31 Ağustos 2012 Cuma

267 ) İZMİR'İ İZMİR YAPAN BAŞKAN !..

      Dr. Behçet Uz

   Dünyanın ve henüz emekleme çağındaki genç Cumhuriyet’in içinde bulunduğu ekonomik kriz döneminde, ülkemizin savaşta belki de en fazla tahribata uğrayan kenti  olan İzmir’in yüzü, hiç olmazsa idari yönden, gülmeye başlar..  Çünkü , 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun ilk uygulama yılı olan 1930 yılında, İzmir Belediyesi’ne meclis üyesi olarak katılan ve daha ilk toplantıda daimi encümen seçilen Behçet Uz ; 10 Kasım 1931 tarihinde de İzmir Belediye Reisliğine seçilmiştir.. 
   
   Behçet Uz, 1893'de, babasının "Koca Müftü" olarak anıldığı ve yetmiş yıl müftülüğünü yaptığı Buldan'da  doğar. İlk ve orta öğrenimini Buldan'da, lise öğrenimini de İzmir'de tamamladıktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi'ne girer. Balkan Savaşı başladığında askere alınır ve önce İzmir Askeri Hastanesinde, sonra Yeni Kale Zafer Bataryasında tabib yardımcısı olarak çalışır. Tıbbiyeyi 1918'de bitirir ve mezuniyetten sonra bir süre İstanbul Şişli Çocuk Hastanesinde çalışır. Daha sonra Tıp Fakültesi çocuk hastalıkları profesörü Dr. Kadri Paşa'nın yardımcı doktoru olarak görevini sürdürür. Bu görevinden istifa ederek 1923'de, serbest çalışmak üzere İzmir'e gelir.. Aydın Şimendifer Kumpanyası merkez ve başhekim muavini olarak çalışır, kolej doktorluğu yapar, İzmir Devlet Hastanesi Çocuk Hastalıkları Klinik Şefliği yapar ve bu arada da Paris, Berlin ve Viyana üniversitelerinde ihtisasını artırır... Sosyal hizmetler alanında da, Çocuk Esirgeme Kurumu, Tıp Cemiyeti, Ettıba Odası ve on sekiz arkadaşıyla kurduğu  Veremle Mücadele Cemiyeti’nin genel sekreterliği ve başkanlığı görevlerini de başarıyla sürdürür..
   İtalya'da Livorno kentindeki Unberto Sanatoryumunda verem savaşla ilgili incelemeler yapan Behçet Uz, o günleri şöyle anlatıyor : 
"Veremle Mücadele Cemiyeti, 1922 yılının 18 Şubat günü benim girişimim sonucu kurulmuş, bu konudaki ilk cemiyetti. Kuruluştan sonra düşüncelerimizi, bir beyanname vererek basına açıkladık. Daha sonra biz, yönetim kurulu olarak, halka açık bir toplantı yaparak İzmir'in tüccar ve aydınlarından ve de halktan 3.000 kişiyi üye kaydettik. Önce bir verem dispanseri inşa etme kararı aldık. 1923 yılında İzmir'in en güzel yerlerinden olan Beyler Sokağında bir bina tuttuk, ceplerimizden ödeyip binayı donattık ve dispanser olarak halkın hizmetine sunduk.. Hiçbir ücret talep etmeden burada binlerce Egeli vatandaşımıza veremle savaş yolunda ilk teşhis ve tedaviyi uygulamaya başladık. .."      
  
   Yanmış yıkılmış bir kent ; borç içinde, çalışma olanaklarından yoksun , kamuoyu nezdinde saygınlığını ve otoritesini kaybetmiş bir belediye.. 1929'da İş Bankası'ndan alınan iki milyonluk borcun ödemesi, giderek aşılması zor bir engele dönüşmüş, belediyenin bütün faaliyetlerini olumsuz etkilemiştir..İşte Behçet Uz’un başkan olarak devraldığı belediye bu durumdadır..  Büyük bir kısmı yanmış durumdaki şehirde nüfus da yarı yarıya azalmıştır. Ekonomik durum kötüdür, bunun sonucu olarak da belediye bütçesi 2.500.000 liradan 800.000 liraya düşmüş durumdadır.  Devlet tarafından belediyeye yapılan ikrazla ancak memurların maaşları ödenebilmiştir. Neredeyse iflas halde olan belediye yalnızca en basit ve en esaslı kamu hizmetlerini yerine getirebilmektedir. 1922 ile 1930 arasında bir tek yeni yol yapılabilmiştir : Gazi Bulvarı ...
   
   İlhan Tekeli, “1930-1944 Döneminde Cumhuriyet’in Belediyecilik Deneyimi” adlı kitabında şunları  yazar :    “Türkiye’deki tek parti uygulamasının egemen olduğu, parti ideolojisi ile devlet anlayışının belediye yasalarına yansıdığı 1930-1944 döneminde ; ağırlıklı olarak merkezi yönetim tarafından yönlendirilen, idealleştirilmiş bir belediye uygulamasına en çok yaklaşan, Behçet Uz başkanlığındaki İzmir Belediyesi olmuştur..”

  Kazım Dirik

   Behçet Uz başkanlığındaki Belediye, İzmir Valileri Kazım Dirik, Fazlı Güleç, İbrahim Ethem Aykut , Fuat Tuksal ve Sabri Öney'le uyumlu çalışmanın bir sonucu olarak, zorlukların üzerinden daha kolay gelebildi..
   Behçet Uz’un başkanlık yıllarında ; yangın yeri imar edildi, ulaşım sorunu otobüslerin devreye sokulmasıyla çözümlendi, şehirler arası santral garaj hizmete sokuldu, her semte pazar yeri yapıldı, bataklıkların büyük bir kısmı kurutuldu, şehrin içi mezarlıklardan arındırıldı, yeşil alan önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde genişletildi, parklar bahçeler yapıldı, sağlık sorununun çözümü yönünde büyük adımlar atıldı,  Cumhuriyet Meydanı düzenlendi, Gazi Bulvarı tamamlandı, Kanonika tarafından yapılan Gazi Heykeli 28 Temmuz 1932’de törenle açıldı ; aynı gün İzmir'e ilk palmiye ağaçları da dikildi.. Şehre Kültürpark kazandırıldı. Bu arada İzmir Rıhtım Şirketi 1932’de bakanlıkça devralınarak İzmir Belediyesi’ne devredilmişti.. Belediyenin mali yapısı düzelince, yıllardır ihmal edilen "Yukarı Mahalleler" de kentsel hizmetlerden faydalanmaya başlamıştı..Osmanlı döneminde, genellikle düşük gelirli Türklerin yaşadığı yukarı mahallelerden kastedilen ; Konak, Eşrefpaşa, İkiçeşmelik ve Namazgah'tan yukarıya Değirmendağı ve Kadifekale'ye doğru uzanan bölgeydi..
   İzmir'de Behçet Uz döneminde açılan ilk cadde, İkinci Kordon'dan Kız Lisesi'ne (Namık Kemal) giden, yirmi metre genişliğindeki Mustafa Enver Bey Caddesi oldu. Ardından eski mahalleler ile imar sahasını birbirine bağlayan İsmet Paşa Bulvarı, 1933'te Dahiliye Vekili Şükrü Kaya tarafından açıldı. İzmir'in ilk asfalt yollarından biri olma özelliğini taşıyan İsmet Paşa Bulvarı ( Bugünkü Gazi Osman Paşa Bulvarı ), Belediye'nin de tahmin ettiği gibi, geçtiği yerlerin kısa sürede şenlenmesini sağladı.
   Behçet Uz döneminde, yangın sahası üzerinde açılarak, büyük ölçüde bugünkü şeklini alan bulvar ve caddeler şunlardı : İsmet Paşa ( Gazi Osman Paşa ) Bulvarı, Tevfik Rüştü ( Şehit Nevres Bey ) Bulvarı, 
Dr. Hulusi Bey ( Şehit Fethi Bey ) Caddesi, Şükrü Saraçoğlu ( Halit Ziya ) Bulvarı, Şükrü Kaya ( Şair Eşref ) Bulvarı, Dr. Behçet Uz ( Hürriyet ) Bulvarı, Voroşilov ( Plevne ) Bulvarı, Aziz Akyürek ( Mürsel Paşa ) Bulvarı, Necati Bey Bulvarı, Celal Bayar ( Talat Paşa ) Bulvarı, Mimar Kemalettin Bulvarı, Vasıf Çınar Bulvarı, Mimar Sinan Caddesi, Dr. Mustafa Enver Caddesi ve Ali Çetinkaya Bulvarı...
   
   
   Belediyeler Dergisi’nin “İzmir Belediyesi 1939 Yılı Çalışma Raporu”na göre ; Behçet Uz başkanlığı döneminde belediyenin 3.000.000 liralık borçları ödendiği gibi bütçesi  de 2.000.000 liranın üstüne çıkmıştır ;  1939 yılı bütçesi 2.104.385 lira olarak sunulmuştur belediye meclisine.. Peki, bunu nasıl başarmıştır Behçet Uz ?..  Ulvi Olgaç, “Güzel  İzmir Ne İdi, Ne Oldu ?” adlı kitabında işin sırını şöyle açıklar : 
 “Önce kırtasiyeciliği azaltmış, halka yönelik hizmetlerin en kısa zamanda görülebilmesi için uzun formalitelere yol açmayacak biçimde bir çalışma düzeni kurmuştur. Belediyenin herhangi bir dairesinde bir evrakın ya da bir dilekçenin  24 saatten fazla kalmamasını sağlayacak bir işleyiş düzeni.. Belediye içinden, Avrupa’ya mimar ve mühendisler göndererek eğitim öğrenimlerini geliştirmelerini sağlamış, çalıştığı ekibin niteliğine ve gelişimine önem vermiştir. .” 
   Yine Ulvi Olgaç, 1939'da ziyaret ettiği İzmir'de, Başkan'ın bir gününü şöyle anlatıyor :
"Her şeyin çabuk ve hemen bu sene bitirilmesi için çırpınıyor. Her tarafa yetişip, düzenli bir çalışma ile ilerliyor. Adeta makineleşmiş, çalışmalarını saatlere taksim etmiş, görevi büyük bir aşk ile üstlenmiş, çizdiği programı bilinçli bir şekilde izliyor.." 

 
   1923 İzmir İktisat Kongresi’ne Buldan dokumacıları üyesi olarak katılan Behçet Uz’un üzerinde, kongrede açılan sergi bir iz bırakmıştır.. Avrupa’daki seyahatleri sırasında, üzerindeki bu iz nedeniyle, dünyanın belli başlı sergi ve fuarlarını inceleme fırsatı bulmuştur.  Kızı Mübeccel Versan’ın anlattığınagöre ; 1930’larda bir gün Mustafa Kemal Paşa Behçet Bey’e, ”Yabancılardan utanıyorum, şu yangın yerlerini kaldıramadık” der.. Bunun üzerine eve gelen Behçet Bey, eşi Sıdıka Hanım’a önemli kararını açıklar : “Sıdıka, ben belediye başkanı olacağım ve bu yangın yerini temizleyeceğim, orasını bir gurur bölgesi yapacağım..” 1932 yılında, Gazi Heykeli için alan düzenlemesi yapıldıktan sonra, kafasından hiç atamadığı ve geçen yıllar içinde hep üstüne bir şeyler koyarak geliştirdiği bu düşüncesini  Vali Kazım Paşa’ya açar. Valinin de konuya olumlu yaklaşması sonucu, dönemin ticari ve iktisadi kuruluşlarının temsilcileriyle 29 Mayıs 1933 günü bir toplantı yapar. Toplantıda panayır düşüncesi kabul görerek, düzenleme komitesi oluşturulması kararlaştırılır.. 3 Temmuz  1933 günü toplanan düzenleme komitesinde ; Vali Kazım Paşa, Belediye Reisi Behçet Bey, Ticaret Odası Reisi Balcızade Hakkı Bey, Belediye encümeninden Reşat (Leblebicioğlu) Bey, Ticaret Odası Umumi Katibi Zeki (Doğan) Bey ve İzmir’deki banka müdürleri yer almıştır..  Henüz “Fuar” adının telaffuz edilmediği bu panayır için düşünülen yer , Gazi Heykeli ve Cumhuriyet Meydanı’nın arkasındaki yangın alanıdır.. Yani şimdiki Swiss Otel (Büyük Efes Oteli) ve onun devamındaki alan... Alana çeşitli ağaçlar ve bitkiler dikilerek, küçük bir park görünümü elde edilir.  32.000 m2’lik bir alanda yer alır ilk panayır ve 9 Eylül 1933 günü, Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa tarafından açılır. 
   1934 yılı 9 Eylül Panayırı’nın açılış hazırlıkları sırasında belediye yetkilileri, bugünkü Namık Kemal ve Atatürk liseleri arasındaki bölgede, 60.000 m2’lik  bir alanın park haline getirilmesi kararını alırlar.. “Kültürpark” kavramı ve bu alanda gerçekleştirilmesi düşünülen 60.000 m2’lik parkın yeterli büyüklükte olmadığı, ilk kez 1934 seçimlerinde meclis üyeliğine seçilip iki ay sonra da Behçet Uz’un başkan yardımcılığına getirilen Suat Yurdkoru tarafından dile getirilir.. 1933 yılında bir spor kafilesinin başında gönüllü olarak Sovyetler Birliği’ne giden Suat Bey, çeşitli şehirlerdeki parkları ve bilhassa Moskova Şehir Parkını gezip inceleyerek, almış olduğu notlar üzerinde,  dönüşünde Behçet Uz ile bir görüşme yapar.   
    Bu sıralarda, “beynelmilel” hale getirilen 9 Eylül Panayırı, 26 Ağustos 1934 günü, Başbakan İsmet İnönü tarafından açılır.    
   Behçet Uz, Suat Yurdkoru’nun raporuna dayanarak, konuyu İsmet İnönü ile görüşür. Hükumet Behçet Uz’u, gerekli incelemeleri yapmak üzere, 1935 yılında 45 gün süreyle Moskova’ya gönderir. Moskova Belediye Başkanı da yakın ilgisini esirgemez  Uz’dan.. Kendisine yardımcı olmak üzere yanına mimarlar verir ve böylece daha oradayken bazı eskiz ve projeler çizilmiş olur.  İzmir’e dönüşünde bu projeleri ve kendi düşüncelerini, belediyenin elektrik ve makine mühendislerine, mimarlarına ve peyzaj mimarlarına açar.. Bunlar, Behçet Uz’un başkanlığı döneminde, belediyenin kendi olanaklarıyla yurt dışında okuttuğu kişilerdir...
   Umur Sönmezdağ  aynı kitabında ; Behçet Uz’un düşüncelerine göre Kültürpark’ı şöyle tarif eder : “Bir halk üniversitesi  olmalıydı. Halk rahat nefes alsın, çeşitli bitkileri tanısın, çocuk nasıl büyütülür, bir insan sağlıklı olarak nasıl gelişir, eğlenir gibi konuları bünyesinde toplamalıydı..”
   Behçet Uz, yabancıların “kırk yılda kaldıramazsınız” dedikleri molozları yirmi üç ay gibi bir sürede temizler.  Yangın alanındaki enkazın kaldırılması için yetkili firmalar 2.000.000 lira istemişlerdir. Behçet Uz harcanacak gideri en aza indirmek için çeşitli önerilerde bulunmuş  ve pratik çözümler teklif etmiştir. Sonuçta enkazın 30.000 liraya kaldırılmasına karar verilmiştir. Belediyenin bu işe harcayacak ödeme gücü bulunmadığından, Kültürpark çevresindeki bazı arsaların verilmesi karşılığı iş başlatılmış ve büyük bir bölümü bu yolla finanse edilmiştir.. Ayrıca İzmir tüccarlarından Reşat Leblebicioğlu’nun kefaletiyle Behçet Uz şahsen bir bankaya borçlanmış ve karşılığında 28.000 lira elde edilmiştir. Bu para ile molozların bir bölümü temizlenmiş, bazı bölümleri tapulu olan yerler alınmış, etrafındaki yollar açılmış ve çevresi alçak bir duvarla çevrelenmiştir.. Bu arada, molozların temizlenmesi sırasında ölen altmış sekiz atın anısına, heykeltıraş Prof.Dr. Şadi Çalık’a “Dünya Hayvan Dostları Anıtı” yaptırılır. Üzerinde “Kültürpark’ın yapımında ölen atlar için” yazar.. 
    


   Kültürpark'ın ilk gazinosu, 1936 yılında açılan ve halen aynı yerde, aynı isimle, hizmete devam eden Ada Gazinosu'dur.. Kuruluşunun tanığı olan gazeteci Haluk C. Tanju, gazinonun kuruluş öyküsünü , dönemin aylık kültür-sanat dergisi "Bakış"ın, Ekim 1982 tarihli, 464 / 10 sayısında şöyle anlatıyor : 
" (...) Ben de Fuar Komitesi yardımcıları arasındaydım. Başta Behçet (Uz) Bey olmak üzere hepimiz şevk ve inançla bu işe sarılmıştık. Bizlerin etrafını çeviren diğer yardımcılar ; hamalından, kerestecisinden, duvarcısından tutun, elinden her türlü iş gelen binlerce insan bu seferberlikte hem kafasını ve hem de bedenini acımasızca çalıştırıyordu ; ve bu hal gece gündüz devam ediyordu.. Hiç unutmam, yapılması gereken büyükçe bir havuzun yeri kazılmaktayken bir problem belirmişti. Buradan çıkacak binlerce ton toprak hangi amaçla ve nereye nakledilecekti ?.. Behçet Bey'le beraber hepimiz, durmuş düşünüyorduk. Çünkü ne kamyon vardı ne de ekskavatör.. Çıkan toprak ve taşlar bin bir zorlukla, at arabaları ile arka taraflara taşınıyordu ama ; istenilen büyüklükte bu havuzdan çıkacak bu kadar büyük toprağı ne yapabilirdik ?..
   Yanımızda bu molozları taşıtan Kürt Niyazi adındaki vatansever, ' hele bir durun Reis Bey ' dedi ve devam etti : ' Havuzu daha geniş tutsak da, toplanan taşı toprağı ortaya yığıp bir ada yapsak !..' Fikir çok beğenilmiş, Behçet Bey'in de Cahit Bey'in de yüzleri gülmüştü. Projeye hemen başlandı ve işte bugünkü Ada Gazinosu böylece gerçekleşti.."

   1941 yılında Denizli'den milletvekili seçilerek başladığı siyasi hayatı on dokuz yıl sürdü.. İki dönem Sağlık Bakanlığı da yaptı : İlki 7 Ağustos 1946- 10 Haziran 1948, ikincisi de 18 Mayıs 1954- 9 Aralık 1955 idi..
19 Mayıs 1986'da, 94 yaşında hayat gözlerini yuman "Büyük Başkan", ne acıdır ki yalnızca bir çocuk hastanesinin kapısındaki tabelada yer alıyor !.. Açılan fuarlarda bile artık adı geçmiyor !..  Nur içinde yatsın, yaptığı büyük işler ve tüm çalışmaları için yürekten teşekkürler..  

28 Ağustos 2012 Salı

266 ) İKİNCİ ADAM ..



   Bernard Shaw'a ait olan bir söz vardır : "Birinci Adam güneşi, İkinci Adam gölgeyi sever !.."
   Bu söz belki doğrudur. Ama sanırım ki, Birinci Adamların ardında gölge olan İkinci Adamlar için söylenmiştir.
   İsmet Paşa da bir İkinci Adam'dır ; ama Birinci Adam'a yani Atatürk'e pek çok şey borçlu olmakla birlikte, bir Gölge Adam değildir. Bunun en canlı belgesi ; Atatürk'ün fani hayattan çekilişinden sonra da, İkinci Adam'ın sahneden silinmeyişidir. Pasif bir gölge de değildir. Tam tersine olarak otoritesi, memleketin kaderine ve olayların gelişmesine bizzat müdahale ederek devam edip gitmiştir..
   İsmet Paşa, bir Mustafa Kemal midir ? Elbette hayır !.. Bu iki insan iki ayrı mizaçta, iki ayrı karakterde, hatta iki farklı dünya görüşünde, iki ayrı insandırlar. Zaten İsmet Paşa : "Ben, Atatürk değilim. Atatürk'ten beklediklerinizi, benden bekleyemezsiniz" diyebilmiştir.
   İsmet Paşa, insanüstü bir yaratık mıdır ?  Elbette ki hayır !.. Elbette ki o da eleştiricinin, araştırıcının, yazarın veya tarihçinin terazisinde değerlendirilecektir. İsabetli veya isabetsiz sayılacak davranışları, ulaşılmış veya ulaşılmamış hedefleri, eksik veya yeterli görülen icraatı ile yer alacaktır. Ama gene unutmamalıyız ki, bir terazinin göstergesi de, sonuçta o teraziyi elinde tutanın ölçülerine ve değer hükümlerine göre bir şeyler ifade edecektir. Tarih içindeki bütün olaylar ve kişilikler gibi, İkinci Adam üzerindeki değerlendirmeler de, daima göreceli olarak kalacaktır. Ama bu arada tartışma kabul etmez bir gerçek vardır ki, o da İkinci Adam'ın, bizim yakın tarihimizin, bugün de, yarın da üzerinde durulacak bir şahsiyet olduğudur...

    

   Atatürk, kendine has, güçlü bir önsezi ve mantıktan ayrılmayan bir aksiyon adamıydı. Bu nitelikleri ile bir devlet kurucusu olarak belirdi ve yeni bir devlet kurdu.. Bu kuruluşta, devrimci bir nitelik vardır. Devrimcilik, onun ayırt edici niteliklerinden biridir. Fakat hiçbir zaman bir bürokrat, bir hükumet adamı olmadı. O bir devlet adamıydı ve daima öyle kaldı..
   Hükumete gelince.. Hükumet, bir icra örgütüdür. Belirli kanunlar, kararlar, kararnameler ile işler. Hükumette fiil, irade ve karar, bu mevzuatla sınırlanır. Hükumetçilik, devrimci bir aksiyon değil, bir icra işidir. Normal anlamda hükumetçilik, devrimcilikle çatışır ve hükumet adamı, klasik anlamı ile bir devrim adamı değildir...
   Ama hükumet ve hükumet adamı, devrimin ve devrimcinin emrinde olabilir mi ? Elbette !.. Çünkü devrim ; toplumun, sürekli ve topyekun bir yapı değişmesidir ki, hükumet adamı devrimin kanunlarını icra ile görevlidir. Bu takdirde hükumet, bir devrim organı ve hükumet adamı da bir devrimci olur..
   Bu dönemde çarklar, kanunlara rağmen işler. Ya da öyle kanunlar hükumete rehber olur ki ; bu kanunların, klasik amme hukuku ile açıklaması mümkün olmaz. Çünkü devrimlerde bir önderin ve onun etrafında bir azınlığın iradesinin, çoğunluğun iradesine, zor kullanarak müdahale ve baskısı yürürlüktedir..
   1920 ile 1938 yılları arasında yeni Türkiye, bu hükumet şekillerinin ikisini de yaşadı. Çünkü yeni devletin devrimci karakteri, daha Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunda vardı. Bu kuruluş bir isyandı.. Hem imparatorluktan gelen saltanat şekline ve yönetimine, hem bu imparatorluğun dışarıya karşı olan yükümlülüklerine ; yani kapitülasyonlara, Mütareke şartlarına ve teslimiyet kayıtlarına karşı bir isyan..
   Bu isyan, ulusal egemenliğin zorla, hem içeriye hem de dışarıya doğru kabul ettirilişi ve sonrasında bir dizi devrimler şeklinde yürüdü. Ve bütün bunlar, İstanbul Hükumeti tarafından idama mahkum edilmiş, devrimci önderlerin ve devrimci bir yönetimin sayesinde oldu..
   Bütün bu işlerin yürütülmesi sırasında, önderler devrimci, hükumet bir devrim hükumeti ve kanunlar da devrimci kanunlardı. Ama Lozan'dan sonra, rejim yerleştikçe, devrim sona erip de normal yönetim, içeriye ve dışarıya doğru kesin şeklini ve istikrarını buldukça, devrimcinin yerini hükumetçi ve hükumet adamı aldı. İşte bu devrede İsmet Paşa, bir hükumet adamı olarak belirdi ve öyle kaldı...

  

   Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" adlı kitabında şöyle yazar : "Atatürk, büyük hareketler adamıdır. Ayrıntılarla uğraşmaktan hoşlanmazdı. Hükumet işleriyle pek başını ağrıtmamıştır. Yeni bir devlet kuruyordu. Bunun bin bir sorunu ile uğraşan bir ehil yardımcı lazımdı. İnönü, yeni devletin kuruluşunda ve hükumet işlerinin yürütülmesinde, belli başlı etken olmuştur.."
   Bu öncelikle şu demektir ki, Atatürk bir diktatör değildi ve yürütmeye müdahale etmiyordu. Bu mekanizmanın işleyişinin, genel olarak, dışında kaldı. Yani Başbakan, icra mekanizmasının kontrolünü ve sorumluluğunu, daima üstünde topladı..
   Bu şartlar içinde İsmet İnönü, Atatürk döneminde, yalnız icraatı ve tasarrufları ile değil, sorumlulukları ile de gelişigüzel bir parlamento adamı, bir parlamento başbakanı olmanın dışında bazı nitelikler taşır..
   F.R.Atay'ın bir gece Çankaya'da dinlediği ve Atatürk'ten naklettiğini yazdığı şu sözleri bazı anlamlar taşır :
"Çocuklar ! Eğer Çankaya'da rahat edebiliyorsam, İsmet'in sayesindedir.."
   Kaldı ki Atatürk, bu sözlerinin içtenliğini doğrulayan ve etrafındakilerin, her başları sıkıştığında İsmet Paşa' ya baş vurmalarını öneren görüş ve kanılarını, kendi el yazısıyla da belgelendirmiştir. Bu, öyle bir belgedir ki, yalnız Atatürk'ün İnönü'ye mutlak güvenini değil, ikisi arasında ve devletin kaderine değinen her sorunda olduğu gibi, hükumet ve yönetim işlerinde de, ortak prensip ve ahlak haline gelmiş olan fikir ve ölçü birliğini de gösterir..
   Bunlara, Yakup Kadri'nin, Atatürk'ten aktardığı şu sözleri de eklemek gerekir :
"Çocuklar, ben ölürsem İsmet Paşa'nın peşinden gidin !.."

  

   1923-1938 döneminde, bir güdümlü demokrasi, bir Şef'lik yönetimi oldu. Bu dönemde Türk halkının bir şansı da, Mustafa Kemal'in başta olması nedeniyle, yönetimin bir diktatörlüğe, bir polis rejimine kaymaması oldu. Bu yönetim, bilhassa bazı "eski arkadaşları" tasfiyelerinde görülen, katı yöntemlere başvursa da, hükumet ile halk arasında, aşırı baskıdan doğan çatışmalar patlamadı.
   İsmet Paşa'nın başbakanlığı, parlamento ve kabine hayatı, bir kabine başkanı olduğu sürece, işte bu hava içinde yürüdü. Onun icraatını, hataları ve sevaplarıyla, ancak bu hava içinde değerlendirebiliriz !..
   Rejim gerçi tek partili bir "Şef" rejimi idi.Ama devlet, bir Parti Devleti değildi. Hükumet, bir Parti Hükumeti değildi, hiçbir zaman da olmadı. Çünkü parti ve hükumet başkanları daima partinin üstünde kaldılar. Hükumetin mekanizmasını da daima partiden üstün, partiden daha etkili kıldılar. Parti politikası, parti mücadelesi, partinin emri ve direktifi, daima şekilde kaldı. Örgütlü, disiplinli, bilinçli bir parti kadrosu hiçbir zaman yaratılmadı..
   Gerçi parti içinde bir zümre, partinin ülkede güçlü ve egemen bir organ haline gelmesini düşünmüştür. Bu hareketin yürütülmesinde, parti genel başkan yardımcısı olmasına rağmen İnönü'nün direktif ve aktif müdahale ve çalışmalarını ortaya koyan önemli belge ve işaretler yoktur. Öyle görünmektedir ki İnönü bu harekete, sadece katılmıştır..
   CHP'ye az çok totaliter bir nitelik verme denemeleri gene de olmuş, fakat bizzat Atatürk tarafından önlenmiştir..
   Genel Katip Hasan Rıza Soyak, bu konuda çok ilginç bir anısını nakleder : Recep Peker, Almanya ve Rusya'daki parti durumlarından esinlenerek, her şeyi partide toplayan bir statü hazırlar. Buna göre partinin en üst kademesinde bir siyasi komite, üçler komitesi ( Tabii Atatürk, İnönü ve Recep Peker ) mutlak yetkileri ellerinde toplayacaklardır. Hatta Recep Peker bir fırsat bularak bunu İsmet Paşa'ya da imzalatır. Bu statüyü Hasan Rıza Soyak ile Atatürk'e gönderirler. Bütün gece bunu inceleyen Atatürk, sabah Hasan Rıza'ya emir verir :
" - Bunu İsmet Paşa'ya göster..
   - Ama Paşa'nın imzası var Paşa'm..
   - Okuyamamış olacak, sen götür.."
   Ve sonra bir dikta rejiminin ve bir dikta komitesinin aleyhinde, ne mümkünse söyler. Nitekim bu statü de böylece ortadan kalkar !..
   Özetle Atatürk bir diktatör veya diktatörlük heveslisi olmadığı gibi, İsmet Paşa da mutaassıp bir partici değildi.
      
   

   İnönü bazı tahriklerden tedirgindi. Müdahale saydığı şeylere karşı titiz ve asiydi, belki de yorgundu.. Ama ne var ki bu direniş hakkını ve cesaretini, resmi konumunun kendisine verdiği yetkiden ziyade, Atatürk'le ortaklaşa geçen çetin ve çileli bir geçmişten alıyordu..
   Atatürk'e gelince ; hasta ve yalnızdı, sinirliydi. Etrafındaki tahrikçiler de herhalde onu rahatsız ediyorlardı. Belki de daha uysal ve söz dinleyen bir başbakan, O'nun muhtaç olduğu dinlenme havası için kendisine, daha uygun geliyordu. Ve galiba şu da vardı ki, hükumeti biraz daha hareketli ve atak görmek istiyordu. Hükumetin ise, bürokratik bir görünüş havasında, kendi içine kapandığı kanaatine varmış olması, onu sarsmak, kımıldatmak ihtiyacını duymuş olması da mümkündür..
   Atatürk'ün bazı yakınları, bilhassa İş Bankası teşkilatında söz sahibi olanları, bu banka etrafında çıkar sağlama konusunda ve iş alanlarında, başbakanın hoşuna gitmeyen bazı şeylerin cereyan ettiği, kendisinin bunlara karşı direndiği ve hatta mücadele halinde olduğu bilinmektedir. Bu işlerde ilgili olanların, olayları ve İsmet Paşa'nın direnişini ve davranışlarını Atatürk'e yanlış yansıtmaları da mümkündür.. 20 Eylül 1937'deki istifasının ( ya da istifa ettirlmesinin ) ardındaki nedenlerden biri de bu olabilir..
   Falih Rıfkı Atay şöyle yazar :
"İsmet Paşa, Mustafa Kemal'in gittikçe kuvvetlenen otoritesini kendi çıkarları için istismar edenlere karşı mücadele ederek, Atatürk'e belki de en büyük iyiliği yapmıştır. İsmet Paşa'nın etrafındaki bütün hasımlıkların baş sebebi, bu mücadeledir.."
 
 
                 

AĞIRLIKLI OLARAK ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'İN "İKİNCİ ADAM" KİTABINDAN YARARLANILMIŞTIR..

25 Ağustos 2012 Cumartesi

265 ) NAZİ ALMANYASI İLE TÜRKİYE ARASINDA EĞİTİM KÖPRÜSÜ ..

  
Holzmeister

   Cumhuriyet'in kurucu kadroları birçok alanda gerçekleştirdiği köklü reformlar içinde önceliği eğitim alanına vermiştir. Yaşam ve uygarlık düzeyi olarak hedefe Batı düzeyi konulduğundan bunu gerçekleştirebilmenin yolunun eğitimden geçtiğinin bilincine sahiptiler. Onun için 1928 Harf Devrimi'nin gerçekleştirilmesinden kısa bir süre sonra 1933'te Darülfünun'un İstanbul Üniversitesi'ne dönüşümü sağlandı. Reformun içeriği yalnızca isim değişikliğinden oluşmuyordu, aynı zamanda eğitimin yapısında da önemli değişikliklere gidildi. Örneğin üniversitelerde araştırma yönteminin öğrenilmesi bu temel üzerinde geliştirildi.
   Cumhuriyetimizin kuruluşunun onuncu yılıydı. Yeni cumhuriyet rejimi, batılılaşmak istediği için hukuk, tıp gibi akademik disiplin alanlarında kitaplıkların ve öğretim sistemlerinin kurulmasında, arkeologların yetiştirilmesinde Alman bilim insanlarına güvenmişti. Bu bilim insanları tıp, botanik, jeoloji, kimya, biyokimya alanlarında da hizmet vermişlerdi.
   Bu yabancı hocaların önce bir çevirmen aracılığıyla ders vermesi uygun görülmüş ama Türkçe öğrenerek üç yıl içinde bu dilde ders verir hale gelmeleri şart koşulmuştu. Alman profesörler, Türk meslektaşlarından beş kat daha fazla maaş alıyorlardı.
   Aslında Başbakan ve Bakanlar Kurulu bu konuda olumsuz tavır sergilemişti. Ama, bu bilim insanlarının Türkiye'ye gelmesinde ısrar eden, ülkenin acilen modernleşmesini isteyen Atatürk idi..
   İlk bilim insanı grubu geldiği zaman onları Dolmabahçe Sarayı'nda konuk İran Şahı şerefine verilen bir ziyafete davet eden de yine Atatürk idi. Hepsiyle tek tek görüşmüş, onlara hoşgeldiniz demişti. Hatta Profesör Alfred Kantorowicz İran Şahı'nın dişlerini tedavi etmiş, göz hekimi Joseph Igersheimer, Şah için yeni gözlük reçetesi yazmıştı.
  İstanbul Üniversitesi'nin yeni kurulmasına aktif olarak yardımcı olanlar ve kalıcı değişiklikler gerçekleştirenler  
Hitler iktidarından ve zulmünden kaçan Alman bilim adamlarıdır. Ama sadece İstanbul Üniversitesi değil aynı zamanda Ankara'da da birçok önemli kuruluşun yapılanmasına  imza attılar.
   Bazıları onlarca yıl kalmış, hatta öldüklerinde vasiyetleri üzerine Türkiye'de gömülmüşlerdir. Boğaziçi'ndeki Aşiyan Mezarlığı'nda Curt Kosswig ile Prof.Dr. Erich Frank'ın mezarları yan yanadır. Ünlü mimar Bruno Taut Edirnekapı Şehitliği'nde, arkeolog Clemens Bosch ise Feriköy Mezarlığı'nda son uykularını uyumaktalar..
   Prof. Fritz Neumark İktisat Fakültesi'ni kurmuş, Türkiye'de on dokuz yıl kalmıştı. Sonra Almanya'ya dönmüş, Frankfurt Üniversitesi'ne iki kere rektör seçilmişti...
   Örneğin Karl Ebert, Ankara Konservatuvarı'nın kurucularındandır. Hirsch sadece İstanbul Üniversitesi'nde değil, 1943'den itibaren dekan Esad Arsebük'ün isteği üzerine Ankara Hukuk Fakültesi'nde de öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
  1945 yılında Almanya'ya dönüşü sonrası Berlin Belediye Başkanı olan Ernst Reuter, Ulaştırma Bakanlığı'nda  uzman olarak çalışmıştır. Katkıları o kadar önemlidir ki, ona Türkiye Cumhuriyeti'nde öğretim görevlisi olmadığı halde, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde kamu yönetimi konusunda ders verme olanağı sağlanır. İskan ve Şehircilik Enstitüsü'nü kurmuştur. Bu alandaki birçok terim yine ona aittir..
   Ord.Prof. Wilhelm Rüpke ünlü bir iktisatçı, Prof. Clemens Holzmeister kentbilimci, Prof.Dr. Kurt Bittel arkeolog...   Yüzlerce isim...
     Solda Hirsch, sağda Taut

   Bunca isim arasında birisi daha çok sivriliyor : Prof. Ernst Hirsch.. Yazılanlara göre bu ünlü hukukçunun "Pratik Hukukta Metot" adlı kitabı hala bütün hukukçuların başucu kitabıydı. 1933-43 yıllarında İstanbul Hukuk Fakültesi'nde, 1943-1952 yıllarında da Ankara Hukuk Fakültesi'nde davetli öğretim üyesi olarak çalışmıştır.  Hirsch 1934 yılında Türk uyruğuna geçmişti..
   Edebiyat eleştirisinin en büyük isimlerinden biri olan Erich Auberbach, "Mimesis" adlı esrini burada yazmıştı..
   Türkiye o dönemde haksızlığa uğrayan ve can güvenliği olmayan insanlara kucak açarken, onların bilgi birikimlerinden de geniş ölçüde yararlanmayı bilmiştir..
  
   1930'lu yıllara bakıldığında Türkiye, siyasal ilişkilerinin iyi olmasından dolayı Almanya'ya Türk öğrenciler gönderir. Fakat 1910 ve 1930 yılları arasında büyük bir fark vardır. Nazi yönetimi kendisinden olmayan, kendisi gibi düşünmeyen ve bunu dile getiren her insanı tutuklamaktadır. Bu insanlar, çoğunlukla ya işkencelerde ya da Nazi kamplarında tutuklamadan kısa bir süre sonra keyfi uygulamayla öldürülmektedir. Bunu bilen Türkiye, yine de Almanya'ya öğrenci göndermeyi sürdürürken aynı zamanda onlar için endişelenir. Türk konsolosluğu, "Acaba 1935'de yürürlüğe girmiş olan ırk yasası, Türk öğrenciler için de geçerli midir ? " diye 1936 yılında Alman Dışişleri Bakanlığı'na başvurur. Bu başvuru sonucu Almanya İçişleri Bakanlığı, Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve "Führer"in ırk politikası dairesinde oturan yardımcısı, 30 Nisan 1936'da Türkiye'nin lehine şu kararı alır :
"15 Eylül 1935'de ırk yasaları olarak yürürlüğe giren Nürnberg yasaları artık ari ve ari olmayan kişiler şeklinde bir ayrıma gitmeyecektir. Bundan sonra bu yasa Alman, Alman ırkına yakın, Yahudi  ve Yahudi ırkına yakın kişiler arasında bir ayrıma gidecektir. ( RWTH Arşivi-Aachen, 30 April 1936 Z II a Nr.1676,M. ) 
   Bir halkın kandaş bir topluluk olarak Alman ırkına yakın olabilmesi için ırksal oluşumunda Almanlara benzer bir evrimi geçirmiş olması gerekir. Bu açıklama Avrupa'da yaşayan bütün halklar için geçerli olduğu gibi, Avrupa dışında yaşayan ve aynı soydan gelen ve ırksal bozulmamaya uğramamış bütün halklar için de geçerlidir. Türk halkının bizim ırkımıza yakın olup olmadığına karar verebilmek için, Türklerin Avrupa bünyesine yerleşmiş bir halk olup olmadığına karar verilmelidir. Modern Türkiye, kendisini Avrupa halkları arasında görmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için de her koşulu değerlendirmeye çalışmıştır. Alman tarafı olarak biz bu çabayı, özellikle de Birinci Dünya Savaşı'ndaki müttefiklikten dolayı destekliyoruz. Bundan dolayı Almanya'da bulunan bütün Türkler bir Avrupalı halkın mensubu gibi muamele görecektir. Irk yasası da bu durum dikkate alınarak uygulanacaktır. Bu karar yalnızca Türk ırkına ait olanlar için geçerlidir. Eğer T.C. vatandaşı olup Yahudi ise veya başka bir renge ( kökene ) sahipse, bunlar temiz ırk kategorisine girmemektedir. Sonuç olarak diğerleri gibi aynı uygulamaya tabi tutulacaktır.."
   Bu durumun sonucu olarak görülüyor ki, Türkiye, bir yandan kendine sığınan insanları kendi çıkarlarına uygun olduğu için korur ve kollarken, öte yandan koşullardan yararlanmayı da ihmal etmez. Bu konuda Türk yöneticilerin kendilerine güveni o kadar yüksektir ki, Milli Eğitim Bakanı 1933 yılında Philip Schwartz'a şunu söylemekten çekinmez :  "İstanbul Üniversitesi'nde çalışmayı her kim kabul ederse, ister serbest olsun, ister hapishanede ya da Nazi kamplarında, biz onları T.C'nin bir memuru olarak görüyoruz ve bizim korumamız altındadırlar. Onlar ( yani Naziler ) bize zorluk çıkaramazlar. Biz onlarla nasıl baş edeceğimizi gayet iyi biliyoruz.." 
   Bakan son derece haklıydı, çünkü silah üretiminin temel maddesi ve Almanya'nın vazgeçilemez gereksinimi olan krom madeni, Sovyetler Birliği'nden sonra en çok Türkiye'nin elinde bulunmaktaydı !..



Yukarıdaki fotoğrafta, Cumhuriyetin ilk yıllarında Almanya'ya öğrenim için gönderilen öğrencilerin bazılarını yıllar sonra bir arada görmekteyiz..
Ayaktakiler ; soldan sağa : Nüvit Arıcan, Necip Tolon, Emin Ünalan, Haşim Şensoy, Lütfullah Ulukan, Mustafa Bayram, Tahsin Önalp, Şükrü Topsakal..
Oturanlar ; soldan sağa : Prof. Seyfettin Saraçoğlu, Adnan Erkmenol, Bedrettin Sarp, Suat Seyhun..

( İktisat Tarihçisi MERAL AVCI'nın ve gazeteci yazar ZÜLFÜ LİVANELİ'nin yazılarından faydalanılmıştır.. ) 

23 Ağustos 2012 Perşembe

264 ) ATATÜRK'E SUİKAST GİRİŞİMİ : ALİ GALİP OLAYI !..

  

   Milli Hareket'e karşı olan İstanbul Hükumeti ve Sadrazam Damat Ferit, bu hareketin lideri Mustafa Kemal'i  yakalamak veya öldürtmek ve Sivas Kongresi'ni dağıtmak için, bir ara Kayseri milletvekilliği de yapmış olan Kurmay Albay Ali Galip Bey'i, Elaziz (Elazığ) valiliğine getirtmiştir. Damat Ferit, bu önemli işi yerine getirmesi halinde Ali Galip'e Sivas Valiliği ve 3. Ordu komutanlığı teklif etmiş, Ali Galip bu teklifleri kabul ederek çalışmalara başlamıştır.. ( Selahattin Tansel, "Mondros'tan Mudanya'ya Kadar", c.2, s.106 ) 
   Bunun üzerine, 3 Eylül 1919'da Ali Galip'e, Damat Ferit Paşa Hükumeti Dahiliye Nazırı Adil Bey'le, Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa'nın imzalarını taşıyan bir yazı gönderilmiştir :
"Erzurum Kongresi'ni toplayanların şimdi de Sivas'ta bir kongre toplayacakları anlaşılmaktadır. Bu gibi durumlardan endişelenen İtilaf Devletleri'nin kıyılarımıza asker çıkarmaları ve bununla da yetinmeyerek ülkemizin iç kısımlarına girme ihtimalleri güçlüdür. Bu durumu önlemek için, Sivas'ta bir kongrenin toplanmasına imkan vermemek gerekir. Bundan dolayı da Sivas'ta güvenilir bir valiye ihtiyaç vardır. Bu nedenle sizi oraya gönderiyoruz. Önce de bildirildiği gibi, Kürtlerden toplayacağınız 100-150 kişilik bir kuvvetle Sivas'ı basıp valiliği ve komutanlığı üzerinize aldıktan sonra Milli Hareket ile ilgili olanları tutuklayınız ve İstanbul'a gönderiniz. Bu şekildeki davranış, hükumetin nüfuzunu artıracak ve yabancıların kıyılarımıza asker çıkarmalarını önleyecektir" denilmiştir. ( Kemal Arıburnu, Sivas Kongresi,"Samsun'dan Ankara'ya Kadar Olaylar ve Anılarla", s.146-148 ) 
   Bu talimat doğrultusunda Ali Galip, söz edilen o 100-150 kişilik Kürt kuvvetini toplamak üzere Malatya'ya gelmiştir.
   Damat Ferit Hükumeti'nin Ali Galip'e, "100-150 kişilik bir Kürt kuvvetiyle Sivas'ı bas ! " dediği 3 Eylül 1919 günü, İngiliz Binbaşı Edward Noel de ( ne tesadüf ) Malatya'ya gelmiştir. Noel'in yanında Kürt Bedirhanilerden Celadet ve Kamuran ile Diyarbakırlı Cemil Paşa ailesinden Ekrem de vardır. ( S.Tansel, a.g.e, s.107) 
 Edward Covbertin Noel

   Ayrıca Kürtçü Noel'in elinde, kendisine gereken bütün kolaylıkların sağlanması konusunda İstanbul Hükumetince verilmiş bir belge vardı. Dahiliye Nazırı Adil Bey, Noel'e, postanelerden şifreli telgraflaşma yetkisi bile vermiştir.( Uğur Mumcu,"Kürt İslam Ayaklanması", s.21) Mustafa Kemal ve milliyetçilerin telgraflarını çeken posta memurlarının cezalandırıldığı o günlerde, İngiliz casusu Binbaşı Noel'in elini kolunu sallayarak postanelerden şifreli telgraflaşması anlamlıdır !..
   Böylece İstanbul Hükumetinin Sivas'ı basıp Mustafa Kemal'i ortadan kaldırma konusunda hem Ali Galip'le hem de casus Noel ile işbirliği yaptığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen bazı İngiliz yetkilileri Noel'in Malatya'da bulunmasının tamamen bir rastlantı olduğunu ileri sürmüşlerdir. İngiliz Baş tercümanı Ryan, "Noel yalnız istihbarat için Malatya'ya gitti. Ali Galip ile karşılaşması bir aksi tesadüftür" demiştir. ( S.Tansel, a.g.e, s.109) 
   Noel, Malatya'ya geliş nedenini soran Kolordu Komutanına, "Doğu illerindeki Kürt, Ermeni, Yahudi ve Türk nüfusunu saptamak için geldim ! " yanıtını vermiştir.. Ama ondan şüphelenen Kolordu Komutanı, Harbiye Nezaretine bir telgraf göndererek Noel'in tutuklanmasını istemiştir. ( U.Mumcu, a.g.e, s.21 )
   Bu durumdan endişelenen Noel de İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliğine bir telgraf çekerek içinde bulunduğu durumdan ve koşullardan yakınmıştır :
"Yanımda bulunan Bedirhanpaşazade Celadet Ali ile Kamuran Ali'nin tutuklanmaları hakkında Diyarbakır Kolordu Komutanlığından Malatya Süvari Komutanlığına resmen emir geldiğini hayretle haber aldım.. Yanımda bulunarak bana verilen görevi sonuna kadar yapmak konusunda son derece ihtiyacım olan arkadaşlarımın tutuklanmalarının devlet için vahim sonuçları olacağının Osmanlı Hükumetine bildirilmesi..." ( U.Mumcu, a.g.e, s.21,22 )
   Malatya'da buluşan Ali Galip ve Binbaşı Noel, Mutasarrıf Halil Rahmi Bey'in Rışvan Aşiretinden kendilerine silah sağlamasını istemişlerdir.
   Ali Galip'in Bedirhanilerden kuvvet toplaması pek de zor olmamıştır. Ayrıca İstanbul Hükumeti, Ali Galip'e, jandarma birlikleri kurabileceğini ve bunun için gereken parayı mal sandığından harcayabileceğini bildirmiştir. Ali Galip ve Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi Beyler, kaçarlarken Malatya mal sandığından senet karşılığında aldıkları 6.000 lirayı yanlarında götürememişlerdir. Verdikleri senetteki şu ifadeler, Damat Ferit Hükumetinin vatan hainliğinin de en açık kanıtlarından biridir :
"Mustafa Kemal Paşa ve avenesinin tenkili (ortadan kaldırılması) masrafına karşılık olmak üzere, ol baptaki emre tevfikan 6.000 lira alınmıştır." ( Mazhar Müfit Kansu, "Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber", c.1, s.261 )
   Ancak bütün bu yazışmalar, Dahiliye Nezaretinin 2 nolu şifresiyle yapıldığı için, milliyetçilerce öğrenilmiş ve Ali Galip üzerine kuvvet sevk edilmiştir.
   Ali Galip ve Binbaşı Noel'in bu faaliyetlerini Sivas'tan takip eden Mustafa Kemal, Diyarbakır'daki askeri yetkililerden, malum şahısların yakalanmasını istemiştir, ancak Diyarbakır'daki Kurmay Başkanı Halit Bey, 7/8 Eylül 1919'da verdiği cevapta durumu İstanbul'a sorduğunu söyleyince, Mustafa Kemal ona şu telgrafı göndermiştir :
"Malum şahısların alçaklıkları ortaya çıkmıştır. İstanbul Hükumeti bu alçaklığa ortaktır. Oradan haber beklemek düşmana fırsat vermektir. Bu hususta tebligat yaparken, hiç kimseyi kararsızlığa düşürmeyecek şekilde hemen emir vermek, vakit geçirmemek gerekir.." (Rıza Zelyut, "Dersim İsyanları, Seyit Rıza Gerçeği", s.140 )
   Mustafa Kemal ayrıca, Kılıç Ali ile Hüsrev Bey'i de Ali Galip'i durdurmakla görevlendirmiştir. Kılıç Ali, bir konvoyla Malatya'ya giderek gerekli önlemleri almıştır. Mustafa Kemal'in kararlı adımlarıyla köşeye sıkışan Ali Galip ve Binbaşı Noel, çareyi kaçmakta bulmuştur. Ali Galip, yanına Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi ve Hacı Kadir Ağa'yı alarak Kahta ve Urfa üzerinden Halep'e kaçmıştır.
   Binbaşı Noel ise, 10 Eylül'de Malatya'dan ayrılıp Rişvan Aşiretine sığınmış, oradan da Halep'e geçmiştir.
   Noel ile Ali Galip'in kaçarken bile mektuplaşmaları, onların birlikte hareket ettiklerinin en açık kanıtlarından biridir. ( U. Mumcu, a.g.e, s.22 )

 
   Mustafa Kemal çok haklıdır ; gerçekten de İngilizlerin amacı "parayla, propagandayla Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek" onları ayaklandırıp Mustafa Kemal'i yok etmek ve Milli Hareketi bitirmektir..
   Mustafa Kemal'in Noel'i saf dışı bırakması İngilizleri çok rahatsız etmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası yetkililerinden George Kidston, Mustafa Kemal'in İngilizlerin Kürt aşiretleriyle bağlantısını kestiğini itiraf etmiştir :
"Mustafa Kemal'in Noel'i ülke dışı etmek amacıyla rahatsız etmesi, Kürt aşiretleriyle olan irtibatımızı kesmiş bulunuyor. Mustafa'nın aşiretlerle ilişkilerinin ne olduğunu hiç bilmiyoruz." ( İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgelerinden, "Foreign Office, 371 / 4193 / 141322, İngiltere Sivil Komiseri' nden Hindistan Başkanlığı'na yazı, No : 11543, Bağdat, 29.9.1919 )
   Ali Galip olayını sonuçsuz, Noel'i de saf dışı bırakan ve büyük bir hızla Anadolu'daki Milli Hareket'i örgütleyen Mustafa Kemal'in gittikçe tehlikeli bir hale geldiğini düşünen İngilizler, ne pahasına olursa olsun Kürtleri O'na karşı isyan ettirmekten söz etmeye başlamışlardır. Amiral Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği
9 Eylül 1919 tarihli yazıda aynen şu ifadelere yer vermiştir :
"Mr. Hohler, Kürt meselesi hakkında Kürt başkanı olan Şeyh Seyit Abdülkadir Paşa ile görüştü. Kürtler bütün ümitlerini İngiliz Hükumetine bağlamış durumdalar. Bu arada Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı kullanmak için her parayı ödemeye hazırlar." ( Erol Ulubelen, "İngiliz Belgelerinde Türkiye", s.198)
    

22 Ağustos 2012 Çarşamba

AYIN BİLİM ADAMINDA BU AY: TAŞKIN TUNA

TAŞKIN TUNA
Taşkın Tuna, bürokrasinin üst kademelerinden gelen bir yazardır. Ankara Fen Fakültesinden Fizik Yük. Müh. olarak mezun oldu. Daha sonra DMİ Genel Müdürlüğüne geçen Tuna, Almanya'da staj ve eğitim aldı. 1969 yılında İngiltere'de Reading Üniversitesinde yüksek lisans eğitimi gören Tuna, burada Master düzeyinde ihtisas yaptı. Yurda dönüşünde ODTÜ'de öğretim görevlisi olarak çalıştı. ABD'de çevre sorunları konusunda da eğitim gören Tuna, 1987-1991 yılları arasında İngiltere'de Avrupa Meteorolojik Tahmin ve Araştırma Merkezinde uzman olarak hizmet verdi. Daha sonra Yurda dönen Taşkın Tuna Çevre Bakanlığına Genel Müdür olarak atandı ve burada da 3 yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra emekli oldu.

una’nın ses getiren kitapları arasında, ‘OKU AMA NEYİ’ Şule Yayınları tarafından kısa sürede sekizinci baskısı yapılmış ve geniş bir okuyucu kütlesi tarafından beğeni ile karşılanmıştır.
Taşkın Tuna'nın, 1945-1960 yıllarındaki siyasi çalkantıları kapsayan ‘ADNAN MENDERES’İN ANILARI’ adlı bir kitabı da Şule yayınevi tarafından Ekim 2002 tarihinde basılmış ve çok satan kitaplar listesine girmiştir.
Yazarın SON BASAMAK adlı çalışması, 2003 Nisan ayı ortalarında piyasaya çıkmış ve basında geniş yer almıştır. SON BASAMAK, daha çok bilimsel gerçekleri; bu arada uzay, zaman, yaratılış ve atom altı parçacıkların davranışlarını ele alan bir popüler bilim kitabı olarak değerlendirilebilir.
Tuna’nın 2003 yılı sonlarında çıkan bir diğer kitabı da ‘BİR ELMA İKİ AYNA’ ismini taşıyor. Bu eserde Tuna, asırlara imzasını alan bazı öncü sufîlerin hayat hikâyeleri ile günümüze kadar ulaşan fikir ve düşünce tomurcuklarını sergiliyor.
Taşkın Tuna, ‘BİR ÇARPI BİR’ adındaki eserinden sonra, bu kez Big Bang konusuna el attı. Evrenin yaratılışı, zamanımızdan yaklaşık 14 milyar yıl önce çok sıcak, çok yoğun bir madde ve enerji yumağının, birdenbire uzay boyutlarına taşması ile oluşan kozmik fırtınanın, akıllara idraklere ve zihinlere sığmayacak kadar muhteşem bir mucizenin, imanlı yürekleri titreten esintisidir! OL DEDİ OLDU isimli bu çalışmasından sonra ‘Büyük Patlama’nın ikinci kitabı da okuyucularla buluştu. ‘OL DEDİ OLDU’ ‘ama nasıl oldu?’ İşte bu soruyu ikinci kitapta bulacaksınız. Kara delikler, UFO’lar, uzayda hayat arama girişimleri, paralel evrenler, zaman ve zamanda yolculuk kavramı ve nihayet canlılık. Ve sonra ölüm! Yani kıyamet!
Tuna, 2007 yılında uzun yılların araştırmalarına dayanarak hazırladığı ‘Muhammedi Bilinç’ adlı kitabıyla, maddenin esasını bilinç boyutunun penceresinden bakarak anlatıyor. Madde, enerji, evren, uzay ve zaman konularında alışılmadık bir bilincin varlığı fizikî gerçeklerin nefes kesen yorumlarıyla şekil ve vücud buluyor. Önce ‘hayret’, daha sonra da ‘hayranlık’ vadisinde dolaşmak isteyenlere harika bir yapıt.
Gele gele geldik, 2008 yılına! Muhamedi Bilinç’in ikinci kitabı yerine, “ÖLÜ KÖPEĞİN DİŞLERİ” adlı yeni bir çalışma ile Tuna karşımıza çıkıyor. Sabır, sevgi, hoşgörü, güven, yardımlaşma, dayanışma; özetle İslamî Ahlak anlayışı çerçevesi içinde “sıratı mustakim” istikametinde bulunmak! Biraz zor, ama temiz vicdanlara çok kolay gelen bir çizgi!
Bu çizgide bulunanlar, hep güzel dişleri görürler de ondan!

Taşkın TUna daha sonra "Şeytani Bilinç Muhammedi Bilince Karşı" kitabı ile Sırat-ı Müstakim üzre istikamet almanın yollarını anlatıyor. 
Bu kiatptan sonra "Ol Dedi Oldu 1-2" kitapları ile okurlarının karşısına çıkan Tuna, Yaratılış serüvenini en ayrıntılı bilimsel metotların ışığı altında irdeliyor. Big Bang'ın nefes kesen mucizesi en son kozmolojik verilerle izah ve ispat ediliyor.       




Süleymaniye'nin akustiğini bozdular!


Mimar Sinan'ın yaptığını 100 hoparlörle yapamadılar. Süleymaniye Camii'nin restorasyon çalışması sırasında ses akustiğinin bozulduğu ortaya çıktı. Şimdi her şey sil baştan yapılacak.
İstanbul Müftülüğü'nün raporuna göre Süleymaniye Camii'ndeki akustik problemi; imamın sesi, orijinal akustik ve hoparlörlerden çıkan üç ayrı sesin çakışmasından kaynaklanıyor. 100'e yakın hoparlör kaldırılarak ve halısı değiştirilerek orijinal akustik elde edilecek.

Süleymaniye Camii'nin akustiğinin son restorasyonda tahrip edilerek bozulduğu iddiaları geçtiğimiz günlerde medyada yer almıştı. İstanbul Müftülüğü, iddiayla ilgili vatandaşlardan gelen şikâyetler üzerine detaylı bir araştırma yaptırdı.
 
Araştırmayı yapan bilim kurulunun ön raporuna göre, bugüne kadar yapılan restorasyonlardan olumsuz etkilenen Süleymaniye Camii'ndeki ses problemi; imam, orijinal akustik ve yaklaşık 100 hoparlörden oluşan 3 ayrı ses kaynağının çakışmasından kaynaklanıyor.
 
Ramazan Bayramı'ndan sonra kamuoyuyla paylaşılacağı açıklanan araştırmayı yürüten Galatasaray İletişim Teknoloji Merkezi (İTM) Müdürü Süden Pamir, "Bu akustik, yüzey malzemelerini değiştirerek yok edebileceğiniz bir yapıda değil. Bir restorasyon daha yapılsa bu akustiği yok edemezler." dedi.
 
Pamir'e göre, orijinal akustiğin yakalanması için cami içerisindeki 100'e yakın hoparlörün kaldırılması ve mevcut halının değiştirilerek orijinaline yakın bir halı serilmesi gerekiyor.
 
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın talebi üzerine Mimar Sinan'ın yaptığı camilerle ilgili 1986 yılında kapsamlı bir akustik araştırması yapan Prof. Dr. Mutbul Kayılı, o dönemde yaptıkları ölçümlerde camide homojen ses dağılımlarını tespit ettiklerini söyledi. Kayalı, "Halının değişmesi ya da farklı bir sıvanın kullanılması gibi ufak bir müdahalede bir bozulma olabilir." diye konuştu.
 
Süleymaniye Camii'nde 1985-2005 yılları arasında 20 yıl imam hatiplik yapan Prof. Dr. Süleyman Mollaibrahimoğlu ise caminin akustiğinin dış seslerden etkilendiğini kaydetti. Mollaibrahimoğlu, "Yaz aylarında sabah ve yatsı namazlarında dış sesler az olduğu için mikrofon kullanmıyorduk. Ayrıca, cemaatin bizi daha iyi anlaması için hutbe ve vaazlarda yavaş, tane tane konuşurduk" ifadelerini kullandı.
 
Ses en uzak noktada en yüksek
 
İstanbul Müftülüğü, vatandaştan gelen istek ve şikayetler üzerine Süleymaniye Camii'nin akustiğiyle ilgili 11 Kasım 2011 tarihinde bir çalışma başlattı. 30 kişilik bir ekibin 9 aydır sürdürdüğü çalışmada sona gelindi. Araştırmayı yürüten Galatasaray İTM Müdürü Süden Pamir'in verdiği bilgilere göre araştırmanın bulguları arasındaki en dikkat çekici nokta, caminin kendine özgü doğal bir anfi, hoparlör ve katı bir iletişim yöntemine sahip olması.
 
Akustiğin belli notalara cevap vermesi sebebiyle imamın okuduğu sûrenin makamı ve notasına göre duyulan ses yükseliyor ya da azalıyor. Normalde en güçlü ses kaynağa yakın noktadan duyulurken bu durum Süleymaniye'de tam tersine işliyor. İmamın sesi en yüksek caminin en uzak noktası olan 68 metreden duyuluyor. Mimar Sinan'ın akustik kurgusundaki özellik sebebiyle cami içerisinde insan sesi dışında oluşan sesler hapsediliyor. Böylece imamın sesi mihrapta Kur'an okurken diğer seslerden etkilenmeden cemaate ulaşıyor.
 
Kaynak: Zaman