planlıyor. 

Malezya Başbakanı Necip Rezak, Dünya Sağlık Örgütü konferansında gazetecilere yaptığı açıklamada, dang hummasıyla mücadelede genetiği değiştirilmiş sivrisinek kullanılmayı deneyeceklerini söyledi.

Başbakan Rezak bunun bir pilot proje olduğunu ve sonuç vermesini ümit ettiklerini belirtirken, Malezyalı bilimciler de laboratuvar testlerinin kendilerini iyimserliğe ittiğini söyledi.

Programla, genetik olarak tasarlanmış erkek sivrisinekler çiftleşmeleri için ortama bırakılacak, genetiği değiştirilmiş sivrisineklerle çiftleşen dişilerin yavruları ise kısa ömürlü olacak, böylelikle de sivrisinek nüfusu kontrol altına alınmış olacak.Sağlık Bakanlığı yetkilisi Lim Chua Leng, iki bölgeye 2 ila 3 bin arasında genetiği değiştirilmiş sivrisinek bırakmayı planladıklarını ifade etti.

Aedes aegypti sivrisineğiyle yayılan dang humması Asya ve Latin Amerika ülkelerinde sıklıkla görülüyor. Belirtileri arasında yüksek ateş, eklem ağrıları ve mide bulantısının da bulunduğu hastalık bazı vakalarda iç kanamaya, karaciğer büyümesine, dolaşım bozukluğuna ve sonuçta ölümlere sebep olabiliyor. Hastalığın aşısı ve kesin bir tedavi yöntemi bilinmiyor.

Malezya'da ocak-ekim döneminde dang hummasıyla bağlantılı ölümlerin sayısı, geçen yıla göre yüzde 65 artarak 117'ye ulaştı. Vaka sayısı ise yüzde 17 artışla 37 bini aştı.

kaynak

Okyanus dibinde 6 bin yeni canlı

Bilim dünyası okyanuslarla ilgili yaklaşık 10 yıl süren bir çalışmanın, deniz canlılarına ilişkin nüfus sayımının sona ermesini kutluyor.

Dünyanın ilk deniz canlısı nüfus sayımının, insan faaliyetlerinin deniz nasıl etkilediğine ilişkin bir çerçeve oluşturması bekleniyor.
80 ülkeden 2 bin 700 araştırmacının katılımıyla düzenlenen çalışma kapsamında 540 seferde denizde 9 bin gün kalındığı açıklandı.
Projenin Başkanı Ian Poiner, denizin dışındaki yaşamın denizin içinde ve okyanus dibindeki yaşamla çok yakından ilintili olduğunu belirterek, ''Oksijen gereksinimimizin yarısı deniz yaşamından sağlanıyor, gıdamızın büyük bir bölümü de. Ayrıca denizler iklimimizi düzenliyor'' dedi.
Poiner, hala çok fazla bilinmeyen olduğunu ve buna henüz keşfedilmemiş olan 750 bin türün de dahil olduğunu ama şimdi en azından eskisine göre daha fazla bilgi sahibi olunduğunu kaydetti.
650 milyon dolar bütçeli araştırma programı, 670 kurumun katılımıyla 2000 yılında şu üç temel soruyu yanıtlamak üzere kurulmuştu.
Okyanuslarda ne yaşamıştı, şimdi ne yaşıyor, gelecekte de ne yaşayacak?
10 yıl süren çalışmanın ardından bile bilimadamları deniz canlısı türlerini tam olarak tespit etmenin olamaksız olduğu görüşünde. 
Ama toplanan milyonlarca örneğin ardından araştırmacılar daha önceki 1,200 türe ek olarak şimdi 6 bin daha yeni türün eklendiğini kaydediyor.
Bulgular bilimadamlarını, deniz türlerinin sayısını 230 binden 250 bine çıkarmalarına da neden oldu.

Türkiye kuş sayım rekoru!

KuzeyDoğa Derneği, Dünya Kuş Gözlem Günü’nde Doğu Anadolu’da 111 türden 31701 kuş sayarak Türkiye rekorunu kırdı.

Dünya Kuş Gözlem Günü, Dünya Kuşları Koruma Kurumu (BirdLife International) öncülüğünde her yıl Ekim ayının ilk haftasonu gerçekleştirilen etkinliklerle dünya çapında kutlanan bir organizasyon. Aynı zamanda doğadaki kuşların güzelliklerini ve büyüsünü keşfetme imkânı sunan mükemmel bir fırsat.

Geçtiğimiz haftasonu düzenlenen Dünya Kuş Gözlem Günü etkinliklerinin teması, 2010’un Birleşmiş Milletler tarafından “Biyolojik Çeşitlilik Yılı” ilan edilmesi dolayısıyla, yok olma tehlikesi altındaki kuş türleriydi.

KuzeyDoğa Derneği tarafından 2 Ekim Cumartesi günü Kars, Ardahan ve Iğdır illerinde aynı anda gerçekleştirilen etkinliklerde 7 önemli doğal alan ziyaret edildi. Türkiye’deki 465 kuş türünün yaklaşık dörtte birinin izlenildiği gözlemler sırasında, Kars’da 58 türden 24854, Iğdır’da 84 türden 5803 ve Ardahan’da 24 türden 1004 kuş sayıldı. Bunun yanında Kuyucuk ve Aras kuş halkalama istasyonlarında 32 türden 166 kuş halkalandı. En çok görülen 3 kuş türüyse 12869 bireyle sakarmeke (Fulica atra), 4122 bireyle angıt (Tadorna ferruginea) ve 4011 bireyle sığırcık (Sturnus vulgaris) oldu.
Dünya Kuş Gözlem Günü’nde son 3 senedir en çok kuş türü ve birey sayısını gözleyen KuzeyDoğa Derneği bu yıl da 111 türden 31701 birey sayarak, Türkiye’nin geri kalanında yapılan 6 etkinliğin toplamında görülen yaklaşık 8000 bireylik sayımın 4 katına ulaşmış oldu.

kaynak

Kendi kendini temizleyen kumaş denemesi yapıldı.

Türk, İtalyan ve İrlandalı bilim insanları, güneş altında kendi kendini temizleyen kumaş üretti.

 

Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Çevre Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Proje Yürütücüsü Doç. Dr. Hüseyin Selçuk, gazetecilere yaptığı açıklamada, yeni geliştirilen bir tekstil malzemesiyle güneşin altında kendi kendini 4-6 saatte tamamen temizleyen kumaş ürettiklerini söyledi.
Kendisinin dışında PAÜ'den Prof. Dr. Ahmet Çon, Doç. Dr. Fehiman Çiner, Yrd. Doç. Dr. Sema Palamutçu, İtalya Selarno Üniversitesinden Doç. Dr. Sureyya Meriç, İtalya Napoli Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Marco Guıda ile İrlanda Ulster Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Patrick Dunlop tarafından geliştirilen projenin, TÜBİTAK tarafından finanse edildiğini ifade eden Selçuk, ''Proje sayesinde Denizli ve Türk tekstil sektörünün ihtiyaç duyduğu katma değeri yüksek tekstil ürünlerinin geliştirilmesi ve tanıtımına katkıda bulunmak açısından önemli bir bilgi altyapısı oluşturulması sağlandı. Projede ilk defa pamuklu tekstillere kendi kendini temizleme ve antibakteriyel özellik kazandırılmıştır" dedi.
Deneylerde, tekstil numunelerinin, nano partiküllerle kaplandıktan sonra çay ve boya ile lekelendirildiğini belirten Selçuk, kumaşın deterjan kullanılmadan ve yıkanmadan güneşin altında 4 ila 6 saatte kendi kendini temizlediğini söyledi.
Kumaşın antibakteriyel özelliğe de sahip olduğunu ifade eden Selçuk, kumaşa ektikleri bakterilerin güneşin altında 45 dakikada temizlediğine dikkati çekti. Selçuk, ''Projenin pratik hayatta kullanılmaya başlamasıyla Türk tekstil sektörünün geliştirilmesine ve tanıtımına katkıda bulunacaktır'' yorumunda bulundu.