29 Nisan 2013 Pazartesi

356 ) ÇİÇEK VE BAHÇE SEVGİSİ !..

    

   Charles Chaplin'in annesi, en parasız zamanlarında bile, cumartesi oldu mu, bir penilik şebboy almadan eve gelmezmiş..
   Çiçek sevgisi birçok insanın, ulusların kanına karışmıştır. Japonlar çiçeğe gösterdikleri saygı oranında ruhlarının yüceleceğine inanırlar. Onlara göre, tabiatın özüne yakın olmak, insana da yakın olmaktır. Onlar yolları üzerinde rastladıkları çiçeklere de hiç dokunmazlar. Çocuklar bile, ormanda oyun oynamaya gittiklerinde, dalları koparmaktan, bitkileri sökmekten kaçınırlar..
   Japon yazıtlarından birinde şöyle bir uyarı vardır : "Bu ağaçtan tek bir dal koparanın parmağı kesilecektir !.." 
   Kısacası, Japonlar çiçekleri kendi çevrelerinden ayırmak istemezler. Onları saksılarda, evlerin içine kapatılmış ya da seralarda yapay sıcaklıklarla bunaltılmış görmek kendilerini üzer..
   
   Çiçek Türk yaşamının da içine sokulmuştur. Hele İstanbul'un yeri bu hususta ayrı bir konumdadır. 
   17. yüzyılın ilk yıllarında İstanbul'a gelen Polonyalı Simeon, İstanbul'daki her bahçenin bir servilik olduğunu söyler. Ondan altmış yıl sonra, Fransız gezginlerinden Jean Thévenot da, bütün Boğaz'ın bahçelerle dolu olduğunu görecektir. Bayram yerlerinde kurulan salıncaklar bile, çiçek ve ağaç dallarıyla süslüdür..
   1786'da İstanbul'un altını üstüne getiren Lady Graven ise Kağıthane'de karşılaştığı dev boylu çınarlar karşısında şaşırıp kalır. Lady, Kaptan Paşa'nın Rumeli'deki bahçesinin büyüklüğü ile de çarpılmıştır. Konukların bahçeyi geze geze bitiremediklerini yazar..
   O çağlarda İstanbul'un dört bir bucağında padişahlara özgü bahçeler de pek çoktur. Topkapı Sarayı Has Bahçesi, Haliç'te Tersane Bahçesi ve Karaağaç Bahçesi vardır. Hasköy'e yakın olan Tersane Bahçesi'ne Fatih Sultan Mehmed tarafından, satranç düzeninde, 12.000 adet servi diktirilmiştir. Evliya Çelebi kokularını öve öve bitiremez..
   Sütlüce'deki Karaağaç Bahçesi ise "Avcı" lakaplı Dördüncü Mehmed döneminde hümayun bahçesi olmuştur. Daha önceki yıllarda Defterdarzade İbrahim Paşa'nın malı olan bu bahçeye Dördüncü Murad gelir, burada bir yandan kafayı çekerken bir yandan da kayıklarla Kağıthane'ye doğru akan kalabalığı izlermiş..
   Dördüncü Mehmed döneminde yaptırılan bir diğer bahçe de Çamlıca Bahçesi' dir. Dolmabahçe Bahçesi Genç Osman tarafından yaptırıldıysa da, Birinci Ahmed tarafından doldurtulduğu söylenir..
   Kanuni Süleyman'ın el verdiği bahçelerin sayısı ise hesaba sığmaz !.. Halkalı Bahçesi, Davutpaşa Bahçesi, Bakırköy'deki Siyavuşpaşa Bahçesi, Harem-Salacak arasındaki Üsküdar Bahçesi, Beykoz'daki Sultaniye Bahçesi ve Tokat Bahçesi, K.Çekmece-B.Çekmece arasındaki Haramidere Bahçesi, Kazlıçeşme dolaylarındaki İskenderçelebi Bahçesi, Boğaziçi'nde İncirliköy'de İncirli Bahçesi hep Kanuni döneminde yaptırılan bahçelerdir..
   Kandilli Bahçesi ve Çubuklu Bahçesi ise, Üçüncü Murad'ın padişahlık yıllarında yaptırılmıştır..

   

   Hünkar bahçelerinin sayısı öteki yüzyıllarda da giderek artar. Evliya Çelebi 1630 yıllarında bunların sayısının 40 olduğunu yazar. Her birinde 100-200 bahçıvan çalışırmış ve hepsinde bir ahır, bir tavla dolusu küheylan bulunurmuş. 
   17. yüzyılda hemen hemen adım başında bir özel bahçe vardır. Beşiktaş'taki Civankapıcıbaşı Bahçesi, sonradan Saray'a geçecek olan Kazancıoğlu Bahçesi, Arnavutköy'deki Delihüseyinpaşa Bağı, Sarıyer'deki Çelebisolak Bahçesi, Kuzguncuk'taki Nakkaşpaşa Bahçesi, Sütlüce'deki Ebussuud Bahçesi ve Bezirganbaşı Bağı, Aliağa Bahçesi, Ganizade Bahçesi, Eskiyusuf Bahçesi ve Evliya Çelebi'ye göre bahçelerin en güzeli olan Abdüsselam Bahçesi..
   Son yıllarda adı dillerde dolaşan bahçeler arasında ise Koca Hüsrev Paşa'nın, Kıbrıslı Mehmed Paşa'nın, Yusuf Kamil Paşa'nın eşi Zeynep Hanımefendinin, Hıdiv İsmail Paşa'nın ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in bahçeleri vardır..
   Son yüzyılda sur dışında, Eyüp'te, Boğaz'da ve Üsküdar'da büyük çiçek bahçelerine rastlanır. Buralarda çoğunlukla gül, karanfil, lale, fulya, manolya, leylak, sümbül ve zerrin yetiştirilir. Az bulunan çiçekler üzerine çalışan bahçıvanlar da vardır. Bunlardan Nikoli, Kiryas, Mitko, İli, Vangel ve Lüben'in bahçeleri, gözde bahçeler arasındadır. Tümü de Bulgar olan bu bahçıvanların bahçeleri Kasımpaşa'da Büyükpiyale'dedir. Ortaköy'de ise Vasil'in bahçesi vardır..

   

   İstanbul'un en çok lale ve leylağı duyulmuştur. Kanuni çağında Almanya'ya ilk kez lale ve leylak gönderilir. O yıllarda Maraş ve Uzeyr'de çok güzel sümbüller yetiştirilir. Kefe'de lale, Edirne'de ise gül bahçeleri vardır. Ahmet Refik Altınay "Eski İstanbul" adlı kitabında, İkinci Selim zamanında Uzeyr'den 500.000 sümbül soğanı, Üçüncü Murad döneminde Maraş'tan 50.000 adet Aksümbül, 50.000 adet Göksümbül soğanı, Edirne'den 400 kantar kırmızı gül, 300 kantar sakızgülü fidanı, İkinci Selim zamanında Kefe'den 300.000 lale soğanı getirildiğini belirtir. Edirne'den fidan ve çiçek soğanları getirtilmesi son yüzyıla kadar sürmüştür..
   İstanbulluların lale merakı, Üçüncü Ahmed'in saltanat sürdüğü 1703-1730 yılları arasında, her türlü sınırı aşar. O yıllarda 1350 tür lale saptanmıştır !.. Lale bahçıvanlarının sayısı ise 100'ün çok üstündedir. Birinci Mahmud'un padişahlığı sırasında ise, 1730-1754 yılları arasında, lale bahçıvanlarının sayısı 558'e yükselir. Bu, Sadabad köşklerini yerle bir eden Patrona Halil'den sonra bile lale merakının yara almadığını gösterir..
   Bu bilgiler,Hasodabaşı Salahi Ağa'nın günlüklerindendir..   
   
   Başlıklara sarılan tülbentlerin kıvrımına çiçek iliştirme modası Tanzimat'a kadar sürmüştür. Külah, fes giyenler ise çiçeğin sapını külah ya da fesin kenarından içeri sokar, çiçeği oradan da şakaklarına sarkıtırlarmış..
   19. yüzyılın sonu ile Meşrutiyet'in ilk yıllarında ise çiçek, ceket yakasına iner. İstanbul'un şık beyleri, zıpçıktıları, züppeleri, her gün yakalarında çiçekle görünürler..
   Loğusa evlerinde sunulan "kaynar" ya da loğusa şerbeti tepsileri de çeşit çeşit çiçeklerle donatılırdı. Sübyan okullarında çocuklar her sabah öğretmenlerine, kalfalarına küçük bir demet çiçek götürürlermiş...
(Bu bilgiler de ; Ali Seydi Bey  ve Münir Süleyman Çapanoğlu'ndan..) 


   

26 Nisan 2013 Cuma

355 ) OSMANLI DONANMASININ ÇÖKÜŞÜ !..

    

   Sultan İkinci Abdülhamid, Sultan Abdülaziz yönetiminden, güçlü bir donanma devralmıştı. Yerli milli sanayi temeline ve köklü inşa ve ikmal tesislerine dayanmasa da, dışarıdan alınan savaş gemilerinden oluşan bir donanma.. Abdülhamid tahta çıktığında bu donanma, Karadeniz'e hakimdi. Ve öyle olması gerekiyordu. Çünkü daha sonraları, Karadeniz'de güçlü tersaneler inşa edip, egemen bir deniz gücü yaratan Rusya'nın, henüz sözü edilir bir donanması yoktu. 
   Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında, donanmasını kullanmadı. Çünkü o zaman da donanma, tamamen ihmal edilmişti. Zaten Meclisi Mebusan' ın kapatılışında da, bir deniz başarısızlığı etkili oldu : Ruslar, Karadeniz'de güçlü olmadıkları halde, içinde Balkan ordularının ikmal malzemesi ile, harekat evrakı bulunan Mersin gemisini çevirmiş, zaptetmişlerdi. Bu olayın Meclis'te, şiddetle eleştirilmesi, Padişah'ı sinirlendirmişti. 
   Savaştan sonra ise donanma, esas birlikleri ile Haliç'e kapatıldı !. Donanmada esaslı bir talim, manevra veya bakıma izin verilmedi. Çünkü Abdülhamid, donanmadan korkuyordu !..
   Bu nedenle donanma, Haliç'te tam anlamıyla çürümeye terk ediliyordu. Bu durumun en canlı öyküsünü, 14 Ekim 1907'den 1908 Temmuzuna, yani Hürriyetin ilanına kadar Bahriye Nazırlığı görevinde de bulunmuş olan Hasan Rami Paşa'nın, 1909'da yayımladığı hatıralarında ( "Hatırat" ) bulabiliriz. 
   Bu hatıratta baştan sona ifade edilen, donanmanın akıl almaz perişanlığıdır. Hasan Rami Paşa'nın da dediği gibi, Haliç'te yıllardır yatmaktan su kesimlerine kadar midye bağlayan ve artık köhneleşmiş gemilerin güvertelerinde tavuk beslendiğini ve hatta bu tavuklara yem olsun diye, sandıklar, bölmeler içinde yonca yetiştirildiğini de öğreniriz. 
   Bilhassa, 1897'de Osmanlı-Yunan savaşı patlayınca bu hantal gemileri Çanakkale'ye sevk etmek emri alındığında ortaya çıkan hazin gerçekler içleri burkar..
   
      

     Nazır olduktan sonra saraya veya özel vükela toplantılarına asla davet edilmediğini kaydeden Hasan Rami Paşa, Abdülhamid'i tek bir defa, o da nazır tayin edildiği gün görmüştür..  Bu tayin sırasındaki donanmanın durumunu şöyle anlatır :
"Nezarete tayin edildiğim zaman bahriye mensuplarını, miskinlik illetine uğramış halde buldum. Tersane tesislerinin ise, hiçbiri işlemiyordu. Bahriye için önemli olan havuz kapıları da haraptı. Torpido istimbotları kıçtan karaya bağlanmıştı. Alt tarafları pas tutmuştu, çürüyorlardı, bitiyorlardı. 
Kasımpaşa kahvelerinde esnemekle vakit geçiren çaresiz bahriyelilere daima rastlanırdı. Askerler, silah kullanmanın en basit kurallarını dahi bilmiyorlardı. Gerçi durmadan jurnal edildim. Ama işime devam ettim. 
Bahriye Nezaretini borca boğulmuş buldum. Ne para veriliyordu, ne de itibar kalmıştı. Ayrılan bütçenin, ancak üçte birinin verilmesi adet haline gelmişti..
Askerleri okutturmaya kalkıyordum. Ertesi gün 'Olmaz !' diye bir padişah emri tebliğ ediliyordu. 'Gemilerin hiç biri yerinden kımıldamayacak !' diye bir irade geliyordu. 
Askere aylık vermek için para istiyordum. Saraydan : 'Para olmadığı, idare edilmesi' lüzumu tebliğ ediliyordu. Paradan, maaştan vazgeçtik, erzak, tayinat
için bir şeyler verin diye, saraya kadar başvuruyordum, fakat o da aksayıp duruyordu. Ne bahriyede, ne serasker kapısında (Harbiye Nezareti) hatta ne de maliyede, kendi başlarına on para sarf etmek iktidarı yoktu.."

     

   Hasan Rami Paşa, filo komutanı olarak 1897 Osmanlı-Yunan savaşına ve bu donanmanın savaşamayacağı, savaşa hazır olmadığı hakkındaki çırpınmalarına karşılık, savaş bittiğinde Çanakkale'ye sürgün edilir. Orada ikamete memur edilen Paşa şöyle yazıyor :
"Çanakkale'de sürgünlüğüm 10 yıl sürdü. En sık verildiği zaman bile ancak iki ayda bir verilen maaşlarda, Çanakkale en geriye bırakılıyordu. Mürettebat, gemilerin gereğinde atılan ikinci demirlerini bile alamayacak kadar azaltılmıştı. Yeni asker verilmiyordu. 
Sonunda gemiler çürüdü. İçlerinde asker barınamayacak hale geldi. Subaylar bile kamaralara, şemsiyeleri açık olarak girer çıkar oldular. Çürüklük bir raddeye vardı ki, artık bu gemilerin kalafat edilmeleri bile olanaksız hale geldi. Onarım için yazılan yazılar, hep hasır altı ediliyordu.."

   Sultan Aziz tarafından ağır borçlar, pahalı bedellerle alınmış olsa da oluşturduğu donanma, Abdülhamid'in elinde bu hale gelmişti. Küçük Yunanistan ise, kendine göre güçlü ve hareketli bir donanma yaratmıştı. Nitekim 1897 yılı Mart ayında artık kaçınılmaz hale gelen Yunan savaşı için, donanmaya saraydan, Çanakkale'ye hareket emri verilmişti. Verilmişti ama, donanma, hareket edecek durumda değildi ki !..
   19 Mart 1897 günü akşamı Mesudiye, Hamidiye, Aziziye, Osmaniye zırhlıları ile bir korvetten ve üç birinci sınıf torpidodan oluşan bir donanma kolunun Haliç'ten kımıldayıp Unkapanı köprüsünü geçişi "Muvaffakıyet ve selametle hareket" olarak padişaha arz edildi !. Ama daha Eminönü köprüsüne gelirken fiyaskolar başlar. Amiral gemisi olan Mesudiye'nin sekiz kazanından üçü patlar. Halbuki sahiller, balkonlar, damlar, Osmanlı donanmasının Marmara'ya çıkışını izlemek isteyen, yerli-yabancı insanlarla doludur. Ondan sonra da patlamalar birbirini takip eder..
   İşte bu karışıklık içinde gemiler, Çanakkale'ye dahi selametle varamayarak, önce Lapseki'ye sığınırlar. Zaten Marmara'da her türlü irtibat kaybolmuştur. Hamidiye zırhlısında biriken suyu çekmek için ise, diğerlerinde de olduğu gibi, pompa yoktur. 400 askerle tenekeler, kovalarla bu suların boşaltılması günlerce devam eder. Bu askerlerin hepsi de hastalanır..

    

   Özetle, eldeki belgelerin hepsi, Osmanlı donanmasının Abdülhamid saltanatında fiilen çürütülmüş olduğunu göstermektedir. Eğer hareket halinde kazanlar patlamasa dahi, elde edilen sürat 4-5 mil kadardı !. Topların ise, hepsi ıskartaydı..
   İstanbul'dan gönderilen uzmanlar ve bir de Alman generalinin önünde yapılan denemeler de gösterdi ki, atılan toplar, top kızaklarını parçalamaktadır. Namlular pas tuttukları için bunların kullanılamayacağı sonucuna varılmıştır. Mürettebat ise, asker bile sayılamazlar. Atılabilen bir veya iki merminin,yalnız top kızaklarını değil, namluların içini de tahrip edip bunları kullanılamaz hale getirdikleri görülür. 
   Ama bu sırada, küçük Yunan devletinin küçük donanması, Selanik önlerinden ayrılmaz. Her türlü deniz nakliyatını önler. Sahilleri bombardıman eder ve bazı yerlere asker çıkarır.. 

   İşte Abdülhamid devrinde 30 parça kadar tutan ve resmi raporlara göre, hiçbirinin manevra ve muharebe yeteneği olmayan Osmanlı donanmasının durumu böyleydi..
   Halbuki Abdülhamid bu donanmayı devraldığı zaman, ve bazı ihmallere rağmen Osmanlı-Rus savaşının ilanı üzerine Türk donanması, Yunanlılara karşı Adriyatik ve Ege denizlerine hakimdi. Nitekim verilen emir üzerine "zırhlı ve saire ile nakliye gemilerinden oluşmuş 28 parçalık büyük bir Osmanlı donanması, Adriyatik'te Karadağ sahilinde Bar limanından, tam 42 tabur askeri bütün eşya ve teçhizatı ile, Ege denizinde Dedeağaç limanına taşıyabilmişti.."  

                      

26 NİSAN 2011 GÜNÜ BAŞLADIĞIM BLOG "MACERAM" HALEN SÜRMEKTE.. BUGÜN GELDİĞİM NOKTA BENİ ÇOK MUTLU EDİYOR.. İZLEYEN VE DE BENİ DEVAM ETMEM İÇİN DESTEKLEYEN HERKESE ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM !.. 


23 Nisan 2013 Salı

354 ) MİLLET-İ SADIKA VE TEHCİR ÜZERİNE !...

    

   Yine geldi 24 Nisan, ama nedense neşe dolmuyor insan !.. Kendimi bildim bileli bitmeyen bir senfonidir bu : Soykırım !.. Uğrunda konuyla ilgisi olmayan yüzlerce kişinin canını verdiği, tüm Batı ülkelerindeki Ermeni lobilerinin bıkmadan uğraştığı iddia... 
   Peki neler oldu da, Osmanlılar döneminde "Millet-i Sadıka" yani "sadık millet" adı verilen Ermeniler ile bu duruma gelindi ?.. 
   Osmanlı İmparatorluğu'nda diğer azınlıkların belli bir ulusal kökenleri vardı. Geçmişte devlet olmuşlar ya da o sıralarda imparatorluk sınırları dışında bir devletleri vardı. Dolayısıyla ulusal duyguları ve kültürleri de gelişmişti. Ama Ermeni azınlıkta bu olmadığı için, Osmanlı toplumu içinde erimişlerdi. Bu nedenle çoğu kendini "Osmanlı" olarak görüyor, hatta büyük çoğunluğu, dillerini de unutmuş ve Osmanlıca-Türkçe konuşuyorlardı. Kadınları başlarını örterek sokağa çıkıyor ve bu nedenle de, Osmanlı Devleti bunları çok önemli görevlere getiriyordu..




   Aslında her şey Amerikalı Protestan misyonerlerin Anadolu'ya gelmeleriyle başlar. 1820 yılında bu misyonerler ilk olarak Ermeni toplumuna el atıyor. Ermeniler için okullar açıyorlar, kiliseler yaptırıyorlar. O sıralarda çeşitli mezheplere bölünmüş Ermenilerin bu durumundan yararlanarak onları Protestan yapmaya çalışıyorlar. 
   Neden Ermeniler ?  Çünkü Müslümanlara el atsalar, devletle ters düşerler. Musevilere veya Rumlara el atsalar, Museviler arasında mezhep farkı yok ; Rumların ise bir Yunanistan ideali var.. Misyonerler bu yüzden Ermenilere el atıyorlar ve onları eğitmeye başlıyorlar. Ayrıca bunların bir amacı da, kapitalist Amerika için yeni pazar yaratmak !.. Nitekim 1830 yılında ABD ile Osmanlı Devleti arasında bir ticaret antlaşması imzalanıyor..
   Tarihte her zaman ve her yerde işleyen süreç topraklarımızda da aynen işliyor : Önce eğitim.. İlk adım olan eğitim ile onlara benlik veriliyor.. Sonra da siyasal örgütlenme ve cemiyetler, ardından da siyasal ayaklanmalar..

   Diğer taraftan bir de Rusya faktörü var.. 1823 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kafkasya'yı ele geçiren Rusların egemenliğine birçok Ermeni giriyor. Rusya bunların ulusal benliğini geliştiriyor, daha sonra Osmanlı'ya karşı kullanmak üzere.. Çünkü Osmanlı sınırları içinde daha epeyce Ermeni var..

   Böylece ilk isyan, 1863 yılında "Zeytun"da oluyor. Bugünkü Saimbeyli ilçesinde devlete karşı ilk ayaklanmaya tanık olunuyor..
   1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Kars, Ardahan ve Batum kaybediliyor. Yörede oturan Ermeniler Kafkasya'dan gelen Ermeni subay ve askerlerini tanıyorlar. Buralardaki halka Ruslar tarafından bağımsızlık tohumları iyice yerleştiriliyor. Amaç, Osmanlı İmparatorluğu'nu içeriden çökertmek !..
   1885-1890 yılları arasında Ermeni ihtilal örgütleri kuruluyor ; Armanekyan, Hınçak ve Taşnak.. Kuruluş yerleri yurt dışında ama faaliyet alanları Osmanlı toprağı..



   Bu sıralarda Türkiye'de 1.317 Amerikalı misyoner var. Bunların 223'ü ABD'li, 1.094'ü Ermeni !.. Bu da şöyle oluyor : Eğitip misyoner yaptıkları Ermenileri ABD vatandaşlığına aldırıyorlar. Kurdukları okullar ve kiliseler, ihtilal örgütlerinin silah deposu oluyor.. 
   Harput'da, Sivas'da, İzmir'de, Kayseri Talas'da ve İstanbul'da (Robert Kolej) okullar kuruyorlar. Ayrıca, Protestan misyonerler tarafından, tam 80 tane lise düzeyinde okul, 530 tane de ilkokul kuruyorlar.. Bunlara hep Ermeni çocukları gidiyor. Bu okullarda İncil seferberliğine girişiyorlar. Bunların parasını da ABD hükumeti değil, hükumetin bilgisiyle din cemaati ödüyor.. Misyonerler ayrıca Ermenilere Amerikan yaşam biçimini de öğretmeye başlıyorlar..
   1890'lı yıllarda Ermeni ayaklanmaları giderek artıyor. Erzurum, Merzifon, Kayseri, Yozgat, Sason ve yine Zeytun ayaklanmaları.. Bu arada Sultan Abdülhamid'e yapılan bombalı suikast girişimi ve Osmanlı Bankası baskını da Ermeni hareketleri arasında sayılabilir..
   1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanı ertesinde başa geçen İttihat ve Terakki ile Ermeniler arasında geçici bir barış dönemi yaşanıyor başlarda.. Sadece 1909 Adana isyanı oluyor bu arada.. İttihat ve Terakki orduya Ermenileri de almaya başlıyor .. 

   Birinci Dünya Savaşı başlayıp biz doğu ve güneydoğu Anadolu'da Rusya ile savaşmaya başlayınca, Ruslar bu cephelerde ilerlemeye başlıyor. İşte bu aşamada İngiltere o yörede bağımsız bir Hristiyan devlet olmasını istiyor. Burada kurulacak bir Ermeni tampon devleti, İngiltere için çok önemli..
   Bir yandan da Ruslar, savaşı kazandıkları taktirde Ermenilere bu yörede bir bağımsız devlet sözü veriyorlar. Ermeni çeteleri de, Türk halkına ve yörede yaşayan Kürtlere acımasızca saldırıyorlar. Taraflar resmen birbirine giriyor. Osmanlı Devleti zayıf bir durumda olduğu için, Türkler ve Kürtler kitleler halinde öldürülüyor.. 
   Osmanlı ordusu bir yandan Rusya ile savaşırken, öte yandan Ermeniler devlete resmen isyan edip, düşmanla bir olarak, devleti içinden vuruyorlar.. Erkekleri savaşta olan köyler basıyorlar.. 
   Hangi devlet kendisine isyan eden uyruklarına göz yumabilir ?..
   Önce 25 Şubat 1915'de bir başkumandanlık emri çıkıyor : Ermeniler artık orduda silahlı hizmette kullanılmayacaklar..
   18 Nisan 1915'de bir hükumet bildirisi yayımlanıyor : 16-55 yaş arasındaki Ermeni erkeklerin sınırlarımızdan içeri girmesi ve dışarı çıkması yasaklanıyor. Ayrıca, Ermeniler arasında yapılacak bütün haberleşmelerin de Türkçe yapılması zorunluluğu getiriliyor. Ermeni çocukların Osmanlı devlet okullarında okutulması hükme bağlanıyor ve çeşitli illerde çıkan Ermeni gazeteleri kapatılıyor...              
   Ve hemen sonra, meşhur 24 Nisan 1915 kararları geliyor .. İçişleri Bakanı Talat Paşa bir emir yayımlayarak ihtilalci Ermeni komite merkezlerinin kapatılmasını istiyor..
   Alınan bu önlemler ya çok geç kalındığı veya tam olarak uygulanamadığı için, Ermeni çetelerinin katliamları bir türlü durdurulamıyor.. Böylece sıra zorunlu olarak son seçeneğe geliyor : Osmanlı ordusunu arkadan vuran Ermeniler, toplu olarak göç ettirilecektir !.. 
   Yapılan hazırlıklardan sonra, 15 Mayıs 1915 tarihinde "Tehcir Yasası" yayımlanıyor..

 Morgenthau

   Bu sırada çok önemli bir olay yaşanıyor.. Dönemin İstanbul'daki Amerikan büyükelçisi, Türk düşmanı Henry Morgenthau, Talat Paşa'ya başvuruyor ve göç ettirilecek Ermenileri ABD'ye götürmeyi teklif ediyor. Talat Paşa bunu kabul ediyor ancak diyor ki, "Biz Türk hükumeti olarak seyahat masraflarını karşılayamayız.."  ABD belgelerinde de yer alan bu durumu büyükelçi hükumetine bildiriyor. Ancak Amerikan Senatosu durumu görüşüyor ve "Bu kadar insanın Amerika'ya getirilmesi büyük paradır. Ayrıca bunlar göçmendir. Her gelen göçmen, yeni sorunlar getirmektedir.. " diyerek bu öneriyi reddediyor !..  

 

   Şimdi gelelim işin rakamsal boyutlarına... 
   1914 yılında Osmanlı sınırları içindeki toplam Ermeni nüfusu : 1.294.851 kişi..
   Zorunlu göçe ya da tehcire zorlanan Ermenilerin sayısı için kanıt bulmak gerekirse, örnek olarak şu gösterilebilir : Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda Ermeni heyeti başkanı olan Bogos Nubar Paşa'nın, o tarihlerde Fransa Dışişleri Bakanı'na yazdığı bir mektup... Fransız arşivlerinde bulunan bu mektupta yazılanlara göre ; tehcir ettirilen Ermeni sayısı 600-700.000 kişi civarında.. Bunu ortalama 650.000 olarak ele alalım.. 
   Yine aynı belgede bunlardan 250.000 kişinin Kafkaslar'a, 40.000 kişinin İran'a, 20.000 kişinin Musul ve Bağdat'a, 80.000 kişinin de Suriye ve Filistin'e vardığı bildirilerek, "390.000 kişi yerine ulaştı" deniliyor.. 
   Geriye kalan 260.000 kişiye ne oldu sorusunu irdelemek gerekiyor..
   Bunların bir bölümü savaşlarda öldü. Sekiz yıl içinde tam 11 savaşa katılmışlar ve bu savaşlara katıldıkları, Ermeni belgeleriyle de ortada.. 
   Bir de savaş dönemi koşulları var.. Açlık, yoksulluk, hastalıklar ve iklim koşulları.. Sırf bu yüzden bizim Anadolu'daki kaybımız iki milyonun üzerinde tahmin ediliyor.. 
   Örneğin İngilizlerin resmi istatistiklerine göre ; Birinci Dünya Savaşı sırasında, sadece hastalıktan 108.000 asker ölmüş.. Fransız resmi rakamlarına göre ise, hastalıktan ölenlerin sayısı 179.000 kişi !.. Rusların kayıpları 397.000 kişi.. Tüm bu ölen askerler, savaş dışı nedenlerle ölenler !.. 
   Bir de o günlerin Osmanlı Devleti'ni düşünün... Yokluk var, açlık var, hastalık var... Yiyecek içecek yok, doktor yok, ilaç yok hastane yok, orduda aşı yok, doğru dürüst yol yok, tarlada çalışacak erkek yok, çünkü hepsi silah altında !..
   Özetle ; devlet eliyle uygulanan bir katliam ve soykırım kesinlikle yok.. Ama tarafsız bir gözle bakarsak, o günlerin yukarıda saydığımız şartlarında böyle bir göç ettirmeye zorlamak da insanlık adına pek de kabullenilecek bir şey değil.. Aynı tarafsız gözle bakmaya devam edebilirsek ; Ermeni çetecilerin erkeksiz köylerde yaptıkları vahşet ve katliamların, düşmanla savaşan orduya arkadan yaptığı saldırıların hükumeti buna nasıl zorladığını da kabul etmemiz kolaylaşır...
( İkisi de Ermeni Tehciri konusunda dünyaca kabul edilmiş birer otorite olan Prof.Dr Türkkaya Ataöv ve Prof.Dr.Seçil Akgün'ün röportajlarından tarafımca derlenmiştir..)  


         

21 Nisan 2013 Pazar

Bilmeceler

Cam ağacını oyarlar İçine tin ton koyarlar
Ağlama tin tonum ağlama Kulaklarından burarlar. (keman,kemençe)
Bir ağacı oymuşlar  İçine ses koymuşlar
Yanılmış yalan söylemiş Kulağını burmuşlar. (Ud)
Sende var bende var Öbür kuru dalda var. (Ad)
Bir atım var mihriban Göğsü suda her zaman
Gece gündüz kişnemez Arpa saman istemez. (Kayık)
Benzer bir minareye Deniz girmiş araya
Altı buz üstü yıldız Bir padişah bir o kız. (Kız kulesi)
Koskocaman bir deve yüzer suda seve seve. (Gemi)
Karşıdan bakınca ağarır Yanına gidince bağırır. (Deniz)
Uzundur çatlaktır başı,beyaz çarşaf üstünü dökülü gözünün
yaşı,sürüp sürgüleyesi  bitirir işi. (Divit)
Gızılı gümdüm,yamanı yaydım,kakmanı kakdım,kıllıyı yumdum. (Ocağı örtüp yakmak)
Gaşıdan baktım yanur yumur,yanına vardım kilitli. (Mezarlık)
Güccük kuyu ,dümbür suyu. (tabanca)
Altı tak tak,üstü tak tak içindi bi dilber oynak. (Dil)
Önümüz darı gavırdı,arkamız harman savırdı. (Ocak Başı)
Kulağını büktükçe, ağzı sulanır. (Çeşme)
Üstü pamuk biçilir,altı çeşme içilir. (Koyun)
İki çubuk makas,hokkabaz mı hokkabaz. (Leylek)
Fini fini küçük sini. (Mercimek)
Fil fillice,burnu eğrice. (Nohut)
Uzun uzun yollardan bir acayip kuş gelir.
Kırma badem dili var,ne söylese hoş gelir
Bir acayip söz söyler,gözlerimden yaş gelir.                                    (Mektup)
Hasan hasta Tabanı tasta
Yemez içmez O da bir usta (Örümcek)
Ben beni gördüm Tuzsuz pişen aş gördüm
Köpük kusan taş gördüm  . (Ayna ,helva,sabun)
Hırsız içede başı dışarda . (Çivi)
Akşamdan çamur Sabahtan Kömür
Kadınlar yakar Ağalar bakar . (Kına)
Al üstüne al bağlar Mor üstüne mor bağlar
Kesilen kelle değil Kesen kasaplar ağlar. (Soğan)
Başı belalı Etrafı karalı
Hep alnı ak Suları pak (Erciyeş)
İstanbul'dan attım ben bu kılıcı Kayseri'ye düştü bunun ucu . (Mektup)
Şu kadar şuka Bu kadar buka
Mendile Menzil Takur tukur tuka (Havan-dibek)
Ufacık kuşlar Camiyi taşlar
Kendisi yemez Ele bağışlar (Süt sağmak)
Şu karşıda tay oturur Yazın kışın bir oturur. (Ardıç ağacı)
Herkes görür Allah görmez. (Düş)
Biri demiş vah belim Biri demiş vah başım
Bir demiş dünyalar benim (Çivi ,tahta,kiremit)
Çın çınçukurdamısın Başacık Hovardamısın
Kızlar gezmeye gitti Sen hala buradamısın? (Erimemiş-yerde kalmış kar)
Kazdım kazdım kum çıktı Kumdan minare çıktı
Geçen seneki çocuk Bu yıl meydana çıktı. (Mısır)
Başı yeşil emir değil Üstü kara kömür değil
İçi beyaz peynir değil Kuyruğu var fare değil. (Turp)
Bilmece bildirmece el üstünde kaydırmaca (eldiven)
Bir küçücük fıçıcık içi dolur turşucuk        ( Limon)
Ben giderim o gider ardımdan gölge eder.   ( Ay)
Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane          (Nar)
Mavi atlas iğne batmaz Makas kesmez terzi biçmez      (Deniz)
Yedi delikli tokmak bunu bilmeyen ahmak  (Kafa)
Bir küçücük mil taşı dolanır dağı taşı     (Göz)
Dağdan gelir taştan gelir bir yırtıcı aslan gelir     (Rüzgar)
Çıktım gittim anaya Elim battı kınaya (Karadut)
Dam üstüne darı saçtım Sayamadım eve kaçtım (Yıldız)
Dam ardına saç godum,Geleni gideni aç godum              (Oruç)
Aldır abası,
Yeşildir küpesi,
Bunu bilmeyen,
Eşek sıpası.                                                                              (Patlıcan)
Şu depeye toy oturu,
Biri gahar biri oturu.                                                                    (Terazi)
Bi mesel satcam bil,
Azıyım içindeki dil,
Ya on köyün camisini vir,
Ya asil öl.                                                                                (Kilit ahir)
Grannıh yerde cim cort                                                                (Damla)
Bi dam dolusu olum var,
Hep arnı çahal,hep arnı çahal.                                                       (Meşe)
Kat kattırır ama katmer değildir,Kırmızıdır ama biber değildir.                (gül)
Üç öküzüm var
Birisi gitti gelmez,
Birisi yer doymaz,
Birisi oturur kalkmaz                             ( Duman ateş kül)
Yaz ile güz arasında
İki kulak ot biter,
Ölüyü farz diriyi sünnet                         (Pamuk)
Tavana yarım ekmek koydum               (Yarımay)
ak öküz yatar kalkmaz
Sarı öküz dikilir kalkmaz                  (Yol kamyon)
Bir küçücük fıçıcık İçi dolu turşucuk (Limon)
Çarşıdan aldım birtane  Eve geldim bin tane (Nar)
Aheste aheste Bülbül kafeste
Yem yemez su içmez böyle bir nevreste (İpekböceği)
Bu dağda lale gezer Elinde piyale gezer
Ne gığıllar ne de yumurtlar Dalıncah lale gezer (Ay yıldız)
Sonabharda pürçeklenir İlkbaharda çiçeklenir
Yaz kış gemilere yüklenir Bilin bakalım bu nedir? (Fındık)
Beyazla başladım Yeşille işledim
Al ile bitirdim Herkese yedirdim (Kiraz)
Küçücük adamcıklar Başında şapkacıklar (Kibrit)
Yol üstünde güğüm kaynar (Karınca)
UzUn uzun urganlar Ucunda demri hanlar (Köy yolu ve köy)
Melmelecik  Yol daracık
Dört öküzcük Bir danacık (Taput ve taşıyanlar)
Yaprak kadar hafif Dağlar kadar büyük (Bulut)
Evin önünde şık şık Evin ardından şık şık (Yağmur)
Arttım atana Değdi kotana
Suda balığa Yerde ceylana (Dolu-Kasırga)
Çat çatan ağacı Çat patan ağacı
Kırmızı lale Kılaptan ağacı (Gergef)
Dağdan gelir tatrina ben onu tutarina
Kulakları yusa yusa Gözleri tombalisa (Tavşan)
Esne oğlum esne Bülbül kafeste
Yem yer su içmez Bir acayip nesne (İpekböceği)
Kanadı var kuş değil Boynuzu var koç değil (Kelebek)
Dört köşe beş değil suyla başı hoş değil (sabun)
Dam üstünde develer Birbirini keveler (Kiremit)
Altı göze içerim üstü çayır biçerim (Çocuk)
Ak çıkının içinde sarı altın (yumurta)
Gökte durur paslanmaz Suya düşer ıslanmaz (Güneş)
Bizim evde dudu var,eğri büğrü budu var,
yazın gele göresiniz,güle güle ölesiniz (Kurbağa)
Altı tahta üstü tahta İçinde bir kara softa ( Kablumbağa)
Aba giyen kebe giyen Yanağını kızartan
Topuğunu düzelten (Kavun,karpuz,elam,armut)
Ah umutlar umutlar Göz nurundan bulutlar
Ayaklarından emer Tepesinden yumurtlar (Hububat)
Daşdandı kömürdendi Keçen gün ömürdendi
Lale bir yemiş yedi Ağacı demirdendi (Şiş kavaf,"şiş kebap")
Tıkır tıkır tıkraba İçindeki akraba
Demirden kazığı var Tulumbada azığı var (Beşik ,çocuk,meme)
Çit çiten ağacı Çifte biten ağacı
Kırmızı leylek Gülbiten ağacı (Biber)
Allahın işi böğründe dişi (Mısır)
Dal ucunda tüylü dümbelek (Şeftali)
Bir karış boyu var,ağzında dili var,
hem inekten hem öküzden soyu var (Mum)
Karada bir gemi Başındaki yelkeni
Nedir dümeni Bir göreyim seni (Akıl)
Yazı yazar kitap değil Duvara çıkar kedi değil
boynuzu var inek değil Yük taşır öküz değil (Salyangoz)
Uzun uzun abalar Ak sakallı babalar
Gelir gider duramaz Gece gündüz çabalar (Dalga)
Yürür yürür iz etmez hızlı gider toz etmez (Deniz)
Hezerem hezerem Taş üstünde gezerem
El ne derse desin Bildiğimi yazaram (Mala)
Dağda takılır suda ipiler
Arşın ayaklı burma bıyıklı (Kaplumbağa)
Şakı şakı şakılar Şakı benim elimde
Ulu kavak titirer Kökü benim elimde (Dokuma tezgahı)
Tap nedir tapiş nedir Gülbaharda gümüş nedir
Ne yerdedir ne göktedir Hanımların dizindedir (Ayna)
Gider gider yerinde Altın kemer belinde
Gece gündüz yol gider Yine durur yerinde (Değirmen)
İlim ilim  ilmesi İlim kadın düğmesi
Bunu bilen bilesi Bilmeyen dokuz köy veresi (Çiğdem)
İnsanoğlunun aklı Deldi boğazına taktı
Altı gözlü on ayaklı                (Çift süren çiftçi)
Her heriye heriye Asker dizilimiş geriye
Kuşlardan bir kuş gördüm Arka üstü yürüye (Ölü)
A benim al yastığım içine un bastığım (iğde)
Bizim evde kadı var Çangallı bungallı budu var  (Çivi)
Kuyruklu bir kumbara Yemek taşır ambara            (Kaşık)
Değirmi tepe Dört yanı küpe
Altın ağırşak Gümüş süpürge   (Gök-yıldız-Ay-gün)
Çukurova bakkal dükkanı Horhor çeşmesi, aynacılar
Kemancılar ,ağa yokuşu Bitli çayır.            (Çene,ağız,burun,gözler,kaşlar,alın,saçlar)
Bir gümüşten kale gördüm Hapsolmuş ona âb.   (buz ,güneş)
Laka laka lam elif Laka dedim mim elif     (Leylek)
Hanım uyanmış cama dayanmış cam kırılmaş kana boyanmış    (Nar)
Babası bengi baba Anası yayvan hatun
Kızın tadı güzel Oğlu sohbette gezer     (Üzüm,şarap)
Altı deniz üstü saman Köpürdükçe saçar duman         (Nargile)
Kat kat kadayıf,kendisi zayıf İçindedir özü başındadır gözü   (Mum)