Mercidabık Zaferi sonunda Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerini ele geçirip Sina Yarımadası'na gelen Yavuz , Sina Çölü'nü geçerek , Kahire yakınlarındaki Ridaniye'ye geldi. Kahire'ye geçişi sağlayan bu bölgede Memluk odusu sahra toplarıyla (bir yöne atış yapabilen sabit top ) mevzilenmişti. Yavuz , askeri yeteneğini kullankarak memluk ordusunu arkadan kuşatınca Osmanlı rodusu geliş yönüne göre mevzilenmiş sahra topları etkisiz hale getirildi. Kahire'yi alan Yavuz Mısır'ı Osmanlı Devleti'ne bağladı. Ordu Kahire'deyken Hicaz Emiri de Osmanlı Devleti'ne bağlılığını bildirdi.
31 Ocak 2008 Perşembe
Ridaniye Savasi ( 1517 )
Mercidabık Zaferi sonunda Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerini ele geçirip Sina Yarımadası'na gelen Yavuz , Sina Çölü'nü geçerek , Kahire yakınlarındaki Ridaniye'ye geldi. Kahire'ye geçişi sağlayan bu bölgede Memluk odusu sahra toplarıyla (bir yöne atış yapabilen sabit top ) mevzilenmişti. Yavuz , askeri yeteneğini kullankarak memluk ordusunu arkadan kuşatınca Osmanlı rodusu geliş yönüne göre mevzilenmiş sahra topları etkisiz hale getirildi. Kahire'yi alan Yavuz Mısır'ı Osmanlı Devleti'ne bağladı. Ordu Kahire'deyken Hicaz Emiri de Osmanlı Devleti'ne bağlılığını bildirdi.
Ridaniye Savasi ( 1517 )
Mercidabık Zaferi sonunda Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerini ele geçirip Sina Yarımadası'na gelen Yavuz , Sina Çölü'nü geçerek , Kahire yakınlarındaki Ridaniye'ye geldi. Kahire'ye geçişi sağlayan bu bölgede Memluk odusu sahra toplarıyla (bir yöne atış yapabilen sabit top ) mevzilenmişti. Yavuz , askeri yeteneğini kullankarak memluk ordusunu arkadan kuşatınca Osmanlı rodusu geliş yönüne göre mevzilenmiş sahra topları etkisiz hale getirildi. Kahire'yi alan Yavuz Mısır'ı Osmanlı Devleti'ne bağladı. Ordu Kahire'deyken Hicaz Emiri de Osmanlı Devleti'ne bağlılığını bildirdi.
30 Ocak 2008 Çarşamba
Ruanda Soykırımı
1890 Brüksel Konferansı'nda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hâkim devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.
Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.
Başlangıcı
II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli . Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı.
Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.
1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.
En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ekonomisi silah alımına uygun olmayan bir ülke olduğundan Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, ucu sivri sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.
6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri (Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almıştır.
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Nedenleri
Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.
31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.
1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa'nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’ hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek vermiştir.
Ruanda Soykırımı
1890 Brüksel Konferansı'nda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hâkim devletlerce Ruanda, Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi Belçika'ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedilmiştir.
Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutulara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, Ruanda ve Burundi'yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti'nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.
Başlangıcı
II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli . Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda'ya sığındı.
Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974'teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.
1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB) Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.
En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ekonomisi silah alımına uygun olmayan bir ülke olduğundan Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, ucu sivri sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiçbir şey yapmamıştır.
6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan, bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri (Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahale etmemesi emrini almıştır.
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'e yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Nedenleri
Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.
31 Mart 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), soykırımı kınayarak iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.
1992 yılında Ruanda Cumhurbaşkanlığı Muhafızları'nı eğitmek için bölgede bulunan emekli Ulusal Jandarma Müdahale Grubu Komutan Yardımcısı Thierry Prungnaud, devlet radyosu France-Culture’e verdiği mülakatta “1992 yılında Fransız askerlerinin Ruandalı sivil milislere atış eğitimi verdiğini gördüm.” diyerek Fransa'nın henüz anlaşılamayan sorumluluğuna değinmiştir. Emekli komutan, mülakatı yapan gazetecinin ‘Fransa’nın Ruandalı milisleri eğittiğini reddettiğini’ hatırlatması üzerine “Fransa bunu her zaman inkâr etti, başka şeyler gibi. Ama önemli değil, ben doğruluyorum.” şeklinde cevap vererek benzer iddialara destek vermiştir.
28 Ocak 2008 Pazartesi
LİSELİ NAZİLER
HEDEFTE KİMLER VAR?
İlk aşamada İstanbul, Ankara, Bursa ve Malatya'da örgütlenen ama tüm lise ve ortaokullara yayılmak isteyen grubun üyeleri binleri bulmuş durumda. Sembolik olarak Yahudiler'e düşman olsalar da, asıl hedefleri "Kürtler, Fethullahçılar ve Çingeneler." Kendi ifadeleriyle Yahudiler'i dünyayı gizli örgütlerle kontrol ettikleri, 'Fethullahçılar'ı, gerçek yüzlerini göstermeden Atatürk cumhuriyetini yıkmak istedikleri, Kürtler'i ve Çingeneler'i ise ülkeyi bölmeye çalıştıkları ve suç çeteleriyle İstanbul'u yaşanmaz hale getirdikleri için sevmiyorlar. En tehlikesiyse reşit olunca işi silahlı mücadeleye dökmek istemeleri.
ÜLKÜCÜLERE SOĞUK BAKIYORLAR
TürkischeJugend üyeleri herhangi bir siyasi oluşumla bağlantıları olmadığını söylüyor. Ülkücüleri de kendilerine yakın bulmuyorlar mı? Liderleri T. ülkücülerin yoldan saptığı kanısında. "Ülkü Ocakları'na giden elemanların çoğu artık serseri. Beline silahını takan, kavgalara bulaşan gençler ama karıştıkları kavgalar milliyetçilik uğruna değil. Kız meselesi, çıkar çatışması için kavgaya giriyorlar." Ç.de aynı fikirde, "MHP, kendi ocağındaki adama ülkücü. Beşiktaş'taki ülkücü Eminönü'ndeki ülkücüyü bile tanımaz çoğu zaman."
SİYASETÇİLERİ SEVMİYORLAR
İsmet İnönü dahil, Atatürk'ten sonra gelen her siyasetçinin Atatürk'ün Türklük mirasına ihanet ettiğini düşünüyorlar. Alt kimlik üst kimlik tartışmasını başlatan Başbakan Erdoğan'a da tepkililer: AKP ikili oynuyor ama halk bunu göremiyor... Başka bir grup olan NASOTUHA (Nasyonal Sosyalist Türk Hareketi) ile bağlantı kurmaya çalışmışlar. "Ancak onlar bağlantıda olmayı istemedi" diyorlar... T., "NASOTUHA şiddet üzerine kurulu bir örgüt. Adana'da kurulmuş, çeşitli illerde üyeleri var. Bazı illerde Kürtler'e yönelik şiddet olaylarını üstleniyorlar" diye konuşuyor.
Kaynak:Aktüel
LİSELİ NAZİLER
HEDEFTE KİMLER VAR?
İlk aşamada İstanbul, Ankara, Bursa ve Malatya'da örgütlenen ama tüm lise ve ortaokullara yayılmak isteyen grubun üyeleri binleri bulmuş durumda. Sembolik olarak Yahudiler'e düşman olsalar da, asıl hedefleri "Kürtler, Fethullahçılar ve Çingeneler." Kendi ifadeleriyle Yahudiler'i dünyayı gizli örgütlerle kontrol ettikleri, 'Fethullahçılar'ı, gerçek yüzlerini göstermeden Atatürk cumhuriyetini yıkmak istedikleri, Kürtler'i ve Çingeneler'i ise ülkeyi bölmeye çalıştıkları ve suç çeteleriyle İstanbul'u yaşanmaz hale getirdikleri için sevmiyorlar. En tehlikesiyse reşit olunca işi silahlı mücadeleye dökmek istemeleri.
ÜLKÜCÜLERE SOĞUK BAKIYORLAR
TürkischeJugend üyeleri herhangi bir siyasi oluşumla bağlantıları olmadığını söylüyor. Ülkücüleri de kendilerine yakın bulmuyorlar mı? Liderleri T. ülkücülerin yoldan saptığı kanısında. "Ülkü Ocakları'na giden elemanların çoğu artık serseri. Beline silahını takan, kavgalara bulaşan gençler ama karıştıkları kavgalar milliyetçilik uğruna değil. Kız meselesi, çıkar çatışması için kavgaya giriyorlar." Ç.de aynı fikirde, "MHP, kendi ocağındaki adama ülkücü. Beşiktaş'taki ülkücü Eminönü'ndeki ülkücüyü bile tanımaz çoğu zaman."
SİYASETÇİLERİ SEVMİYORLAR
İsmet İnönü dahil, Atatürk'ten sonra gelen her siyasetçinin Atatürk'ün Türklük mirasına ihanet ettiğini düşünüyorlar. Alt kimlik üst kimlik tartışmasını başlatan Başbakan Erdoğan'a da tepkililer: AKP ikili oynuyor ama halk bunu göremiyor... Başka bir grup olan NASOTUHA (Nasyonal Sosyalist Türk Hareketi) ile bağlantı kurmaya çalışmışlar. "Ancak onlar bağlantıda olmayı istemedi" diyorlar... T., "NASOTUHA şiddet üzerine kurulu bir örgüt. Adana'da kurulmuş, çeşitli illerde üyeleri var. Bazı illerde Kürtler'e yönelik şiddet olaylarını üstleniyorlar" diye konuşuyor.
Kaynak:Aktüel
27 Ocak 2008 Pazar
Makale
Terakki Vakfı Anaokulu
Ayrıntılı bilgi ve fotoğraf için yazı başlığını tıklayarak okulun sitesine bağlanabilirsiniz.
Alev Okulları
Okulda Almanca ve İngilizce derslerinin yanısıra lisanslı orff eğitmenlerinin eşliğinde dans- hareket-ritm çalışmaları yapıyorlar. Okulu ziyarete gittiğim gün ilköğretim öğrencileri çocuklara tiyatro gösterilerini sunuyorlardı. İçimden çocuk olmak geldi.
Yazı başlığını tıklayarak kendi sayfalarına bağlanabilirsiniz.
Okyanus Okulları
Yazı başlığını tıklayarak kendi sitelerine bağlanabilirsiniz.
Elia Kazan
Elia Kazan
MARLON BRANDO-BİR SİNEMA EFSANESİ
En tanınmış filmleri "A Street Car Named Desire", "On The Waterfront" ve "The Godfather" (Baba). Küçük yaşta tiyatroya başlamış olan aktör, New York'ta Lee Strassberg, Elia Kazan ve Emir Zahirovic'den senelerce oyunculuk dersi almıştır. Ancak kendisi üzerinde en önemli etkiyi Stella Adler'in (dolaylı olarak ünlü Rus tiyatrocu Stanislavski'nin) yapmış olduğunu ısrarla belirten Brando, Actors Studio'nun kurucularından olmasa da 1952'den itibaren stüdyonun dünya çapında ün kazanacağı dönemde başında bulanan Lee Strasberg'in kendini hocaların hocası gören kibirli tavrı karşısında hep muhalif olmuştur. Oyunculuk hayatı üzerinde, bir zamanlar Henry Fonda'yı sahnelere kazandıran tiyatrocu annesinin etkisi olduğunu da yadsımaz. "Hala Hollywood'da bulunmamın tek nedeni parayı reddedecek ahlaki cesaretimin olmayışıdır" diyecek kadar cesur, 1974'te The Godfather filmiyle aldığı Oscarı reddedecek kadar da asi biriydi. 2. Oscarını Amerika'nın Kızılderililere karşı uyguladığı politikayı protesto etmek için ödülü almaya dahi gelmemiştir. On the Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) ile gerçekleştirdiği performansla tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olduğunu kanıtladı; ama Brando'nun yakın dostu Elia Kazan'ın da bu başarıda rolü vardı. Elia Kazan film için başta Frank Sinatra ile anlaşmış olmasına rağmen, yapımcı Spiegel'in de etkisiyle Brando'yu başrole koymuştur. Kült filmler arasına giren bir diğer filmi ise "Last Tango in Paris"'te Bertollucci ile çalışmıştır. Brando ülkesinde Kızılderili ve siyahların hakları için aktif olarak çalışmış, bu yollarla pek çok düşman edinmiştir. Oğlunun mahkemesinde kendisini 'ateist' olarak tanımlasa da, dini inancı bulunduğunu hayatının akışında pek çok yerde belirtmiş, özellikle kızılderili manevi inançlarına kendini yakın hissettiğini belirtmiştir.
MARLON BRANDO-BİR SİNEMA EFSANESİ
En tanınmış filmleri "A Street Car Named Desire", "On The Waterfront" ve "The Godfather" (Baba). Küçük yaşta tiyatroya başlamış olan aktör, New York'ta Lee Strassberg, Elia Kazan ve Emir Zahirovic'den senelerce oyunculuk dersi almıştır. Ancak kendisi üzerinde en önemli etkiyi Stella Adler'in (dolaylı olarak ünlü Rus tiyatrocu Stanislavski'nin) yapmış olduğunu ısrarla belirten Brando, Actors Studio'nun kurucularından olmasa da 1952'den itibaren stüdyonun dünya çapında ün kazanacağı dönemde başında bulanan Lee Strasberg'in kendini hocaların hocası gören kibirli tavrı karşısında hep muhalif olmuştur. Oyunculuk hayatı üzerinde, bir zamanlar Henry Fonda'yı sahnelere kazandıran tiyatrocu annesinin etkisi olduğunu da yadsımaz. "Hala Hollywood'da bulunmamın tek nedeni parayı reddedecek ahlaki cesaretimin olmayışıdır" diyecek kadar cesur, 1974'te The Godfather filmiyle aldığı Oscarı reddedecek kadar da asi biriydi. 2. Oscarını Amerika'nın Kızılderililere karşı uyguladığı politikayı protesto etmek için ödülü almaya dahi gelmemiştir. On the Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) ile gerçekleştirdiği performansla tüm zamanların en iyi oyuncularından biri olduğunu kanıtladı; ama Brando'nun yakın dostu Elia Kazan'ın da bu başarıda rolü vardı. Elia Kazan film için başta Frank Sinatra ile anlaşmış olmasına rağmen, yapımcı Spiegel'in de etkisiyle Brando'yu başrole koymuştur. Kült filmler arasına giren bir diğer filmi ise "Last Tango in Paris"'te Bertollucci ile çalışmıştır. Brando ülkesinde Kızılderili ve siyahların hakları için aktif olarak çalışmış, bu yollarla pek çok düşman edinmiştir. Oğlunun mahkemesinde kendisini 'ateist' olarak tanımlasa da, dini inancı bulunduğunu hayatının akışında pek çok yerde belirtmiş, özellikle kızılderili manevi inançlarına kendini yakın hissettiğini belirtmiştir.
26 Ocak 2008 Cumartesi
MÜHENDİSLİK TARİHİ
Mühendisliğin geçmişi insanoğlunun içindeki merak duygusu kadar eskidir. Atalarımız doğanın sunduğu malzemeleri ve sahip olduğu güçleri, tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi insanlığın yararına kullanmaya ve kontrol altına almaya çalışmışlardır. Mühendislerin bu çabaları, onların toplum içerisinde “toplumun ihtiyaçlarını” karşılamak gibi bir misyonu üstlenmelerine neden olmuştur. (liman,yol, sel baskınlarını kontrol tesisleri yapmak).Bu nedenle tarihin önemli uygarlıklarında mühendisler, hükümdarlara yakın kişiler olmuşlar ve önemli mevkilerde yer almışlardır.
2.İLK UYGARLIKLARDA MÜHENDİSLİK:
A. MEZOPOTAMYALILARDA MÜHENDİSLİK:
Önemli mühendislik edimleri, bugünkü Irak’ta Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bölge olan Mezopotamya’nın eski sakinlerine çok şey borçludur. İlk tekerlekli arabanın bu bölgede görüldüğü söylenmektedir. Çok eski ve gizemli bir halk olan Sümerler, yazılı tarihin başlangıcında Güney Mezopotamya’da, dünyanın ilk mühendislik uygulamalarını oluşturan kanallar, tapınaklar ve surlar inşa etmişlerdir. Mezopotamyanın diğer sakinleri Babiller ve Asurlular ise yine mühendislik adına önemli eserler vermişlerdir.
Bu döneme ait,bulunan kil tabletlerdeki kayıtlar M.Ö. 2000 yıllarında “usturlap” denen bir açı ölçüm aletinin astronomik gözlemlerde kullanıldığını göstermektedir. Bir dereceli daire ve bir görme kolundan ibaret olan bu alet, Mezopotamyalılar tarafından kullanılan 60’lık sayı sistemine dayalıydı. Bu sistem, zaman ve açı ölçümlerinde bugün hala kullanılmaktadır.
Babil ülkesini 43 yıl (M.Ö. 1850-1750) yöneten büyük kral Hammurabi , kendi adını taşıyan yeni ve kapsamlı bir kanunname derlemiştir. Kötü inşaat uygulamalarına izin verenlere cezalar getiren bu ünlü kanunname, günümüz inşaat kanunlarının bir önceli olarak görülmektedir.
Hammurabi Kanunları, kalite teminatı ve mesleki sorumluluğa ilişkin önemli bir mesaj veriyor ve ihlal halinde son derece ağır cezalar öngörüyordu.
Kral Sennacherib’in hükümdarlığı sırasında, Asurlular umumi su kaynağının dikkate değer ilk örneğini tamamladılar. (M.Ö. 700 civarı)
B.ESKİ MISIR’DA MÜHENDİSLİK:
Bu eski mühendisler / mimarlar, arazi ölçümünün (mesaha) bilinen ilk biçimini uygulamaya koydular. Mısırlılar ayrıca etkin sulama sistemleri geliştirdiler ve görkemli taş binalar inşa ettiler.
C.YUNANLILARDA MÜHENDİSLİK:
M.Ö. 600’den başlayarak, Doğu Akdeniz bölgesinde Yunanlı yaşam ve düşünce tarzı egemen olmuştur. Yunanlılar, en çok soyut mantıkları ve geçmişin ilmini kuramlaştırma ve sentez etme yetenekleri ile hatırlanmaktadırlar. Sanat, edebiyat ve felsefede gerçekleştirdikleri büyük ilerlemeler, mühendisliğe katkılarını gölgede bırakma eğiliminde olmuştur. Esas olarak kuramın üzerinde yoğunlaşmaya eğilim gösterdiler, deneme ve doğrulamaya ve uygulamaya az değer verdiler.
Yunanlılar mekanik teknolojide de yaratıcı olmasını bilmişlerdir. Archimedes, bileşik makaraları, hidrolik vidaları, büyüteci ve çeşitli savaş makinalarını icat etmiştir.Yunanlılar deniz kültürüyle iç içe olmalarının bir sonucu olarak limanlar ve dalgakıranlar yaptılar. Yine Dünyanın ilk deniz fenerinin inşaatına bu dönemde başlandı (M.Ö.600). Bu fener 113 metre yükseklikteydi ve antik dönemde dünyanın yedi harikasından biri olarak biliniyordu.(Alexandria limanındaki Pharos feneri)
Sisam adasında inşa edilen , Megaralı mimar Eupalinus’un yönetimi altında 275 m yükseklikte bir tepeyi kesip geçen 1005 m uzunluktaki tünel bir diğer önemli eserdir.
D. ROMALILARDA MÜHENDİSLİK:
Antik dönemin en ünlü mühendisleri Romalılar, kaynaklarını daha fazla bayındırlık işlerine adamışlardır. Yunanlıların aksine, Romalılar matematiksel mantıktan ve bilimden çok deneyime güvenen pratik inşaatçılardı. Yapıları tasarım açısından basitti ancak yine de ölçek olarak etkileyici ve uygulama olarak cesurdu . Genellikle sanat ya da estetikten çok işleve önem veriliyordu.
Romalı inşaatçılar mühendisliğe önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlar arasında, ileri inşa yöntemlerinin geliştirilmesini, sulu çimentonun keşfedilmesi , şahmerdan, ayak gücüyle çalışan vinçler, ahşap kovalı çarklar gibi bir dizi inşaat makinalarının tasarlanması sayılabilir.
2.2.ORTAÇAĞDA MÜHENDİSLİK:
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca, yani Orta Çağ olarak bilinen dönemde mühendislikte nispeten az ilerleme olmuştur. Bununla birlikte, özellikle yapı tasarımında enerji tasarrufu sağlayan ve gücü arttıran makina ve aletlerin gelişiminde olmak üzere bazı önemli ilerlemeler bu dönemde olmuştur.
Ortaçağda, mühendisler emekten tasarruf sağlayan makinalar tasarlayıp geliştirerek insanlar ve hayvanların üretim güçlerini arttırmanın ya da desteklemenin yollarını aramışlardır. Yel değirmeni bu çağda geliştirilmiş ve daha etkin hale getirilen su değirmenleri yeni kullanımlara sahip olmuştur. Mekanik alanında ortaçağda Avrupa’da gerçekleşen diğer ilerlemeler arasında, çıkrık ve gemiler için mafsallı dümen sayılabilir.
Ortaçağın gelişkin mühendislik aletleri, malzemeleri ve tekniklerinin bir çoğu ilk kez Uzak Doğuda, özellikle de Çin’de görüldü. Barutun icadı ve kağıt yapımı, demirin dökülmesi ve kumaşların imalatına ilişkin işlemlerin geliştirilmesi bu ilerlemeler arasındadır.
F.YAKIN ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE MÜHENDİSLİK:
Yirminci yüzyıla doğru son 150 yılda, madencilik, imalat ve ulaşımda önemli ilerlemeler olmuştur. Buhar makinasını tasarlayan Thomas Newcoman’ın atmosferik basınçlı buhar makinasından çok daha etkindi. Fabrikatör Matthew Boulton’un desteğiyle, yüzlerce makina üretildi. 1800’e gelindiğinde, Boulton ve Watt makinalarından 500’ü, İngiltere’de, madenleri pompalayıp su çıkarmada , demir işleri ve tekstil fabrikalarındaki makinaları çalıştırmada kullanılıyordu .
19. yüzyıl, mühendisliğin bir meslek olarak öneminin daha da artmasına tanıklık etmiştir. İnşaat mühendisi ünvanını ilk kullanan İngiliz John Smeaton, bilim çevrelerinde üst düzeyde saygı görüyordu. 20.yüzyılda ilk Makina Mühendisleri Enstitüsü 1847’de kuruldu ve George Stephenson ilk başkan olarak hizmet verdi.1908’e gelindiğinde, inşaat, makina, elektrik, kimya , madencilik ve metalurji mühendisliklerini temsilen beş dernek kurulmuştur.
19. yüzyıldaki mühendislik başarıları için, elektriğin bir güç kaynağı olarak geliştirilmesi en önemli faktörlerden biridir. Bunda, büyük oranda 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sayısız bilimci ve mühendisin çabaları rol oynamıştır. Bununla birlikte, temeller, Alman George Simon Ohm, İtalyan Alessandra Volta ve Fransız Charles Coloumb ve Andre Ampere gibi, elektriğin temel doğasını tanımlayan, 18. yüzyılın başlarındaki fizikçilerin buluşları ile atılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, nükleer yolla elektrik enerjisi üretimi üzerine tasarım ve fizibilite çalışmaları yapıldı. İlk nükleer enerji santralı 1967’de faaliyete geçti . Nükleer enerji fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye ekonomik açıdan rakip hale geldi
Yirminci yüzyılda benzersiz teknolojik gelişme ve değişim yaşanmıştır. Keşiflerin adımlarının hızlanması, belki de en çok elektronik alanında belirgin olmuştur. Bu yüzyılda, sinyallerin ilkel bir biçimde iletilmesinin yerini, elektronik parçaların kullanıldığı muazzam kumanda sistemlerine sahip modern iletişim ağları almıştır. 1947’de transistörün icadından bu yana, elektronik sinyalleri güçlendirme cihazları olarak, vakumlu tüpler de yerlerini, büyük ölçüde, yarı-iletkenli cihazlara bırakmıştır. Transistör ve yarı-iletken diyot, elektronik donanımların çok küçülmesini sağlamıştır. Minik silikon çipler üzerinde seri üretilen, ucuz entegre devrelerin gelişi, elektronik tasarımda çığır açan değişimlere yol açmıştır. Minyatürleşme ile birlikte, bu tür cihazlar sinyallerin devreler aracılığıyla güvenilir ve hızlı bir biçimde iletilmesini ve daha hızlı kumanda devreleri ve dijital bilgisayarların geliştirilmesini sağlamıştır.
3.TÜRKİYEDE MÜHENDİSLİK TARİHİ:
Ülkemizde üniversite tarihi bugünkü adı İstanbul Teknik Üniversitesi olan, 1773’te açılan Mühendishane-I Bahr-i hümayun’un kuruluşu ile başlar. İlk adı “Mühendishane” olan bu üniversite ulusal tarhimizin ilk üniversitesidir.
I. Abdülhamit devrinde büyümeye devam eden bu üniversite, III. Selim döneminde 1795’de adı Mühendishane-I Berr-I Hümayum (inşaat mühendisliği) olmuş ve bir kanunnameye bağlanmıştır. Bu kanun; ünversitenin kurulduğu dönem koşulları içerisinde oldukça modern ve detaylı bir üniversite kanunudur.
Tanzimattan Sonra Üniversite
Bugünkü anlamda üniversitelerimizin tarihi tanzimatla başlar. 1845’te “Meclis-i Muvakkat” adı ile ulema asker ve bürokratlardan oluşan yedi kişilik geçici bir meclis kurulmuş ve bir yıl çalışmıştır. Bu meclis eğitim sisteminde yapılması düşünülen düzenlemeler için prensipler belirlenmiş ve batıda olduğu gibi eğitimin ilk, orta ve yüksek eğitim olmak üzere üç basamaklı yapılmasını benimsemiştir.
Tanzimatta bugün kullandığımız üniversite sözcüğüne karşılık olarak Osmanlıca (Türkçe) Darülfünun terimi kullnılmışsada içerik olarak batı tipi yeni modern üniversite benimsenmiştir. 1933’e gelindiğinde Darülfünun terimi yerine “üniversite” tercih edilecek en son darülfünun olan İstanbul Darülfünun’u adı İstanbul Üniversitesine çevrilerek hem terim hem de anlam itibarı ile üniversite batılı olacaktır.
Darülfünundan askeriye ve bürokrasinin ihtiyaç duyduğu insan gücü yetiştirmesi amaçlanıyordu. I.Darülfünun 14 ocak 1963’te öğretime başladı, fakat çok geçmeden kapandı. 20 Şubat 1870’de II.Darülfünun (Darülfünunun-u Osmaiye) açıldı. 1874’de III. Darülfünun, 1 Eylül 1900’de IV. Darülfünun ve 1908’de V. Darülfünun açıldı. 20 Nisan 1912’de Darülfünun Nizamnamesi yayınlamdı ve ad İstanbul Darülfünununa çevrildi.
11 Ekim 1919’da Darülfünun nizamnamesi yeniden düzenlendi ve bilimsel özeklik verildi. 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün mektep ve medreselerle birlikte Darülfünun Maarif Vekaletine bağlandı. 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanun ile İstanbul Darülfünunun talimatnameleri yayımlandı ve bilimsel ve idari özerklik verildi. Bunun dışında Cımhuriyet döneminde çok ciddi devrimler yapılmışsa da Darülfünuna dokunulmamıştır.
1930’dan itibaren Darülfünun çeşitli yayın organlarında eleştirilmeye başlanmış ve 1933’de İstanbul Darülfünun’u kaldırılarak İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 reformu daha sonraki üniversite düzenlemeleri üzerinde belirleyici bir etki yapmıştır. 1933 reformu ve çevresindeki olaylar cumhuriyet döneminden sonra üniversiteye bakışın anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.
31 Temmuz 1933 de Darülfunun Kapatılmış Darülfunun toplam 240 olan öğretim elmanı kadrosu 53’e düşürülmüş ve diğer öğretim elemanının görevlerine son verilmiştir. Böylelikle, eski öğretim elemanlarının üçte ikisi işten atılmışlardır. Bunların yerine Almanya’dan Hitler rejiminden kaçan öğretim üyeleri getirilmişitir.
Istanbul Üniversitesi 9 aylık bir boşluktan sonra 1934’ te çıkarılan İstanbul Üniversitesi Talimatnamesi’nde belirlenen yeni esaslara göre düzenlenmiştir.
1946 (18.6.1946 tarih ve 4936 sayılı kanun), 1961 (61 anayasası madde 120, 115 sayılı kanun) 1973 (7.7.1973 tarih ve 1750 sayılı kanun), 1981 (6.11.1981 tarih ve 2547 sayılı kanun) de olmak üzere üniverite kanununda en az 8 yıllık en çok 15 yıllık peryotlarda olmak üzere 5 defa düzenleme yapılmıştır.
1981’de Türkiye Üniversitelerinin tümü aynı yasal çerçevenin (2547 sayılı kanun) içine sokulmuş, merkezinde YÖK bulunan otoriter bir yapı kurulmuştur.
Bu otorite üniversitelerin bütün uygulamalarını kontrol altında alma yönünde gelişmeler göstermektedir. Böylece otoriter yapı totaliterleştirmeye dönüşmektedir. 1933’ te başlayan otorite kurma arzusu giderek güçlendirilmiş bürokratik-hiyerarşik bir otorite konisi inşa edilmiştir. Dünyada üniversiteleri aynı yapıda kuran ve aynı merkezden yöneten bir başka ülke bulunmamaktadır.
TARTIŞMA
Buraya kadar genel bir tarihçe ve kronolojik bir irdeleme ile nesnel durum tespiti yapılmıştır.
Başından beri üniversitelerin ve mühendisliğin tarihini irdelerken esas itibari ile yöneten egemen güçlerin hizmetinde olan, onun ayrıcalığını sonuna kadar kullanan, sınıfsal konumu itibari ile emekçi kimliğine uzak olan mühendislerin sayısının artmasına da bağlı olarak son 30 yılda neden sınıfsal konumları değişmeye başlamıştır. Neden işsiz ordusuna dönüşmeye başlamışlardır şanslı olup iş bulabilenlerin ücretleri neden bu kadar düşüktür?
Ve neden bağımsız, özerk ve demokratik olması gereken üniversiteler/yüksek öğretim/mühendisler üzerinde YÖK gibi baskıcı bir otorite oluşturulmuştur. Bu soruların yanıtlarını aradığımız ve bulabildiğimiz ölçüde gelişecek ve geliştireceğiz.
KAYNAKÇA
Bu konuda pek çok kaynak mevcuttur, aşağıda bazıları sıralanmıştır.
1. "Introduction to Engineerging" Paul H.Wright -1994- 2 edition Wiley&Sons
2. "Engineering as a Career" Ralp J.Smith- 1956-Mc.Graw -Hill book
3. "Mühendislik Kimliği" Ünsal Yetim -TMMOB Yayınları -1993
4. "Eski Yunan ve Roma'da Mühendislik" J.G.Landels-Tübitak-1995-5.Baskı
5. "Bir Mühendisin Dünyası" James l.Adams-Tübitak Popüler Bilim Kitapları-İkinci Basım-Mayıs 95
6. "Türkiye Tarihi IV" Murat Katoğlu (Cumhuriyet sonrası eğitim kültür-sanat) Genel Yönetmen:Sina Akşit-Cem Yayınevi-Temmuz 97-5.Basım
7. "21.yy 'daTürkiye" Prof.Dr.Emre Kongar-Remzi Kitabevi-Ocak 99-17 Basım
8. TMMOB Makina Müh. Odası Öğrenci Üye Kurultayı 1999
9. Pek çok ülke eğitimlerinin tarihleri için ilgili web sayfaları
10. www.antimai.org
11.Mühendisliğin uzun yürüyüşü, Ghenu. M
12. www.wikipedia.org
MÜHENDİSLİK TARİHİ
Mühendisliğin geçmişi insanoğlunun içindeki merak duygusu kadar eskidir. Atalarımız doğanın sunduğu malzemeleri ve sahip olduğu güçleri, tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi insanlığın yararına kullanmaya ve kontrol altına almaya çalışmışlardır. Mühendislerin bu çabaları, onların toplum içerisinde “toplumun ihtiyaçlarını” karşılamak gibi bir misyonu üstlenmelerine neden olmuştur. (liman,yol, sel baskınlarını kontrol tesisleri yapmak).Bu nedenle tarihin önemli uygarlıklarında mühendisler, hükümdarlara yakın kişiler olmuşlar ve önemli mevkilerde yer almışlardır.
2.İLK UYGARLIKLARDA MÜHENDİSLİK:
A. MEZOPOTAMYALILARDA MÜHENDİSLİK:
Önemli mühendislik edimleri, bugünkü Irak’ta Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bölge olan Mezopotamya’nın eski sakinlerine çok şey borçludur. İlk tekerlekli arabanın bu bölgede görüldüğü söylenmektedir. Çok eski ve gizemli bir halk olan Sümerler, yazılı tarihin başlangıcında Güney Mezopotamya’da, dünyanın ilk mühendislik uygulamalarını oluşturan kanallar, tapınaklar ve surlar inşa etmişlerdir. Mezopotamyanın diğer sakinleri Babiller ve Asurlular ise yine mühendislik adına önemli eserler vermişlerdir.
Bu döneme ait,bulunan kil tabletlerdeki kayıtlar M.Ö. 2000 yıllarında “usturlap” denen bir açı ölçüm aletinin astronomik gözlemlerde kullanıldığını göstermektedir. Bir dereceli daire ve bir görme kolundan ibaret olan bu alet, Mezopotamyalılar tarafından kullanılan 60’lık sayı sistemine dayalıydı. Bu sistem, zaman ve açı ölçümlerinde bugün hala kullanılmaktadır.
Babil ülkesini 43 yıl (M.Ö. 1850-1750) yöneten büyük kral Hammurabi , kendi adını taşıyan yeni ve kapsamlı bir kanunname derlemiştir. Kötü inşaat uygulamalarına izin verenlere cezalar getiren bu ünlü kanunname, günümüz inşaat kanunlarının bir önceli olarak görülmektedir.
Hammurabi Kanunları, kalite teminatı ve mesleki sorumluluğa ilişkin önemli bir mesaj veriyor ve ihlal halinde son derece ağır cezalar öngörüyordu.
Kral Sennacherib’in hükümdarlığı sırasında, Asurlular umumi su kaynağının dikkate değer ilk örneğini tamamladılar. (M.Ö. 700 civarı)
B.ESKİ MISIR’DA MÜHENDİSLİK:
Bu eski mühendisler / mimarlar, arazi ölçümünün (mesaha) bilinen ilk biçimini uygulamaya koydular. Mısırlılar ayrıca etkin sulama sistemleri geliştirdiler ve görkemli taş binalar inşa ettiler.
C.YUNANLILARDA MÜHENDİSLİK:
M.Ö. 600’den başlayarak, Doğu Akdeniz bölgesinde Yunanlı yaşam ve düşünce tarzı egemen olmuştur. Yunanlılar, en çok soyut mantıkları ve geçmişin ilmini kuramlaştırma ve sentez etme yetenekleri ile hatırlanmaktadırlar. Sanat, edebiyat ve felsefede gerçekleştirdikleri büyük ilerlemeler, mühendisliğe katkılarını gölgede bırakma eğiliminde olmuştur. Esas olarak kuramın üzerinde yoğunlaşmaya eğilim gösterdiler, deneme ve doğrulamaya ve uygulamaya az değer verdiler.
Yunanlılar mekanik teknolojide de yaratıcı olmasını bilmişlerdir. Archimedes, bileşik makaraları, hidrolik vidaları, büyüteci ve çeşitli savaş makinalarını icat etmiştir.Yunanlılar deniz kültürüyle iç içe olmalarının bir sonucu olarak limanlar ve dalgakıranlar yaptılar. Yine Dünyanın ilk deniz fenerinin inşaatına bu dönemde başlandı (M.Ö.600). Bu fener 113 metre yükseklikteydi ve antik dönemde dünyanın yedi harikasından biri olarak biliniyordu.(Alexandria limanındaki Pharos feneri)
Sisam adasında inşa edilen , Megaralı mimar Eupalinus’un yönetimi altında 275 m yükseklikte bir tepeyi kesip geçen 1005 m uzunluktaki tünel bir diğer önemli eserdir.
D. ROMALILARDA MÜHENDİSLİK:
Antik dönemin en ünlü mühendisleri Romalılar, kaynaklarını daha fazla bayındırlık işlerine adamışlardır. Yunanlıların aksine, Romalılar matematiksel mantıktan ve bilimden çok deneyime güvenen pratik inşaatçılardı. Yapıları tasarım açısından basitti ancak yine de ölçek olarak etkileyici ve uygulama olarak cesurdu . Genellikle sanat ya da estetikten çok işleve önem veriliyordu.
Romalı inşaatçılar mühendisliğe önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlar arasında, ileri inşa yöntemlerinin geliştirilmesini, sulu çimentonun keşfedilmesi , şahmerdan, ayak gücüyle çalışan vinçler, ahşap kovalı çarklar gibi bir dizi inşaat makinalarının tasarlanması sayılabilir.
2.2.ORTAÇAĞDA MÜHENDİSLİK:
Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca, yani Orta Çağ olarak bilinen dönemde mühendislikte nispeten az ilerleme olmuştur. Bununla birlikte, özellikle yapı tasarımında enerji tasarrufu sağlayan ve gücü arttıran makina ve aletlerin gelişiminde olmak üzere bazı önemli ilerlemeler bu dönemde olmuştur.
Ortaçağda, mühendisler emekten tasarruf sağlayan makinalar tasarlayıp geliştirerek insanlar ve hayvanların üretim güçlerini arttırmanın ya da desteklemenin yollarını aramışlardır. Yel değirmeni bu çağda geliştirilmiş ve daha etkin hale getirilen su değirmenleri yeni kullanımlara sahip olmuştur. Mekanik alanında ortaçağda Avrupa’da gerçekleşen diğer ilerlemeler arasında, çıkrık ve gemiler için mafsallı dümen sayılabilir.
Ortaçağın gelişkin mühendislik aletleri, malzemeleri ve tekniklerinin bir çoğu ilk kez Uzak Doğuda, özellikle de Çin’de görüldü. Barutun icadı ve kağıt yapımı, demirin dökülmesi ve kumaşların imalatına ilişkin işlemlerin geliştirilmesi bu ilerlemeler arasındadır.
F.YAKIN ÇAĞDAN GÜNÜMÜZE MÜHENDİSLİK:
Yirminci yüzyıla doğru son 150 yılda, madencilik, imalat ve ulaşımda önemli ilerlemeler olmuştur. Buhar makinasını tasarlayan Thomas Newcoman’ın atmosferik basınçlı buhar makinasından çok daha etkindi. Fabrikatör Matthew Boulton’un desteğiyle, yüzlerce makina üretildi. 1800’e gelindiğinde, Boulton ve Watt makinalarından 500’ü, İngiltere’de, madenleri pompalayıp su çıkarmada , demir işleri ve tekstil fabrikalarındaki makinaları çalıştırmada kullanılıyordu .
19. yüzyıl, mühendisliğin bir meslek olarak öneminin daha da artmasına tanıklık etmiştir. İnşaat mühendisi ünvanını ilk kullanan İngiliz John Smeaton, bilim çevrelerinde üst düzeyde saygı görüyordu. 20.yüzyılda ilk Makina Mühendisleri Enstitüsü 1847’de kuruldu ve George Stephenson ilk başkan olarak hizmet verdi.1908’e gelindiğinde, inşaat, makina, elektrik, kimya , madencilik ve metalurji mühendisliklerini temsilen beş dernek kurulmuştur.
19. yüzyıldaki mühendislik başarıları için, elektriğin bir güç kaynağı olarak geliştirilmesi en önemli faktörlerden biridir. Bunda, büyük oranda 19. yüzyılın ikinci yarısındaki sayısız bilimci ve mühendisin çabaları rol oynamıştır. Bununla birlikte, temeller, Alman George Simon Ohm, İtalyan Alessandra Volta ve Fransız Charles Coloumb ve Andre Ampere gibi, elektriğin temel doğasını tanımlayan, 18. yüzyılın başlarındaki fizikçilerin buluşları ile atılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, nükleer yolla elektrik enerjisi üretimi üzerine tasarım ve fizibilite çalışmaları yapıldı. İlk nükleer enerji santralı 1967’de faaliyete geçti . Nükleer enerji fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye ekonomik açıdan rakip hale geldi
Yirminci yüzyılda benzersiz teknolojik gelişme ve değişim yaşanmıştır. Keşiflerin adımlarının hızlanması, belki de en çok elektronik alanında belirgin olmuştur. Bu yüzyılda, sinyallerin ilkel bir biçimde iletilmesinin yerini, elektronik parçaların kullanıldığı muazzam kumanda sistemlerine sahip modern iletişim ağları almıştır. 1947’de transistörün icadından bu yana, elektronik sinyalleri güçlendirme cihazları olarak, vakumlu tüpler de yerlerini, büyük ölçüde, yarı-iletkenli cihazlara bırakmıştır. Transistör ve yarı-iletken diyot, elektronik donanımların çok küçülmesini sağlamıştır. Minik silikon çipler üzerinde seri üretilen, ucuz entegre devrelerin gelişi, elektronik tasarımda çığır açan değişimlere yol açmıştır. Minyatürleşme ile birlikte, bu tür cihazlar sinyallerin devreler aracılığıyla güvenilir ve hızlı bir biçimde iletilmesini ve daha hızlı kumanda devreleri ve dijital bilgisayarların geliştirilmesini sağlamıştır.
3.TÜRKİYEDE MÜHENDİSLİK TARİHİ:
Ülkemizde üniversite tarihi bugünkü adı İstanbul Teknik Üniversitesi olan, 1773’te açılan Mühendishane-I Bahr-i hümayun’un kuruluşu ile başlar. İlk adı “Mühendishane” olan bu üniversite ulusal tarhimizin ilk üniversitesidir.
I. Abdülhamit devrinde büyümeye devam eden bu üniversite, III. Selim döneminde 1795’de adı Mühendishane-I Berr-I Hümayum (inşaat mühendisliği) olmuş ve bir kanunnameye bağlanmıştır. Bu kanun; ünversitenin kurulduğu dönem koşulları içerisinde oldukça modern ve detaylı bir üniversite kanunudur.
Tanzimattan Sonra Üniversite
Bugünkü anlamda üniversitelerimizin tarihi tanzimatla başlar. 1845’te “Meclis-i Muvakkat” adı ile ulema asker ve bürokratlardan oluşan yedi kişilik geçici bir meclis kurulmuş ve bir yıl çalışmıştır. Bu meclis eğitim sisteminde yapılması düşünülen düzenlemeler için prensipler belirlenmiş ve batıda olduğu gibi eğitimin ilk, orta ve yüksek eğitim olmak üzere üç basamaklı yapılmasını benimsemiştir.
Tanzimatta bugün kullandığımız üniversite sözcüğüne karşılık olarak Osmanlıca (Türkçe) Darülfünun terimi kullnılmışsada içerik olarak batı tipi yeni modern üniversite benimsenmiştir. 1933’e gelindiğinde Darülfünun terimi yerine “üniversite” tercih edilecek en son darülfünun olan İstanbul Darülfünun’u adı İstanbul Üniversitesine çevrilerek hem terim hem de anlam itibarı ile üniversite batılı olacaktır.
Darülfünundan askeriye ve bürokrasinin ihtiyaç duyduğu insan gücü yetiştirmesi amaçlanıyordu. I.Darülfünun 14 ocak 1963’te öğretime başladı, fakat çok geçmeden kapandı. 20 Şubat 1870’de II.Darülfünun (Darülfünunun-u Osmaiye) açıldı. 1874’de III. Darülfünun, 1 Eylül 1900’de IV. Darülfünun ve 1908’de V. Darülfünun açıldı. 20 Nisan 1912’de Darülfünun Nizamnamesi yayınlamdı ve ad İstanbul Darülfünununa çevrildi.
11 Ekim 1919’da Darülfünun nizamnamesi yeniden düzenlendi ve bilimsel özeklik verildi. 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün mektep ve medreselerle birlikte Darülfünun Maarif Vekaletine bağlandı. 21 Nisan 1924 tarih ve 493 sayılı kanun ile İstanbul Darülfünunun talimatnameleri yayımlandı ve bilimsel ve idari özerklik verildi. Bunun dışında Cımhuriyet döneminde çok ciddi devrimler yapılmışsa da Darülfünuna dokunulmamıştır.
1930’dan itibaren Darülfünun çeşitli yayın organlarında eleştirilmeye başlanmış ve 1933’de İstanbul Darülfünun’u kaldırılarak İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 reformu daha sonraki üniversite düzenlemeleri üzerinde belirleyici bir etki yapmıştır. 1933 reformu ve çevresindeki olaylar cumhuriyet döneminden sonra üniversiteye bakışın anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.
31 Temmuz 1933 de Darülfunun Kapatılmış Darülfunun toplam 240 olan öğretim elmanı kadrosu 53’e düşürülmüş ve diğer öğretim elemanının görevlerine son verilmiştir. Böylelikle, eski öğretim elemanlarının üçte ikisi işten atılmışlardır. Bunların yerine Almanya’dan Hitler rejiminden kaçan öğretim üyeleri getirilmişitir.
Istanbul Üniversitesi 9 aylık bir boşluktan sonra 1934’ te çıkarılan İstanbul Üniversitesi Talimatnamesi’nde belirlenen yeni esaslara göre düzenlenmiştir.
1946 (18.6.1946 tarih ve 4936 sayılı kanun), 1961 (61 anayasası madde 120, 115 sayılı kanun) 1973 (7.7.1973 tarih ve 1750 sayılı kanun), 1981 (6.11.1981 tarih ve 2547 sayılı kanun) de olmak üzere üniverite kanununda en az 8 yıllık en çok 15 yıllık peryotlarda olmak üzere 5 defa düzenleme yapılmıştır.
1981’de Türkiye Üniversitelerinin tümü aynı yasal çerçevenin (2547 sayılı kanun) içine sokulmuş, merkezinde YÖK bulunan otoriter bir yapı kurulmuştur.
Bu otorite üniversitelerin bütün uygulamalarını kontrol altında alma yönünde gelişmeler göstermektedir. Böylece otoriter yapı totaliterleştirmeye dönüşmektedir. 1933’ te başlayan otorite kurma arzusu giderek güçlendirilmiş bürokratik-hiyerarşik bir otorite konisi inşa edilmiştir. Dünyada üniversiteleri aynı yapıda kuran ve aynı merkezden yöneten bir başka ülke bulunmamaktadır.
TARTIŞMA
Buraya kadar genel bir tarihçe ve kronolojik bir irdeleme ile nesnel durum tespiti yapılmıştır.
Başından beri üniversitelerin ve mühendisliğin tarihini irdelerken esas itibari ile yöneten egemen güçlerin hizmetinde olan, onun ayrıcalığını sonuna kadar kullanan, sınıfsal konumu itibari ile emekçi kimliğine uzak olan mühendislerin sayısının artmasına da bağlı olarak son 30 yılda neden sınıfsal konumları değişmeye başlamıştır. Neden işsiz ordusuna dönüşmeye başlamışlardır şanslı olup iş bulabilenlerin ücretleri neden bu kadar düşüktür?
Ve neden bağımsız, özerk ve demokratik olması gereken üniversiteler/yüksek öğretim/mühendisler üzerinde YÖK gibi baskıcı bir otorite oluşturulmuştur. Bu soruların yanıtlarını aradığımız ve bulabildiğimiz ölçüde gelişecek ve geliştireceğiz.
KAYNAKÇA
Bu konuda pek çok kaynak mevcuttur, aşağıda bazıları sıralanmıştır.
1. "Introduction to Engineerging" Paul H.Wright -1994- 2 edition Wiley&Sons
2. "Engineering as a Career" Ralp J.Smith- 1956-Mc.Graw -Hill book
3. "Mühendislik Kimliği" Ünsal Yetim -TMMOB Yayınları -1993
4. "Eski Yunan ve Roma'da Mühendislik" J.G.Landels-Tübitak-1995-5.Baskı
5. "Bir Mühendisin Dünyası" James l.Adams-Tübitak Popüler Bilim Kitapları-İkinci Basım-Mayıs 95
6. "Türkiye Tarihi IV" Murat Katoğlu (Cumhuriyet sonrası eğitim kültür-sanat) Genel Yönetmen:Sina Akşit-Cem Yayınevi-Temmuz 97-5.Basım
7. "21.yy 'daTürkiye" Prof.Dr.Emre Kongar-Remzi Kitabevi-Ocak 99-17 Basım
8. TMMOB Makina Müh. Odası Öğrenci Üye Kurultayı 1999
9. Pek çok ülke eğitimlerinin tarihleri için ilgili web sayfaları
10. www.antimai.org
11.Mühendisliğin uzun yürüyüşü, Ghenu. M
12. www.wikipedia.org