30 Mart 2008 Pazar

Ölüm Çiçekleri

BİR yıl önce...


İstanbul Şişli’de mütevazı bir ofisteydim. Komutanla iki yıldır tanışıyoruz. Her defasında sormuş ancak yanıt alamamıştım; "zamanı değil" diyordu.Demek zamanı o gün, o saat gelmişti...16 yıl önce...4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna’nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce referandumla bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek’teki Müslüman çoğunluğu yok etmek istiyorlardı.Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.Kuşatma tam 1425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 havan topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna’nın (ve Tuzla, Mostar, Zenica, Bihaç, Travnik vd.) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.Savaşta; 312 bin insan öldü. 35 bini çocuktu.Kuşatma altındaki Saraybosna’da ölen çocuk sayısı 1566 idi.


BEYAZ ÇUVAL


İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece biriydi...Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp Çetnikler ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp karşı koyuyorlardı.Yine bir gün...Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu üzerlerine. Çaresizdiler. Halide’nin biri 14, diğeri 16 yaşındaki iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...Halide Boyadzic’in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu düşmüştü...İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi. Oğullarının parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu. Sonra...Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına verdiler. Ancak...Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi ellerimle gömeceğim" dedi...


KIZAK KAYAN ÇOCUKLAR

Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma 44 ay sürdü.Gün geldi; çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne kadar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.Ve bir gün...2 Ocak 1994. Öğle üzeri...Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınıktan gizlice çıktılar.13 yaşındaki Nermin, 12 yaşındaki Indira, 11 yaşındaki Daniel, 8 yaşındaki Mirza ve Admir ile 5 yaşındaki Jasmina neşeyle kaymaya başladılar.Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da yıkanmadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.


SABAHA KARŞI


Şişli’deki o mütevazı ofiste o gün gözyaşlarımızı birbirimizden sakladık...Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna’da bir gece sabaha karşı nasıl sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara bölmüştüm; hepsinin başına da içlerinden birini ’komutan’ atadım.Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye’den gelen büyük bir kaşar peynirini onlara verdim. Sevindiler.Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil on bir parçaya ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu. Savaşta bunun cezası ölümdü.Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı asker olayı açıkladı:Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için almıştı.Ancak yatışmamıştım; çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın Sırp’tı!Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.Kadın, ’Komutan, sen nasıl Müslüman’sın; o ihtiyar komşumun ne suçu, ne günahı var; o bir şey yapmadı ki; oğlu yaptı!’ dedi.Birden dona kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür ağladım..."


SIRP POLİS VESNA

Bu acımasız savaşta topyekûn birilerine "iyi"; birilerine "kötü" derseniz, polis Vesna Doyuz’a haksızlık yaparsanız.Vesna Sırp’tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30 kişilik birliğiyle İgnam Dağları’nda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün yardımcısı Adnan ile birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç’teki şehit mezarlığındadır.Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo Türkiye’de askeri okulda okudu. Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek Ordusu’nda görev yapıyor. Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...’


ÜNİFORMAYI ÇIKARDI

’Bosna-Hersek’te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk Devleti biliyordu.Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir şey" de yapamıyordu.İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar" olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna’ydı."Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna’nın yolunu tuttu.Bosnalılara "ticaretin inceliklerini" öğretti!Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu!O, isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...Komutanın adı ne miydi?Cuma günü Star TV’de başlayacak "Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisinde, biz ona "Cemil" adını verdik...Saraybosna’daki ’ölüm çiçekleri’nin hikáyesi

BOSNA’da bugüne kadar 300 toplu mezar bulundu.Rivayet odur ki:Bosnalılar savaş sırasında artık sayıları yok olmak üzere olan kelebekleri takip ederlermiş.Bilirlermiş ki kelebekler dağların, tepelerin en ıssız yerlerinde yetişen bir çiçeğin üstüne konarmış. Kelebeklerin konduğu o çiçekler, sadece toplu mezarların bulunduğu yerlerde yetişirmiş.Bu çiçeğe "ölüm çiçekleri" adını vermiş Bosnalılar. Bosnalılar, o kelebekler, o çiçekler sayesinde ölülerine kavuşmuşlar. Ve bugün bir kelebek görseler hemen heyecanlanıp peşine düşüyorlar.Çünkü 18 bin kişi hálá kayıp...


FATİH’İN FERMANI

Bosnalı Müslümanlar savaştan en çok zarar gören kesim oldu. Bunun sebebi olarak; erken davranıp silahlanmamaları; hızla örgütlenememeleri ve savaşmayı bilmedikleri gibi nedenler gösterilmektedir.Aslında asıl neden bunlar değildi.Asıl neden; onlar hálá Osmanlı’ydı!Onlar hálá Fatih Sultan Mehmed’in 1478 yılındaki fermanına inanıyorlardı: "Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseler ile her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkárlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir!"Bosnalı Müslümanlar, Yugoslavya’yı bir arada tutan Mareşal Tito’nun da bu fermana bağlı kaldığını biliyorlardı.Ancak.Doğu Bloku’nun yıkılması Yugoslavya’yı da parçaladı; 6 bağımsız, 2 özerk cumhuriyet kuruldu.Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde 99.4’ü bağımsızlığı onaylayınca, Sırplar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı kuşattı. Mahalleler bölünmeye, barikatlar kurulmaya başlandı.5 Nisan günü, çoğunluğu genç olan Bosnak, Hırvat ve Sırp gençler barış mitingi düzenlediler. İlk ateş bu mitingde açıldı; iki gencecik kız öldürüldü."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisi işte bu barış mitingiyle başlıyor.Komutanla sohbetlerimiz sürerken, -artık Cüneyt de (Özdemir) katılmaya başlamıştı- o günlerde ilginç bir olay yaşadık.


NEDEN BÖYLE BİR DİZİ

Bizim apartmandaki her dairenin kapısına küçük naylon poşet içinde bir rozet bırakılmıştı. Rozetin üstünde; "Türk bakkaldan alışveriş yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor" yazıyordu! Benzer rozetler Cüneyt’in oturduğu mahallede de dağıtılmıştı. Rozetteki mesaj açıktı; Kürtlerden alışveriş yapmayın!Bu Türkiye’de ilk kez oluyordu.Rozetleri dağıtanlar bu olayın nelere yol açacağını bilmiyordu belki. Belki, iç savaşın; kardeş kavgasının neye mal olacağını hesaplayamıyorlardı."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" bu rozet olayından sonra doğdu.İstedik ki, bu diziyi izleyen Türkiye’deki sağcılar, solcular, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; bu topraklarda yaşayan herkes birbirine sarılsın. Aksi durumda akıllarına bile gelmeyecek olayların yaşanacağını bilsinler.Bosna acılı bir örnekti.Yeter ki ders almasını bilelim...


HÜRRİYET-Soner Yalçın

Ölüm Çiçekleri

BİR yıl önce...


İstanbul Şişli’de mütevazı bir ofisteydim. Komutanla iki yıldır tanışıyoruz. Her defasında sormuş ancak yanıt alamamıştım; "zamanı değil" diyordu.Demek zamanı o gün, o saat gelmişti...16 yıl önce...4 Nisan 1992 gecesi Sırplar, Saraybosna’nın tepelerini kuşattı. Bir ay önce referandumla bağımsızlık kararı alan Bosna-Hersek’teki Müslüman çoğunluğu yok etmek istiyorlardı.Öncelikli hedeflerinde Saraybosna vardı. Burayı ele geçirirlerse biliyorlardı ki savaşı kazanacaklardı.Kuşatma tam 1425 gün sürdü. Bu süre boyunca şehre günde ortalama 329 havan topu düştü. Aşırı Sırp milliyetçisi Çetnikler, Saraybosna’nın (ve Tuzla, Mostar, Zenica, Bihaç, Travnik vd.) acısını Müslüman köylerden, kasabalardan çıkardılar; binlerce insanı inançlarından dolayı öldürdüler.Savaşta; 312 bin insan öldü. 35 bini çocuktu.Kuşatma altındaki Saraybosna’da ölen çocuk sayısı 1566 idi.


BEYAZ ÇUVAL


İki çocuğunu şehit veren Halide Boyadzic, bu acılı analardan sadece biriydi...Evleri, Saraybosna tepelerine yakın "Sivri Kayalar" bölgesindeydi. Sırp Çetnikler ağır silahlarıyla saldırıya geçtiklerinde, kayaları kendilerine siper yapıp karşı koyuyorlardı.Yine bir gün...Çatışmanın tam ortasında mühimmatları bitti. Yağmur gibi mermi yağıyordu üzerlerine. Çaresizdiler. Halide’nin biri 14, diğeri 16 yaşındaki iki oğlu, evlerinin bodrum katında sakladıkları el bombalarını getirmek için kayaların ardından çıkıp koşarak eve gittiler. Tam eve girmişlerdi ki...Halide Boyadzic’in feryadı o günkü çatışmayı sona erdirdi. Eve havan topu düşmüştü...İki oğlunu şehit veren Halide, komşularından beyaz bir çuval istedi. Oğullarının parçalarını ağaçlardan, kayalardan toplayıp o beyaz çuvala koydu. Sonra...Sonra komşularından beyaz bir çuval daha istedi. Komşuları şaşırdı. Acısına verdiler. Ancak...Halide Boyadzic ikinci çuvala bombayla paramparça olan güvercinlerin cansız bedenlerini toplayıp koydu. "Bunlar da benim çocuklarım, onları da kendi ellerimle gömeceğim" dedi...


KIZAK KAYAN ÇOCUKLAR

Saraybosna tepelerine keskin Sırp nişancılar yerleşmişti. Uzun namlulu silahlarıyla Bosnalıları tek tek öldürüyorlardı. Herkes sığınaklarda yaşıyordu. Ancak bir gün değil, bir hafta değil, bir ay değil kuşatma 44 ay sürdü.Gün geldi; çocuklar havasız renksiz sığınıklarda yaşamaktan bıktılar. Her ne kadar onları eğlendirmek için sığınıklarda şarkılı oyunlar düzenlense de çocuklar dışarıda koşmak, oynamak istiyordu.Ve bir gün...2 Ocak 1994. Öğle üzeri...Dışarıda kar yağdığını öğrenen altı çocuk, kızakla kaymak için sığınıktan gizlice çıktılar.13 yaşındaki Nermin, 12 yaşındaki Indira, 11 yaşındaki Daniel, 8 yaşındaki Mirza ve Admir ile 5 yaşındaki Jasmina neşeyle kaymaya başladılar.Sığınıktaki anneler, silah sesleriyle dışarıya fırladı. Kar, kan kırmızıya boyanmıştı. Altısı da ölmüştü. Altısı da yıkanmadan, "karanlığa okunan ezanlardan" sonra toprağa verildi.


SABAHA KARŞI


Şişli’deki o mütevazı ofiste o gün gözyaşlarımızı birbirimizden sakladık...Komutan, o sıcak günlerde Saraybosna’da bir gece sabaha karşı nasıl sandalyeye çöküp hüngür hüngür ağladığını anlattı:"Yorucu bir çatışmadan çıkmıştık. Tan ağarmaya başlamıştı.Bizimle çatışmalara giden kadınlar da vardı. Çoğu daha önce eline silah bile almamıştı. Ama şimdi hepsi askerdi. Hepsini onar kişilik takımlara bölmüştüm; hepsinin başına da içlerinden birini ’komutan’ atadım.Savaşa rağmen hayat devam ediyordu. Kahvaltı yapmaları için, Türkiye’den gelen büyük bir kaşar peynirini onlara verdim. Sevindiler.Bir köşeye çekilip çayımı içerek dinlenmeye başladım; istemeden gözlerim komutan kadına çevrildi. Kadın peyniri on parçaya değil on bir parçaya ayırdı. Hem merak ettim hem de biraz sinirlendim; on kişiydiler, ama o on bir parçaya ayırmıştı peyniri. Böldüğü peynirleri tek tek dağıttı; kendisine iki parça alınca, yerimden fırladım ve bağırmaya başladım. Hırsızlıktı bu. Savaşta bunun cezası ölümdü.Bağırmama, sözlerime kadınlar çok şaşırdı. Korktular. Yardımcım Bosnalı asker olayı açıkladı:Kadın on birinci parçayı mahallesindeki yatalak yaşlı bir kadın için almıştı.Ancak yatışmamıştım; çünkü Bosnalı kadının peynir götürdüğü ihtiyar kadın Sırp’tı!Üstelik, bu Sırp ihtiyar kadının oğlu, kendisini besleyen Bosnalı kadının gelinini ve torununu öldürüp Çetniklerin yanına dağa kaçmıştı.Savaşın gerginliğiyle ağzıma ne geldiyse söyledim; silahımı alıp dışarı çıkacakken kadınlar yolumu kestiler. Peynirleri getirip önüme koydular.Kadın, ’Komutan, sen nasıl Müslüman’sın; o ihtiyar komşumun ne suçu, ne günahı var; o bir şey yapmadı ki; oğlu yaptı!’ dedi.Birden dona kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyeye çöktüm, hüngür hüngür ağladım..."


SIRP POLİS VESNA

Bu acımasız savaşta topyekûn birilerine "iyi"; birilerine "kötü" derseniz, polis Vesna Doyuz’a haksızlık yaparsanız.Vesna Sırp’tı. Ama savaşta Bosnalı Müslümanların safında yer aldı. 30 kişilik birliğiyle İgnam Dağları’nda Sırp Çentiklere karşı savaştı. Ve bir gün yardımcısı Adnan ile birlikte şehit düştü. Mezarı Bayramiç’teki şehit mezarlığındadır.Bitmedi: Vesna öldüğünde oğlu Teo on yaşındaydı. Aradan yıllar geçti; Teo Türkiye’de askeri okulda okudu. Bugün üsteğmen rütbesinde Bosna-Hersek Ordusu’nda görev yapıyor. Arkadaşlarına babasının nasıl bir kahraman olduğunu anlatıyor...’


ÜNİFORMAYI ÇIKARDI

’Bosna-Hersek’te Müslümanların etnik bir soykırıma tabi tutulduğunu Türk Devleti biliyordu.Biliyordu ama uluslararası sözleşmeler gereği diplomasi dışında pek "bir şey" de yapamıyordu.İşte bizim komutan etnik savaşın başladığı o ilk günlerde aklına "tüccar" olmayı koydu. En iyi "pazar" da Saraybosna’ydı."Üniformasını çıkardı" ve Saraybosna’nın yolunu tuttu.Bosnalılara "ticaretin inceliklerini" öğretti!Görevi bitince, pardon "ticareti" bırakınca, tekrar üniformasına kavuştu!O, isimsiz-mezarsız-idealist kahramanlardan sadece biriydi...Komutanın adı ne miydi?Cuma günü Star TV’de başlayacak "Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisinde, biz ona "Cemil" adını verdik...Saraybosna’daki ’ölüm çiçekleri’nin hikáyesi

BOSNA’da bugüne kadar 300 toplu mezar bulundu.Rivayet odur ki:Bosnalılar savaş sırasında artık sayıları yok olmak üzere olan kelebekleri takip ederlermiş.Bilirlermiş ki kelebekler dağların, tepelerin en ıssız yerlerinde yetişen bir çiçeğin üstüne konarmış. Kelebeklerin konduğu o çiçekler, sadece toplu mezarların bulunduğu yerlerde yetişirmiş.Bu çiçeğe "ölüm çiçekleri" adını vermiş Bosnalılar. Bosnalılar, o kelebekler, o çiçekler sayesinde ölülerine kavuşmuşlar. Ve bugün bir kelebek görseler hemen heyecanlanıp peşine düşüyorlar.Çünkü 18 bin kişi hálá kayıp...


FATİH’İN FERMANI

Bosnalı Müslümanlar savaştan en çok zarar gören kesim oldu. Bunun sebebi olarak; erken davranıp silahlanmamaları; hızla örgütlenememeleri ve savaşmayı bilmedikleri gibi nedenler gösterilmektedir.Aslında asıl neden bunlar değildi.Asıl neden; onlar hálá Osmanlı’ydı!Onlar hálá Fatih Sultan Mehmed’in 1478 yılındaki fermanına inanıyorlardı: "Ben Fatih Sultan Mehmed Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseler ile her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkárlardan, ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir!"Bosnalı Müslümanlar, Yugoslavya’yı bir arada tutan Mareşal Tito’nun da bu fermana bağlı kaldığını biliyorlardı.Ancak.Doğu Bloku’nun yıkılması Yugoslavya’yı da parçaladı; 6 bağımsız, 2 özerk cumhuriyet kuruldu.Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandumda halkın yüzde 99.4’ü bağımsızlığı onaylayınca, Sırplar, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı kuşattı. Mahalleler bölünmeye, barikatlar kurulmaya başlandı.5 Nisan günü, çoğunluğu genç olan Bosnak, Hırvat ve Sırp gençler barış mitingi düzenlediler. İlk ateş bu mitingde açıldı; iki gencecik kız öldürüldü."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" dizisi işte bu barış mitingiyle başlıyor.Komutanla sohbetlerimiz sürerken, -artık Cüneyt de (Özdemir) katılmaya başlamıştı- o günlerde ilginç bir olay yaşadık.


NEDEN BÖYLE BİR DİZİ

Bizim apartmandaki her dairenin kapısına küçük naylon poşet içinde bir rozet bırakılmıştı. Rozetin üstünde; "Türk bakkaldan alışveriş yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor" yazıyordu! Benzer rozetler Cüneyt’in oturduğu mahallede de dağıtılmıştı. Rozetteki mesaj açıktı; Kürtlerden alışveriş yapmayın!Bu Türkiye’de ilk kez oluyordu.Rozetleri dağıtanlar bu olayın nelere yol açacağını bilmiyordu belki. Belki, iç savaşın; kardeş kavgasının neye mal olacağını hesaplayamıyorlardı."Ölüm Çiçekleri/Saraybosna" bu rozet olayından sonra doğdu.İstedik ki, bu diziyi izleyen Türkiye’deki sağcılar, solcular, İslamcılar, komünistler, Aleviler, Sünniler, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler; bu topraklarda yaşayan herkes birbirine sarılsın. Aksi durumda akıllarına bile gelmeyecek olayların yaşanacağını bilsinler.Bosna acılı bir örnekti.Yeter ki ders almasını bilelim...


HÜRRİYET-Soner Yalçın

29 Mart 2008 Cumartesi

Zamanla Kaybettiklerimiz

(,) Bir gün insan virgülü kaybetti, o zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı; cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti.
(!) Sonra ünlem işaretini kaybetti; alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı.Artık ne birşeye kızıyor, ne de birşeye seviniyordu.

(?) Bir süre sonra soru işaretini kaybetti ve soru soramaz oldu. Hiç birşey onu ilgilendirmiyordu. Ne evren, ne dünya ne de kendi apartmanı umurundaydı.

(:) Birkaç yıl sonra iki nokta üst üste işaretini kaybetti ve davranış nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.

(") Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu, yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.

Nihayet düşünmeyi unuttu ve son noktaya erişti.

Kırım Muhtar Cumhuriyeti Tatar Özerk Yönetimi

Yüzölçümü: 26 140 km2

Nüfusu: 2 700 000

Başkenti: Akmescit

Karadeniz'in kuzeyinde bir yarımada olan Kırım, Ukrayna'ya bağlı muhtar bir Cumhuriyettir. Kırım Türkleri Tatar Özerk Yönetimi olan Kırım Tatar Milli Meclisi tarafından yönetilmektedir.Önemli Şehirleri, Akmescit, Akyar, Yalta'dır.

Tarihçesi


Türkler 430 yılından itibaren Kırım'a yerleşmeye başlamışlar; 13. asırdan itibaren ise Kırım Tatarları adını almışlardır. Önceleri Altınorda Devleti içinde yeralmışlar, daha sonra ise sınırları Moskova'ya kadar ulaşan Kırım Hanlığı'nı kurmuşlardır. 1475'ten itibaren Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğu tek devlet gibi yakınlaşınca, Osmanlı İmparatorluğu'nun hudutları Rusya'nın güney hudutlarına kadar uzanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım Hanlığı Osmanlı himayesinden çıkmıştır. Rus işgaline maruz kalan Kırım Türklerinin esaret yılları böylece başlamıştır. Yerli halkı başka bölgelere göçe zorlanmıştır.


En büyük göç dalgaları 1792, 1860-63, 1874-75, 1891-1902 seneleri arasında olmuştur.Rus çarlığı 1917 yılında Bolşevik ihtilâli ile parçalanınca Kırım'ın Bağımsızlık yolu da açılmıştır. 9 Aralık 1917'de Kırım Tatar Milli Kurultayı toplanmış; 26 Aralık 1912'de Kırım Halk Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilân edilmiştir.Kırım, Nisan 1918'de Almanlar tarafından da belli bir süre işgal edilmiş; 1920 yılının sonlarına doğru tekrar Bolşeviklerin eline geçmiştir.1921 yılında Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve Rusya'ya bağlanmıştır.18 Mayıs 1944 yılında Kırım Tatarları, Kırım'dan topluca sürgün edilmişlerdir.Sovyet Hükümeti, 25.6.1945 yılında yayınladığı Kararname ile Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmış; Kırım, oblast statüsüne getirilerek yine Rusya'ya bağlı kalmıştır.Kruşçev, Rus-Ukrayna kardeşliğinin 1000. yılı münasebetiyle Kırım Oblastı'nı Rusya'dan alarak Ukrayna'ya bağlamıştır.Kırım Bölgesi bugün Ukrayna'ya bağlı Muhtar bir Cumhuriyettir. Cumhuriyet içerisinde ise Tatar Özerk yönetimi bulunmaktadır.


Kırım Türkçesi ile konuşan Kırım Türkleri'nin kültür yapısı, Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetleri sebebiyle Türkiye'ye çok yakındır. İdil-Ural Türk bölgesi ile Osmanlı kültürünün etkilediği bölge, Türk uyanışının fikrî temsilcilerini yetiştirmiştir.Demografik DurumuRuslar1: 800 000 Ukraynlar: 635 700 Kırım Tatarları: 300 000 Ermeniler: 4 800 Bulgarlar: 1 400 Rumlar: 3 500 Almanlar: 2 600

Eğitim-Öğretim


Kırım'da 5 üniversite, 16 enstitü, 1 akademi, 32 Teknikum (teknik lise), 35 PTU (Endüstri Meslek Lisesi ve Çıraklık Eğitim Merkezi arasında bir okul çeşidi), 598 düz okul bulunmaktadır. Toplam öğrenci sayısı 232 859'dur. Bu sayının içinden 197 162'sini Rus ve diğerleri, 38 697'sini Kırım Tatar öğrencileri teşkil etmektedir. Yapılan girişimler sonunda şimdiye kadar Kırım'da toplam 1839 öğrenci diploma almış; 166 öğretmen görev almış, 6 adet Milli Okul açılabilmiştir. Fakat dersliklerin yetersiz olmasından dolayı Kırım Tatar Türkçesi hariç, bütün dersler yine Rusça olarak gösterilmektedir.Kırım Devlet Üniversitesi'nde 1991 yılında Tatar Türkçesi ve Edebiyatı Bölümü açıldı.


1995 yılına kadar bu bölüme her yıl 50 öğrenci kabul ediliyordu. Ancak, 1996 yılından itibaren sayı düşürülerek 30 öğrenci kabul edilmeye başlandı. 1994 yılında Kırım Tatar entellektüeller ve Halk Hareketi ile Kırım Devlet Sanayi Pedagoji Enstitüsü açıldı. Bu enstitüde 1300 öğrenciden 722'si Kırım Tatarlarından oluşmaktadır. Çalışan 100 öğretmenden 70'i ve rektör Tatardır.Yaklaşık 200'ün üstünde Kırım Tatar öğrenci de Türkiye'de üniversite eğitimine devam etmektedir.Geri DönüşKırım'dan sürgün edilen Kırımlıların geri dönüşleri devam etmektedir. Yurtlarına dönen Kırım Türk'ü sayısı 300 bine ulaşmıştır. Özellikle Özbekistan'da bulunan Kırım Türkleri geriye dönmek istemekte iseler de, Özbekistan idaresi bu dönüşe izin vermemekte ve çeşitli zorluklar çıkarmaktadır.


EkonomiKırım'ın en önemli ekonomik değeri turizmdir. Ülkede dünyaca ünlü dinlenme yerleri, turistik tesisler bulunmaktadır. Sanayide elektrik üretimi, demir üretimi, makine yapımı, kimya sanayii önemli bir yer tutmaktadır.Ziraat sektöründe bağcılık ve hayvancılık önem kazanmıştır.
Türkiye İle İlişkilerTürkiye tarafından başlatılan 1000 (bin) konut projesi, yurtlarına dönen evsiz-barksız Kırım Türkleri için önemli bir imkân olmuştur. Bu konutların 300 kadarı teslim edilmiş; geriye kalanın ise inşaatı sürdürülmektedir.Türk kuruluşları tarafından kazandırılan anaokulu, ilkokul ve hastane gibi tesisler, Kırım'ı, Kırım Türkleri için tekrar yerleşim bölgesi ve yurt haline getirmiştir.


İlkin Türklük, Türk dünyası kavramları üzerinde bir açıklık yapmak gereklidir. Çin hudutlarından Adriyatik'e kadar çeşitli halklar tarihte ve bugün kendi boy ve hanedan adları yanında Türk kimliği bilincini taşımışlardır. Osmanlılar bile kavim olarak kendilerini Türk biliyorlardı. Bunun kesin bir dlilini. Fatih döneminde bir Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade'de açıkça görüyoruz. O, Rumeli'deki fetih başarılarını anlatırken bir ara coşarak "Türk arkalandı" demektedir. Türk adı onun eserinde sık sık geçer; Türkmenlik, Osmanlı ailesinin menşei olarak zikredilir. Fatih devrinden başlayarak Doğu Anadolu'da kurulan Türkmen devletleri, Osmanlı'nın Anadolu egemenliği için büyük bir tehlike oluturunca Osmanlılar Türk ve Türkmen adlarını kullanmaktan kaçındılar. Hatta kendi bölgelerindeki Türkmenler için bürokratik bir tabir buldular ve onlar için Yörük adını kullandılar. Doğu Anadolu daha 11. yüzyılda bir Türkmen memleketi olarak biliniyordu.


1270'lerde buradan geçen Marco Polo bu bölge için Turcomania tabirini kullanmıştır. Bu Türkmenler, gerek Doğu Anadolu'da gerekse Osmanlı ülkesinin başka taraflarında Orta Asya din geleneklerini devam ettirerek heteredox tarikatlara tabi oldular. Daha sonra Şah İsmail bunların siyasi ve dini lideri olunca da Osmanlı Devleti Türkmenlere karşı şiddetli bir temizleme ve sindirme politikası gütmeye başladı. Bu olgu sonucu olarak, Etrak ve Türkmen adları Osmanlı bürolarında aşağalayıcı anlamlar kazandı. Bununla beraber, 16. yüzyılda bile bu bürokratlardan bazıları Türki-i Basit adı altında basit Türkçeyle şiirler yazma merakını gösterdiler. 17. yüzyıl ortalarında Evliya Çelebi Osmanlıların menşe itibariyle Türk ve Moğollarla akraba olduğunu vurgulamaktaydı. Ebu'l-Gazi Bahadır Han'ın Şecere-i Terakime adlı eseri ve daha önce Delhi Sultanlığında Ziyaüddin Barani ve 11. yüzyıl'da Divanü Lügat-it Türk ve Kutadgu Bilig yazarları Türklük bilincini açık bir şekilde ifade etmekteydiler. Kayda değer bir başka olay Macarlar Türk asıllı kabilelerle birlikte Panonya ovasını işgal ettikleri zaman Bizans kaynakları bu bölgeye Turquia adını vermişlerdir.


Bu genel Türk kimliği ve bilinci nereden gelmektedir? Biz neden Türküz ve memleketimize neden Türkiye diyoruz? Orta Asya'da, Doğu Avrupa'da birçok halklar bugün neden kendilerini Türk bilmektedirler. Bunun cevabını şu olguya bağlamaktayız. Kendisini Türk olarak ilan eden ilk halk, Kök-Türklerdir ve bunu İsa'dan sonra 732 ve 735 yılında Orhon ırmağı kıyısında diktikleri anıtlarda açıkça ifade etmişlerdir. Bozkırlarda kurulan İmparatorluklar kuruluş devrinde kaganın ilan ettiği bir törü (töre) veya yasa ile kurulmuş sayılırdı. Egemen hanedan, çadır altında yaşayan bütün orukları bu konfedarasyon içinde bu töre veya yasa altında birleşmiş sayardı. Orhon kitabelerinde birleşme ve devlet kurma süreci "törüyü düzme" ifadesiyle belirtilmektedir. Kök-Türk İmparatorluğu Kırım'dan Çin'e kadar bütün Avrasya'yı hudutları içinde birleştirmiş ve İran'a karşı Bizans İmparatorluğu ile ittifak yapmış büyük bir siyasi güç temsil etmekteydi.


Onun sınırları içindeki kavimler, özellikle Türkçe konuşan ve Türkçeyi kabul eden halklar, bu siyasi birliğe dahil oldukları içindir ki, Türk kimliği kazandılar. Siyasi birliğin devletin kimlik yaratmak ve kimlik vermek gerekir. Dil ve etnik ayrılıklar üzerinde siyasi birlik temel bir kimlik vermektedir. Bunun Avrupa tarihinde, örneğin Fransız milletinin ortaya çıkışında açıkça görmekteyiz. 15. yüzyıldan başlayarak Avrupa'da milli devletler ve milli kimlikler hep böyle söyasi birlik sonucu ortaya çıkmıştır. Bugün bir milli devlet niteliğinde olan Türkiye devleti de aslında sekiz yüz yıllık bir siyasi birliğin sonucudur. Çeşitli dil ve etnik azınlıklar üzerinde ortak Türk kimliği ve bilinci bu uzun tarihi ortak hayattan gelmektedir.Kök-Türklerden sonra Avrasya'ya hakim büyük bir kaganlık Cengiz Han ile gerçekleşmiştir.Onun imparatorluğu, 13. yy. sonlarında Doğu Avrupa'dan Çin'e kadar bağımsız Hanlıkların kurulmasıyla parçalandı ve Cengiz soyundan hanedanlar ve Moğol yasası Avrasya'da yeni kimliklere vücut verdi. Doğu Avrupa'da egemen bir imparatorluk kurmuş olan Altın-Ordu Ulug Hanlığı burada yaşayan Türk halklarına yeni bir ad, yeni bir kimlik kazandırdı ve bütün bu halklar bir Moğol kabilesi olan Tatar adıyla tanındı. Aslında Doğu Avrupa'da oturan bütün halklar ve Moğolca konuşan 40-50 bin kadar egemen Moğol kabileleri de Türkçeyi benimsediler, Türkleştiler. Bu gelişmeyle beraber aynı zamanda Cengiz Han Yasası özellikle burada kurulan hanlıklarda hakim bir kimlik kaynağı olarak süregeldi. Kırım Hanlığı, Altın-Ordu Ulug Hanlığının Cengiz Han'ın orunlarından Dogay Timur soyundan inmektedir. Kırım Hanları, İtil ırmağının aşağı kısımlarında Altın-Ordu Ulug Hanlarını yurdunu ele geçirerek Altın-Ordu İmparatorluğunu yeniden canlandırmak için 16. asır ortalarına kadar mücadele etmekten geri kalmayacaklardır.


Cengiz Han soyundan olmaları dolayısıyla onlar Tatarlık kimliğini daima önde tutacaklardır. Kırım Tatarları adıyla tanıdığımız halk, ancak 20. yüzyıl başlarından itibaren kendi asıl Türk kimliğini öne sürmeye başlamıştır. Uyanış hareketinin bu aydın liderleri arasında ilk safha büyük Türk milliyetçisi Gaspıralı İsmail Bey gelmektedir. O, Osmanlı ülkesindeki aydınlardan daha önce 1883'de çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesine koyduğu "dilde, fikirde, işde birlik" sloganıyla Türkçülük hareketinin ilk büyük önderlerinden biri olmuştur. Bugün Kırım Türkleri arasında, Tatarlık ve Türklük polemiği sürüp gitmektedir. Aslında Kırım halkı bir Moğol halkı değildir. Step'de barınamayan Türk kavimleri çok eski zamandan beri Kırım'a sığınmış ve oradaki Türk halkını oluşturmuştur.


Bunlar Hun Türkleri, Hazarlar ve hepsinden daha çok Kıpçak Türkleridir. Tatar adı, ancak Altın-Ordu Moğol devleti kurulduktan sonra devletin gücüyle kazanılan bir yeni kimliktir. Bugün Tatarlık tezini savunanların mantıkları şudur: Türk kimliğini benimsediğiniz takdirde Türkiye veya başka bir Türk halkı içinde eriyip gideriz, Kırımlı benliğimizi kaybederiz ve Kırım'da bağımsız bir devlet için iddialarımızı yürütemeyiz. Buna karşı Gaspıralı İsmail Bey'den beri Kırım'ın milliyetçi liderleri Türk kimliğini belirtmişlerdi ve Kırım'ın ancak Türk dünyasının desteğiyle yaşayabileceğini vurgulamışlardır.


Kırım Hanlığı zamanında Osmanlılara karşı Cengiz Han ve Tatarlık sürekli bir biçimde savunulmuştur. Cengiz Han soyundan inen Kırım Hanları tabiatiyle Tatarlık kimliği üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bunlar arasında özellikle I. Murad Giray Han, Moğol gelenekleri ve Türe-i Cengiziye diye adlandırılan Cengiz Han Yasasını herşeyin, hatta şeriatın üzerinde tutuyor, hanlıkta Osmanlı padişahının otoritesini savunan ulemayı dışlamaya çalışıyordu. Bu tutumda olan hanlarla beraber Kırım aristokrasisi, yani Mirzalar da aynı tutumu paylaşmaktaydılar. Onlar, Osmanlı devletinin hanlık üzerinde otoritesini güçlendirme girişimleri karşısına çıkıyor, İstanbul'dan bağımsız olarak kendi hanlarını seçiyor ve onu padişaha karşı destekliyorlardı. Osmanlı padişahına karşı âsi olan Giraylar ancak onların desteğiyle bu harekete cesaret etmekteydiler.


Malumdur ki, bağımsızlık yandaşı olan Şahin Giray Han onların desteğiyle böyle bir girişimde bulunmuştur. Kırım kabile aristokrasisi genellikle Karaçu denilen dört güçlü kabileden oluşmaktaydı ve bunların ilki Şirin kabilesinin beyi başbey olarak han seçiminde ve Osmanlı Devletiyle ilişkilerde kesin bir rol oynardı. Kırım Hanlığının Osmanlıya tabiliğinde de Şirin kabilesinin beyi Eminek Mirza kesin bir rol aynamıştır. Bilindiği gibi, Kırım Hanlığı 1440'da kesin Ulug Hanlıktan ayrılıp Kırım ve kuzey steplerinde bağımsız bir hanlık olarak ortaya çıkmıştır. Bu tarihte Hacı Giray kendi adına bir sikke basarak egemenliğini ilan etmiştir. Hacı Giray, eskiden Altın Ordu hanlığının bir parçası olan yarımadanın güneyindeki Kefe şehri ve Yalıboyu üzerinde hakimiyet iddiasında bulunuyordu. Bu bölgeyi kendi kontrolu altına geçirmiş olan Cenevizlilere karşı mücadeleye girişti. Fatih Sultan Mehmet 1454'de Karadeniz'deki bütün devletleri, bu arada Ceneviz kolonilerini, kendi tabiiyeti altına almak üzere Karadeniz'e bir donanma göndermişti. Hacı Giray bu tarihte Fatih Mehmet'le yakın ilişkiler kurmuş görünmektedir.
Bununla beraber bu bölgeye Osmanlıların yerleşmesine de karşıydı. Hacı Giray ölünce Hanlık üzerinde oğulları arasında taht için başlayan mücadelede Cenevizliler önemli bir rol oynadılar. Fatih Mehmed, Kırım Hanlığıyla işbirliği olmadıkça Ceneviz kolonilerini doğrudan doğruya kendi egemenliği altına alamayacağını biliyordu. Fakat 1475'e doğru Ceneviz entrikaları sonucu Kırım tahtını Nur Devlet gelmiş ve Mengli Giray Han Kefe'ye Cenevizliler yanına sığınmak zorunda kalmıştı. Cenevizliler, Nur Devletle iyi geçinmek için onu hapse attılar. O zaman Mengli Giray'ı tekrar tahta çıkarmak isteyen Şirinlerin Beyi, Eminek Mirza, Fatih Mehmed'le işbirliği yapmaya karar verdi.


Bu durumun bulunmaz bir fırsat olduğunu gören Osmanlı padişahı vezirazam Gedik Ahmed Paşa kumandasında kuvvetli bir donanmaya derhal Kefe üzerine gönderdi. Gedik Ahmed kısa bir zamanda Azak, Kefe ve Cenevizliler elinde bulunan Güney Kırım Yalı boyunu Osmanlı egemenliği altına aldı ve hapisten kurtulan Mengli Giray'ı Nur Devlet yerine Kırım tahtına oturttu. Mengli Giray bir müddet sonra tahtı tekrar kaybetmiş görünmektedir. Onun Fatih'e yazdığı bir mektupta kulluğundan söz etmesi ve kendisi padişahın bir tikmesi (dikmesi) olarak anması hanlığın Osmanlı egemenliği altına girdiğini ispatlamaktadır. Bu arada, bu tabiliğin şartlarını tespit eden bir ahidnameden söz edilir. Hanların seçiminde dört Karaçu kabilesi ve özellikle Şirin beyi daima önemli bir rol oynamıştır.


Çok defa Padişah Şirin beyiyle anlaşarak hanı tayin eder. Fakat özellikle sahip Giray'ın Han tayinine kadar Kırım kabile beyleri hanların seçimini kendi ellerinde tutmaya çalıştılar. Birçok defa kabilelerin isteğiyle İstanbul anlaşamamış ve çatışmalar çıkmıştır. Osmanlı Hükümeti Kırım Hanlığı üzerinde kontrolünü güçlendirmek için ilk 40-50 yıl içinde özel bir politika izlemiştir. Padişaha sıkı bir şekilde tabi bir Han olarak seçilen il Han, Sahip Giray Han'dır. Padişah, 1532'de onu kumandası altına 1000 kişilik tüfenkli bir sekban kuvveti ve topçular vererek İstanbul'dan Kırım'a Han göndermiştir. Fakat Sahip Giray'a karşı çıkan kabileler kendi seçmiş oldukları İslam Giray'ı desteklemişler ve bu iki han arasında iki yıl şiddetli bir mücadele başlamıştır. Sahip Giray Han, daha sonra Astrahan ve Kazan'a Giraylardan Han yerleştirerek çok kuvvetli bir duruma gelince, İstanbul hükümeti onun aleyhine döndü ve yerine Devlet Giray'ı tayin ederek Sahip Giray'ı bertaraf etti. Bu tarihten başlayarak Kırım Hanlığı üzerinde Osmanlı egemenliği ve kültür nüfusu çok kuvvetlenecektir.


Mengli Giray döneminde Kırım Hanlığının Osmanlı himayesine şiddetle muhtaç bir durumda olması Osmanlı Padişahının Kırım Hanlığı üzerinde kontrolünün kuvvetlenmesinde ayrıca bir amil olmuştur. Kırım'da Mengli Giray bir taraftan Altın-Ordu Ulug Hanlarının öbür yandan Litvanya büyük Dukalığının tehdidi altındaydı. Altın Ordu ulug Hanları Kırım'ı birkaç defa istila ettiler ve ancak Osmanlı Padişahından çekinerek Kırım'ı boşalttılar. Mengli Giray Altınordu-Litvanya ittifakına karşı aynı devletler tarafından tehdit edilen Moskof Büyük Kinaziyle ittifak yapmaya mecbur kaldı.


İttifakın arkasında daima Osmanlı gücü vardı. Gerek Kırım Hanlığının Altın Ordu Hanları karşısında bağımsızlığı gerekse Moskof kinazinin aynı devlete karşı direnişi bu Osmanlı himayesi sayesinde olmuştur. 1502'de Mengli Giray saray şehrini tahrip edip Altın Ordu Hanlığına son verdi. Kayda değer ki son Altın Ordu Hanı da Osmanlı Padişahından yardım isteyecektir. Mengli Giray, İtil-Volga havzasında Altın Ordu Hanlığını kendi egemenliğinde ihya etmek arzusundaydı. Bu işi onun halefi Mehmed Giray Han birara gerçekleştirdi ve bu yüzden İstanbul'la arası açıldı.Daha sonraki tarihlerde Giraylar, daima Ulug Hanlığı elde etmek için büyük çaba harcadılar. Bu durum onları Moskova ile karşı karşıya getirdi. IV. Ivan sahip Giray'ın katlini fırsat bilerek, 1552'de Kazan'ı ve 2 yıl sonra da Astrahan'ı alarak İtil havzasında Ulsug Hanların yerine geçti. Böylece, Doğu Avrupa'da Moskof İmparatorluğu kurulmuş oldu. Sahip Giray'ın büyüme politikasına karşı olan Osmanlılar, onu bu doğrultuda desteklemediler. Fakat öbür taraftan Kırım Hanlığının da Kazan Hanlığı gibi Moskova egemenliği altına düşmesini önleyen esas kuvvet Osmanlı Devleti olmuştur. Kırım Hanlığı, 300 yıl daha varlığını Osmanlı himayesi sayesinde sürdürebilmiştir.


Öbür yandan Kırım Hanlığının Osmanlı Devletine tabiiyeti İstanbul için son derece önemli sonuçlar vermiştir. Osmanlı Devletinin Karadeniz'de Rus emellerine karşı direnmesi, Karadeniz'in 400 yıl bir Osmanlı gölü olarak kalması, başlıca Kırım Hanlığı sayesinde olmuştur. Rus çarı, 1696'da Azak kalesini alarak Karadeniz'e inmiş ve ancak 1783'de Kırım'ı ve Karadeniz kuzey bölgelerini tamamiyle kendi egemenliği altına sokabilmiştir. Bu uzun direniş dolayısıyla Kırım Hanlığı Osmanlılar tarafından minnetle anılmıştır. Evliya Çelebi 1670'lerde Kırım Hanlığını Rus istilasına karşı bir Seddi-i Sedid diye anar.


Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğunun kader birliği burada da kalmamıştır. Osmanlı, Avrupa'da ve İran'da Kırım kuvvetleri hayati bir rol üstlenmiş, Akıncı ve Pişdar Ordusu rolünü oynamıştır. Osmanlı Hükümeti, Kırım kuvvetlerini bu cephelere çekmek için bazı fedakarlıklarda bulunmaya, bu arada Kırım ordusuna dağıtılmak üzere önemli miktarda para göndermeye mecbur oluyordu. Ancak Kırım kabile aristokrasisi, bu uzak seferlere katılmakta zaman zaman direnç göstermiştir. Çünkü Kırım kuvvetleri bu uzak memleketlere gidince Kırım Yurdu Kazak ve Rus saldırılarına açık kalmakta idi. Kırım mirzalarının zaman zaman isyanları bu yüzden ortaya çıkmıştır.


Bu bağlamda 1683 II. Viyana seferi ve onu izleyen yıllarda geçen olayların gerçek yüzünü aydınlatmak gerekir. Bugün memleketimizde mektep kitaplarına kadar yansıyan ve Kırımlılar hakkında yanlış ve haksız bir görüşe neden olan durumu ele alacağız. İddiaya göre, 1683'de Viyana seferinde Osmanlı Ordusuna katılan Murad Giray Han, Viyana'dan ileride nehir üzerinde Alman-Avusturya ordusunu durdurmak görevini üstlenmişti. Onun bu ordu karşısında çekildiği ve böylece Viyana bozgununa sebep olduğu iddia edilmiştir. Silahdar Tarihi'nde Mehmed Giray tarihinin sağladıkları bilgiler ışığında gerçek farklıdır. Çok güçlü ateşli silahlarla donanmış büyük Alman ordusu karşısında birşey yapamayacağını gören Han, Kara Mustafa'dan acil yardım istemiş, başkumandan Kara Mustafa Paşa, Viyana önünde otağında bu isteği hakaret dolu sözlerle reddetmiştir. Kara Mustafa öbür kumandanlardan hiçbirinin fikrini kabul etmeyen, onlara hakaret eden gururlu bir kişiliğe sahiptir. Kısacası, kumanda heyetinde uyum yoktu. Genellikle bozgunun başlıca sebeplerinden biri buydu. Kara Mustafa bozgunu başkası üzerine atmak için ihtiyar Budin paşasını idam etmiş ve Murad Giray'ı azletmişti. Yazık ki, onun iddiası bugüne kadar bir gerçek gibi tekrar edilegelmiştir.


Bozgun'dan sonra 1683-1693 yıllarında Kırım Hanlığı, özellikle Hacı Selim Giray Han idaresinde, Osmanlılarla tam bir kader birliği yapmıştır. Selim Giray Han 1688 Kaçanik zaferiyle Osmanlı Rumelisinin ve imparatorluğun kurtarıcısı olarak padişah tebrik olunacak ve sultan bundan sonra vezirazamlar seferde onun reyiyle hareket etmelerine emredecektir. Hacı Selim Giray, 1704 tarihine kadar 4 defa Hanlık tahtına gelerek, bu tehlikeli savaş yıllarında anarşi ortamında İmparatorluğun gerçek kurtarıcısı olmuştur. Osmanlı arşivindeki name-i hümayunlar bu gerçeği açık biçimde ifade etmektedir. 16 yıl süren bu savaşlarda Rusya ve Lehistan'a karşı kuzey cephesi tamamıyle Kırım ordusunun başarılı direnci sayesinde korunmuş, bu kuvvetler Kırım'ı istilaya gelen Çar Petro'nun ordularını ve Boğdan'ı istilaya çalışan Leh kuvvetlerini her defasında püskürtmüşlerdir.


Bununla beraber Kırımlılar İstanbul'dan ısrarla istedikleri gerekli yardımı alamadıkları için Azak kalesi 1696'da Rusların eline düşmüş ve bu suretle Rusya ilk defa Karadeniz'e ayak basmış, İstanbul tehdit altına girmiştir. Kırım Hanlığı herhalde Türkiye'nin kuzeye karşı yüzyıllarca bir kalkanı olmuştur. 1944'de Stalin'in korkunç sürgün emri işte bu seddi tamamiyle ortadan kaldırmak için yapılmış bir hareketti.


Kaynak:turktarih.net

Kırım Muhtar Cumhuriyeti Tatar Özerk Yönetimi

Yüzölçümü: 26 140 km2

Nüfusu: 2 700 000

Başkenti: Akmescit

Karadeniz'in kuzeyinde bir yarımada olan Kırım, Ukrayna'ya bağlı muhtar bir Cumhuriyettir. Kırım Türkleri Tatar Özerk Yönetimi olan Kırım Tatar Milli Meclisi tarafından yönetilmektedir.Önemli Şehirleri, Akmescit, Akyar, Yalta'dır.

Tarihçesi


Türkler 430 yılından itibaren Kırım'a yerleşmeye başlamışlar; 13. asırdan itibaren ise Kırım Tatarları adını almışlardır. Önceleri Altınorda Devleti içinde yeralmışlar, daha sonra ise sınırları Moskova'ya kadar ulaşan Kırım Hanlığı'nı kurmuşlardır. 1475'ten itibaren Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğu tek devlet gibi yakınlaşınca, Osmanlı İmparatorluğu'nun hudutları Rusya'nın güney hudutlarına kadar uzanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım Hanlığı Osmanlı himayesinden çıkmıştır. Rus işgaline maruz kalan Kırım Türklerinin esaret yılları böylece başlamıştır. Yerli halkı başka bölgelere göçe zorlanmıştır.


En büyük göç dalgaları 1792, 1860-63, 1874-75, 1891-1902 seneleri arasında olmuştur.Rus çarlığı 1917 yılında Bolşevik ihtilâli ile parçalanınca Kırım'ın Bağımsızlık yolu da açılmıştır. 9 Aralık 1917'de Kırım Tatar Milli Kurultayı toplanmış; 26 Aralık 1912'de Kırım Halk Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilân edilmiştir.Kırım, Nisan 1918'de Almanlar tarafından da belli bir süre işgal edilmiş; 1920 yılının sonlarına doğru tekrar Bolşeviklerin eline geçmiştir.1921 yılında Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve Rusya'ya bağlanmıştır.18 Mayıs 1944 yılında Kırım Tatarları, Kırım'dan topluca sürgün edilmişlerdir.Sovyet Hükümeti, 25.6.1945 yılında yayınladığı Kararname ile Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ni ortadan kaldırmış; Kırım, oblast statüsüne getirilerek yine Rusya'ya bağlı kalmıştır.Kruşçev, Rus-Ukrayna kardeşliğinin 1000. yılı münasebetiyle Kırım Oblastı'nı Rusya'dan alarak Ukrayna'ya bağlamıştır.Kırım Bölgesi bugün Ukrayna'ya bağlı Muhtar bir Cumhuriyettir. Cumhuriyet içerisinde ise Tatar Özerk yönetimi bulunmaktadır.


Kırım Türkçesi ile konuşan Kırım Türkleri'nin kültür yapısı, Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetleri sebebiyle Türkiye'ye çok yakındır. İdil-Ural Türk bölgesi ile Osmanlı kültürünün etkilediği bölge, Türk uyanışının fikrî temsilcilerini yetiştirmiştir.Demografik DurumuRuslar1: 800 000 Ukraynlar: 635 700 Kırım Tatarları: 300 000 Ermeniler: 4 800 Bulgarlar: 1 400 Rumlar: 3 500 Almanlar: 2 600

Eğitim-Öğretim


Kırım'da 5 üniversite, 16 enstitü, 1 akademi, 32 Teknikum (teknik lise), 35 PTU (Endüstri Meslek Lisesi ve Çıraklık Eğitim Merkezi arasında bir okul çeşidi), 598 düz okul bulunmaktadır. Toplam öğrenci sayısı 232 859'dur. Bu sayının içinden 197 162'sini Rus ve diğerleri, 38 697'sini Kırım Tatar öğrencileri teşkil etmektedir. Yapılan girişimler sonunda şimdiye kadar Kırım'da toplam 1839 öğrenci diploma almış; 166 öğretmen görev almış, 6 adet Milli Okul açılabilmiştir. Fakat dersliklerin yetersiz olmasından dolayı Kırım Tatar Türkçesi hariç, bütün dersler yine Rusça olarak gösterilmektedir.Kırım Devlet Üniversitesi'nde 1991 yılında Tatar Türkçesi ve Edebiyatı Bölümü açıldı.


1995 yılına kadar bu bölüme her yıl 50 öğrenci kabul ediliyordu. Ancak, 1996 yılından itibaren sayı düşürülerek 30 öğrenci kabul edilmeye başlandı. 1994 yılında Kırım Tatar entellektüeller ve Halk Hareketi ile Kırım Devlet Sanayi Pedagoji Enstitüsü açıldı. Bu enstitüde 1300 öğrenciden 722'si Kırım Tatarlarından oluşmaktadır. Çalışan 100 öğretmenden 70'i ve rektör Tatardır.Yaklaşık 200'ün üstünde Kırım Tatar öğrenci de Türkiye'de üniversite eğitimine devam etmektedir.Geri DönüşKırım'dan sürgün edilen Kırımlıların geri dönüşleri devam etmektedir. Yurtlarına dönen Kırım Türk'ü sayısı 300 bine ulaşmıştır. Özellikle Özbekistan'da bulunan Kırım Türkleri geriye dönmek istemekte iseler de, Özbekistan idaresi bu dönüşe izin vermemekte ve çeşitli zorluklar çıkarmaktadır.


EkonomiKırım'ın en önemli ekonomik değeri turizmdir. Ülkede dünyaca ünlü dinlenme yerleri, turistik tesisler bulunmaktadır. Sanayide elektrik üretimi, demir üretimi, makine yapımı, kimya sanayii önemli bir yer tutmaktadır.Ziraat sektöründe bağcılık ve hayvancılık önem kazanmıştır.
Türkiye İle İlişkilerTürkiye tarafından başlatılan 1000 (bin) konut projesi, yurtlarına dönen evsiz-barksız Kırım Türkleri için önemli bir imkân olmuştur. Bu konutların 300 kadarı teslim edilmiş; geriye kalanın ise inşaatı sürdürülmektedir.Türk kuruluşları tarafından kazandırılan anaokulu, ilkokul ve hastane gibi tesisler, Kırım'ı, Kırım Türkleri için tekrar yerleşim bölgesi ve yurt haline getirmiştir.


İlkin Türklük, Türk dünyası kavramları üzerinde bir açıklık yapmak gereklidir. Çin hudutlarından Adriyatik'e kadar çeşitli halklar tarihte ve bugün kendi boy ve hanedan adları yanında Türk kimliği bilincini taşımışlardır. Osmanlılar bile kavim olarak kendilerini Türk biliyorlardı. Bunun kesin bir dlilini. Fatih döneminde bir Osmanlı tarihçisi Aşık Paşazade'de açıkça görüyoruz. O, Rumeli'deki fetih başarılarını anlatırken bir ara coşarak "Türk arkalandı" demektedir. Türk adı onun eserinde sık sık geçer; Türkmenlik, Osmanlı ailesinin menşei olarak zikredilir. Fatih devrinden başlayarak Doğu Anadolu'da kurulan Türkmen devletleri, Osmanlı'nın Anadolu egemenliği için büyük bir tehlike oluturunca Osmanlılar Türk ve Türkmen adlarını kullanmaktan kaçındılar. Hatta kendi bölgelerindeki Türkmenler için bürokratik bir tabir buldular ve onlar için Yörük adını kullandılar. Doğu Anadolu daha 11. yüzyılda bir Türkmen memleketi olarak biliniyordu.


1270'lerde buradan geçen Marco Polo bu bölge için Turcomania tabirini kullanmıştır. Bu Türkmenler, gerek Doğu Anadolu'da gerekse Osmanlı ülkesinin başka taraflarında Orta Asya din geleneklerini devam ettirerek heteredox tarikatlara tabi oldular. Daha sonra Şah İsmail bunların siyasi ve dini lideri olunca da Osmanlı Devleti Türkmenlere karşı şiddetli bir temizleme ve sindirme politikası gütmeye başladı. Bu olgu sonucu olarak, Etrak ve Türkmen adları Osmanlı bürolarında aşağalayıcı anlamlar kazandı. Bununla beraber, 16. yüzyılda bile bu bürokratlardan bazıları Türki-i Basit adı altında basit Türkçeyle şiirler yazma merakını gösterdiler. 17. yüzyıl ortalarında Evliya Çelebi Osmanlıların menşe itibariyle Türk ve Moğollarla akraba olduğunu vurgulamaktaydı. Ebu'l-Gazi Bahadır Han'ın Şecere-i Terakime adlı eseri ve daha önce Delhi Sultanlığında Ziyaüddin Barani ve 11. yüzyıl'da Divanü Lügat-it Türk ve Kutadgu Bilig yazarları Türklük bilincini açık bir şekilde ifade etmekteydiler. Kayda değer bir başka olay Macarlar Türk asıllı kabilelerle birlikte Panonya ovasını işgal ettikleri zaman Bizans kaynakları bu bölgeye Turquia adını vermişlerdir.


Bu genel Türk kimliği ve bilinci nereden gelmektedir? Biz neden Türküz ve memleketimize neden Türkiye diyoruz? Orta Asya'da, Doğu Avrupa'da birçok halklar bugün neden kendilerini Türk bilmektedirler. Bunun cevabını şu olguya bağlamaktayız. Kendisini Türk olarak ilan eden ilk halk, Kök-Türklerdir ve bunu İsa'dan sonra 732 ve 735 yılında Orhon ırmağı kıyısında diktikleri anıtlarda açıkça ifade etmişlerdir. Bozkırlarda kurulan İmparatorluklar kuruluş devrinde kaganın ilan ettiği bir törü (töre) veya yasa ile kurulmuş sayılırdı. Egemen hanedan, çadır altında yaşayan bütün orukları bu konfedarasyon içinde bu töre veya yasa altında birleşmiş sayardı. Orhon kitabelerinde birleşme ve devlet kurma süreci "törüyü düzme" ifadesiyle belirtilmektedir. Kök-Türk İmparatorluğu Kırım'dan Çin'e kadar bütün Avrasya'yı hudutları içinde birleştirmiş ve İran'a karşı Bizans İmparatorluğu ile ittifak yapmış büyük bir siyasi güç temsil etmekteydi.


Onun sınırları içindeki kavimler, özellikle Türkçe konuşan ve Türkçeyi kabul eden halklar, bu siyasi birliğe dahil oldukları içindir ki, Türk kimliği kazandılar. Siyasi birliğin devletin kimlik yaratmak ve kimlik vermek gerekir. Dil ve etnik ayrılıklar üzerinde siyasi birlik temel bir kimlik vermektedir. Bunun Avrupa tarihinde, örneğin Fransız milletinin ortaya çıkışında açıkça görmekteyiz. 15. yüzyıldan başlayarak Avrupa'da milli devletler ve milli kimlikler hep böyle söyasi birlik sonucu ortaya çıkmıştır. Bugün bir milli devlet niteliğinde olan Türkiye devleti de aslında sekiz yüz yıllık bir siyasi birliğin sonucudur. Çeşitli dil ve etnik azınlıklar üzerinde ortak Türk kimliği ve bilinci bu uzun tarihi ortak hayattan gelmektedir.Kök-Türklerden sonra Avrasya'ya hakim büyük bir kaganlık Cengiz Han ile gerçekleşmiştir.Onun imparatorluğu, 13. yy. sonlarında Doğu Avrupa'dan Çin'e kadar bağımsız Hanlıkların kurulmasıyla parçalandı ve Cengiz soyundan hanedanlar ve Moğol yasası Avrasya'da yeni kimliklere vücut verdi. Doğu Avrupa'da egemen bir imparatorluk kurmuş olan Altın-Ordu Ulug Hanlığı burada yaşayan Türk halklarına yeni bir ad, yeni bir kimlik kazandırdı ve bütün bu halklar bir Moğol kabilesi olan Tatar adıyla tanındı. Aslında Doğu Avrupa'da oturan bütün halklar ve Moğolca konuşan 40-50 bin kadar egemen Moğol kabileleri de Türkçeyi benimsediler, Türkleştiler. Bu gelişmeyle beraber aynı zamanda Cengiz Han Yasası özellikle burada kurulan hanlıklarda hakim bir kimlik kaynağı olarak süregeldi. Kırım Hanlığı, Altın-Ordu Ulug Hanlığının Cengiz Han'ın orunlarından Dogay Timur soyundan inmektedir. Kırım Hanları, İtil ırmağının aşağı kısımlarında Altın-Ordu Ulug Hanlarını yurdunu ele geçirerek Altın-Ordu İmparatorluğunu yeniden canlandırmak için 16. asır ortalarına kadar mücadele etmekten geri kalmayacaklardır.


Cengiz Han soyundan olmaları dolayısıyla onlar Tatarlık kimliğini daima önde tutacaklardır. Kırım Tatarları adıyla tanıdığımız halk, ancak 20. yüzyıl başlarından itibaren kendi asıl Türk kimliğini öne sürmeye başlamıştır. Uyanış hareketinin bu aydın liderleri arasında ilk safha büyük Türk milliyetçisi Gaspıralı İsmail Bey gelmektedir. O, Osmanlı ülkesindeki aydınlardan daha önce 1883'de çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesine koyduğu "dilde, fikirde, işde birlik" sloganıyla Türkçülük hareketinin ilk büyük önderlerinden biri olmuştur. Bugün Kırım Türkleri arasında, Tatarlık ve Türklük polemiği sürüp gitmektedir. Aslında Kırım halkı bir Moğol halkı değildir. Step'de barınamayan Türk kavimleri çok eski zamandan beri Kırım'a sığınmış ve oradaki Türk halkını oluşturmuştur.


Bunlar Hun Türkleri, Hazarlar ve hepsinden daha çok Kıpçak Türkleridir. Tatar adı, ancak Altın-Ordu Moğol devleti kurulduktan sonra devletin gücüyle kazanılan bir yeni kimliktir. Bugün Tatarlık tezini savunanların mantıkları şudur: Türk kimliğini benimsediğiniz takdirde Türkiye veya başka bir Türk halkı içinde eriyip gideriz, Kırımlı benliğimizi kaybederiz ve Kırım'da bağımsız bir devlet için iddialarımızı yürütemeyiz. Buna karşı Gaspıralı İsmail Bey'den beri Kırım'ın milliyetçi liderleri Türk kimliğini belirtmişlerdi ve Kırım'ın ancak Türk dünyasının desteğiyle yaşayabileceğini vurgulamışlardır.


Kırım Hanlığı zamanında Osmanlılara karşı Cengiz Han ve Tatarlık sürekli bir biçimde savunulmuştur. Cengiz Han soyundan inen Kırım Hanları tabiatiyle Tatarlık kimliği üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bunlar arasında özellikle I. Murad Giray Han, Moğol gelenekleri ve Türe-i Cengiziye diye adlandırılan Cengiz Han Yasasını herşeyin, hatta şeriatın üzerinde tutuyor, hanlıkta Osmanlı padişahının otoritesini savunan ulemayı dışlamaya çalışıyordu. Bu tutumda olan hanlarla beraber Kırım aristokrasisi, yani Mirzalar da aynı tutumu paylaşmaktaydılar. Onlar, Osmanlı devletinin hanlık üzerinde otoritesini güçlendirme girişimleri karşısına çıkıyor, İstanbul'dan bağımsız olarak kendi hanlarını seçiyor ve onu padişaha karşı destekliyorlardı. Osmanlı padişahına karşı âsi olan Giraylar ancak onların desteğiyle bu harekete cesaret etmekteydiler.


Malumdur ki, bağımsızlık yandaşı olan Şahin Giray Han onların desteğiyle böyle bir girişimde bulunmuştur. Kırım kabile aristokrasisi genellikle Karaçu denilen dört güçlü kabileden oluşmaktaydı ve bunların ilki Şirin kabilesinin beyi başbey olarak han seçiminde ve Osmanlı Devletiyle ilişkilerde kesin bir rol oynardı. Kırım Hanlığının Osmanlıya tabiliğinde de Şirin kabilesinin beyi Eminek Mirza kesin bir rol aynamıştır. Bilindiği gibi, Kırım Hanlığı 1440'da kesin Ulug Hanlıktan ayrılıp Kırım ve kuzey steplerinde bağımsız bir hanlık olarak ortaya çıkmıştır. Bu tarihte Hacı Giray kendi adına bir sikke basarak egemenliğini ilan etmiştir. Hacı Giray, eskiden Altın Ordu hanlığının bir parçası olan yarımadanın güneyindeki Kefe şehri ve Yalıboyu üzerinde hakimiyet iddiasında bulunuyordu. Bu bölgeyi kendi kontrolu altına geçirmiş olan Cenevizlilere karşı mücadeleye girişti. Fatih Sultan Mehmet 1454'de Karadeniz'deki bütün devletleri, bu arada Ceneviz kolonilerini, kendi tabiiyeti altına almak üzere Karadeniz'e bir donanma göndermişti. Hacı Giray bu tarihte Fatih Mehmet'le yakın ilişkiler kurmuş görünmektedir.
Bununla beraber bu bölgeye Osmanlıların yerleşmesine de karşıydı. Hacı Giray ölünce Hanlık üzerinde oğulları arasında taht için başlayan mücadelede Cenevizliler önemli bir rol oynadılar. Fatih Mehmed, Kırım Hanlığıyla işbirliği olmadıkça Ceneviz kolonilerini doğrudan doğruya kendi egemenliği altına alamayacağını biliyordu. Fakat 1475'e doğru Ceneviz entrikaları sonucu Kırım tahtını Nur Devlet gelmiş ve Mengli Giray Han Kefe'ye Cenevizliler yanına sığınmak zorunda kalmıştı. Cenevizliler, Nur Devletle iyi geçinmek için onu hapse attılar. O zaman Mengli Giray'ı tekrar tahta çıkarmak isteyen Şirinlerin Beyi, Eminek Mirza, Fatih Mehmed'le işbirliği yapmaya karar verdi.


Bu durumun bulunmaz bir fırsat olduğunu gören Osmanlı padişahı vezirazam Gedik Ahmed Paşa kumandasında kuvvetli bir donanmaya derhal Kefe üzerine gönderdi. Gedik Ahmed kısa bir zamanda Azak, Kefe ve Cenevizliler elinde bulunan Güney Kırım Yalı boyunu Osmanlı egemenliği altına aldı ve hapisten kurtulan Mengli Giray'ı Nur Devlet yerine Kırım tahtına oturttu. Mengli Giray bir müddet sonra tahtı tekrar kaybetmiş görünmektedir. Onun Fatih'e yazdığı bir mektupta kulluğundan söz etmesi ve kendisi padişahın bir tikmesi (dikmesi) olarak anması hanlığın Osmanlı egemenliği altına girdiğini ispatlamaktadır. Bu arada, bu tabiliğin şartlarını tespit eden bir ahidnameden söz edilir. Hanların seçiminde dört Karaçu kabilesi ve özellikle Şirin beyi daima önemli bir rol oynamıştır.


Çok defa Padişah Şirin beyiyle anlaşarak hanı tayin eder. Fakat özellikle sahip Giray'ın Han tayinine kadar Kırım kabile beyleri hanların seçimini kendi ellerinde tutmaya çalıştılar. Birçok defa kabilelerin isteğiyle İstanbul anlaşamamış ve çatışmalar çıkmıştır. Osmanlı Hükümeti Kırım Hanlığı üzerinde kontrolünü güçlendirmek için ilk 40-50 yıl içinde özel bir politika izlemiştir. Padişaha sıkı bir şekilde tabi bir Han olarak seçilen il Han, Sahip Giray Han'dır. Padişah, 1532'de onu kumandası altına 1000 kişilik tüfenkli bir sekban kuvveti ve topçular vererek İstanbul'dan Kırım'a Han göndermiştir. Fakat Sahip Giray'a karşı çıkan kabileler kendi seçmiş oldukları İslam Giray'ı desteklemişler ve bu iki han arasında iki yıl şiddetli bir mücadele başlamıştır. Sahip Giray Han, daha sonra Astrahan ve Kazan'a Giraylardan Han yerleştirerek çok kuvvetli bir duruma gelince, İstanbul hükümeti onun aleyhine döndü ve yerine Devlet Giray'ı tayin ederek Sahip Giray'ı bertaraf etti. Bu tarihten başlayarak Kırım Hanlığı üzerinde Osmanlı egemenliği ve kültür nüfusu çok kuvvetlenecektir.


Mengli Giray döneminde Kırım Hanlığının Osmanlı himayesine şiddetle muhtaç bir durumda olması Osmanlı Padişahının Kırım Hanlığı üzerinde kontrolünün kuvvetlenmesinde ayrıca bir amil olmuştur. Kırım'da Mengli Giray bir taraftan Altın-Ordu Ulug Hanlarının öbür yandan Litvanya büyük Dukalığının tehdidi altındaydı. Altın Ordu ulug Hanları Kırım'ı birkaç defa istila ettiler ve ancak Osmanlı Padişahından çekinerek Kırım'ı boşalttılar. Mengli Giray Altınordu-Litvanya ittifakına karşı aynı devletler tarafından tehdit edilen Moskof Büyük Kinaziyle ittifak yapmaya mecbur kaldı.


İttifakın arkasında daima Osmanlı gücü vardı. Gerek Kırım Hanlığının Altın Ordu Hanları karşısında bağımsızlığı gerekse Moskof kinazinin aynı devlete karşı direnişi bu Osmanlı himayesi sayesinde olmuştur. 1502'de Mengli Giray saray şehrini tahrip edip Altın Ordu Hanlığına son verdi. Kayda değer ki son Altın Ordu Hanı da Osmanlı Padişahından yardım isteyecektir. Mengli Giray, İtil-Volga havzasında Altın Ordu Hanlığını kendi egemenliğinde ihya etmek arzusundaydı. Bu işi onun halefi Mehmed Giray Han birara gerçekleştirdi ve bu yüzden İstanbul'la arası açıldı.Daha sonraki tarihlerde Giraylar, daima Ulug Hanlığı elde etmek için büyük çaba harcadılar. Bu durum onları Moskova ile karşı karşıya getirdi. IV. Ivan sahip Giray'ın katlini fırsat bilerek, 1552'de Kazan'ı ve 2 yıl sonra da Astrahan'ı alarak İtil havzasında Ulsug Hanların yerine geçti. Böylece, Doğu Avrupa'da Moskof İmparatorluğu kurulmuş oldu. Sahip Giray'ın büyüme politikasına karşı olan Osmanlılar, onu bu doğrultuda desteklemediler. Fakat öbür taraftan Kırım Hanlığının da Kazan Hanlığı gibi Moskova egemenliği altına düşmesini önleyen esas kuvvet Osmanlı Devleti olmuştur. Kırım Hanlığı, 300 yıl daha varlığını Osmanlı himayesi sayesinde sürdürebilmiştir.


Öbür yandan Kırım Hanlığının Osmanlı Devletine tabiiyeti İstanbul için son derece önemli sonuçlar vermiştir. Osmanlı Devletinin Karadeniz'de Rus emellerine karşı direnmesi, Karadeniz'in 400 yıl bir Osmanlı gölü olarak kalması, başlıca Kırım Hanlığı sayesinde olmuştur. Rus çarı, 1696'da Azak kalesini alarak Karadeniz'e inmiş ve ancak 1783'de Kırım'ı ve Karadeniz kuzey bölgelerini tamamiyle kendi egemenliği altına sokabilmiştir. Bu uzun direniş dolayısıyla Kırım Hanlığı Osmanlılar tarafından minnetle anılmıştır. Evliya Çelebi 1670'lerde Kırım Hanlığını Rus istilasına karşı bir Seddi-i Sedid diye anar.


Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğunun kader birliği burada da kalmamıştır. Osmanlı, Avrupa'da ve İran'da Kırım kuvvetleri hayati bir rol üstlenmiş, Akıncı ve Pişdar Ordusu rolünü oynamıştır. Osmanlı Hükümeti, Kırım kuvvetlerini bu cephelere çekmek için bazı fedakarlıklarda bulunmaya, bu arada Kırım ordusuna dağıtılmak üzere önemli miktarda para göndermeye mecbur oluyordu. Ancak Kırım kabile aristokrasisi, bu uzak seferlere katılmakta zaman zaman direnç göstermiştir. Çünkü Kırım kuvvetleri bu uzak memleketlere gidince Kırım Yurdu Kazak ve Rus saldırılarına açık kalmakta idi. Kırım mirzalarının zaman zaman isyanları bu yüzden ortaya çıkmıştır.


Bu bağlamda 1683 II. Viyana seferi ve onu izleyen yıllarda geçen olayların gerçek yüzünü aydınlatmak gerekir. Bugün memleketimizde mektep kitaplarına kadar yansıyan ve Kırımlılar hakkında yanlış ve haksız bir görüşe neden olan durumu ele alacağız. İddiaya göre, 1683'de Viyana seferinde Osmanlı Ordusuna katılan Murad Giray Han, Viyana'dan ileride nehir üzerinde Alman-Avusturya ordusunu durdurmak görevini üstlenmişti. Onun bu ordu karşısında çekildiği ve böylece Viyana bozgununa sebep olduğu iddia edilmiştir. Silahdar Tarihi'nde Mehmed Giray tarihinin sağladıkları bilgiler ışığında gerçek farklıdır. Çok güçlü ateşli silahlarla donanmış büyük Alman ordusu karşısında birşey yapamayacağını gören Han, Kara Mustafa'dan acil yardım istemiş, başkumandan Kara Mustafa Paşa, Viyana önünde otağında bu isteği hakaret dolu sözlerle reddetmiştir. Kara Mustafa öbür kumandanlardan hiçbirinin fikrini kabul etmeyen, onlara hakaret eden gururlu bir kişiliğe sahiptir. Kısacası, kumanda heyetinde uyum yoktu. Genellikle bozgunun başlıca sebeplerinden biri buydu. Kara Mustafa bozgunu başkası üzerine atmak için ihtiyar Budin paşasını idam etmiş ve Murad Giray'ı azletmişti. Yazık ki, onun iddiası bugüne kadar bir gerçek gibi tekrar edilegelmiştir.


Bozgun'dan sonra 1683-1693 yıllarında Kırım Hanlığı, özellikle Hacı Selim Giray Han idaresinde, Osmanlılarla tam bir kader birliği yapmıştır. Selim Giray Han 1688 Kaçanik zaferiyle Osmanlı Rumelisinin ve imparatorluğun kurtarıcısı olarak padişah tebrik olunacak ve sultan bundan sonra vezirazamlar seferde onun reyiyle hareket etmelerine emredecektir. Hacı Selim Giray, 1704 tarihine kadar 4 defa Hanlık tahtına gelerek, bu tehlikeli savaş yıllarında anarşi ortamında İmparatorluğun gerçek kurtarıcısı olmuştur. Osmanlı arşivindeki name-i hümayunlar bu gerçeği açık biçimde ifade etmektedir. 16 yıl süren bu savaşlarda Rusya ve Lehistan'a karşı kuzey cephesi tamamıyle Kırım ordusunun başarılı direnci sayesinde korunmuş, bu kuvvetler Kırım'ı istilaya gelen Çar Petro'nun ordularını ve Boğdan'ı istilaya çalışan Leh kuvvetlerini her defasında püskürtmüşlerdir.


Bununla beraber Kırımlılar İstanbul'dan ısrarla istedikleri gerekli yardımı alamadıkları için Azak kalesi 1696'da Rusların eline düşmüş ve bu suretle Rusya ilk defa Karadeniz'e ayak basmış, İstanbul tehdit altına girmiştir. Kırım Hanlığı herhalde Türkiye'nin kuzeye karşı yüzyıllarca bir kalkanı olmuştur. 1944'de Stalin'in korkunç sürgün emri işte bu seddi tamamiyle ortadan kaldırmak için yapılmış bir hareketti.


Kaynak:turktarih.net

Saha (Yakutistan) Federe Cumhuriyeti

Yüzölçümü: 3.103.200 km2

Nüfusu: 1.381.000

Başkenti: Yakutsk

Coğrafi Bilgiler


Kuzeydoğu Sibirya'da Kuzey Buz Denizi'ne dökülen Lena, Yana, İndigirka ve Kolıma ırmaklarının havzasında yer alır. Ülkenin % 40'dan fazlası kutup dairesinin kuzeyindedir. Ülkenin % 20'si kuzey kutbundadır ve 2/3'ü dağlarla kaplıdır.

Tarihçe


Yakutistan arazisinde en eski insan izleri yukarı Paleolite ( M.Ö. 20-10 bininci yıllar ) aittir.M.S. 6-10'uncu yüzyıllarda güneyden gelerek yerleşen bir Türk boyu olan Yakutlar ( Sahalar ) 17'inci yüzyılın ilk yarısında Rus Çarlığının denetimine girdi. Yakutistan'ın en büyük kenti olan Yakutsk eyaleti 1632'de kuruldu. 1638'de Yakutsk eyaleti ( Voyevodstvo ) oluşturuldu ve bu topraklar Rusların yerleşimine açıldı. Ruslar özellikle Lena nehrinin orta kesimi boyunca sıralanan şehirlere yerleştiler. Yüzyıllar boyunca göçebeliğe dayalı bir hayat tarzı sürdüren Sahalar 19'yy.da yerleşik düzene geçtiler.Saha ( Yakut ) Türklerinin milli bilinçleri gözle görülür derecede artmaya başlamıştır. 27 Eylül 1950'de "Yakut Saha Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Egemenlik Deklarasyonu" ilan edildi. 20 Aralık 1991'de cumhuriyet tarihinde doğrudan başkanlık seçimi yapıldı. Başkan göreve gelir gelmez birinci iş olarak cumhuriyetin adını "Saha Cumhuriyeti" olarak ilan etti.Yakutlar Orhun kitabelerinde de Kurıkan adıyla geçmektedir. Daha sonra kuzeye çekilen Yakutların ana Türk kütlesiyle bağları kopmuştur. Bu yüzden Saha ( Yakut ) Türkçesi Türkiye Türkçesinden ve diğer Türk lehçelerinden biraz uzaktır.Sahalar'ın tarihte 10 asra yakın bir süre varlıklarını sürdüren İskit (Saka) Türklerinin bir uzantısı oldukları da uzmanlarca belirtilmektedir. Kendilerine Saha demeleri de, buna bir delil sayılmaktadır.

Nüfusun Etnik Yapısı


1998 tahminlerine göre 1.381.000 olan Yakutistan nüfusunun % 50.5'i Ruslardan % 36.9'u Saha ( Yakut ) lardan oluşmaktadır. Geriye kalan yaklaşık % 13'lük kısım ise Ukrain, Kazak, Tatar ve Azerilerden müteşekkildir.Başkent Yakutsk'un nüfusu 270.000'dir. Yakutların % 95' i Yakutistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamaktadır.
İdare ve Devlet Yapısı Hükümet, cumhurbaşkanı ve onun yardımcılarından oluşmaktadır. Yardımcıların kendi bölümleri vardır ve çeşitli konulardan sorumlu olarak çalışırlar. Halen Saha cumhuriyetinde 14 bakanlık vardır. Bunlardan 12'sinin başında Saha Türkleri vardır.Ülkenin parlamentosu (İl Tümen)ise 200 kişiden oluşmaktadır. Bunların da % 83'ü Saha Türk'üdür. Cumhuriyetin sembolü beyaz turnadır.Ülkede Yakutsk, Aldan, Verkoyansk, Mirnıy, Olyokminsk adlı oblastların (eyaletlerin) dışında 32 rayon vardır. Nüfusun % 90'ı merkezdeki bölgelerde, Yakutsk ve Vilüysk şehirleri civarında yerleşmiştir. Moskova sömürgelerinin hepsinde olduğu gibi burada da yerli ahalinin yüzdesi yıllar geçtikçe düşmekte, kolonize etmek için getirilen Rus nüfusu artmaktadır.

Siyasi Yapı


1990'lı yılların başında Cumhuriyette milli hareketler oluştu. İlk ortaya çıkan hareket "Saha Omuk" hareketidir. Daha sonra " Saha Keskile" hareketi ortaya çıktı.Glasnost ve Perestroika ile birlikte Moskova merkezli olarak ortaya siyasi partiler çıkmıştır. Bunlardan Sosyal Demokrat Parti Rusya'ya yönelerek Rusya ile tam bir birlik oluşturmak istemektedir. Bir diğer parti Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Bu partinin kurucusu Moskova'da yaşamaktadır ve faaliyetlerinde merkeze bağlıdır.Yakutistan Halk Partisi ise bağımsız bir devlet kurmayı amaç edinmiştir. Partinin başkanı genç bir Saha Türkü olan İ.Miroslav'dır.

Ekonomi


Halkın geçim kaynakları arasında kürk avcılığı ve balıkçılık önemli yer tutar. Ülkede bulunan samur, kutup tilkisi ,sincap, tilki ve nadir balık çeşitleri ; avcılar ile maceraperestleri kendine çeker. Bu avcılar sayesinde üretilen kaliteli kürklerin ve balıkların şöhreti bütün dünyada meşhurdur. Yakutistan'ın en önemli kaynaklarından biri de yer altı zenginlikleridir. Ülkede elmas, altın, gaz, kömür, gümüş ve bakır çıkarılmaktadır. Mendeleyev tablosundaki bütün elementler Yakutistan'da bulunmaktadır. Elmas Saha yurdunda çok önemli bir yere sahiptir . Bunların en değerlilerinden biri de Moskova'da müzede bulunan ve 342,5 karatlık pırlantadır. Yakutistan'ın hemen her bölgesinde elmas çıkarılmaktadır.


Kaynak:turktarih.net

Saha (Yakutistan) Federe Cumhuriyeti

Yüzölçümü: 3.103.200 km2

Nüfusu: 1.381.000

Başkenti: Yakutsk

Coğrafi Bilgiler


Kuzeydoğu Sibirya'da Kuzey Buz Denizi'ne dökülen Lena, Yana, İndigirka ve Kolıma ırmaklarının havzasında yer alır. Ülkenin % 40'dan fazlası kutup dairesinin kuzeyindedir. Ülkenin % 20'si kuzey kutbundadır ve 2/3'ü dağlarla kaplıdır.

Tarihçe


Yakutistan arazisinde en eski insan izleri yukarı Paleolite ( M.Ö. 20-10 bininci yıllar ) aittir.M.S. 6-10'uncu yüzyıllarda güneyden gelerek yerleşen bir Türk boyu olan Yakutlar ( Sahalar ) 17'inci yüzyılın ilk yarısında Rus Çarlığının denetimine girdi. Yakutistan'ın en büyük kenti olan Yakutsk eyaleti 1632'de kuruldu. 1638'de Yakutsk eyaleti ( Voyevodstvo ) oluşturuldu ve bu topraklar Rusların yerleşimine açıldı. Ruslar özellikle Lena nehrinin orta kesimi boyunca sıralanan şehirlere yerleştiler. Yüzyıllar boyunca göçebeliğe dayalı bir hayat tarzı sürdüren Sahalar 19'yy.da yerleşik düzene geçtiler.Saha ( Yakut ) Türklerinin milli bilinçleri gözle görülür derecede artmaya başlamıştır. 27 Eylül 1950'de "Yakut Saha Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Egemenlik Deklarasyonu" ilan edildi. 20 Aralık 1991'de cumhuriyet tarihinde doğrudan başkanlık seçimi yapıldı. Başkan göreve gelir gelmez birinci iş olarak cumhuriyetin adını "Saha Cumhuriyeti" olarak ilan etti.Yakutlar Orhun kitabelerinde de Kurıkan adıyla geçmektedir. Daha sonra kuzeye çekilen Yakutların ana Türk kütlesiyle bağları kopmuştur. Bu yüzden Saha ( Yakut ) Türkçesi Türkiye Türkçesinden ve diğer Türk lehçelerinden biraz uzaktır.Sahalar'ın tarihte 10 asra yakın bir süre varlıklarını sürdüren İskit (Saka) Türklerinin bir uzantısı oldukları da uzmanlarca belirtilmektedir. Kendilerine Saha demeleri de, buna bir delil sayılmaktadır.

Nüfusun Etnik Yapısı


1998 tahminlerine göre 1.381.000 olan Yakutistan nüfusunun % 50.5'i Ruslardan % 36.9'u Saha ( Yakut ) lardan oluşmaktadır. Geriye kalan yaklaşık % 13'lük kısım ise Ukrain, Kazak, Tatar ve Azerilerden müteşekkildir.Başkent Yakutsk'un nüfusu 270.000'dir. Yakutların % 95' i Yakutistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamaktadır.
İdare ve Devlet Yapısı Hükümet, cumhurbaşkanı ve onun yardımcılarından oluşmaktadır. Yardımcıların kendi bölümleri vardır ve çeşitli konulardan sorumlu olarak çalışırlar. Halen Saha cumhuriyetinde 14 bakanlık vardır. Bunlardan 12'sinin başında Saha Türkleri vardır.Ülkenin parlamentosu (İl Tümen)ise 200 kişiden oluşmaktadır. Bunların da % 83'ü Saha Türk'üdür. Cumhuriyetin sembolü beyaz turnadır.Ülkede Yakutsk, Aldan, Verkoyansk, Mirnıy, Olyokminsk adlı oblastların (eyaletlerin) dışında 32 rayon vardır. Nüfusun % 90'ı merkezdeki bölgelerde, Yakutsk ve Vilüysk şehirleri civarında yerleşmiştir. Moskova sömürgelerinin hepsinde olduğu gibi burada da yerli ahalinin yüzdesi yıllar geçtikçe düşmekte, kolonize etmek için getirilen Rus nüfusu artmaktadır.

Siyasi Yapı


1990'lı yılların başında Cumhuriyette milli hareketler oluştu. İlk ortaya çıkan hareket "Saha Omuk" hareketidir. Daha sonra " Saha Keskile" hareketi ortaya çıktı.Glasnost ve Perestroika ile birlikte Moskova merkezli olarak ortaya siyasi partiler çıkmıştır. Bunlardan Sosyal Demokrat Parti Rusya'ya yönelerek Rusya ile tam bir birlik oluşturmak istemektedir. Bir diğer parti Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Bu partinin kurucusu Moskova'da yaşamaktadır ve faaliyetlerinde merkeze bağlıdır.Yakutistan Halk Partisi ise bağımsız bir devlet kurmayı amaç edinmiştir. Partinin başkanı genç bir Saha Türkü olan İ.Miroslav'dır.

Ekonomi


Halkın geçim kaynakları arasında kürk avcılığı ve balıkçılık önemli yer tutar. Ülkede bulunan samur, kutup tilkisi ,sincap, tilki ve nadir balık çeşitleri ; avcılar ile maceraperestleri kendine çeker. Bu avcılar sayesinde üretilen kaliteli kürklerin ve balıkların şöhreti bütün dünyada meşhurdur. Yakutistan'ın en önemli kaynaklarından biri de yer altı zenginlikleridir. Ülkede elmas, altın, gaz, kömür, gümüş ve bakır çıkarılmaktadır. Mendeleyev tablosundaki bütün elementler Yakutistan'da bulunmaktadır. Elmas Saha yurdunda çok önemli bir yere sahiptir . Bunların en değerlilerinden biri de Moskova'da müzede bulunan ve 342,5 karatlık pırlantadır. Yakutistan'ın hemen her bölgesinde elmas çıkarılmaktadır.


Kaynak:turktarih.net

Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti



Kuzey Kafkasya'da , Kafkas sıradağlarının orta bölgesinde yer almaktadır. Güneyinde Karaçaylı'ların "Tav ardı-Dağ arkası" adını verdikleri Kafkas ötesi ülkelerinden Abaza ve Gürcistan Cumhuriyetleri, Batı ve kuzeyinde Rusya Federasyonu, Doğusunda Kabardey-Balkar Cumhuriyeti yer almaktadır.

Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti'nin yüz ölçümü 14.100 km2dir. Cumhuriyetin güneyi baştan başa Büyük Kafkas sıradağları ile kaplıdır. Kuzey bölge ise yayla ve geniş düzlükler halinde uzanmaktadır. Büyük Kafkas sıradağları ve Avrupa'nın en yüksek tepesi olan Elbruz Dağı (Mingi Tav) 5633m. yükseklikte Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ile güneydoğu sınırını teşkil etmektedir. Bu dağlar 3000 m. den sonra buzullarla kaplıdır.

Cumhuriyetin orta bölgesi Büyük Kafkas sıradağlarının eteklerini ihtiva etmekte olup geniş yaylalarla kaplıdır. Karaçay şehrinin kuzeyindeki Biyçe Sın yaylası en önemli yayladır. Kuzeyde yer alan düzlükler, Büyük Kafkas sıradağlarından doğan Hurzuk, Ulu Kam, Uçkalan nehirleri ve bunların birleşmesinden meydana gelen Kuban Nehri ile, daha sonra Karaçay Dağlarından doğan ve Kuban Nehrine katılan Duvut, teberdi, Arhız, Maruka, Zelencuk, Urup ve Lapa nehirleri ile sulanmaktadır. Göl yönünden fakir olan ülkede sadece tuz gölü bulunmaktadır.

Kuzeyde step, güneyde çam, ladin, köknar ormanları ülkeye hakimdir. Büyük Kafkaslar'ın 2500m'den sonrası alp tipi otlaklarla kaplanmıştır. Kuzey Kafkasya'da yaşayan halklar arasında Türk unsurunun en önemli bölümünü meydana getiren Karaçaylı ve Malkarlı Türkleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Yüzyıllardan beri Kuban Nehri bölgesinde yaşayan Karaçaylı ve Malkarlı Türkler hakkında yapılan tarihî, antropolojik, arkeolojik ve sosyo-lingustik araştırmalar sonucu Karaçaylı ve Malkarlılar'ın bölgede uzun yıllar hakimiyet kuran Türkler'in torunları olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Hunlar, Bulgar Türkleri, Hazarlar, Kuman (Kıpçak) Türkleri Karaçaylı ve malkarlılar'ın atalarıdır. Avar ve Peçenekler'in de Karaçaylı ve Malkarlılar'ın kökenlerinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir.1800'lü yıllara kadar bölgede kurulan Türk devletleri idaresinde yaşayan Karaçaylı ve Malkarlı Türkler 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşı sonrası yapılan Belgrad anlaşması ile Ruslar'ın idaresi altına girmişlerdir. 1822, 1835-1837, 1845-1846 ve 1853-1855 yıllarında Ruslar'a karşı yapılan isyanlar kanlı bir şekilde bastırılmıştır.Bütün Kuzey Kafkasya'yı ele geçiren Ruslar, 1860 yılında bölgede özel bir idarî sistem kurmuşlar, bu sistemle Karaçay-Malkar halkını da ikiye bölmüşler, Karaçaylılar'ı Kuban, Malkarlılar'ı Terek eyaletine bağlamışlardır.

Baskı rejimini devam ettiren Ruslara karşı 1873 ve 1900 yıllarında tekrar isyan eden Karaçaylılar'ın toprakları elinden alınmış, bir kısmının Türkiye'ye göç etmesine izin verilmiştir. 1905 ihtilalinden sonra bazı kültürel haklar elde eden Karaçaylılar, 1917 ihtilalinden sonra bolşeviklerin verdikleri bağımsızlık sözünün tutulmaması üzerine Kafkasy'daki diğer halklarla isyan ederek 1918 yılında kurulan Kuzey Kafkasya Birleşik Cumhuriyeti'ne katılmışlardır.

Kafkasları tekrar ele geçirmek isteyen bolşeviklere karşı direnen Karaçaylılar 1920 ve 1922 yılları arasında büyük mücadele vermişler, 1922 yılında Ruslar tarafından tamamen işgal edilen ülkede Sovyet hükümeti Karaçay-Malkar halkını ikiye bölerek Karaçaylılar'ı Çerkezler'le, Malkarlılar'ı Kabardey Çerkezler'i ile aynı yönetim altında toplayarak, güçleri bölmüştür. 1926 yılında Çerkezler'i ayırarak kurdukları Karaçay Özerk Bölgesinde 1926 yılında Rusya'nın başlattığı zorunlu kollektifleştirme, 1932-1934 yıllarında zorla yapılan kolhozlaştırma çalışmaları sonucu Karaçaylılar ayaklanmış bunun sonucu isyana dönüşmüş, Karaçaylılar'ın %40'ı öldürülmüş ve Sibirya'ya sürülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı'nda Alman işgaline uğrayan Karaçay'da Almanlar çekilir çekilmez 1943 yılında tekrar Kızıl Ordu'nun hücumuna uğramış, şehirler yok edilmiş, 2 Kasım 1943 günü bütün Karaçay halkı Orta Asya ve Sibirya'ya sürgüne gönderilmiştir. 1957 yılında Kruçev hükümeti Karaçaylılar'a yurda dönme izni vermiştir.

Nüfusu 415.000 olan Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti'nin %31'i Karaçaylı Türk, %42'si Rus, %10'u Adıge, %7 Abazin, %3'ü Nogay Türkü, % 7'si ise diğer topluluklardır. Türkler güneyde özellikle Kuban havzasında yaşamaktadır. Ayrıca 30-35 bin civarında Orta Asya'da yirmi bin civarında Türkiye'de yaşayan Karaçaylı bulunmaktadır.

Başşehri Çerkessky'dir. Diğer önemli şehirleri Uçkalan, Karaçay, Teberde ve Zelençuktur. Ana çizgileri tipik bir Kıpçak Türkçesi olan Karaçay lehçesi Türk-kuzey grubuna dahildir. Ülkede okuma-yazma oranı %99'dur. Ülkenin dağlık ve yaylalık olması nedeniyle temel ekonomik yapısı büyük ölçüde hayvancılığa dayanmaktadır. Koyun, keçi, sığır, at yetiştiriciliği önemli bir yer tutmaktadır. Ekilecek arazi az olduğundan ziraat vadilerde ve güneydeki yaylalarda yapılmaktadır. Arpa, darı, mısır, patates, yulaf ve pirinç ile sebze yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Kaynak:turktarih.net

Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti



Kuzey Kafkasya'da , Kafkas sıradağlarının orta bölgesinde yer almaktadır. Güneyinde Karaçaylı'ların "Tav ardı-Dağ arkası" adını verdikleri Kafkas ötesi ülkelerinden Abaza ve Gürcistan Cumhuriyetleri, Batı ve kuzeyinde Rusya Federasyonu, Doğusunda Kabardey-Balkar Cumhuriyeti yer almaktadır.

Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti'nin yüz ölçümü 14.100 km2dir. Cumhuriyetin güneyi baştan başa Büyük Kafkas sıradağları ile kaplıdır. Kuzey bölge ise yayla ve geniş düzlükler halinde uzanmaktadır. Büyük Kafkas sıradağları ve Avrupa'nın en yüksek tepesi olan Elbruz Dağı (Mingi Tav) 5633m. yükseklikte Kabardey-Balkar Cumhuriyeti ile güneydoğu sınırını teşkil etmektedir. Bu dağlar 3000 m. den sonra buzullarla kaplıdır.

Cumhuriyetin orta bölgesi Büyük Kafkas sıradağlarının eteklerini ihtiva etmekte olup geniş yaylalarla kaplıdır. Karaçay şehrinin kuzeyindeki Biyçe Sın yaylası en önemli yayladır. Kuzeyde yer alan düzlükler, Büyük Kafkas sıradağlarından doğan Hurzuk, Ulu Kam, Uçkalan nehirleri ve bunların birleşmesinden meydana gelen Kuban Nehri ile, daha sonra Karaçay Dağlarından doğan ve Kuban Nehrine katılan Duvut, teberdi, Arhız, Maruka, Zelencuk, Urup ve Lapa nehirleri ile sulanmaktadır. Göl yönünden fakir olan ülkede sadece tuz gölü bulunmaktadır.

Kuzeyde step, güneyde çam, ladin, köknar ormanları ülkeye hakimdir. Büyük Kafkaslar'ın 2500m'den sonrası alp tipi otlaklarla kaplanmıştır. Kuzey Kafkasya'da yaşayan halklar arasında Türk unsurunun en önemli bölümünü meydana getiren Karaçaylı ve Malkarlı Türkleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Yüzyıllardan beri Kuban Nehri bölgesinde yaşayan Karaçaylı ve Malkarlı Türkler hakkında yapılan tarihî, antropolojik, arkeolojik ve sosyo-lingustik araştırmalar sonucu Karaçaylı ve Malkarlılar'ın bölgede uzun yıllar hakimiyet kuran Türkler'in torunları olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Hunlar, Bulgar Türkleri, Hazarlar, Kuman (Kıpçak) Türkleri Karaçaylı ve malkarlılar'ın atalarıdır. Avar ve Peçenekler'in de Karaçaylı ve Malkarlılar'ın kökenlerinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir.1800'lü yıllara kadar bölgede kurulan Türk devletleri idaresinde yaşayan Karaçaylı ve Malkarlı Türkler 1806-1812 Osmanlı-Rus savaşı sonrası yapılan Belgrad anlaşması ile Ruslar'ın idaresi altına girmişlerdir. 1822, 1835-1837, 1845-1846 ve 1853-1855 yıllarında Ruslar'a karşı yapılan isyanlar kanlı bir şekilde bastırılmıştır.Bütün Kuzey Kafkasya'yı ele geçiren Ruslar, 1860 yılında bölgede özel bir idarî sistem kurmuşlar, bu sistemle Karaçay-Malkar halkını da ikiye bölmüşler, Karaçaylılar'ı Kuban, Malkarlılar'ı Terek eyaletine bağlamışlardır.

Baskı rejimini devam ettiren Ruslara karşı 1873 ve 1900 yıllarında tekrar isyan eden Karaçaylılar'ın toprakları elinden alınmış, bir kısmının Türkiye'ye göç etmesine izin verilmiştir. 1905 ihtilalinden sonra bazı kültürel haklar elde eden Karaçaylılar, 1917 ihtilalinden sonra bolşeviklerin verdikleri bağımsızlık sözünün tutulmaması üzerine Kafkasy'daki diğer halklarla isyan ederek 1918 yılında kurulan Kuzey Kafkasya Birleşik Cumhuriyeti'ne katılmışlardır.

Kafkasları tekrar ele geçirmek isteyen bolşeviklere karşı direnen Karaçaylılar 1920 ve 1922 yılları arasında büyük mücadele vermişler, 1922 yılında Ruslar tarafından tamamen işgal edilen ülkede Sovyet hükümeti Karaçay-Malkar halkını ikiye bölerek Karaçaylılar'ı Çerkezler'le, Malkarlılar'ı Kabardey Çerkezler'i ile aynı yönetim altında toplayarak, güçleri bölmüştür. 1926 yılında Çerkezler'i ayırarak kurdukları Karaçay Özerk Bölgesinde 1926 yılında Rusya'nın başlattığı zorunlu kollektifleştirme, 1932-1934 yıllarında zorla yapılan kolhozlaştırma çalışmaları sonucu Karaçaylılar ayaklanmış bunun sonucu isyana dönüşmüş, Karaçaylılar'ın %40'ı öldürülmüş ve Sibirya'ya sürülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı'nda Alman işgaline uğrayan Karaçay'da Almanlar çekilir çekilmez 1943 yılında tekrar Kızıl Ordu'nun hücumuna uğramış, şehirler yok edilmiş, 2 Kasım 1943 günü bütün Karaçay halkı Orta Asya ve Sibirya'ya sürgüne gönderilmiştir. 1957 yılında Kruçev hükümeti Karaçaylılar'a yurda dönme izni vermiştir.

Nüfusu 415.000 olan Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti'nin %31'i Karaçaylı Türk, %42'si Rus, %10'u Adıge, %7 Abazin, %3'ü Nogay Türkü, % 7'si ise diğer topluluklardır. Türkler güneyde özellikle Kuban havzasında yaşamaktadır. Ayrıca 30-35 bin civarında Orta Asya'da yirmi bin civarında Türkiye'de yaşayan Karaçaylı bulunmaktadır.

Başşehri Çerkessky'dir. Diğer önemli şehirleri Uçkalan, Karaçay, Teberde ve Zelençuktur. Ana çizgileri tipik bir Kıpçak Türkçesi olan Karaçay lehçesi Türk-kuzey grubuna dahildir. Ülkede okuma-yazma oranı %99'dur. Ülkenin dağlık ve yaylalık olması nedeniyle temel ekonomik yapısı büyük ölçüde hayvancılığa dayanmaktadır. Koyun, keçi, sığır, at yetiştiriciliği önemli bir yer tutmaktadır. Ekilecek arazi az olduğundan ziraat vadilerde ve güneydeki yaylalarda yapılmaktadır. Arpa, darı, mısır, patates, yulaf ve pirinç ile sebze yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Kaynak:turktarih.net

Dağıstan




Dağıstan (Avarca: Дагъистанлъул ДжумхIурият, Dağıstan Cumhuriyeti), Rusya Federasyonu'na bağlı bir cumhuriyettir. 20 Ocak 1921'de Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne tâbi olarak kurulan Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) dağılmasından sonra, halen Dağıstan Cumhuriyeti şeklinde Rusya Federasyonu'na bağlı bulunmaktadır.

Dağıstan doğudan batıya 200, kuzeyden güneye 400 kilometre kadar bir uzunluğa sahiptir. Başkenti Mahaçkala'dır. Diğer önemli şehirler Derbent, Kızılyar, İzberbaş ve Buynak'tır.
Rusya Federasyonu'nun Avrupa'daki kesiminin güneyinde yer alan Dağıstan, Büyük Kafkas Dağları'nın kuzey yamacının en doğu ucundan 50.300 kilometrekarelik bir alanı kaplar. Güney ve batısı Güton dağında 3646 metreye, Bazardyuzu (Pazardüzü) Dağı'nda da 4480 metreye ulaşan Kafkas Dağları'nın ana doruk hattıyla çevrilidir. Doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Kalmuk Özerk Cumhuriyeti, batı ve kuzeybatısında Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya, güneybatısında Gürcistan ve güneyinde de Azerbaycan yer alır.
Dağıstan doğudan batıya 200, kuzeyden güneye 400 kilometre kadar bir uzunluğa sahiptir. Başkenti Mahaçkala'dır. Diğer önemli şehirler Derbent, Kızılyar, İzberbaş ve Buynak'tır.


Dağıstan'ın nüfusu günümüzde(2007 tahmini) 2.900.000'e yaklaşmıştır. Nüfusun çok hızlı artış sürecine girmesi şaşırtıcıdır. Zira ülkedeki Rus ve Dağ Cuhutlar(Yahudi)ı göç etmektedirler. Rusya ve İsrail'e özellikle büyük bir göç olmaktadır. Rusların toplam nüfusa oranı % 5'in altına düşmüştür. Bu azalmaya karşılık nüfus artış hızının sürmesindeki en önemli sebep, 1990'lı yılların başından beri eski Sovyet toprakları üzerindeki bütün cumhuriyetlere zamanında çoğu ekonomik sebeplerden göçmüş bulunan Dağıstanlılar'ın yeniden kendi ülkelerine geri dönmeleridir. Rusya, Ukrayna ve Orta Asya cumhuriyetleri dağılmayı izleyen yıllardan beri çeşitli sebeplerle onları kendi sınırlarının içlerine çekilmeye zorladılar. Gerçekte Dağıstan; Hazar Denizinin ince kıyı şeridi toprağı dışında pek de verimli olmayan bir ülke. Çünkü halkın % 99.9'u okuma yazma bilmekte. Halkın neredeyse tamamı ise 2'den fazla dili en iyi şekilde konuşabilecek şekilde bilmektedir. Dağıstan'ın nüfus artış hızı Rusya Cumhuriyeti genelinde ilk sırada yer almaktadır. Bu artış hızı korunduğu ve gurbetteki ülke insanları yurtlarına geri dönmeyi sürdürdükleri takdirde Dağıstan nüfusu 2050 yılında altı milyonu yakalayacaktır.


Türkçe Dağ kelimesi ile Farsça -istan ekinin birleşmesinden oluşan ve Dağ ülkesi veya Dağlık Ülke anlamına gelen Dağıstan kavmi değil, coğrafi-topoğrafik mânâ ifade eden bir kavramdır. Rusça'da da 'Dağlar Ülkesi' anlamında Strana Gor ifadesi kullanılmaktadır. Dağıstan Coğrafi açıdan beş bölgeye ayrılır. Birinci bölgede Kafkas Dağları ve Dağıstan iç platosu yer alır. Dağlar arasından Hazar Denizi'ne akan Sulak, Samur ve Kurak gibi ırmaklar buralarda derin vadi ve uçurumlar meydana getirmiştir. Kafkas Dağları'nın genellikle güneye bakan yamaçlarında yağış çok azdır. Bu yüzden bazı bölgelerde bitkisel hayat yoktur.
İkinci bölge, birinci bölgenin kuzeyinde yüksekliği 920 m'ye ulaşan ve çıkıntı tepelerinden oluşan ikinci bir dağ kuşağından ibarettir. Bu bölge kuzey ve kuzeybatıdan esen rüzgarlar sebebiyle oldukça yağışlı olup, sık ormanlarla kaplıdır. Dağlar ile Hazar Denizi arasında kalan dar kıyı düzlüğü üçüncü bölgeyi oluşturur. Dar boğazlardan çıkıp yayılan ırmaklar tarafından kesilir. Petrol ve Doğalgaz yatakları barındıran bu ovanın genişlediği yerde başlayan dördüncü bölge alçak ve bataklık ovalar ile Terek ırmağı deltasından oluşur. Deltanın hemen ilerisinde uzun ve kumluk Agragan Yarımadası başlar.
Son olarak Terek'in hemen kuzeyinde kumullarla kaplı Nogay Bozkırları beşinci bölgeyi oluşturur. Bu bölgenin iklimi ise sıcak ve kuru olup, bitkisel hayat yarı yarıya çöl özellikleri gösterir.

Dağıstan'ın başlıca ırmakları Gazi Kumuk, Kara, Avar ve Andi Koysularının birleşmesinden oluşan ve Mohaçkale'nin kuzeyinde Hazar'a kavuşan Sulak, daha kuzeyde Çeçenistan'dan gelen Terek, güneydoğu istikametinde akarak aynı şekilde Hazar'a kavuşan Samur'dur. Genellikle dağlara paralel olarak akan bu ırmaklar, 1000 metreye varan derinlikte ve darlıkta kanal ve mecralar oluşturarak, Dağıstan'ın özelliklerinin şekillenmesinde önemli rol oynarlar.
Dağıstan'ın iklimi genel olarak sıcak ve kurudur. Alçak kesimlerde ortalama sıcaklık Ocak ayında -3,6 derece, Temmuz ayında 23 derece dolayındadır. Dağıstan'ın kuzey kısmını teşkil eden Sulak-Terek-Kuma düzlüğü en yüksek yeri 26 metreyi geçmeyen ve denize doğru gittikçe alçalan, susuz ve kıraç bir bozkırdan ibarettir. Bu sahanın nüfus yoğunluğu çok düşüktür. Bu bölgenin sahil boyu bazan su altında kalır. Kuma ile Terek arasında birçok tuz gölü ve bataklık vardır. Terek ile Sulak arasında ise, kumsallarda kaybolan Aktaş, Yarıksu, Yamansu ve Aksay çaylarından bu gün ziraatte istifade edilmektedir. Sahil boylarına nisbeten sathı biraz yüksek olan kuzeybatı bölgeleri hariç olmak üzere, bu düzlüğün iklimi son derece kurudur. Düz, ırmaktan ve ormandan mahrum, yağmursuz ve kuzey rüzgarlarına açık olan daha kuzeydeki bölgede sıcaklık yazın 40, kışın -40 dereceyi bulur.

Ziraat, Terek boyunda ve sun'i sulama usulü ile güneybatı kısmında yapılır. Diğer kısımlarda muhtelif Türk boyları göçebe halinde yaşar ve hayvan beslerler. Sahil boyunda ise balıkçılık ile iştigal edilir.
Dağıstan tabii zenginliklerle doludur. Dağlık bölgenin bitki örtüsü, vadilerde ve kanyonlarda yaprak döken ormanlardan, yüksek tepelerde çam ve huş ağacı ormanlarından ve ağaç sınırının üstünde de Alp çayırlarından oluşur. Tepe yamaçlarında yer yer çöl bitkisiyle kesintiye uğrayan sık yaprak döken ormanlar bulunur. Alçak yamaçlarda seyrek esmer toprak alanlarıyla bölünen verimli kestane rengi topraklar egemendir. Hazar Denizi kıyısında ise tuzlu bataklık toprakları yaygındır.


Kaynak:Wikipedia