31 Ekim 2013 Perşembe

Gitar Eğitimi Ders Notları

http://egitim-akademisi.blogspot.com/2013/10/Gitar-Calma-Egitimi-Ders-Notlari.htmlGitar Eğitimi Ders Notları İsimli Döküman Sayesinde Artık Siz de Gitar Çalmayı Öğreneceksiniz.

Sayfa Sayısı : 42 sayfa
Dosya Türü: .pdf
Dosya Boyutu: 3.71 MB

İÇİNDEKİLER
Ders 1: Gitarın Tutuluşu.......................................................................................... 1
Ders 2: Akorun Tanımı, Am ve E Akorları..............................................................  2
Ders 3: Ritm Çalışmaları.......................................................................................... 3      
Ders 4: Dm Akoru ve Folk Ritm.............................................................................. 4
Ders 5: Am,E ve Dm Akorlarının Kullanıldığı Örnek Şarkılar................................ 5-13
Ders 6: Diğer Birinci Pozisyon Akorları (C, D, A, G, Em, B7)............................... 14
Ders 7:Do Majör, Re Majör Akorları ve Kullanımı................................................  15-16
Ders 8: Sol Majör Akoru ve Kullanımı.................................................................... 17
Ders 9: Si Majör 7’li akoru ve kullanımı.................................................................. 18
Ders 10: La Majör, Mi Minör Akorları ve Kullanımı..............................................  19
Ders 11: Birinci Pozisyon Akorlarının Kullanıldığı Örnek Şarkılar........................   20-22
Ders 12: Bare Akorlar Fa Majör ve Örnek Şarkılar................................................. 23-24
Ders 13: Bare Akorlar Fa Minör ve Örnek Şarkılar................................................. 25-26
Ders 14: Bare Akorlar Si Bemol Majör ve Örnek Şarkılar......................................  27-28
Ders15 : Bare Akorlar Si Bemol Minör ve Örnek Şarkılar....................................... 29-30 
Dağarcık................................................................................................................... 31-33
Ritmler..................................................................................................................... 34-38           
En Çok Kullanılan Yedili Akorlar :C7 , D7 , G7 , B7 , A7 , E7 , F7 , Bb7.......... 39 


 İNDİRGitar Eğitimi Ders Notları.pdf

Nemâz Bahsi: Ezân-ı Muhammedî

Aşağıdaki yazı (Dürr-ül-muhtâr)dan ve bunun şerhı olan (İbni Âbidîn)den terceme edilmişdir:

İlmihâl kitâblarında bildirilmiş olan belli kelimeleri, akllı bir müslimânın belli şeklde okumasına, (Ezân-ı Muhammedî) denir. Ya'nî minâreye çıkıp, arabî kelimeleri ayakda okumak lâzımdır. Başka dillerde tercemelerini okumak, ma'nâsını anlasa bile ezân olmaz. Ezân, beş vakt nemâz vaktlerinin geldiğini bildirmek için okunur. Erkeklerin, mescidin dışında yüksek yere çıkıp okumaları müekked sünnetdir. Kadınların ezân ve ikâmet okumaları mekrûhdur. Kadınların seslerini erkeklere duyurmaları harâmdır. 

Müezzin efendinin, mescidin dışında yüksekde ve yüksek sesle okuyarak, komşulara duyurması lâzımdır. Fazla bağırması câiz değildir. Ekber derken son harfi cezm ederek durulur veyâ üstün okunarak vasl edilir. Ötre okumaz. Kelimelerin başına veyâ sonuna hareke, harf, med ekleyecek şeklde fazla tegannî ile okumak ve bunu dinlemek halâl olmaz. Salât ve felâh derken yüzünü sağa ve sola çevirmesi sünnetdir. Ayakları ve göğsü kıbleden ayırmaz. Yâhud minârede dönerek okur. İlk minâreyi hazret-i Mu'âviye yapdırmışdır. Resûlullahın mescidi üzerine yüksek birşey yapılmışdı. Bilâl-i Habeşî buraya çıkıp ezân okurdu. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" Bilâle, parmaklarını kulaklarına koymasını emr eyledi.
Arada konuşursa tekrâr okuması lâzımdır. Birkaç kişinin birlikde okumaları câizdir. Bir kısmının okuduğunu diğerleri okumazsa sahîh olmaz. Ezânı oturarak okuması tahrîmen mekrûhdur. Müezzinin sâlih olması, ezânın sünnetlerini ve vaktlerini bilmesi, her gün devâmlı okuması, Allah rızâsı için ücretsiz okuması sünnetdir. Ücret ile okuması da câizdir. Âkil olmamış çocuğun ezânı sahîh olmaz. Çünki bunun sesi kuş ve âlet sesi gibidir. [Bunun için, ezânı, kameti ho-parlör ile okumak sahîh olmaz. Fâsıkın ezânına ve imâmın tekbîrlerini nakl etmesine güvenilmez. Bunun okuması mekrûh olur. Müezzinin, ezânı vaktinde okuduğunu, başkalarının da nemâzı vaktinde kıldığını bilmeleri şartdır. Vaktin geldiğinde şübhe ederek nemâza duran kimsenin vaktinde kılmış olduğu sonradan anlaşılsa bile, nemâzı sahîh olmaz. Kâfirin, fâsıkın hâzırlamış olduğu takvîme uyarak kılınan nemâz sahîh olmaz. Dâr-ül-harbde kullanılan takvîmin doğru olduğunu, sâlih ve âlim olduğuna güvendiği bir müslimândan sorup öğrenmek lâzımdır.] Sünnete uygun okunan çeşidli ezânlardan yalnız birincisini işitenlerin işitdiğini söylemeleri ve kendi mescidinin ezânı ise, cemâ'ate gitmeleri lâzımdır. Kur'ân-ı kerîm okuyanların da söylemeleri lâzımdır. Cenâze nemâzı kılanın, hâlâda, yimekde, mescidde olanın, din bilgisi öğretmekde ve öğrenmekde olanın, ezânı tekrâr etmeleri lâzım değildir. Arabî olmıyan ve fazla tegannî ile okunan ezân sünnete uygun değildir. Ezânı işitenin oturuyorsa kalkması, yürüyorsa durması müstehabdır. Yemîn bahsinde nezri anlatırken diyor ki, (Her beldede, her mahallede mescid yapmak, hükûmet üzerine vâcibdir. Beyt-ül-mâl parasından yapdırılır. Hükûmet yapdırmazsa, müslimânların yapdırmaları vâcib olur.) 

[Görülüyor ki islâmiyyete uyarak, her mahallede mescid yapılırsa, her mahallede ezân okunacak, herkes mahallesinin ezânını işitecekdir. Müezzinin çok bağırmasına, ho-parlör kullanmasına lüzûm kalmıyacakdır. Ho-parlör, ezânın sünnetlerinin terk edilmesine sebeb olan bir bid'atdir. Ezân okurken ve nemâz kılarken bu bid'ati kullanmak büyük günâhdır. Bu ibâdetlerin bozulmasına da sebeb olmakdadır. Bunun içindir ki, Diyânet işleri reîsliğinin müşâvere ve dînî eserleri inceleme heyetinin 1.12.1954 târîh ve 737 sayılı karârının onbeşinci maddesinde, (Ho-parlörün mihrâba konulması, sûret-i kat'iyyede memnû'dur. Şâyed imâmın tekbîr ve tesmî'i duyulamayacak derecede cemâ'at kesretli olursa, müezzinlerden biri veyâ dahâ uzakda diğeri de iblâğ vazîfesini görürler) denilmekdedir. Radyoda, teypde ve ho-parlörde okunan Kur'ân-ı kerîmin ve ezânın insan sesi olmadığını, bunları okuyan insanların seslerinin hâsıl etdikleri miknâtis ve elektrik tarafından meydâna getirilen çalgı sesleri olduklarını ve meydâna gelmelerine sebeb olan insan seslerinin kendileri değil iseler de, onlara çok benzedikleri için okuyanların sesleri zan edildiği (El-fıkh-u alel-mezâhib-ül-erbe'a)nın secde-i tilâvet bahsinde ve (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbının (tegannî ve müzik) kısmında uzun bildirilmişdir. İslâmiyyetin emr etdiği (Ezân-ı Muhammedî), sâlih müslimânın sesine denir. Borudan çıkan ses ezân değildir. Asrımızın hakîkî din âlimlerinden Elmalılı Hamdi efendi "rahime-hullahü teâlâ", tefsîrinin üçüncü cildi, 2361. ci sahîfesinde diyor ki, (Görülüyor ki bu "istimâ' ve insât" emrleri kırâete terettüb etdirilmişdir. Kırâet ise bir lisân fi'l-i ihtiyârîsidir ki, âkıl ve nâtık bir insanın ağzından mehareci mahsûsaya i'timâd ile çıkan ve kasd-ü fehmine iktirân eden savtı ile yapılır. Ve nitekim, Cibrîlin fi'li bile kırâet değil bir ikra ya'nî kırâet etdirmekdir. Fi'l-i ilâhî de tenzîl ve halk-ı kırâetdir. Binâenaleyh gayr-ı âkılden ve cimâdâtdan sâdır olan savtlara kırâet denilemiyeceği gibi, sadâdan ya'nî savtın aksinden hâsıl olan fi'le de kırâet denilmez. Bunun içindir ki, fukahâ bir kırâetin aksinde hâsıl olan sadây-ı mün'akise kırâet ve tilâvet hükmü terettüb etmiyeceğini ve meselâ: Secde-i tilâvet lâzım gelmiyeceğini beyân etmişlerdir. Bir kitâbı sessiz mutâlea etmek kırâet etmek demek olmadığı gibi, çalan veyâ çınlayan mün'akis bir sadâyı dinlemek de bir kırâet dinlemek değil, bir çalma ve çınlama dinlemekdir. Şu hâlde, Kur'ân-ı kerîm okuyan bir kâriin sadâsını aks etdiren gramofondan veyâ radyodan gelen savt veyâ sadâ, bir kırâet değil, bir kırâetin aksi ve tayfıdır ve bunlara istimâ' ve insât emrinin hükmü terettüb etmez. Ya'nî dinlenmesi, susulması vâcib olan Kur'ân-ı kerîm, çalınan Kur'ân değil, kırâet olunan Kur'ândır. Ma'mâfih istimâi vâcib veyâ müstehab olmamakdan, istimâi gayr-ı câiz, adem-i istimâ'ı vâcib olmak lâzım gelir zan edilmemelidir. Zîrâ Kur'ânı çalmak, başka bir fi'il, çalınan Kur'ânı dinlemek de başka bir fi'ildir. Kur'ân-ı kerîmi çalmak, çalgılar miyânına koymak şayân-ı tecviz olmıyan bir fi'il olduğu zâhirdir. Nitekim Kur'ân-ı kerîm okumak bir kurbet olduğu hâlde, muhıll-i ta'zîm olan yerlerde okumak bir kabâhatdir. Fekat, okunmuş bulunursa, istimâı kabâhat değil, adem-i istimâı kabâhat olur. Meselâ, hamamda Kur'ân-ı kerîm kırâet eden günâha girer. Bununla berâber, okunduğu takdîrde, dinlememek de sevâb değildir. Bunun gibi, bir aks-i sadâ ile çınlayan, kezâlik bir gramofon veyâ radyoda çalınan bir Kur'ân-ı kerîm in'ıkâsını dinlemek bir vazîfe değildir diye dinlememek vazîfedir gibi de zan edilmemelidir. Zîrâ, bir kırâet değilse de, kırâete müşâbihdir. Çünki, kelâm-ı nefsîye dâldır. Binâenaleyh istimâı kırâet gibi, vâcib veyâ müstehab değilse de, lâ-ekal câizdir, evlâdır ve hattâ ona da hurmetsizlik etmek gayr-ı câizdir. Öyle bir hâl karşısında bulunan bir müslimân, lâyık olmıyan yere konmuş bir Kur'ân-ı kerîm sahîfesi karşısında bulunuyormuş gibidir ki, ona karşı lâübâlîlik etmemesi ve elinden geldiği kadar onu oradan alıp lâyık olduğu bir yere kaldırması vazîfe-i diyâneti iktizâsındandır.)] 

Fıkh ve fetvâ kitâblarının çoğunda, meselâ (Kâdihân)da diyor ki, (Ezân okumak sünnetdir. İslâm dîninin şi'ârından, alâmetlerinden olduğu için, bir şehrde, bir mahallede ezân terk edilirse, hükûmetin oradaki müslimânlara zorla okutması lâzımdır. Müezzinin Kıble cihetini ve nemâz vaktlerini bilmesi lâzımdır. Çünki, ezânı başından sonuna kadar Kıbleye karşı okumak sünnetdir. Ezân, nemâz vaktlerinin ve iftâr zemânının başladığını bildirmek için okunur. Bu vaktleri bilmiyenin ve fâsıkın okuması, fitne çıkmasına sebeb olur. Aklı olmıyan çocuğun, serhoşun, delinin, cünüb olanın ve kadının ezân okumaları mekrûhdur. Müezzinin tekrâr okuması lâzım olur. [Mevlid okumak, okutmak ve dinlemeğe gitmek çok sevâbdır. Fekat, kadının, mevlid, ezân okuyarak, şarkı söyliyerek, lüzûmundan fazla konuşarak, sesini yabancı erkeklere duyurması ve bunların dinlemeleri harâmdır. Kadın, yalnız kadınlara okumalı, sesini, teybe, radyoya, televizyona vermemelidir.] Oturarak, abdestsiz, şehrde hayvân üstünde okumak da mekrûh ise de, bunların ezânı iâde edilmez. Ezân minârede veyâ mescidin dışında okunur. Mescidin içinde okunmaz. Telhîn ile, ya'nî kelimeleri bozacak şeklde uzatarak tegannî yapmak mekrûhdur. Arabîden başka dil ile ezân okunmaz). (Hindiyye)de diyor ki, (Müezzinin, sesini tâkatinden fazla yükseltmesi mekrûhdur). (İbni Âbidîn) "rahime-hullahü teâlâ" diyor ki, (Ezânın uzaklardan işitilmesi için, müezzinin yüksek yere çıkıp okuması sünnetdir. Birkaç müezzinin, bir ezânı birlikde okumaları câizdir.) Âlimlerin bu yazılarından anlaşılıyor ki, ho-parlörle ezân, kâmet okumak ve nemâz kıldırmak bid'atdir. Bid'at işlemek büyük günâhdır. Hadîs-i şerîfde, (Bid'at işliyenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz!) buyuruldu. Ho-parlörün sesi, insanın sesine çok benziyor ise de, insan sesinin kendisi değildir. Miknâtisin hareket etdirdiği parçalardan hâsıl olan sesdir. Yüksek yere çıkıp ayakda duran insanın sesi değildir. Ho-parlörleri minârenin, çatının sağına, soluna, arka tarafına koyarak, sesin Kıbleye doğru çıkmaması da, ayrıca günâh olmakdadır. Sesin uzaklara ulaşmasına ve ho-parlörün tırmalayıcı, metalik sesine ihtiyâc da yokdur. Çünki, her mahallede mescid yapmak vâcibdir. Her mahallede ezân okunacak, her evden, mahallesinin ezânı işitilecekdir. Bundan başka, (Ezân-ı cavk) da câizdir. Birkaç müezzinin, bir ezânı birlikde okumalarına, (Ezân-ı cavk) denir. Hazîn olan insan sesleri uzaklardan işitilmekde, kalblere ve rûhlara te'sîr etmekde, îmânları tâzelemekdedir. [Müezzin ezânı ve imâm efendi kırâeti, câmi' civârında bulunan ve câmi'deki cemâ'ate işitdirecek kadar tabî'î sesleri ile okur. Uzaklardan işitilmesi için, kendilerini zorlamaları mekrûhdur. Ho-parlör kullanmağa lüzûm olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.] Hulâsa, ho-parlör denilen borudan çıkan ses, ezân değildir. Müezzin efendinin ağzından çıkan ses, (Ezân-ı Muhammedî)dir. Büyük islâm âlimi Ebû Nuaym İsfehânînin (Hilyet-ül-Evliyâ) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Çalgıdan çıkan ezân sesi, şeytân ezânıdır. Bunu okuyanlar, şeytânın müezzinleridir) buyuruldu. 

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Kıyâmet yaklaşınca, Kur'ân-ı kerîm mizmârdan okunur) ve (Bir zemân gelir ki, Kur'ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allah için değil, keyf için okunur) ve (Kur'ân-ı kerîm okuyan çok kimseler vardır ki, Kur'ân-ı kerîm onlara la'net eder) ve (Bir zemân gelecekdir ki, müslimânların en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir zemân gelir ki, Kur'ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allahü teâlâ bunlara la'net eder). Mizmâr, her nev'i çalgı, düdük demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden korkmaları, ezânı, ho-parlör ile okumamaları lâzımdır. Ba'zı din câhilleri ho-parlörün fâideli olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara (bid'at ehli) denir. Bid'at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. Bir değişikliğin fâideli olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri anlar. Bu derin âlimlere (Müctehîd) denir. Müctehîdler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin bid'at olup olmıyacağını anlarlar. Ezânı (Mizmâr) ile okumağa söz birliği ile bid'at denildi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol insanın kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artdırır. Bid'atlar, günâhlar kalbi karartır. Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. Günâh işlemek istemezler. İbâdetlerin çok olmasını isterler. Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ çok kılmak isterler. Günâh işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid'atler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir. Abdüllah-ı Dehlevînin halîfelerinden Rauf Ahmed, (Dürr-ül me'ârif) önsözünde diyor ki, (Kur'ân-ı kerîmi ve diğer vazîfeleri (Mizmâr) çalgı âleti ile okumak harâmdır). Ezânı ho-parlör ile okumak böyledir. 

Şâfi'î (El-mukaddimet-ül-hadremiyye) ve (Envâr) kitâblarında diyor ki, (Câmi'in hâricinde olanın câmideki imâma uymasının şâfi'î mezhebinde sahîh olması için, imâmı görmesi ve sesini işitmesi ve son safdan takrîben üçyüz zrâ' (300 x 0,42 = 126 metre) uzak olmaması lâzımdır). Televizyonda görülen ve sesi işitilen uzakdaki imâma uyarak kılınan nemâz, hanefî mezhebinde de, şâfi'î mezhebinde de sahîh değildir. Selef-i sâlihîn zemânında, ibâdetlerde bulunmayan şeyleri, sonradan ibâdetlere karışdırmak (Bid'at) işlemek olur. Ezâna ve nemâza, radyo, televizyon ve ho-parlör karışdırmak bid'atini işliyenlerin Cehenneme gidecekleri, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinden de anlaşılmakdadır. Ho-parlörden, radyodan işitilen ses, ezânın kendisi değildir, benzeridir. Aynada, kâğıdda görülen de, insana tam benziyor ise de, kendisi değil, benzeridir.] 

Kaynak: Miftâh-ul Cennet - Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî

http://gercektarihdeposu.blogspot.com
Nemâz Bahsi: Ezân-ı Muhammedî

http://gercektarihdeposu.blogspot.com



Ezanın  Türkçe okunuşu ve anlamı


Allahü Ekber (4 kez söylenir)

Allah en yücedir.

Eşhedü enla ilahe illallah (2 kez söylenir)

Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.

Eşhedü enne Muhammeder-resülullah (2 kez söylenir)

Ben şahitlik ederim ki Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.

Hayye alas-salâh (2 kez söylenir)

Haydi namaza…!

Hayye alal-felâh (2 kez söylenir)

Haydi kurtuluşa…!

Essalatü hayrün minen nevm (yalnızca sabah ezanında 2 kez söylenir)

Namaz uykudan daha hayırlıdır.

Allahü Ekber (2 kez söylenir)

Allah en yücedir.

Lâ ilahe illallah (1 kez söylenir)

Allah’tan başka ilah yoktur. 


EZAN DUASI

Allahumme Rabbe hazihi'd-da'veti't-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete ved-dereceter-refîah. Vebashu makamen Mahmudenillezi veadteh. İnneke lâ tühlifü'l-mîâd

Anlamı

Ey şu tam da'vetin ve vakti gelen namazın sahibi olan Rabbim! Muhammed aleyhisselâma şefâat vesîlesini ve üstünlüğünü ver. Ve onu kendisine va'detdiğin makam-ı mahmûd'a ulaştır"

MI6'nın PKK ve sol terör örgütleriyle bağı var mı

MI6'nın PKK ve sol terör örgütleriyle bağı var mı?

24 Ocak'ta yazdığım 'DHKP-C-Brüksel-Londra hattı' başlıklı yazı üzerine İngiltere'nin Türkiye Büyükelçiliği'nden bir mektup aldım. Yazdığım yazının asılsız ve temelsiz olduğunu söyleyen mektubu önce okuyalım, sonra tartışırız.

'Gazetenizin bugünkü (24 Ocak 2013 tarihli) baskısında, Cem Küçük tarafından kaleme alınan ve Birleşik Krallık'ı terör örgütü DHKP-C'ye gizli bir destek sunmakla suçlayan yazı, beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Sayın Küçük'ün, bu suçlamaları yayınlamadan önce bizimle temasa geçmemiş ve iddialarını destekleyecek en küçük bir delil dahi sunmamış olması üzüntümü daha da arttırdı.

Sayın Küçük bu makalesinde, tıpkı PKK gibi, DHKP-C'nin de Birleşik Krallık tarafından terör örgütü olarak yasaklanmış olduğu gerçeğini tamamıyla göz ardı ediyor. Kuzey İrlanda'daki Sıkıntı döneminde karşılaştığımız acı terör tecrübesi nedeniyle Birleşik Krallık, terör örgütlerinin denizaşırı ülkelerden desteğe erişiminin kesilmesi ihtiyacının bilincindedir. Birleşik Krallık'ın, terör örgütlerinin finans temini de dahil her tür faaliyetiyle mücadele konusunda son derece sert bir tutum izlemesinin en önemli nedenlerinden birisi de budur. Gerçekten de, son yıllarda, PKK'nın finansman temini faaliyetlerini %60 oranında azaltmış bulunmaktayız.

Bu fırsattan istifade ederek, makalede yer verilen asılsız ve rahatsızlık verici iddiaların aksine, ticaretten kültüre pek çok alanda en önemli dost ve ortaklarımızdan birisi olan Türkiye'nin her tür terör grubu ve terörist eylem ile mücadelesine, en içten ve sağlam desteği vermekte olduğumuzun ve vermeye de devam edeceğimizin altını çizmek isterim.

Peter Spoor

Birleşik Krallık Büyükelçiliği

Küresel İşler Daire Başkanı

Basın Müsteşarı'

Bir kere Küresel İşler Daire Başkanlığı herhalde MI6'nın başka türlü söylenme biçimi. Öyle ya, Bay Spoor MI6 diyemeyeceğine göre bu tabiri kullanıyorlar.

Bay Spoor mektubunda tıpkı PKK gibi DHKP-C'nin İngiliz devleti tarafından terör örgütü listesinde olduğunu söylüyor. Tamam, doğru. Sadece İngiltere'nin değil, bütün Avrupa, ABD ve hatta Rusya'nın terör örgütü listesinde. Bu neyi değiştirir ki? O zaman adama sormazlar mı, PKK bu silahları kimden alıyor diye. Bombalar, silahların bir kısmı Avrupa üzerinden Kandil'e gelmiyor mu? İstese İngiltere bunun önüne geçemez mi?

Bay Spoor ayrıca İngiltere'nin PKK finansman desteğini % 60 oranında azaltmış olduğunu söylüyor. PKK'nın İngiltere'de Türk ve Kürt vatandaşlardan elini kolunu sallayarak haraç topladığı, o paralarla terör faaliyetleri yapıldığını herkes biliyor. İngiltere güçlü bir ülke. Kendi ülkesinde PKK faaliyetlerini isterse birkaç günde bitirebilir. Niçin bitirmiyor?

Hadi bunu da geçtik. Kuzey Londra'da Stoke Levington Road'da meşhur bir halkevi var. Eskiden burası Kıbrıslı Türklerin düğün yaptığı yerdi. Daha sonra burası DHKP-C'nin Londra'daki merkezi oldu. Bu halk evine DHKP-C'yi yerleştiren kimdi? 1990'larda DHKP-C'yi oradan çıkarıp PKK'ya tahsis eden kimdi? PKK liderlerinden Mustafa Karasu Londra'ya gelince –ara ara geliyor –bu halk evinde kalmıyor mu?

Devam edelim… Oslo görüşmelerini ayarlayan, PKK'nın Kandil ve Avrupa'daki liderlerine bu görüşmede refakat eden, onları getirip götüren MI6'dan başkası değildi herhalde.

İngiltere Ortadoğu'nun haritasını çizmiş bir ülke. Bu topraklara kayıtsız kalması mümkün değil. Her taşın altında vardırlar ama izlerini sürmek imkansız. MI6'yla bağlantılı son iki yılda bazı cinayetler oldu. Mesela İran nükleer programında çalışan Irak kökenli İngiliz vatandaşı Saad al Hilli ve ailesini kim öldürdü? İran yönetimine karşı savaşan Halkın Mücahitleri ve Cundallah örgütlerinin 'İran'ın çıkarlarına karşı' ortak eylemler düzenlemek için Londra'da bir araya getiren ve akıl veren hangi istihbarat kuruluşuydu?

Türkiye'deki sol-Marksist terör örgütleriyle Londra'nın kuvvetli bağları vardır. Bunları yazınca elbette yok diyecekler. Ama olduğunu biliyoruz. Sayın Spoor'a bir tek sorum var. İngiliz devletinin ve MI6'nın Türkiye'yle ilgili son 100 yılık belgelerini kamuoyuna açıklayın. Eğer bu belgelerde sizin Türkiye'deki sol terör örgütleriyle hiç irtibatınız olmamışsa, söz veriyorum sizden özür dileyeceğim ve bir daha da bu konuda yazı yazmayacağım

cem küçük

Kripto uzmanlarının şüpheli ölümleri unutuldu

Kripto uzmanlarının şüpheli ölümleri unutuldu!

Gazeteci yazar Ömer Özkaya'nın harika bir tespiti vardır: 'Çok şey biliyorsanız, rüşvet yemiyor ve vatanınıza bağlıysanız, dosyanız da yoksa ve sizi satın alamıyorlarsa, bilin ki sizi öldürürler.'

Türkiye'de o kadar çok şüpheli ölüm var ki, bu ülkenin kıymetlerini öldüre öldüre bitiremediler. Hele son 30 yılda yüzlerce garip ve es geçilmiş ölümler var. Bunların üzerinde belki en az durulanı kripto uzmanlarının 2004'de ölümü ya da öldürülmeleriydi.

14 Temmuz 2004 akşamı Çanakkale-Gelibolu yolu üzerinde adi bir vakaymış gibi görünen bir trafik kazası meydana geldi. Bu kazada üç kişi hayatını kaybetti. Sezer Soysal yönetimindeki resmi plakalı, TÜBİTAK'a ait minibüs, saman yüklü arka ışıkları yanmayan traktöre arkadan çarpmıştı.

Ne var ki minibüsün içindeki kişiler ve görevleri düşünüldüğünde bunun 'şüpheli' bir kaza olacağı su götürmez bir gerçek. Bu kazada ölen üç kişi TÜBİTAK'ta ulusal güvenlikle ilgili stratejik bir görev yapan gizli görevli bir yüzbaşı ile iki mühendisti. Üstelik ölenlerden biri MHP'li eski Devlet Bakanı Ramazan Mirzaoğlu'nun damadıydı.

Peki kaza nasıl olmuştu? Söylenenlere göre yolun soluna savrulan minibüs ikinci darbeyi fren yapmaya fırsat bulamayan Mercedes'ten yemişti. 32 yaşındaki Yüzbaşı Yücel Kenter ile 31 yaşındaki mühendis M. Ercan Kuruoğlu olay yerinde hayatını kaybederken, ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan diğer TÜBİTAK görevlisi 54 yaşındaki Mustafa Aktekin tüm çabalara rağmen kurtarılamayacaktı.

Kazayı ilk gören ve yetkililere haber veren köylülerdi. Ancak savcının olay mahalline gelmesinden önce biri ya da birileri kazanın olduğu yere çoktan gelmişlerdi. Bu kişi ya da kişiler TÜBİTAK'a ait minibüse bakmışlar ve hemen olay yerinden uzaklaşmışlardı. Bu kişi ya da kişilerin kim olduğu, nasıl ortada kaybolduğu hâlâ muamma.

Kazada hayatını kaybeden üç kişi Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili kriptolar yani gizli şifreler üzerinde çalışıyordu. Üç kişilik ekip yeni geliştirilen askeri bir cihazı denemek için Çanakkale'ye gitmişti. Askeri görevli Yücel Kenter muhabere yüzbaşı rütbesini taşırken, Kuruoğlu ile Aytekin ise TÜBİTAK Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü'nde çalışıyorlardı. Bu enstitü ulusal güvenliği ilgilendiren gizlilik dereceli bilgilerin korunması hususunda Türk Silahlı Kuvvetleri ve Dışişleri Bakanlığı'na destek veriyor. Burada çalışan uzmanlar yaptıkları işlerle ilgili ailelerine bile bilgi vermiyorlar.

Ramazan Mirzaoğlu'nun damadı olan Ercan Kuruoğlu aynı zamanda 2003 Temmuz'unda Süleymaniye'deki çuval baskınında Türk çadırında el konulan kripto çözücü cihazı yapan kişi olarak da biliniyordu. Ayrıca Kuruoğlu'nun bilgisayarları ortadan kayboldu ve tüm şifreleri gizli bir el tarafından uçuruldu.

Mirzaoğlu'nun damadı Ercan Kuruoğlu'nun avukatı olan Uğur Amasya ortaya bazı deliller ve şüpheli durum tutanakları koydu. Mesela kaza yapan minibüsün plakasının değiştirilmesi, şoförün bilinen güzergâhta gitmeyip, farklı bir yol izlemesi ve en önemlisi kaza sonra olay yerine gelip ortadan kaybolan kişiler. Zaten bu sorulara cevap verilse çoğu şey aydınlatılacak ama kimse cevap veremiyor.

Tabii TÜBİTAK'ın bu kazadan sonra ketum bir tavra bürünmesi, olayın üstüne gitmemesi de ayrı bir vaka. Tek söyledikleri, 'Askeri bir cihaz geliştirmiştik. Denemeye gidiyorlardı' gibi sıradan bir açıklama oldu.

Daha da ilginci bu kazadan sonra ASELSAN mühendislerinin tuhaf ölümleri başlayacaktı. Birbiri ardına gelen bu ölümler hala aydınlatılamadı. Başka ülkelerin gizli servisleri ya da içerideki bir yapı ülkenin en ufak hamlesine bile karşılar. Ne yapıp edip işin ehli insanlarımızı susturmayı başarıyorlar.

Bu kaza adi bir vaka olarak kayıtlara geçti. Mahkemeler bir yere kadar gidiyorlar ama sonrası bir türlü gelmiyor. Şimdi bu olayı kime sorsanız çoktan unutmuştur bile. Ancak ne olursa olsun mahkemeler bu olayları soruşturmalı, peşini bırakmamalı. Yoksa zaman aşımından bu olay da unutulur gider.

Bu ölümlerin/cinayetlerin hiçbirisi tuhaf değil. Hepsi bilinçli. Bu ülkenin bağrında yerli ve yabancı ortaklı bir el değerlerimize el atıyor. Ve ne oluyorsa devletin derinliklerinde bu eller bir şekilde hâlâ korunmaya devam ediyor.

Kaynaklar: Gizli Suikastlar, Şüpheli Ölümler; Yazar Atilla Akar, Profil Yayıncılık, 2009, sayfa 195

27.07.2004 tarihli Zaman gazetesi haberi: Kripto Uzmanlarının Şüpheli Ölümü Mahkeme Yolund

Cem küçük

Büyük Türkiye´de CHP nerede duruyor

Büyük Türkiye´de CHP nerede duruyor?

Muhalefetin en tepesinden en altına kadar aynı üslubu kullanmaları hem çok şaşırtıcı hem de çok acı! Kendilerini bu ülkenin sahibi zanneden üstenci, küstah, aşağılayıcı bir üslupla milleti hor görmeyi marifet saymak ve bunun prim yapacağını düşünmek nasıl bir akıl tutulmasıdır.

Yazımın başlığındaki soruyu ironi olsun ya da sadece laf söylemiş olmak için sormadım. Cidden bu sorunun cevabını çok merak ediyorum. Uzun bir süredir ülkemin ana muhalefet partisinin içler acısı hali beni içten içe düşündürüyor. Düşünüyorum bir parti bu kadar aymazlık, bu kadar kör, izansız bir muhalefeti nasıl yol haritası olarak seçer? Amacı ne olabilir? Gündeme her gün yeni bir rezillik, yeni bir utançla çıkmak için nasıl bu kadar derin bir çaba sarf eder? Bugün neredeyse kaldırdığımız her taşın altından CHP çıkıyor. Muhalefet etmenin politika icra etmeninde amiyane tabirle bir raconu vardır. Bu raconda da kullandığınız üslup sizi partinizi ve arkasında savunduğunuz kitleleri temsil eder. Bu üslubu kullanmayan herkes artık şu gerçeğin farkındaki bu millet kendini ötekileştiren, nefret söylemleri yayan, kaos ortamı oluşturan herkese tepkisini çok net gösteriyor.

Hiçbir zaman “Benim gibi düşünmeyene düşman olmalıyım” gibi bir mantıksızlığı savunmadım. Bu tavrı gösteren herkesi eleştirdim. Farklı görüş ve fikirlerin güzellik, renk olduğunu düşündüm. Farklılıklarımızın birlikte yaşamamıza asla engel olmadığına inandım. Yeter ki birbirimizi dinlemeyi, anlamayı, hoş görmeyi isteyelim. Son günlerde gezi olayları ile birlikte kutuplaşmanın yeterince zirvesini gördük. Kutuplaşmayı körükleyen üslubun kendisine artı puan katacağını düşünen bir muhalefetin acizliğini maalesef izledik. O ortamlarda sakinleştirici, uzlaştırıcı bir üslubu tercih etmeyi deneselerdi AK Parti hükümetinin ekmeğine yağ sürmüş olmazlardı. Ama her fırsatta çirkefliğe çirkeflik katıp milletin ahlaki, manevi değerlerini hiçe saymayı yeğlediler.

CHP düşmanı asla değilim. Aksine bu ülkede ana muhalefetin daha güçlü olmasını, demokrasinin sevdalısı olarak 75 milyonu birden kucakladıkları günleri görmek isteyen bir vatandaşım. Ama her geçen gün bu umudumu biraz daha yitiriyorum.

Karşımda gördüğüm muhalefetin en tepesinden en altına kadar aynı üslubu kullanmaları hem çok şaşırtıcı hem de çok acı!...

Kendilerini bu ülkenin sahibi zanneden üstenci, küstah, aşağılayıcı bir üslupla milleti hor görmeyi marifet saymak ve bunun prim yapacağını düşünmek nasıl bir akıl tutulmasıdır. O günler çok geride kaldı artık…

Geçmişin pis kalıntılarını üzerinizden temizlemek yerine elinize yüzünüze boca etmenin amacı nedir ki?

Türkiye´yi sadece İstanbul, Ankara, İzmir sanmak Anadolu´nun tertemiz insanlarını yok saymak onların isteklerine, beklentilerine gözlerini kapamak sizi halkın partisi yapmaz. Parti içerisinde çok kıymetli insanların olduğunu biliyorum ve bu insanların bu gidişata dur demesini umut ediyorum. Eğer bu ülkeye gerçekten sevdalıysanız o zaman ülkemizi geliştirecek, güçlendirecek her türlü projeye destek olmalısınız. Muhalefet demek darbecileri alkışlamak, 120 bin insanın katili ile boy boy fotoğraf çektirmek, El- Kaide´yi, KCK´yı desteklemek mi sizin için. Siyaseti bel altı jargonlarla, saldırganlıkla savunmak yerine sağlam argümanlarla politikanızı sunarsınız, millette sunduklarınızı beğenirse size sandıkta cevabını verir. Ha ama biz böyle devam ederiz bir gün bu milletin inancına, ertesi gün başörtüsüne faşistçe müdahalede bir beis görmeyiz derseniz o vakit sonsuza kadar cılız muhalefet olarak köşenizdeki yerinizi korursunuz. Biz herkesin özgürce yaşayacağı, özgürce fikrini savunacağı, özgürce giyineceği, ötekileştirilmediği, demokrasinin tam savunulduğu büyük Türkiye´yi istiyoruz. Ya siz?

Gazeteci / Seda Ayşe CAYMAZ

Hıristiyanlığa Reddiye

Hıristiyanlığa Reddiye
İspanyol papazı iken, İslamiyeti kabul eden Abdullah Tercüman, “Tuhfetü’l-Erib Fi’r-Reddi Ala Ehli’s-Salib” isimli kitabında bıraktığı dinle ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyor.


İhvanlar.net’te sözkonusu kitap ve yazarıyla ilgili şu yorumda bulunuldu: “Aslen Anselmo Turmeda adında bir İspanyol papazı iken, bilahare İslamiyeti kabul eden muhtedi Abdullah Tercüman’ın, Hıristiyanlığı çürüten ‘Tuhfetü’l-Erib Fi’r-Reddi Ala Ehli’s-Salib’ isimli eseri bu batıl dinin karanlık yüzünü görmemiz için bütün Müslümanların okuması gereken bir eser.

Bugün ‘bütün dinleri bir merkezde toplayacağım’ diyenler bu eserleri sağlıklı bir şekilde tahlil etseydi böyle hezeyanlarda bulunamayacaklardı.

Papaz bile Müslüman olunca bıraktığı batıl dindeki yanlışlıkları birbir sıralıyor, bizim Müslüman bildiklerimiz ‘aman darılırlar’ diye ses çıkartmadıkları gibi onların hak yolda olduğunu ima edecek söz ve davranışlar içerisine giriyorlar. Bu nedenle kitabı iyi okuyun…”

Kitabın içerisinden küçük bir bölüm şöyle:

“Metta İncilinin dördüncü babında: [Şeytan, Mesih'in kendisine secde etmesi için davette bulundu; Ona dünyanın memleketlerim ve güzelliklerini gösterip: «Bana secde et, bunların hepsini sana vereyim», dediğinde, Mesih ona: «Her insana AIlah'dan başkasına ibadet ve secde etmemek yazılmıştır» diye cevap verdi.], yazılıdır.

Eğer Hazret-i İsa (A.S.) ilah olsaydı, şeytan ona böyle söz söylemeğe cesaret edemezdi. Bu sözüyle Hazret-i Mesih, varlığı vacib olan Allahü Teala’dan gayrıya secde edilmiyeceğini bildirmiştir.”

KİTABIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
https://docs.google.com/file/d/0B_TWCeDpz9J7aU90UGc0Vml2VjQ/edit?usp=sharing

En pahalı Selamun Aleyküm

En pahalı Selamun Aleyküm

Hep söylerim, aslında çok ama çok değerli haberler bizde görülmez!
Küçültülür, kaybedilir! Bunun için yetişmiş çok adam vardır burada!
Görevleri ve yetkileri bellidir! Türk kazanmasın, bu topraklar gülmesin diye özel gayret içindedirler!
İsim vermeyeceğimi biliyorsunuz!
Her şey apaçık ortada!
Sadece dikkat!
Gizlenen ve hakkı verilmeyen sözlerden biri de maalesef yine İngiliz Başbakan David Cameron'a aitti!

ETON COLLEGE mezunu Başbakan, kendi ülkesinde düzenlenen Dünya İslami Ekonomik Forumu'nda konuştu! Konuşma ilginçti! Ama asıl ilginç olan, Cameron'un salonda bulunan 800 önemli misafirin meraklı bakışları arasında sözlerine "Selamün Aleyküm" diye başlamasıydı! Cameron piyasalarda dolaşan ve en az 1 trilyon dolar olduğu söylenen parayı alabilmek için İSLAMİ BONO işine girmeye karar vermişti! Selamın arkasında yatan neden buydu! Protestanlığın kalesi ve simgesi olan İngiltere, Araplar'la buluşmaktan ve onların hoşuna gidecek jestlerden kaçınmıyordu!
Neyse buraya tekrar geleceğiz!

Gidenler bilir, Eton College ile KRALİÇE'nin hafta sonlarını geçirdiği WINDSOR Şatosu birbirlerine yakındır!
Özellikle ŞATO'dan okul çok görkemli görünür!
Kraliçe'nin gerçek ismi Elizabeth Alexandra Mary Windsor'dur! Kral V.George, ailesinin Alman bağını kesmek için bu ismi almıştır! Taa 1917'de!

Kraliçe de Buckingham ve Holyrood saraylarının dışında Windsor'u kullanır! Ama her geleni Windsor'a sokmaz! Dünyanın eşsiz tablolarının ve antikalarının bulunduğu, NİŞANLARDAN gözünüzü alamayacağınız bu yere sadece PARASI olanlar girer!
İlerlemiş yaşına rağmen Kraliçe son 5 yılda burada 4 özel davet verdi!
Kimlere mi?
Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife el Tani
Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el Ahmed el Sabah
Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid El Maktum
Katar Başbakanı Şeyh Abdullah'a...
Hepsiyle yakından ilgilendi!
Zaten hem Türkler'le hem Araplar'la 200 yıldır yakından ilgileniyorlardı!

Kalelerini Londra'ya inşa eden Rothschildler, Kırım Savaşı'nı finanse etmiş, daha sonra da Osmanlı'nın BORÇ yönetimini ele almıştı! Bu İSRAİL'in kurulmasına giden bir yoldu!
Askerle giremedikleri yerlere PARA ile giriyorlardı!
Bu aileler Windsor'un desteğiyle İttihat ve Terakki'ye sızdı! Daha doğrusu kurdu ve yönetti! 1900'lerin başlarından itibaren Osmanlı'da operasyon yapan İngiltere, Fransa, Amerika ve Almanya'nın arkasında bu aile vardı!

Amerika adına yürütülen Chester projesinin arkasındaki Kuhn-Loeb ve Vicker-Armstrong, İngiltere adına yürütülen Glasgow projesinin arkasındaki Rio Tinto vardı!
Bir de Rohtschild ailesinin İstanbul'da SADIK ADAMI Gülbenkyan iş başındaydı! SHELL İstanbul'un başında görev yapıyor ama asıl Osmanlı'nın Ortadoğu'daki petrollerini avuçlamak için çalışıyordu! En başarılı olan da bu zattı!
Haliyle onlar kazanınca Türkler kaybediyordu!
Peki Windsor sadece petrole mi göz dikti?
Elbette hayır!

Lord Alfonse de Rothschild'in, Paris'te Siyonizm üzerine düzenlediği bir yemekli toplantıya katılan Lord Alfred Milner'a, Kral Faysal'la konuşması için, Arabistanlı Lawrence tercümanlık ediyordu. Milner, BALFOUR Deklarasyonu'nun babasıydı! Akıl onundu!
Ayrıca İngiltere'nin dış politikasını belirleyen think-tank kuruluşu Chatham House/RIIA, Rothschildler'in kontrolünde Milner tarafından kuruldu.

Irak'ta bir Kürt devleti kurulması da bu kuruluşun icadıydı!
Dediğim gibi LONDRA bağlantılı basın bunları yazmazdı!
Musevi bağlantılarının karşısına hiçbir gazete ve televizyon karşı durmazdı!
Hal böyle olunca da GERÇEK bir türlü anlaşılmazdı!
İngilizler sadece toprak üzerine hesap yapmazdı! Asıl hedef PARA'ydı!
Zaten Musevi ailelerle görünmeyen işbirliğinin altında da bu yatıyordu!

Aynı AKIL FAİZSİZ BANKACILIK sisteminin de mucidiydi!
Körfez'e inip liderleri ikna ederek PARALARIN Londra'ya akmasını da başarıyorlardı!

Amerika her yere asker götürmesine rağmen tek kurşun atmadan İngilizler pastadan kocaman pay almayı biliyorlardı!
Herkese de "Biz Amerika ile birlikteyiz!" yalanını söyleyerek!
Zaten Amerika'nın içinde ÖZ AMERİKA kadar güçlüydüler!
Görünmeyen BİRLEŞİK KRALLIK'ın gerçek gücü oradaydı!
Akrabalık ve ekonomik sistemin sorunsuz işlemesini sağlıyordu!
İşte bizim MÜSLÜMAN diye sokmadığımız, hatta ismini beslediğimiz hayvanlara verdiğimiz insanlar Londra'da bir TÜRK'ün giremediği ŞATOLARDA ağırlanıyordu!

Laikliği korumak için trilyon dolarları kaybediyorduk!
Tıpkı Kürtler'i itip petrol ve gaza sırtımızı döndüğümüz gibi!
Onların BAŞBAKANI ülkesi için her kılığa girerken kimse sorun etmiyordu!

Ama Erdoğan memleket için uykusuz geceler geçirdiğinde Kraliçe'nin adamları tarafından saldırıya uğruyordu!
Aradaki farkı da normal bir aklın görme ihtimali yoktu!
Çünkü Londra ve Musevi ailelerden emir alan MEDYA olağanüstü bir karartma yapıyordu!

Marmaray, Türkler'in en güçlü olduğu zaman yapılan bir projedir!
Türkler ne zaman güçlü olduysa BOĞAZ'a hükmetti!
Marmaray da bunun göstergesi!
Ankara artık "Sadece Ortadoğu'ya değil Çin'e kadar ben gideceğim!" diyor! Bu PARANIN İstanbul'a gelmesi demek!
Bu da Cameron'ı 45 yaşından sonra "Selamün Aleyküm" demeye zorluyor!
Biz kendimizi bulunca adamlar değişiyor!
GÜÇ BU!

Ergün diler

Nezaket

Nezaket

İnsanlar gerçekleri bilmeyince, doğrularda buluşma bir türlü gerçekleşmeyince, ortalık boş sözlerle inleyince AKIL devredışı kalıyor! CHP kurulurken ülkenin en entelektüel insanları burada siyaset yapardı! Nezaket ve üslup ön plandaydı! Şehirli olmanın getirdiği bir ağırlık ve şıklık vardı!
Bu, Baykal'ın gidişiyle bitti!
Kasetle gelen Kemal Bey de bir bürokrat olmasına rağmen sonraları değişti!

Sert ve yakışıksız ifadelerle muhalefet yapmayı tercih etti! Oysa bizim siyasetimizde yani Özal, Ecevit, Erbakan ve Demirel gibi figürler arasında ZEKA yarışırdı!
Galiba bunu da kaybettik!
Eğer plan işlerse, ki tıkır tıkır işliyor, Kemal Bey'in yerine Mustafa Sarıgül gelecek!
Bu kez özlediğimiz üslup daha da aranır hale gelecek!
Neyse bunu da yaşayarak göreceğiz!

Ama biz yine de GÖRÜNMEYENLERİN peşinden gidelim! Zaten diğer tartışmaların eni boyu ortada! Kim istiyorsa oturup izlesin!
Türkiye büyük güç olma yolunda ilerlerken cari açık, nüfus ve enerji sorununu çözmek zorunda! Atılan bütün adımlar da bu yönde! Şu anda içinden geçtiğimiz sert ve hızlı değişim dönemi ülkenin sağlam bir raya zamanından önce oturması için!

60 milyarlık enerji faturası devletin omzunda büyük bir yük! Bunun sona erdirilmesi için çok gayret sarf ediliyor!
Ancak Ankara bunları aşmaya çalışırken BARONLAR boş durmuyor!
Onlar da üzerlerine düşeni eksiksiz yapıyor!

Google'a girip dünyanın en büyük 1000 şirketini sorgulayın. Karşınıza onlarca sayfa gelecek! Bu sayfalara baktığınızda 900 şirketin büyüklüğünü ve arkasındaki para gücüne şaşırıp kalacaksınız! Bu 900 şirketin sahipleri Musevi aileler!

Ellerinin altında tuttukları para ve fon miktarını net olarak bilen yok! Ama devlet gibi banka ve şirketlere sahip oldukları ortada!
PARA DENGESİNİ kuran bu aileler neredeyse dünyanın her yerinde kazanılan 100 doların 85 dolarını kendi sistemlerine aktarırlar!
Kazanılan bu 85 dolar MUSEVİ ailelerin kurduğu dolaşımda hayat bulur!

2003'ten sonra Türkiye için de aynı şeyler söz konusuydu! Her 100 doların 80'i bunların cebinden geçerdi!
CUMHURİYET'i kurmuş, bayrağımızı dalgalandırmış, marşlarla büyümüş olsak da gerçek buydu!
Zaten halktan gizlenmesi ve iki yakamızın bir araya gelememesi de bu nedenleydi!
Ürettiklerimiz onlara gidiyordu!
Tarih yazan, çağ değiştiren bir millet nedense bu sorunu çözemiyordu!

Türkiye üzerine atılan şal öyle bir şeydi ki; kimse onu çekip almaya cesaret edemiyordu! "Aman kızdırmayalım!" duygusu hakimdi!
Hemen hemen her siyasetçi Musevi ailelerden "OLUR!" almadan yola çıkmazdı! Sıkıştığı anda da yardımı orada arardı!
Bu tablo 2003'ten sonra hızla geriledi! Başçı'nın yönetimindeki para idaresiyle bu oran 35 dolara kadar düştü! Yani 100 doların 80'i değil artık sadece 35'i onların cebine giriyordu! Bir yandan Musevi ailelerin paraları kısıtlanıyor, bir yandan da CARİ AÇIĞA rağmen ülkedeki istikrar devam ediyordu! PARAYA hükmetseler de anlamadıkları buydu!

Dünyanın her yerinde olan ve sözü geçen aileler 10 yıldır Türkiye'de tökezliyordu!
Ve ortadaki tabloyu gelir-gider dengesiyle açıklayamıyorlardı! Enerji ihtiyacı ve cari açığa rağmen Türkler'in ne yaptıkları bir türlü çözülemiyordu!
İşte bu merak BOĞAZ'a yine hakim oldu!

Operasyonu yapamamak belli ki sinirleri çok bozmuş! Daha önce Merkez Bankası'ndaki rezervi ve akışın sırlarını öğrenmek için 20 milyon dolarlık rüşvet pastası dağıtıldı! Ancak istihbaratın devreye girmesiyle KÖSTEBEKLER bir bir yakalandı! Operasyona rağmen geri adım atmayan BARONLAR, CHP'den aldıkları destekle AK Parti'ye yakın bazı isimleri de mercek altına aldılar! Merkez'le ilgili iki satır bilgi ufuklarını açacaktı!

Alacakları bilgi onların planlarına yön vereceği için çok önemliydi! Bu nedenle hem PARA miktarı hem ödül farklılık gösterdi! Pamuk eller iyice cebe atıldı anlayacağınız!
Yurt dışında yaşayan bazı Türkler bu kutsal görev (!) için çağırıldı! Bankadaki parayı söyleyen ve akışı bildiren KÖŞE olacak!
Türkiye, 29 Ekim'i kutlarken bunların derdi bu!
Geçmişlerinde kimsenin bilmediği SIRLARLA zengin olanlar şimdi yine bildik oyunlarla kontrolün kendilerinden çıkmasını engellemeye çalışıyorlar!

Her ay çuvalla parayı dışarı çıkarsalar da Ankara'da PARA bir türlü bitmiyor ve bekledikleri ekonomik tökezleme gerçekleşmiyor!
Yıllarca operasyon yaptıkları BAŞKENTİN bu hale nasıl geldiği cevap aranılan en önemli soru!
Artık muslukların başında TÜRKLER'in olduğunu görseler iyi olacak ama o göz onlarda yok!
Herkesi satın alacaklarını düşünüyorlar!
Bunun için dışarıdan James Bond getiriyorlar!
James Bond serisi gelse nafile!
Harç bitti, yapı paydos!
Türkiye artık cidden Türkler'in!
Masal bitti!
Sürpriz paketle gelen servetlerinin erimemesini istiyorlarsa UYUM sağlasınlar!
Benden söylemesi!
Yoksa hem siyasi güç hem dolarları gider!
Akıl, yol yakınken dönmeyi emrediyor!
Gerisi onların bileceği bir iş!

NOT: Snowden'ın sızdırdığı dinleme bilgileri dünyayı sarsıyor! Bir güç "Obama'nın haberi var!" diyerek Beyaz Saray'ı hızla Avrupa'dan uzaklaştırıyor! Dinlenen ülkeler tepkilerini sıraladıkça aradaki mesafe artacak ve Washington-Ankara-
Moskova dengesi iyice yerine oturacak! Bizim tarihçilerimiz pek söylemez ama Türkler, İstanbul'u aldıklarından bu yana ilk kez doğru ittifakta yer alıyor! Bunun sonu Büyük Osmanlı'dır! Tabii başka bir isimle!
Korku bu olduğu için 29 Ekim'den sonra BARONLAR, CHP'yi öne sürerek tansiyonu fırlatacak! Ama bizler içerideki kavgaya yerli gözlükle bakmaya devam edeceğiz! Kafayı kaldıran uzağı görecek! İran lideri "İngiliz şirketlerine kapımız sonuna kadar açık!" diyerek işaret fişeğini yaktı! Oyun Türkiye'nin etrafında! Hiçbir şeyin nedeni içeride değil! Zaten final de bu yüzden burada

ergün diler

30 Ekim 2013 Çarşamba

Nazi Exclusive - Part IX: Atsız..

1 Eylül 1939 tarihinde Polonya'nın işgal edildiğini söylemiştik. Şu dünyada Naziliğe ağız dolusu küfretmeye hakkı olan bir tane millet varsa, onlar da Polonyalılar efendim. Dile kolay, koca ülkenin beşte birini telef etmiş g.toş Naziler. Bu yazıda biraz Polonya'dan bahsedelim o yüzden.

İşgal öncesi g.tü sağlama almak maksadıyla Hitler'in Sovyetler ile bir anlaşma yaptığını anlatmıştık. Bu anlaşma çerçevesinde iki devlet Polonya'yı fifti fifti bölüşme kararı aldılar. Stalin'in kontrolündeki tarafı s.ktir et şimdi, biz Nazi kardeşlerimizin yaptıklarına bakalım.

Şimdiye kadar çizdiğimiz tembel ve goygoy sevdalısı Hitler karakterini düşündüğünüzde, kendisinin işgal altındaki Polonya topraklarının yönetimini de pek s.klememiş olduğunu şüphesiz ki tahmin edebilirsiniz. Adolf kankamızın tek yaptığı, Almanya payına düşen toprakları üçe bölüp, başlarına t.şaklı Nazi generalleri getirmek oldu. Özellikle Warthegau ve Danzig bölgelerine ehemmiyet gösteren Hitler, Warthegau'nun başına Arthur Greiser'i, Danzig'in başına da Albert Forster'i geçiriverdi. Neyse, ortamı isme boğup kafanızı s.kmek istemem. Adolf'un bu iki generale direktifi netti: "Beyler üçüncü bölgeyi s.ktir edin de, şu iki bölgeyi kompil Alman içinde bırakmak istiyorum. Ne yapın edin, bu bölgeleri Almanlaştırın kankalar. Saçma sapan yerleri işgal etmeye başladık, bari içinde full Alman olsun da bi bahanemiz olsun .mına koyiim." Sanki oyun oynuyor deyyus. Neyse... "Ne yapıp edin Almanlaştırın buraları" çok muallak bir cümle olduğundan, iki generalin bu emri farklı şekillerde algılamasına da şaşmamak gerek.

Albert Forster, daha kafası rahat bir elemandı. Nazilik filan iyi hoş da, o da goygoyu pek severdi. O yüzden bu "Almanlaştırma" mevzusunu da işine geldiği gibi yorumladı. Şehrin dört bir yanına afişler astıran, gazetelere tam sayfa ilanlar veren Forster; "iki vesikalık fotoğraf, vukuatlı nüfus kayıt örneği ve kimlik belgesi getiren herkesi beş dakika içinde Alman yapacağını" duyurdu. Bir sürü Danzigli gariban da, "Oluverelim bari, neme lazım" diyerek gitti kaydoldu.

Öteki tarafta Arthur Greiser, Nazilik yoluna baş koymuş bir ruh hastasıydı. Nitekim Forster gibi işi kısa yoldan çözmek istemedi ve Almanlaştırma projesini Nihal-Atsız-style gerçekleştirme kararı aldı. Bölge halkını sıradan geçirip "Ne kadar Almansınız?" testine tabi tutan Greiser, işi sıkı tuttu. Testin içeriği de bildiğiniz gibi işte. Kafatası ölçümleri, "Beck's nerenin birası?" "Bundesliga'yı geçen sene kim aldı?" gibi sorular... Testi geçemeyen çaşıtların başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Meydanlarda asılanlar, kurşuna dizilenler, tecavüze uğrayanlar... Olaylarının bokunun çıkmasında başrol oynayan adamlardan biri de bu puşt yani. Bu dönemde Berlin'de harita üstünde oyunlar oynamaya devam eden Hitler de, Polonya'dan gelen haberleri "Ee babuş savaş kolay kazanılmıyor" diyerek normal karşılıyor idi.

Nazilerin denyoluğu bununla da sınırlı kalmadı. O dönemde çevre ülkelerde yaşamakta olan Almanları da yeni imparatorluk sınırları içine dahil etme niyetinde olan Hitler ve şürekası, yine boy boy ilanlarla ırkdaşlarını Almanya sınırlarına dönmeye çağırdılar. "Beyler Polonya diye bi yer aldık, koca ülkenin yarısı bizde, raadolun çıkın gelin bi ev buluruz size de elbet" çağrılarını coşkuyla kabul eden bir sürü Alman; gemilere, trenlere doluştu, yeni bir hayat hayaliyle ülkeye doğru yola çıktı. Alman popülasyonu arttıkça, Polonya'nın yerlisi iyice eziliyordu. "Lan oğlum sığamayacağız biz bu ülkeye?" endişeleri içerisinde, yeni planlar yapılmaya başlandı...

s.

Jakoben Elitler Cumhuriyetinden, Demokratik Cumhuriyete!..

Jakoben Elitler Cumhuriyetinden, Demokratik Cumhuriyete!..

Cumhuriyet fikri Osmanlının son yıllarında konuşulmaya ve tartışılmaya başlanmıştı. Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet ilanlarıyla gerçekleştirilen reformlar sonucu getirilen yenilikler, monarşiden Cumhuriyete dönüşümü hazırlayan safhalardı.

Osmanlı devlet bürokrasisi çevrelerinde hatta saray içinde bile Cumhuriyet söylemi yüksek sesle konuşulması kimseleri rahatsız etmiyordu. Nitekim o, hazırlık dönemine itiraz edilmediği içindir ki; Osmanlı sonrasında Cumhuriyetin ilanına hiç kimse karşı çıkmamıştır. İtirazlar ve karşı duruş; Cumhuriyetin ilanına değil, ilan ediliş şeklineydi.

O gün yaşanan siyasi kavgaları;

Hilafet ve halifeliğin kaldırılması, Harf devrimi ile kılık kıyafet devrimleri ile reddi miras politikalarının sebep olduğu travmalar ve verdiği büyük yıkımı, birinci meclisin feshi ve kurtuluş savaşının kahraman komutanlarının hain ilan edilişini bu gün yazacak değilim.

Ancak bu gün 90. yılını kutladığımız Cumhuriyetin geçtiği safhalarda ihanet derecesinde yapılan yanlışları düzeltme yolunda atılan adımların bilinmesi gerektiğine inanıyorum.

Kurtuluş Savaş’ımızın ardından 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla “egemenlik padişahtan alınarak millete verildi, milletin kendisini yönetecek siyasi kadroları seçerek bir özgürleştirme ve demokrasi gibi değerlere kavuştu” şeklinde hep anlatıldı.

Eğer bu doğru olsaydı;

2013 ve Cumhuriyetimizin 90. yılını kutladığımız şu günlerde, hala demokratikleşme adına paketler açıklanıyor olmazdı.

Eğer;

Egemenlik padişahtan alınıp millet yerine bir avuç seçkine bırakılmasaydı, bu gün içinde bulunduğumuz sıkıntılarla boğuşan ülke olmazdık. Geçen 90 yıla rağmen hala temel hak ve özgürlüklerimiz üzerinden tartışmalar yapılmazdı.

Demek ki;

bir yerlerde hatalar olmuştur…

Geçen 90 yıla rağmen sorunlarını aşamayan bir ülke olmamızın asıl sebebi;

Cumhuriyetin ilanını gerçekleştiren iradenin kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamasıyla başlayan o fikir ayrılığın kavgası yatmaktadır.

Bu kavga o günden sonra siyasi kadrolaşmaya dönüşerek siyaset arenasına taşınmıştır. Despotçu CHP’nin tek parti dönemi; devlet içinde vesayetçi güç olmayı başaran o kadronun eseriydi.

Çok partili dönemde ise seçilmişler, vesayetçi gücün emrinde olmaya ve yetkilerini paylaşmaya mecbur bırakılmışlardı. Devlet içindeki hukuk dışı yapılanmanın aşılarak kuvvetler ayrılığı esasında devletin yeniden yapılandırılmasını isteyen iktidarlar, darbeler, muhtıralar veya yüksek yargı kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmıştı.
Şu bir gerçek:

Cumhuriyetin ilanında rejimin dayanağı olan “Batılılaşma” da eğer; şekilcilik ve taklitçilik olan giyim ve yaşam tarzı yerine; ekonomik alanda üretime yönelik sanayileşme ile teknoloji esas alınarak milli kalkınmanın temelleri atılmış olsaydı, bu gün geldiğimiz noktadan fersah fersah ilerde olurduk. Ve yine: Dayatmacı, yasakçı ve baskıcı uygulamalar yerine demokratikleşme başlatılarak, bireyin özgürlüğü, insan hakları ve adaleti ilke edinen bir hukuk devleti görüşü benimsenmiş olsaydı bu gün; bölünmez bütünlüğümüzü hedef alan saldırılar olmaz, bizi birbirimize ötekileştiren kavgalar hala yaşanıyor olmazdı.

Mehmet Koçak

Cumhuriyet ve mecburiyet

Cumhuriyet ve mecburiyet

“Cumhuriyeti ve demokrasiyi CHP’ye borçluyuz” diyorlar ya, üç sebepten dolayı tepem atıyor!..

1. Borçlu yaşamayı sevmiyorum…

2. Bu iddia doğru değil…

3. Cumhuriyetle demokrasiyi CHP’ye borçlu olsak bile çoktan o borcu ödemiş bulunuyoruz.

Nasıl mı ödedik?..

Cumhuriyeti kuran Atatürk’e ömür boyu cumhurbaşkanlığı, İnönü’ye ise tüm başarısızlığına, milleti açlığa, yokluğa, yoksulluğu, ezansızlığa, Kur’ansızlığa mahkum etmesine rağmen, 20 yıldan fazla (çoğu da muhalefetsiz) başbakanlık vererek ödedik…

Borç-alacak kalmadı!.. Söylemiştim: Kimseye borçlu kalmak istemem.

Bu iddia (2. madde) zaten doğru da değil… Çünkü cumhuriyet (daha doğrusu demokrasi) arayışı Sultan II. Abdülhamid’den beri var. Bu çerçevede seçimler yapılmış, parlamento kurulmuş, meşrutiyet denenmiş, yumuşak bir geçiş amaçlanmıştı.

O gidişin “demokratik cumhuriyet” çizgisine geleceği aşikârdı. Belki İngiltere gibi “demokratik monarşi” olurduk. Ancak hilâfet devam ederdi. Hilafetin devam etmesi, özellikle İslam ülkelerine (ve petrol yataklarına) hâkimiyet hesapları yapan İngiltere’nin işine gelmiyordu. Başkentimizi işgal etti. Ama bizimle savaşmadı, yapabilecek durumdayken, işgali Anadolu’ya yaymadı. Bunun yerine bir maşa kullandı ve Yunanistan’ın Batı Anadolu’yu işgal etmesini sağladı.

Yunanistan, tanımadığı denizaşırı topraklarda, yetersiz bir kuvvetle, yirmi yıl aralıksız savaşarak deneyim kazanmış Osmanlı ordusunu yenemezdi. Zaten Yunanistan da İngiliz desteğine güvenip İzmir’i işgal etmiş, yine İngiltere’nin destek taahhüdüne güvenerek işgali Aydın ve Bursa havalisine yaymıştı.

Fakat ne hikmetse, beklediği desteği İngiltere’den alamadı. Osmanlı ordusuyla baş başa bırakıldı. Milis alayları tarafından iyice yıpratıldıktan sonra, son darbeyi Sakarya’da yedi, perişan halde kaçtı.

Böylece Ankara önemli bir “zafer” kazanmış oluyordu. Bu “zafer” sonucu Atatürk’le İsmet Paşa’nın yıldızı parlarken, rakip olabileceği düşünülen isimler (en başta da Çerkez Edhem Bey, sonra Karabekir Paşa) bir bir ayıklanacaktı.

Sonra Lozan Konferansı başladı. İngiltere “galip” tarafta, Yunanistan ise “mağlup” tarafta oturuyordu. Yunanistan Başbakanı Venizelos bu işe çok şaşırmış, Türk Murahhas Heyeti Başkanı İsmet Paşa’ya, “İngiltere masanın galip tarafında otururken, ben İngiltere’nin müttefiki olarak neden mağlup taraftayım?..” diye yakınmaktan kendini alamamıştı.

Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’de imzalandı. 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyet ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı, İsmet Paşa ise Başbakan oldu.

Saltanat 16 Mart 1920 tarihinden geçerli olmak üzere zaten kaldırılmış, Sultan Vahideddin “sade vatandaş”a dönüşmüş, nihayet aldığı tehditlerin de etkisiyle ülke dışına kaçmak zorunda kalmıştı (17 Kasım 1920).

Saltanatın ve hilafetin devam etmesi demek, Mustafa Kemal Paşa’nın en fazla genelkurmay başkanlığına, İsmet Paşa’nın da kuvvet komutanlığına razı olması demekti. Ama sistem değişir, meşrutiyet yerine cumhuriyet ilân edilirse, Kemal Paşa padişah yetkilerini aşan yetkilerle donatılmış kurucu cumhurbaşkanı, İsmet Paşa ise Başbakan olabilirdi.

Nitekim de öyle oldu. Bu da son derece normaldir: Zira politikada, “Ben çalıştım sen ye” mantığı yoktur.

Göstermelik hilafet de 3 Mart 1924’de kaldırıldı (hilafet kaldırılmadan İngiltere’nin Lozan Andlaşması’nı imzalamadığını hatırlayalım lütfen)…
Takip eden günlerde de İngiltere Ortadoğu’ya, yani petrol yataklarına hâkim oldu. Öyle bir tahripkâr zekâ kullandı ki, bölge bir türlü toparlanamıyor.

Yani cumhuriyet, mecburiyetin eseridir.

Yavuz Bahadıroğlu

Cumhuriyet; Kur’ân’dan Kopuş, Medenî Bilgiler Kitabı’na Geçiştir

Cumhuriyet; Kur’ân’dan Kopuş, Medenî Bilgiler Kitabı’na Geçiştir

“Bu mazhariyetten dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü senâ ederim” diyen ve Kur’ân okutarak Meclis’in açılışını yapan, ardından Hacı Bayram Veli Câmii’nde namaza katılıp, kendi ifadesiyle “Vatan-ı İslâmiyye” için dua eden M. Kemal’in Millî Mücadele esnasında, yani Cumhuriyeti ilân ettirinceye kadar yaptığı konuşmalarda İslâmî bir üslûp hâkimdir:

“İstiklâl mücadelemizde inâyet-i samedisini Türk milletinden esirgemeyen Cenab-ı Hakk’a hamd ü senâ etmeği aslâ unutmayalım. Bizler meşrû olan dâvamızda (Vatan-ı İslâmiyye) inâyet-i ilâhiyeden hiçbir zaman ümidimizi kesmedik.”

1923’den sonra Batılı bir Cumhuriyetin temellerini tepeden inme usullerle oturtan M. Kemal’de İslâmî kanaat ve tavrına dair samimi ve kalıcı mânada hiçbir ifade ve fiil görmek mümkün olmayacaktır. Çünkü Millî Mücadele’deki İslâmî siyasetinden uzaklaşarak “Devrimci Cumhuriyetin” yolunu tutmuştur.

CUMHURİYET, “HÂKİM MİLLET”İ EZEREK LAİKÇİ ULUSÇULUĞU İKAME ETMİŞTİR

Cumhuriyet ilk işi İslâm’ın gücünü yok ederek, İslâm’dan arındırılmış ulusçu bir Türk milliyeti projesini hayata geçirmektir: “1928 yılında dinde yapılmak istenen düzeltimleri tasarlamak amacıyla Fuat (Köprülü) Beyin başkanlığında bir kurul oluşturulmuş ve bu kurulca bir rapor hazırlanmıştır. (...) Hazırlanan layiha, tapınmanın biçiminde (sağlık, uygarlık), dilinde (Türkçe), görünüş ve duyuluşunda (sıfat, musiki vb.) söylevlerin içeriğinde (salt dinsel değerler) değişiklikler yapılmasını öngörmekte...” (Tek Parti Dönemi, Prof. Dr. Mete Tunçay, s.221).

Bu noktada bir konuyu hatırlamak gerek. İslamî değerlerin zeminine oturmayan bir kısım sentezci Türkçülerin önemli referanslarından M. Fuad Köprülü’nün laikçi reformist kurula başkanlık etmesi ne kadar trajiktir? “Türkçü” bilinen birçok Cumhuriyet aydının laikçi devrim heyetlerinde yer aldığını anlamak için “yalan söyleyen” resmî tarih okumamak gerek.

Cumhuriyet, 1921 Anayasasının temel maddelerinden olan şu hususu çiğnemiştir: “Din buyruklarının (ahkam-ı şeriyyenin) yerine getirilmesi (…) Büyük Millet Meclisinindir. Kanunlar düzenlenirken, halkın işine en uygun ve zamanın gereklerine en elverişli din ve hukuk hükümleriyle töreler ve önceki işlemler temel alınır…”

Dünya âlem bilir ki Cumhuriyet rejimi, “Din buyruklarının yerine getirilmesi…” görevini ifa etmeyip, tam zıddı istikametinde hareket etmiş. Kanunları çıkarırken “halkın işine uygun”luğu kararına uymamış, “din ve hukuk hükümleriyle töre ve önceki işlemleri temel” almamıştır. Bu tek maddeye ihanet bile

Cumhuriyetin ne mal olduğunu, zihniyet ve karakterini anlatmaya yetmez mi?

CUMHURİYETİN GAYESİ İSLÂM’I PROTESTANLAŞTIRMAKTI

İslâm’ı Protestanlaştırma hareketi Kemalist Cumhuriyet’in gayesi ve varlık sebebi hâline geldiği, uygulamalarıyla malûm. 1931 Yılında Prof. Afet İnan tarafından hazırlanan “Medeni Bilgiler” kitabında İslâm’ın milletin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmediği yazılmıştır. M. Kemal bizzat kendi kontrolünde hazırlanan bu kitaba el yazısıyla notlar düşerek ve düzeltmeler yaparak dinin niçin milletin bir unsuru olmaması gerektiğini detaylıca izah eder. Birçok Atatürkçü yazar 1950’li yıllara kadar süren bu kitabın dayattığı pozitivist devlet anlayışının M. Kemal’in beyan ve siyasetinin sonucu oluştuğunu yazıyor.

Atatürkçü akademisyenler, Cumhuriyet’in gayesinin Batılılaşmak, yani Protestanlaşmak olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Halil İnalcık, “Kemalizm’in büyük inkılâpçı karakteri, zihniyette bir tebeddül, bir değişiklik, Batı kültürünü yaratan dünya görüşünü getirmesidir. Bir başka Atatürkçü akademisyen Prof. Dr. Hamza Eroğlu da Cumhuriyet’in gayesinin kökten Batılılaşmak olduğunu ifade ediyor: “Kökten Batılılaşma, inkılâbın hedefidir. Batı’yı ilim ve tekniğiyle birlikte zihniyet ve görüşüyle, hayat şartları ile birlikte almaktır.”

“CUMHURİYET’İN KANI” MÜSLÜMAN MİLLETİN KANI DEĞİLDİR

“Cumhuriyetin kanı”, milletin kanıymış öyle mi? Hayret ki, hayret! Oysa gerçekler “cumhuriyetin kanının” Müslüman Türk milletinin kanının olmadığını ayan beyan ortaya koyuyor. “Cumhuriyetin kanı”, din-i İslâm adına İstiklâl Harbine katılan milleti 1923’den sonra aldatarak devrimci cumhuriyeti ilân eden zorba ve bürokratik egemen sınıfın, yani Kemalistlerin kanıdır. “Vatan-ı İslâmiye”nin kurtuluşu mânasına gelen Millî Mücadele’nin muhtevasından koparak Müslüman milletin değerlerini “redd-i miras” edenler Atatürkçü Cumhuriyetçilerdir.

Cumhuriyet’in laiklik adı altında giriştiği her adım İslâm’ın tasfiye hareketi ve siyasî olarak hayattan silinmesi anlamına gelir. Müslüman Türk milletinin derin köklerinin olduğu İslâm medeniyetinin bütün unsurlarıyla tasfiye edilmesine çalışılır. Türkçe ezan, câmilere sıra konulmasının düşünülmesi Protestanlaştırmanın bir parçasıdır. Bu hareketlerde daima askerî üslûp kullanılmıştır.

Batılılaşmanın yanında, Cumhuriyet hareketi 1930’larda ayrıca“Ergenekon tarihine” yönelerek, İslâm olmayan arkaik bir kültür inşa etmeye çalışır. Türk dilinin kaynakları Moğolca’da Hititlerde aranır. Medenî Bilgiler kitabına bizzat M. Kemal tarafından “Türklüğün kaynakları ve ataları Eti, Sümer…” olarak yazdırılır. Türklüğün köklerinin İslâm’da değil, “Alp Türk ırkında olduğu…” ders kitaplarında okunmaya başlar.

M. KEMAL DİNDAR DEĞİL, PROTESTAN BİR İSLÂM TARAFTARIDIR

Cumhuriyet’in felsefesini oluşturan M. Kemal’in, ulusalcı laikçilik ve pozitivizmden mürekkep Protestanlaştırılmış bir İslâm taraftarı olduğuna şüphe yok. İslâmsız Cumhuriyet’in teşekkülünde bizzat M. Kemal’in düşünce ve siyasetinin tesiri vardır. Kendi devrinin yazarlarınca yazılan, M. Kemal’in İslâm hakkındaki görüşleri öyle durup dururken ondan habersiz yazılmış olmadığı gibi bizzat kendisinin bu zemini hazırladığı bir gerçektir.

“KUR’AN SÛRELERİ AÇIK SEMADA PEYDA OLMUŞ DEĞİLDİ...”

Cumhuriyet‘in felsefesini anlamak için M. Kemal’in düşüncelerine bakmak gerek. “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabına kendi el yazısıyla yazdığı eklerde “tek Allah fikrinin doğuşunu sosyal ve siyasî gelişmelerle” açıkladıktan sonra “Hazret-i Muhammed ve İslamiyet” başlığıyla “peygamberliğin de sosyolojik bir gelişme olduğunu, vahiy fikrine karşı çıktığını ve Kur’an sûreleri açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde birdenbire inmiş değillerdi. Muhammedin söylediği sûreler uzun bir devirde dini düşüncelerinin ürünü olmuştu. Muhammed bu sûrelere birçok çalıştıktan ve incelemeler yaptıktan sonra edebî bir şekil vermişti...” diyor.

“ALLAH FİKRİNİ KABUL ETTİRMEK, SİYASETİN NETİCESİYDİ...”

“Medenî Bilgiler” kitabında yer alan M. Kemal’in açıklama ve el yazıları “Allah’ın doğuşunun sosyolojisi” ve “Dinler tarihi” başlıkları altında Cumhuriyet’in ideolojisi olarak1950 yılına kadar lise birinci sınıf tarih kitaplarında okutulmuştur. M. Kemal’in bu kitaba yazdığı metnin bir cümlesi Cumhuriyet’in felsefesini açıklamaya yeter: “Masum ve cahil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir Allah fikrini kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir.”

M. Kemal’in el yazısıyla yazdığı “Allah” ve Peygamber” hakkındaki görüşlerine merak edenler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yayınları arasında 16. dizi olarak yayınlanan “Cumhuriyet’in 75.Yılı-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabından sansürlenmiş metnine bakabilirler. İlk adı Nutuk olan 17 Mart 1937 tarihli Atatürk Söylev ve Demeçleri Cilt: II, s.280-281’de yer alan ve sonraki baskılarından çıkarılan şu sözler, Allah’ı ve Hz. Peygamberi karşısına alan Cumhuriyet felsefesinin sahibi M. Kemal’e aittir:

“Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu: Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve mutluluğa yer bulunamaz. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı: ‘Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız sürece şen ve keyifli olalım.’ Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat anlayışını tercih ediyorum.”

“ARAPLARIN DİNİ TÜRK MİLLETİNİN MİLLÎ RABITASINI GEVŞETTİ”

Bu sözlerin devamı M. Kemal’in asıl zihniyetini bütün hatlarıyla gösteriyor: “Din birliğinin bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır, fakat biz, bizim gözümüzün önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz. Arapların dini (...) Türk milletinin millî rabıtasını gevşetti, millî hislerini, millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabiî idi. Çünkü Muhammedin kurduğu dinin gayesi bu dini kabul edenlerin kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesini her yerde yükseltmeğe hasretmeğe mecburdurlar.(...) Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin âdeta bir mecnun halindedir. Kur’ân’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndük. A. İnan, a. g. e., s. 365).

Şu sözleriyle de Türklüğün varlığında İslâm’ın olmadığını beyan ediyor: “Türk milleti millî hissi, dinî hisle değil, fakat insanî hisle yanyana düşünmekten zevk alır (A. İnan, a. g. e., s. 361). Mete Tunçay, M. Kemal için “Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tanrı tanımazlığa varmamakla birlikte, din adamı aleyhtarlığı ötesinde din, yani İslâm karşıtlığı yönündeki hareketleri onaylıyordu” diyor.

“ALLAH’I DA SULTANLA BİRLİKTE TAHTINDAN İNDİRDİK”

Tunçay, 14 Ocak 1929 tarihli Vakit Gazetesi’nin haberinden hareketle cumhuriyetin ilk yıllarında rejimin Kemalizm’e dönüşmesini ve dine (İslâma) karşı tavırlarını devrin aydınlarının görüşleriyle anlatıyor: “Kumandanoğlu Tevfik diye bir zat, ‘Genç Düşünceler’ adlı bir mecmua çıkarmaya başlayarak mecmuanın ilk sayısında (1928) ‘Hazret-i Muhammed’e Açık Mektup’ başlığıyla bir yazı yayımlayınca İslâmiyeti tezyiften ötürü yargılanmıştır. Ancak, Refik Ahmet 15 ağustos 1929 tarihli Uyanış’ta ‘Allah’ı da sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabetlerimiz fabrikalardır’ diye yazınca bildiğim kadarıyla herhangi bir kovuşturmaya uğramamıştır” ( Tunçay, a.g.e., s.220).

Bu satırların devamı daha da şedittir. “Dinin yerini ulusçuluğun dolduracağına dair umutlar beslenmiştir. 1926 Ekim ayında Ruşenî imzasıyla kaleme alınan ‘Din Yok, Milliyet Var’ başlıklı deneme, Atatürk tarafından okunarak çeşitli sayfalarına işaret ve notlar konulmuştur. Denemenin yazarı 4. 5. 6. dönemlerde Samsun milletvekili olan emekli kurmay subay Ruşenî Barkur’dur”( Tunçay, a. g. e., s. 220 ve devamı).

Millet ve devlet yapısında dinin fonksiyonunun azaltılması ve yerine pozitivist-laik ulusçuluğun ikâme edilmesinde Kemalist Cumhuriyet son derece kararlıdır: “Mehmet İzzet’in Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat kitabında ilginç görüşler vardır. Örneğin, ‘dinî hissiyat zayıflamadıkça, milliyet hissi kuvvetlenmemiştir’ gözlemini yapan yazar, Müderris Ahmet Naim’in ‘Asabiyet-i kavmiye ve cinsiye, vücud-u İslâm’ın dağılması denecek kadar mühlik bir bidât-ı ecnebiyedir’ sözlerini bu tezine gerekçe gösterir. Dinle milliyetçiliğin bağdaşmazlığı, birini ötekinin yerine geçirilebilirliğiyle yakından ilgilidir. (...) 1950’deki Cumhuriyet Halk Partisi’nin yenilgisi milliyetçiliği bir çeşit ersatz din haline getirmek isteyen kültür politikacılarından açıkça yüz çevirmedir” (Tunçay, a.g.e., s. 154-220).

SÜREKLİ BAŞKALAŞAN MAKYAVELİST M. KEMAL

Laikçi inkılâplar olan asıl hedefine varmak için şartlara göre sürekli değişen M. Kemal’in bu zihniyetine şu misâl yeter. 23 Nisan 1920’de Millet Meclisi’nin açılışından sonra “Padişah-ı âzâm, Halife ve Hakanı akdesimiz (mukaddesimiz) Efendimiz” diyerek başladığı konuşmalarında sürekli başkalaşan siyaseti ve fikirleriyle şaşırtabiliyor ve makyavelist bir pozisyona düşüyor:

“Padişahımız! Kalbimiz hissî sadakat ve ubudiyetle (kulluk) dolu, tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. Toplanmasının ilk bu sözü Halife ve Padişahına sadakat olan B. M.M.’nin son sözü yine bundan ibaret olacağını südde-i seniyelerine (yüce kapınıza) büyük tazim ve huşû ile arz eder” (Prof. Taha Parla, Türkiye’de Siyasî Kültürün Resmi Kaynakları)

Sultan Vahdettin’e sadakatlerini bildirdiği bu ifadelerin, iki yıl sonra tam zıddını söyleyecektir: “Türkiye devletinin istiklâline hatime(son) veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini imha eden, Türkiye’nin idam kararına ayağa kalkarak bütün endamıyla kabul etmek istidadında kim olabilir?” M. Kemal’in, birçok tarafı izaha muhtaç bu hissî ve siyasî taktik ihtiva eden ifadeleri salonda “Vahdettin, Vahdettin!..” bağırışlarıyla alkışlanır.

PROF. TAHA PARLA: “ATATÜRK İNANDIĞININ TAM TERSİNİ ÖVEBİLİYOR VE YÜCELTEBİLİYOR”

Prof. Dr. Taha Parla, “M. Kemal’in 1920’li yıllarındaki demeçlerinde sultanlardan, halifelerden, Osmanlı tarihinden, Müslümanlık tarihinden, saray tarihçisi üslûbuyla ve kuvvetli ululayıcı sıfatlarla söz ettiğini” belirttikten sonra, “Atatürk, inanmadığı konularda cepheden mücadele yapmıyor, susmuyor, dikkatli ve ölçülü eleştiri yapmıyor; inandığının tam tersini övebiliyor ve yüceltebiliyor” diyor (Parla, a.g.e., s. 265).

PRAGMATİST M. KEMAL ULUSALCI TÜRKLÜKTE KARAR KILIYOR

Türkiye’de dine ve dolayısıyla millete karşı çatışmalı bir cumhuriyet zihniyetinin oluşmasına M. Kemal’in resmî sıfatıyla öncülük ettiğine dair açıklamalar bulunan Şerafettin Turan’ın “Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Düşünürler, Kitaplar” adlı kitabının 39. sayfasında M. Kemal’e ait şaşırtıcı şu satırlar vardır:

“Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte olgunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaştırılmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katkısız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların şimdiye değin kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir bataklıkta yaşadıklarını kabul ederek, bütün gövdeleri ve aklen ağulayan kötülük etmenlerini ortadan kaldırmaya karar vermesi gibi koşulların gerçekleştirilmesini gerektiren Birleşik Dünya Devleti kurmayı düşünün, tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz.”

Ulusalcı laik Türklükte karar kılan M. Kemal, fikirlerini Cumhuriyet ideolojisi hâline getirdiği ve resmî sıfatıyla Cumhuriyet devletinde seküler Batıcı düşüncelerin yer edinmesine sebep olduğu aşikârdır.

Ali ilbey - akit

29 Ekim 2013 Salı

419 ) MONDROS'A BEŞ KALA !..

   
Rauf Orbay                  Townshend

   İstanbul'da, Bütükada'da yıllardır esir düşmüş bir İngiliz generali vardı : Charles Townshend.. Suriye cephesinde esir edilen bu general, rütbesine yakışır bir şekilde davranış görüyordu.. Bu arada pek çok dost edinmişti.. Hele Rauf Bey ile arası pek iyiydi..
  Yeni kabine, onun aracılığıyla İngilizlerle barış masasına oturmanın ilk adımını atmak istedi. Rauf Bey gitti Townshend ile görüştü. İngiltere'nin Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Calthorpe'a, Osmanlı hükumetinin barış isteğini iletmesini söyledi..
  Sadrazam, ayrıca İstanbul'da Hahambaşı Nahum Efendi'yi Köstence üzerinden Amerika'ya gönderdi. Yine paşanın eski bir bankacı dostu Fransızlarla temas kurmak üzere görevlendirildi ve daha birçok koldan barış olanakları aranmaya başlandı..
  Fakat, en etkili ve sonuç getiren girişim, Townshend'in Amiral Calthorpe ile görüşmesi oldu.. Bütün bu temaslar olağanüstü gizlilik içinde yapılıyordu.
  Yalnız bu arada bir önemli sorun da, mütareke müzakerelerine Osmanlı tarafından kimlerin katılacağı idi. İngilizlerin, Rauf Bey'in başmurahhas olmasını istedikleri biliniyordu.. Halbuki padişah, bu görevin eniştesi Damat Ferid Paşa'ya verilmesini arzu ediyordu. Vahdeddin herhalde güvensizliğinden olacak, her zaman yakınlarını kilit görevlere getirme çabasındaydı. Nitekim, dünürü Tevfik Paşa'ya bu nedenle daima iltifat ediyor, yanından hiçbir zaman ayırmıyordu..
  Vahdeddin bir gün sadrazamla bu konuyu konuşup eniştesi Damat Ferid'in başmurahhas yapılmasını ileriye sürerken, İzzet Paşa direndi :
"- Bu adam mecnundur efendimiz !.. Böyle önemli bir görev kendisine verilemez," dedi. 
  Hünkar ısrar etti :
"- Biz onu idare ederiz !.."
  Padişah barış masasına oturacak heyetin başında, mutlaka kendisine çok yakın bir kişinin bulunmasını arzu ediyor, başkalarına güvenemiyordu..
  İzzet Paşa'nın direnmesine rağmen Sultan Vahdeddin ikna olmayınca Damat Ferid Paşa ile Ayan Meclisi'nde görüşmeyi kabul etti. Kısa bir süre sonra mütareke konusunda neler yapılabileceğini karşı karşıya oturup konuştular.. 
  Damat Ferid anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu. Üstelik kafasızdı bu adam !.. Ne devletlerarası politikadan, ne de siyasetten haberi vardı !. Damat Paşa şunları söylüyordu Sadrazam'a :
"- İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim. İngiltere kralına, 'Ben senin baban olan kralın kadim dostuydum ! Arzularımın kabulünü senden beklerim' diyerek barış için tekliflerimizi kabul ettireceğim !.."
  Sadrazam İzzet Paşa bu sözler üzerine donmuş kalmıştı. Bu mevkiye gelmiş bir adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilemezdi ?.. Üstelik İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan yokken !..

   
Damat Ferid              İzzet Paşa

   Damat Ferit Paşa, İkinci Abdülhamid'in sevgili kız kardeşi, Veliaht Vahdeddin Efendi'nin ise ablası Mediha Sultan ile evlenmişti. Mediha Sultan'ın ikinci kocası olan Ferid, gençliğinde Londra sefaretinde başkatip olarak görev yapmıştı. O zamanlar henüz prens ve veliaht olan İngiltere Kralı VII.Edward'ın eski bir dostu olduğunu söylemesi, megalomaniden, gülünç olmaktan başka bir şey değildi. Herhalde, Damat Ferid bir davet sırasında prense takdim edilmiş, bu arada bir süre onunla görüşmüş olabilirdi. Üstelik İngiltere'de kralın devlet işlerinde, hele dış siyasette hiçbir etkinliğinin olmadığı da ayrı bir gerçekti. Ne çare ki, Ferid Paşa farkında bile değildi bütün bunların, idrakten acizdi..
  Sadrazam İzzet Paşa'nın saraydan ani olarak çağırdığı Ali Fuad Bey, Babıali'ye gittiği sırada bakanlar toplantı halindeydi. Sadrazam ayağa kalkmış, konuşmasını yapıyordu :
"- Zatışahanenin yanında, mütareke görüşmelerine Damad Ferid Paşa'nın memur edilmeleri buyurulmuşsa da, arkadaşlarımızla yaptığımız toplantı sonucu icra kuvvetlerine ait bir konuyu, sorumsuz bir kişinin yönetemeyeceğine ve bunun uygun olmadığına karar verdik.. Biz başmurahhas olarak Bahriye Nazırı Rauf Bey'i uygun gördük.."
  Başkatip Ali Fuad Bey bu sözleri dinledikten sonra salondan çıkarken, Sadrazam İzzet Paşa geldi yanına ve onu alıp kendi odasına götürdü. Orada "hanedanı Osman"a bağlılığını, sadakatini tekrarladı ve dedi ki : 
"- Şayet zatışahanenin bu olay nedeniyle bana güvenleri kalmadıysa, bir işaretleri ile çekilmeye hazırım.. Ferid Paşa'nın başmurahhas olmaları mümkün değildir.."
  Başkatip süratle Yıldız Sarayı'na döndü.. Padişaha bunları aynen nakletmek üzere huzura çıktığı zaman gördü ki, Babıali'de, sadrazamdan hayli süre cevap beklemiş olan Ferid Paşa çoktan gelmiş, padişahın yanına çıkmıştır..
  O da, arkadan giderek, olan biteni aynen anlattı. Gözleri yarı kapalı dinleyen Vahideddin,
 "- Bu herhalde, bir anlamda istifa etmek midir ?" dedi. 
 "- Evet Efendimiz, istifa etmektir.."
  Padişah bir an durdu, düşündü ve konuştu :
 "- Ferid Paşa'nın gönderilmesini isteyişim, yararlı olur düşüncesiyle idi. Yoksa ben işi bozmak amacıyla değil, hallini kolaylaştırmak için ısrar ettim. Fakat madem bu kadar büyütülüyor, ben de onun gönderilmesinden vazgeçerek, az önce tatlılıkla savdım.."
  Eniştesi paşayı bir anda kenara bırakan Vahdeddin sonra hemen mütareke heyetinden neler istediğini sıralamaya başladı :
  "- 1. Ulu halifeliğin, yüce saltanatın ve Osmanlı hanedanı hukukunun devamı ve korunmasının sağlanması.
     2. Bazı eyaletlere verilecek muhtariyeti idarenin şekil ve mahiyeti sağlanarak, muhtariyetin yalnız idari olup siyasi olmaması.. Şayet hiçbir çare ve imkan bulunamayıp da siyasi olacaksa istiklaliyetin daha ehven olacağı ve eğer siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak, İslam alemine ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.."
  Bunlar Sultan Vahdeddin'in Osmanlı heyetine verdiği talimattı.. Padişah görüldüğü gibi, hilafetin, saltanatın ve hanedan haklarının korunmasını istiyordu.. Ama Ferid Paşa'yı başmurahhas gönderebilseydi belki de kendisinin padişah kalması bile mütareke şartları içine girebilirdi.. 



      


   

Yeni CHP

Yeni CHP!

Bazen kendimi çok şanslı hissediyorum. Ve hep kendime şunu söylüyorum: Galiba en büyük zenginlik dost biriktirmek!
YAZ-BOZ'dan yani Cumartesi gecesi AHABER'deki programdan sonra çok değer verdiğim bir dosttan mesaj geldi.
Sabaha karşı telefonuma düşen notta, "Madem artık her şey konuşulacak, beni bul!" yazıyordu!

Ertesi güne uyanmamla birlikte kendisine ulaşmanın yollarını aradım.
Sanki bunu görüyormuş gibi ".... gel de biraz sohbet edelim!" dedi...
Hızla gittim. Boğaz'daki hareketliliği biliyordum. Ne söyleyeceklerini merak etmekle birlikte soracaklarım belliydi!
Oturur oturmaz ilk soruyu pat diye sordum:

Sarıgül olayı nedir?

Güldü... Elini kaldırarak Boğaz'ı gösterdi ve ekledi, "Erdoğan'dan nasıl kurtuluruz, bu yalıların hepsinin gündemi!" dedi... Oturduğu koltuğa yaslanırken sorularım yağmur gibi geldi!

Peki Sarıgül kim?

Sarıgül sonuçta hiçbir şey değil. Bilgisi de birikimi de çok sınırlı olan biri. Ama işler böyle yürümüyor biliyorsun!

Nasıl yürüyor?

Sarıgül için ... şu yalıda karar verildi!
Sonra Amerika'da o yalıya hayat verenlere güç nakledenlerle görüşüldü!
Açık konuşur musun?

Şimdiki BARON, Sarıgül için onay verdi! Bu onaydan sonra ellerinde tuttukları medyaya talimat gitti! Herkes hazırlıklarını yaparken onu tutup ABD'ye götürdüler! Orada MUSEVİ dünyasının önemli isimlerinden "Olur!" alındı!

Peki yeterli mi bu?

Değil tabii! Bizim BARON, Sarıgül'le Erdoğan'ı götüreceğini sanıyor! Yanılgı bu!
Adamlar hayatlarında sokağa çıkmamışlar!

Sarıgül'ün yetemeyeceğini bilmiyorlar! Baronun oğlu babasına "Yanlış yapıyorsunuz!" diye çıkıştı!

Kötü oldu! Uzaklaştı. Ama baba bildiği yoldan gidiyor!
Sarıgül'e yakın biri "Anadolu Birleşik Devletleri!"gibi bir söz etti geçmişte! Nedir bu yahu?
Onun sözü değil bu dostum!
Kimin peki?

Bak Londra'dan hem İstanbul'a hem New York'a uzanan güç, Türkiye'nin rotasını çözdü! Gidişatı gördükleri ortada! "Oyunu karamadıysak değiştirelim!" felsefesiyle hareket ediyorlar!

Açar mısın biraz?

Senin de yazdığın gibi Almanya ve Fransa bizim AB üyeliğimize şimdiye kadar KRALİÇE'nin kontrolünde olduğumuz için karşı çıkıyor! Avrupa Birliği'ne giren bir Türkiye'nin Ankara üzerinden Londra'ya bağlanacağı kaygısı taşıyorlar! İşte tam bu noktada LONDRA başka bir planı devreye soktu! Kürtler'le kucaklaşmak üzere yola çıkan Ankara'nın önüne geçmek için! Düşün bak! Bunu da Sarıgül'ü CHP'ye göndererek yapmaya çalışıyorlar!

Ne elde etmeyi amaçlıyorlar?

Türkler, Kürtler'le buluşacaksa kontrolün eskiden beri olduğu gibi ellerinde olmasını istiyorlar! Kontrolün onlara geçmesi demek ENERJİNİN Ankara'ya değil Londra'ya akmasıdır! En fazla biz komisyon alırız!
O kadar!

Sarıgül bunun için mi öne çıkarılıyor?

Elbette! Sarıgül'ü önemseme, arkasına bak!
Kim var?

Hüsamettin Özkan'ın dediğinden dışarı çıkamaz!
Hüsamettin Bey'in geçmişine bakarsan, kimlerin yanında çalıştığını görürsün!

Daha anlatayım mı! Bu adamlar zar atmaz!

Devletten bilgi akar! Cuntayla, darbeyle, ekonomik krizle istediklerini yaptırdılar!

Bütün bunlar olurken devletin atacağı her adımı da bildiler! Hakan Fidan'ın MİT'in başına geleceğini daha "FİDAN" ismini duymadan biliyordum! GİZLİ sandığın her şey, şu mahalle için olağan ve sıradandır!

Hüsamettin Bey'in gücü nedir?

Hüsamettin Bey PERDEDİR!

Arkadaki aileleri saklamak için vardır!

Hüsamettin Bey'in hemen arkasında Aydın Bey vardır! Başkaları da vardır! Zaten Aydın Bey'den gideceğiniz yer bellidir! Bir ilişki ağı kurulduğu için Sarıgül, Hüsamettin Bey'in bir dediğini iki yapmaz, yapamaz!

Hatta Sarıgül özel bir sohbette "Zor konularla ilgili zor sorular gelirse ne yaparım?" diye sormuş. Akıl hocaları "Merak etme! Yanında bir bilen olacak!" demiş.

Hadi Aydın Bey'den sonrasına gidelim!

Tamam tamam!
Peki Hakan Fidan'a neden saldırıyorlar?

Bak televizyonda konuştun ama çok önemli bir detayı atladın!

Nedir o?

GES! Burası askerden MİT'e geçince BOĞAZ'a ve Londra'ya akan bilgiler kısıtlandı! Yakın tarihe bir bak bakalım! İSTİHBARATLA ilgili önemli yerlerde kimler vardı! Ve bunlar EMEKLİ olunca nerelerde hangi koltuklara kuruldu!

Nasıl yani?

İsim vermek istemem ama AVRUPA merkezli güç, adamlarını hiç bırakmaz!
Kendilerine çalışanlar hep iyi yerlerde olur!
Olacak gibi de duruyor ne yazık ki!
Bu güçler hep Boğaz'da değil mi?

Tabii ki! Sadece bu güçlerin kendisi değil yöneticileri de BOĞAZ'dadır! Ve bak genelde hepsinin SOL'cu olduğunu görürsün! Büyük gruplara SOL kökenlilerin gelmesi tesadüf mü yoksa Londra etkisi mi! Şimdi bu SOL, Sarıgül'le birlikte CHP'yi yeniden inşa edecekler!

Partiye gönülden bağlı olanlar şaşıracak!
Bu da hareketin kontrolünün aslında kimde olduğunu gösterecek! Sarıgül bu!

Ecevit hayattayken TROYKA diye nitelendirilen oluşum, şimdi DERVİŞ üzerinden değil muadili bir isim olan SARIGÜL üzerinden yapılıyor! Yıllar geçse de oyun hep aynıdır! Figürler değişir sadece!
Ankara cevap vermeyecek mi sizce?

Verdi ya!

Kaçırdım! Neymiş o!

Marmaray! Boğaz'daki köprülerle Anadolu iki elle tutuldu! Marmaray'la ise gövdeden bağlandı! TEK olundu! Hem de dünyanın en DERİN tüp geçidiyle!

Ortadoğu'ya gitmek isteyenler yukarıdan da aşağıdan da İZİN almak zorunda!

Ergün Diler