26 Aralık 2010 Pazar

400 milyon yıl yaşlandık!

İskoçya’da bulunan eski kayalardaki kanıtlar, Dünya atmosferinin karmaşık yaşam barındırabilecek koşullara 1,2 milyar yıl önce sahip olduğunu gösteriyor.

Aberdeen Üniversitesi’nden John Parnell, Nature dergisinde yayınlanan ve liderliğini yaptığı çalışmaya ilişkin olarak, son keşfin yeryüzünde canlıların ortaya çıkışı ve evrim sürecini anlama yolunda yeni açılımlar sağlayacağını düşünüyor. Parnell’in de belirttiği üzere, atmosferdeki oksijen miktarında meydana gelen önemli artışın, daha önceleri bundan 800 milyon yıl önce gerçekleştiği düşünülüyordu.


Oksijen düzeyindeki bu artış, basit organizmalardan karmaşık yapılı çok hücrelilere geçişin vizesi niteliğinde. Bu da yüksek organizasyonlu canlılara giden yolu açıyor. Bununla birlikte Parnell, bakterilere ait olarak Lochinver’in kuzeybatısındaki eski kayalarda bulunan kimyasal izlere baktıklarında, sürecin 400 milyon yıl kadar daha önce işlemeye başladığını anladıklarını belirtiyor.

Yeryüzünde yaşama dair en eski fosil kanıtlar 3,8 milyar öncesine dayanıyor olsa da bunların adeta bir balçıktan daha karmaşık olmayan basit, mikrobik oluşumlara ait oldukları biliniyor. Eldeki verilere göre karmaşık yapılı canlıların, bundan 800 milyon yıl öncesine kadar ortaya çıkmış olabilecekleri düşünülmüyordu. İskoçya’da bulunan 1,2 milyar yaşındaki kayaların analizi sonucunda, enerji üretmek için sülfür kullanan bakterilerin mevcut sülfür döngüsü içinde yer alan çok daha karmaşık bir kimyasal tepkimeyle oksijeni de kullanabildikleri anlaşılmış. Parnell, bu kimyasal tepkimeye ait kanıtların,evrimsel açıdan anahtar olarak kabul edilebilecek bu noktada atmosferde mevcut olan oksijen düzeyini de gözler önüne serdiğini söylüyor, “Herhangi bir yanlışlık olmaması için üzerine basmak gerekirse, çalışma karmaşık canlılığın tam olarak 1,2 milyar önce ortaya çıktığını değil, bunun için uygun koşulların bu dönemde meydana geldiğini ortaya koyuyor. 

Hayatın yapılanışı ve atmosferik şartlara bağlı ilerleyen evrimsel sürecin anlaşılması için yapılacak yeni araştırmalarla ihtiyacımız var.”

 

25 Aralık 2010 Cumartesi

Biyolojik kayıt defteri olarak genler

Yeni çalışma, bugün dünya üzerinde var olan gen havuzunun, geçmişte meydana gelmiş olayların kayıtlarını tutan birer defter niteliğinde olduğunu söylüyor.

Yaşam birkaç milyar yıldır yeryüzünde var olmasına karşın sadece 580 milyon yıl önce kendisine ait kalıntıları, yani fosilleri geride bırakmaya başladı. Fakat sahip olduğumuz ve ‘modern’ olarak niteleyebileceğimiz genler, bizlere yaşamın milyarlarca yıl önce nasıl geliştiğini gösterecek bir kapı aralıyor.

 Yaşam birkaç milyar yıldır yeryüzünde var olmasına karşın sadece 580 milyon yıl önce kendisine ait kalıntıları, yani fosilleri geride bırakmaya başladı. Fakat sahip olduğumuz ve ‘modern’ olarak niteleyebileceğimiz genler, bizlere yaşamın milyarlarca yıl önce nasıl geliştiğini gösterecek bir kapı aralıyor.

Bugün yaşayan modern organizmaların sahip olduğu tüm gen setleri yani genomlar, kendilerine atasal akranlarından bırakılmış birer misas konumunda. Bu da bir bakıma genomun ataların birer genetik ‘fosili’ olduğu anlamına geliyor. Bu teori Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden sayısal biyologlar Lawrence A. David ve Eric J. Alm tarafından yakın zamanda ortaya atıldı. Teorinin sahipleri, 100 modern canlının genomunu inceleyerek mevcut tüm genetik veriye ulaşabileceklerini ve eski mikroplarda genlerin ne şekilde evrildiğini ortaya koyabileceklerini umuyorlar.

Doğal olarak genler bir kuşaktan diğerine kalıtılırken aralarına yeni katılanlar, yolda kaybolanlar, aynı dizide kendini tekrarlayanlar veya silinenler oluyor. Fakat üzerinde çalışılacak bunca genom ve ‘havalı’ matematik modelleme söz konusuyken araştırmacılar milyarlarca yıl geriye dönerek genlerin evrimsel tarihini izleyebileceklerini düşünmüşler.

İkili, var olan tüm gen ailelerinin yüzde 27’sinin, tek bir dönem içinde, bundan 3,3 ila 2,8 milyar yıl önce meydana gelmiş olduğunu keşfetmiş ve bu aralığı ‘Arkeen Genişlemesi’ olarak adlandırmış. Yeryüzündeki yaşam açısından en verimli bu dönemin nedeni acaba neydi?

Arkeen dönem kaynaklı genlerin bir çoğu oksijenle ilişkili. Bu nedenle araştırmacılar söz konusu genlerin, 2,5 milyar yıl önce, oksijenin atmosferde birikmeye başladığı ve bir çok oksijensiz solunum yapan canlıyı ortadan kaldırarak oksijen soluyanlara yol verdiği ‘Büyük Oksidasyon Olayı’ sırasında meydana gelmiş olabileceğini düşünüyorlar.

Fakat zaman bakıldığında bunca yeni genin oluşabilmesi için kalan zamanın oldukça az olduğu görülüyor. Buna odaklandıklarında araştırmacılar elektron taşıma sisteminin doğumunu keşfettiklerinden şüphelenmişler. Bu biyomekanik süreç, elektronları hücre zarı boyunca hareket ettirerek hücrelerin oksijen solumalarına yol açmış ve oksijenik fotosentezi mümkün hale getirmiş. Bu tip bir fotosentez de Büyük Oksidasyon Olayı’na zemin hazırlamış.
 
David, elektron taşıma sisteminin nasıl bu denli çeşiti gen ailelerinin ortaya çıkmasına yardım ettiğini açıklıyor, “Bulgularımız, elektron taşıma sisteminin gelişiminin, doğrudan Arkeen Genişlemesi’ne neden olup olmadığını söyleyemesek de, devasa bir enerji stoğuna ulaşabilmenin, biyosferde büyük ve karmaşık mikrobial ekosistemlerin oluşumuna önayak olduğu şeklinde bir yorum yapabiliriz. Bu bulguya ilişkin olarak en can alıcı noktaysa, çok çok eski olayların tarihinin, bugün yaşayan canlıların ortak DNA’larında kayıtlı olduğunu ortaya koyması. Ancak bu şifreli kaydın nasıl okunabileceğini yeni yeni anlamaya başladık. Umuyorum ki çok yakın bir zamanda, yaşamın evrimine dait erken dönem olayları detaylı bir şekilde ortaya koyabilmemiz mümkün olacak.”







 

23 Aralık 2010 Perşembe

Modern insana yakın akraba yeni tür bulundu

30.000 yaşındaki fosiller, Neandertal ve modern insanın dışında dünya üzerinde yakın zamanda var olmuş bir üçüncü insan türünün varlığına işaret ediyor.

Bilimciler, Sibirya’daki Altay Dağlarında bulunan Denisova Mağarası’nda buldukları 30.000 yaşındaki buluntuların diş ve parmak kemiklerinden aldıkları DNA örneklerini analiz ettiler ve bunun eski ve farklı bir insan türüne ait olduğunu açıkladılar. 

 Bulunduğu mağaranın adına atfen Denisova’lı anlamına gelen ‘Denisovan’ adı verilen tür, modern insanın taş aletler, takı ve sanatı geliştirmekte olduğu son Buzul Çağı’nda yaşamış. Bu bulgu sonucuna göre, insan soyağacında yakın dönemde yaşamış olan üç tür gündeme geliyor: Modern insan, Neandertal ve Denisovan. 

Analizlerin kaynağı olan kemikler ‘X-kadın’ olarak adlandırılan genç bir kıza ait. Bu yılın başında yayınlanmış olan geçici testler kemiklerin tamamen yeni bir türe ait olabileceğini söylüyordu. Şimdilerde bitirilmiş olan tam DNA analizi, kemiklerin gittikçe karmaşık bir hal almakta olan insan soy ağacındaki yerini kesinleştiriyor.

X-kadın’ın bulunuşu, bir Endonezya adasında 2004 yılında ortaya çıkarılmış olan ‘Hobit’ lakaplı ve 90 santimlik tartışmalı potansiyel yeni türün keşfini takip etmişti. Bir çok araştırmacı Hobit’i, kemiklerin gelişim bozukluğu yaşamış bir insana ait olduğunu söyleyerek reddediyor.

 Denisovanlar, iki ayakları üzerinde yürümüş olmalarına karşın Neandertal ve modern insanlardan fiziksel açıdan farklılık gösteriyor. Diş şekli insanın çok daha eski bir akrabası olan ve yaklaşık bir milyon yıl önce ortadan kalkan Homo erectus’unkileri andırıyor. Makaleye göre parmak kemikleri ve dişler farklı bireylere ait.

Almanya Leipzig’teki Max Planck Evrimsel Antopoloji Enstitüsü’nden ve çalışmanın yazarlarından Dr. Richard Green, insanın erken dönem atalarından bir grubun 300.000 ila 400.000 yıl önce Afrika’yı terk ettiğini ve hızla parçalanarak yayıldıklarını düşünüyor. Green’e göre bu parçalardan bir dal Neandertaller’e evrilirken diğeriyse doğuya yönelerek Denisovanları meydana getirmiş. 70.000 yıl kadar önceki bir başka göç dalgası sırasında da modern insan Afrika’yı terk etmiş. Modern insan gruplarından bir tanesi Denisovanlar ile temas etmiş ve bunların DNA’sının izlerine Melanezya’da rastlayabilmek mümkün.
 






 

22 Aralık 2010 Çarşamba

İşte en eski cinayet!

Bursa'da 6500 yıllık iskelete yapılan otopside, yeni ipuçlarına ulaşıldı. İşte detaylı incelemede ortaya çıkan farklı hikaye...

Bursa’nın merkez Nilüfer İlçesi Aktopraklık Mevkii’nde yürütülen kazılarda 6 bin 500 yıl öncesine ait boynundan okla yaralanmış ve karnının kesilmesi sonucu kan kaybından ölmüş bir iskelet bulundu. Kazının mezarlık ve iskeletlerin incelenmesi aşamasını yürüten Paleoantropolog Dr. Songül Alpaslan Roodenberg, M.Ö. 6500 - 5500 yıllarına ait Kuzeybatı Anadolu’nun bilinen en eski köylerinden biri olan Aktopraklık Höyüğü’nde yaklaşık 60 mezar bulduklarını belirterek, “Çakmaktaşından yapılmış ok ile vurulan ve ardından karnına aldığı bıçak darbesiyle kan kaybından ölen kişinin iskeleti ile tarih öncesi saptanabilen en eski cinayetlerden birini burada bulduk” dedi.
 
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile Nilüfer İlçesi Aktopraklık Mevkii’nde başlatılan kazılar, tarih öncesi ilk tarım ve çiftçiliğin Orta Doğu’dan Avrupa’ya nasıl yayıldığı ve göç yollarının belirlenmesinde destek olmaya devam ediyor. Kuzeybatı Anadolu’nun ilk çiftçi köylerinden bir olan Aktopraklık’ta mezarlık ve iskeletlerin antropolojik incelenme, analiz çalışmalarını uluslararası projeler dahilinde bir grup bilim adamıyla yürüten Paleoantropolog Dr. Songül Alpaslan Roodenberg, Bursa’daki yerleşimin günümüzden yaklaşık 8 bin 500 yıl öncesine dayandığını belirterek, 2004 yılından bu yana sürdürülen kazılarda 60’a yakın mezar açığa çıkarttıklarını söyledi.
Neolitik (Cilalı Taş Devri), Erken Kalkolitik dönme ait mezarlar höyüğün 100 metre ilerisinde bulunan mezarlıkta ortaya çıkartılan iskeletlerin bir bölümünün osteoljik analizlerinin yapıldığını anlatan Dr. Roodenberg, “İlk incelemeleri tamamlanan 42 iskeletten, 37’si erişkinlere, 7’si ise çocuk ve bebeklere ait. Mezarlıkta Geç Neolitik ve Erken Kalkolitik dönemlere ait 32 adet mezar açığa çıkarıldı. Yerleşmede bulunan 12 mezarın tamamı Erken Kalkolitik döneme ait” diye konuştu.
60 CİVARINDA MEZAR BULUNDU
Özellikle tarih öncesi dönemlere ait bilgilerin yazılı kaynaklara dayanmadığı için, arkeolojik buluntuların dikkatle yorumlanması gerektiğini vurgulayan Roodenberg, “Bu kültürleri yapan insana ait kalıntıların analizleri de, dönemi anlamamız açısından büyük önem taşıyor. Bazen ufak bir kemik parçası bize çok enteresan bir olayı anlatabilir. Tarih öncesi Aktopraklık Köyü’nün sakinleri, koyun, keçi, sığır, domuz gibi hayvanları güden ve çeşitli tahıl ürünlerini ekip, biçen Neolitik dönem köylüleridir. Aktopraklık’ta geçtiğimiz yıllarda bulunan mezarlık alanı ile de son derece unik ve önemli bir yerleşim yeri. İlk çiftçilerin yaşadığı köylerde, köy halkının evlerin avlularına ya da ev içlerine, taban altlarına gömüldüklerini biliyoruz. Burada ise, köyün hemen yakınında yerleşim alanı ile ilişkili büyük bir Neolitik dönem mezarlığı açığa çıkarıldı. Şimdiye kadar yaklaşık 60 civarında mezar bulundu. Bu mezarların çoğu mezar buluntu ve hediyeleri açısından oldukça zengin. Ölüler dönemin ölü gömme adetlerine uygun olarak bacakları karnına çekili, sağ ya da sol taraflarına döndürülerek yatırılmış” dedi.
CİNAYETE KURBAN GİDEN KİŞİ SAVAŞÇI
2009 yılında yerleşmede açığa çıkarılan, 30 - 35 yaşlarında bir erkeğe ait mezarın oldukça ilginç olduğunu ve mezarda bulunan kemiklerden ölüm nedenini saptamanın her zaman mümkün olmadığını kaydeden Dr. Songül Alpaslan Roodenberg, “Bu mezardaki bireyin Çakmaktaşından yapılmış bir ok ile yaralandıktan hemen sonra karnının ortasının kesilmesi nedeniyle ani ve aşırı kan kaybından ölmüş olabileceğini saptadık. Üstelik yaralanmaya sebebiyet veren ok ucu halen omurun içinde derin bir biçimde saplanmış olarak ele geçti. Omurun yeri ve ok ucunun pozisyonu bu bireyin karnının alt bölümünden, nispeten sol taraftan yara aldığını gösteriyor. Çakmaktaşından yapılmış, trapez biçimli ok ucunun kemiğe 12 milimetre derinlikte saplanmış olduğunu tespit ettik” diye konuştu.
Öldürülen kişinin yaralanmadan kısa bir süre sonra ölmüş olabileceğine dikkat çeken Roodenberg sözlerine şöyle devam etti:  “Muhtemelen aşırı kanama sonucu ani bir ölüm söz konusu olmalı. Öyle görünüyor ki, köye çok uzak olmayan bir yerde saldırıya uğradı ve öldükten kısa bir süre sonra yerleşmeye getirilebildi. Çünkü ölü katılığı başladıktan sonra yakınlarının ölüye geleneksel hoker pozisyonunu vererek gömebilmeleri imkansız görünüyor. Olasılıkla yakın mesafeden ve yere düştükten sonra bu ölümcül yarayı almış olmalı. Okun vücuda saplanış biçimi ve yönü katilinin kendisinden daha yüksekte olabileceğini düşündürüyor. Muhtemelen yere düştüğünde zaten yaralanmış olabilir ve bu da katilinin işini kolaylaştırmış olmalı. Oldukça güçlü ve kas bağlantı yerleri gelişmiş kemik yapısı bize orta boylu bu adamın son derece atletik yapılı ve bedenen aktif biri olduğunu gösteriyor. Olasılıkla Kalkolitik köyün savaşçılarından biri. İskelet ile tarih öncesi saptanabilen en eski cinayetlerden birini bulduk.”
İskeletlerden alınan örneklerle, kemiklerin analizlerinin Avrupa Araştırma Konseyi’nde yapıldığını bildiren Roodenberg, proje ile Orta Doğu’dan Anadolu’ya ve buradan da Balkanlar’a tarım ve çiftçiliğin geçişini, insan ve evcil hayvanlar ile tarım bitkilerinin göç yollarının incelendiğini sözlerine ekledi.

19 Aralık 2010 Pazar

Danıştay, formasyon kararını açıkladı.

Fen edebiyat fakültesi öğrencilerinin 3. sınıftan başlayarak lisans eğitimleri sırasında formasyon alma hakkı Eğitim-Sen'in Danıştay'da açtığı dava sonucu ortadan kalktı. 
YÖK'ün fen edebiyat fakültelerine öğretmenlik yolunu açan kararı Danıştay'dan döndü.

Fen edebiyat fakültesi öğrencilerinin 3. sınıftan başlayarak lisans eğitimleri sırasında formasyon alma hakkı Eğitim-Sen'in Danıştay'da açtığı dava sonucu ortadan kalktı.
YÖK'ün kararının yürütmesini durduran Danıştay, gerekçesinde eğitim fakülteleri ve fen edebiyat fakültelerinin öğretmen yetiştiren iki fakülte haline gelmesi ile bizzat öğretmen yetiştirmek için kurulmuş olan eğitim fakültesinin diğer fakültelerle aynı statüye konulduğunu belirtti. Aynı zamanda eğitim fakültelerinin 5 yılda öğrenim görürken fen edebiyat fakültelerinin 4 yılda eğitim görerek öğretmen olması durumunun eşitlik ilkesine aykırı olduğu ifade edildi. Danıştay'ın kararıyla fen edebiyat fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri lisans eğitimi sırasında formasyon alamayacak. Karar, şu an 3. ve 4. sınıf olarak formasyon eğitimi gören öğrencileri etkilerken, formasyon alan mezun öğrenciler için hukuki bir sıkıntı mevcut değil.

YÖK’te 'formasyon' protestosu

Fen edebiyat fakültesinde okuyan son sınıf öğrencileri, YÖK önünde formasyon eğitimi haklarının ellerinden alınmasını protesto etti. 

ANKARA - Fen edebiyat fakültesinde okuyan son sınıf öğrencileri, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) önünde formasyon eğitimi haklarının ellerinden alınmasını protesto etti. 

Çoğunluğu Kırşehir Ahi Evran Üniversitesinden gelen fen edebiyat fakültesi öğrencileri, YÖK'e gelerek yetkililerle görüştü. Görüşmenin ardından grup adına açıklama yapıldı. 

Açıklamada, YÖK'ün 24 Eylülde, fen edebiyat fakültesinde okuyan öğrencilerin formasyon eğitimi hakkının ellerinden alındığını açıkladığı belirtilerek, bunun ''büyük bir haksızlık olduğu'' kaydedildi. 

Halen öğrenim gören 1., 2. ve 3. sınıfların aynı hakka sahip olmasına rağmen 4. sınıf öğrencilerinden formasyon eğitimi hakkının alınmasının eşitliğe aykırı olduğu savunulan açıklamada, YÖK yetkililerinin görüşmeler sırasında olumsuz cevap verdiği bildirildi. 

Öğrenciler, 4. sınıflarda formasyon hakkının ellerinden alınmasının kriterinin açıklanması gerektiğini de belirterek, YÖK'ün bu haksızlığı gidermemesi durumunda mahkemeye gideceklerini ifade etti. 

18 Aralık 2010 Cumartesi

Alkol eroinden'daha zararlıymış'

Araştırmada uyuşturucu maddelerin yalnızca kullanıcının bedenine yaptığı zararlar değil, suça itme düzeyi, ekonomiye ve topluma verdiği zararlar da gözönüne alındı.

İngiliz bilimadamları yaptıkları bir araştırma sonucunda alkolün eroinden daha zararlı olduğu sonucuna vardı. 

 Tıp dergisi Lancet'ta yayımlanan araştırmada 20 uyuşturucu madde, 16 farklı kategoride kullanıcılara ve toplumun geneline verdikleri zararlara göre sınıflandırılıyor. 

İngiltere hükümetinin uyuşturucu maddeler konusundaki eski başdanışmanı Profesör David Nutt'ın da imzasının bulunduğu makalede, tütün ve kokain aynı derecede zararlı görülürken, ecstasy ve LSD en az zararlı uyuşturucu maddeler arasında sıralanıyor. 

Araştırmada uyuşturucu maddelerin yalnızca kullanıcının bedenine yaptığı zararlar değil, suça itme düzeyi, ekonomiye ve topluma verdiği zararlar da gözönüne alınıyor. 

İngiltere hükümeti için danışmanlık yaparken görevinden alınan Profesör Nutt, daha sonra uyuşturucu maddeler üzerine, siyasi müdahalelerden bağımsız bir araştırma grubu kurmuştu. 

Araştırmaya göre, eroin ve metilamfetamin kişinin bedensel sağlığına en çok zarar veren maddeler olmalarına karşın, alkol topluma daha zararlı. 

Profesor Nutt'ın araştırması, İngiltere hükümetinin zararlı maddeler tasnifine aykırı sonuçlara varıyor. 

Nutt, BBC'ye yaptığı açıklamada, alkolün en zararlı uyuşturucu madde olarak sınıflandırılmasının en önemli nedeninin, bu maddenin çok yaygın kullanılıyor olması olduğunu da söyledi.







 

17 Aralık 2010 Cuma

Canlı elektrik devreleri

Maya hücreleri gen mühendisliği teknoloji kullanılarak, elektronik devre sistemine dönüştürüldü.

Sentetik biyoloji, göreli olarak yeni bir araştırma sahası. Uygulama alanlarından biri de doğada olmayan biyolojik sistemlerin geliştirilmesi. Bu konuya ilişkin olarak genetik mühendisliği ürünü oan hücreler arasında, algılayıcılar, devre kesiciler ve osilatörler gibi farklı yapay bağlantılar geliştirilmiş durumda. Bu yapay iletişim ağlarından bazılarının endüstriyel ve tıbbi uygulamalarda kullanılmaları mümkün olmasına karşın, bugüne değin alınan sonuçların tam olarak beklentileri karşılamaması nedeniyle girişimler kesin sonuca varamamıştı.

 Gothenburg Üniversitesi Hücre ve Moleküler Biyoloji Bölümü’nden Kentaro Furukawa gelecekte, karmaşık bir hücreden-hücreye iletişim sisteminin, bir biyo-algılayıcı şeklinde çalışarak vücuttaki değişimleri izleyeceğini ve hastalıkları erken aşamada tespit ederek gereken önlemin alınmasına olanak sağlayacağını umduklarını söylüyor. 

Furukawa ve birlikte çalıştığı Stefan Hohmann ile Jimmy Kjellén, bu yolda maya hücrelerini kulanarak, hücreler arası gerçekleşen gen kontrollü iletişime dayalı yapay devreler üretmişler. Maya hücreleri, belirlenen kriterlere göre çevrelerini algılayacak ve moleküller aracılığıyla diğer maya hücrelerine sinyal gönderecek şekilde genetik olarak değiştirilmişler. 

Farklı tipte hücreler, daha karmaşık devreler oluşturmak üzere, adeta Lego parçaları gibi birleştirilebilirler. Birbirlerine göre değişik genetik uyarlamalara sahip maya hücrelerini kullanarak daha ileri seviyede ‘elektronik’ işlevleri yerine getirebilen sistemler meydana getirmek de mümkün. 



 

Gece lambası salyangozlar

Avustralya sahillerindeki salyangoz türü, yeşil bir floresan lamba gibi parlayarak avcılarından kurtuluyor.

‘Hinea brasiliana’ türü, gruplar halinde kayalık kıyılarda gruplar halinde toplaşan bir salyangoz. Bu salyangozlar, biyolüminesans adı verilen ve kimyasal enerjiyi ışık enerjisine dönüştüren işlem sayesinde parlak yeşil renkte ışıldayabiliyorlar.

 Araştırmacılar bu kabuklunun ışık üretme özelliğini daha önceden biliyor olmalarına karşın, kabuğun bu ışığı güçlendirerek her yöne doğru dağıtabildiğini yeni keşfediyorlar. Bu etki sayesinde hayvan normalden daha büyük görünerek avcılarından korunmuş ya da potansiyel eşlerini tavlamış oluyorlar. 

Hayvanın ürettiği ışık parlamaları, saniyenin ellide birinden bir kaç saniye uzunluğa kadar sürebiliyor. Kabuk bir filtre gibi çalışarak, üretilen ışık içinden sadece mavi-yeşil dalga boyuna sahip olanları güçlendirerek geçiriyor. Kabuğun, deneyler sırasında kullanılan farklı renkteki ışıklar uygulandığında parlamadığı da kaydedilmiş. 

Laboratuvar ortamındaki deneylerde salyangozun bulunduğu kaba karides veya yengeç konulması durumunda ışıklarının oldukça güçlendiği görülmüş. Normalde ışığı geçirir gibi görünmeyen donuk ve yeşilimsi kabuk, biyolüminesans sonucu meydana gelen ışığı yükselterek dağıtan bir mekanizma gibi çalışıyor. 

Parlak yeşil renkli parıltının evrimsel mekanizmasına ilişkin bir de ilginç teori var. Karanlık bir deniz tabanında ara sıra parıldayan yeşil ışık avcıları kendine çekebilir. Fakat avcının yaklaşmasıyla birlikte tekrar ortaya çıkan parlak ışık aynı zamanda onu korkutabilir. Bu afallama sürecinde ışıltıdan etkilenerek ortama gelen daha büyük avcılar da salyangozu avlamaya gelen daha küçük olanları avlarlar. Yani işin temelinde parlayan ışık, uygun zemin hazırlayarak, salyangozun avcısının avcısını yanına çekmiş olur.

Çalışmanın ortak yazarı olan Scripps Denizbilim Enstitüsü’nden Dimitri Deheyn, bu tip biyolojik uyumların optik ve biyomühendislik dallarının ilgisinde olduğunu ve bir sonraki aşamada kabuğun bu etkiyi nasıl sağladığını araştıracaklarını belirtiyor, “Kabuğun çalışma mekanizmasını çözmemiz, daha verimli optik malzemelerin üretimi için bir yol açacaktır.”





 

16 Aralık 2010 Perşembe

Milgram deneyi hakkında her şey

Milgram’ın ünlü ‘otoriteye itaat deneyi’nin sonuçları pek çok kişi için şaşırtıcı, hatta şok ediciydi. üzerinden yarım asra yakın zaman geçmesine rağmen, deneyin farklı versiyonları yapılıyor ve yarattığı tartışmlar devam ediyor.
 
 Milgram deneyi, insanların erk (otorite) sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram, bu araştırmasını ilk olarak 1963'te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and Social Psychology[1] dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını 1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış (İng.: Obedience to Authority; An Experimental View)[2] isimli kitabında daha derinlemesine incelemiştir.
Deneyler Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın Kudüs'te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961'de başladı. Milgram, deneyleri şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: "Eichmann ve Yahudi Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?"[3]
Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli makalesi "İtaatin Tehlikeleri"nde (İng.: The Perils of Obedience) özetledi:İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur.

Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yoketme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.[4]

kaynak

14 Aralık 2010 Salı

TUS’ta alınan yeni kararlar

      
           Daha geçtiğimiz aylarda alınan karara göre biyologların TUS’a girme hakkının kaldırıldığı söylenmişti.Ancak bu sefer biyologlar dayanışma örneği göstererek haklarını sonuna kadar savundular ve başta  Türkiye Biyologlar Derneği ve Biyologlar Birliği Derneği olmak üzere birçok meslektaşımızın açmış olduğu dava neticesinde biyologlara TUS’a girme hakkı tekrar verildi.Bunun yanı sıra yeni TUS uygulama ve sınav kılavuzu yayımlandı.Alınan en çarpıcı kararlar ise ;

-Biyologlar tarafından sadece Eğitim ve Araştırma hastaneleri tercih edilirken artık üniversite hastaneleri de tercih edilebilecektir.

-Üniversite hastanelerini tercih edebilmenin bir sonucu olarak daha önce seçilemeyen Fizyoloji,Histoloji,Embriyoloji gibi alanlardaki kadrolara da girilebilecektir.

-Tıp Dışı Meslek Mensupları İçin(TDMMİ) kavramı oluşturularak artık Tıp Mezunlarının değil de sadece Tıp Dışı Meslek Mensuplarının tercih edebileceği kadrolardan bahsediliyor.Biyologlar halen Temel Bilimler Puanı ile girebilirken tüzükte açıkça biyologların girebileceği belirtilmesine rağmen bazı kadrolara yine sadece tıp mezunları girebilmektedir.

Edinilmesi gereken haklar bu kadar olmasa da TUS’a hiç girememe ihtimali düşünülünce bu kararlar hiç yoktan iyidir dedirtiriyor.Kimya, eczacılık gibi bölümlere bakılarak biyolojinin tıpla ne kadar bağlantılı olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen TUS’a girme hakkı biyologların elinden alınmaya çalışılmıştı.Ama bu kez biyologları yok sayma fırsatı onlara verilmedi.

kaynak

12 Aralık 2010 Pazar

Bir lokmada binlerce kalori

Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyük canlısı olan mavi balinaların son derece küçük canlılarla beslenerek nasıl devasa cüsseye erişebildiklerinin ayrıntıları ortaya çıkarıldı.

Mavi balinalarla birlikte bir çok balina türü, ağızlarına doldurdukları  muazzam miktardaki suyu, sahip oldukları keratin saçaklarda filtre ederek besinlerini elde ediyorlar. Suyun içindeki kril adı verilen karides benzeri minik kabuklularsa sıklıkla öğünün büyük bölümünü meydana getiriyorlar.
  Scripps Denizbilim Enstitüsü’nden Jeremy Goldbogen ve ekibi bu beslenme tipinin ne derece etkili olduğunu hesaplamışlar. Ortaya çıkan aritmetik, besinlerini avlayarak elde eden küçük akrabalarına oranla büyük balinaların çok daha verimli beslendikleri savını destekler nitelikte.

Çalışma, mavi balinaların başka bir canlıda eşine rastlanmayacak şekilde vücut kütlelerine eşdeğer miktarda suyu her seferinde ağızlarına aldıklarını gösteriyor. Yalnız suyu ağıza doldurma işlemi o kadar da basit değil. Balinalara yerleştirilen algılayıcılar, bu canlıların yüzeyden aşağı doğru yaptığı dalışta 200 metre derinliğe ulaştıklarını ve birden yüzeye doğru dönerek ağızlarını 80 dereceye kadar açtıklarını gösteriyor. Bu da adeta bir paraşüt etkisi yapıyor ve büyük enerji harcanmasına neden oluyor.

Araştırmacılar 2002 ve 2007 yıları arasında 200 dalışın kayıtlarını tutmuşlar. Dalışlar sırasında balinaların çıkardıkları sesler hızlarının hesaplanmasında kullanılmış. Çalışmada bir paraşüt aerodinamiği uzmanı da, dalışlar sırasında balinaya etki eden kuvvetleri hesaplamaya yardımcı olmuş. 

Bulgulara göre mavi balinalar tek bir ağız dolduruşu sırasında ortalama 1.900 kalori harcıyorlar. Müzelerde yer alan balina iskeletlerindeki ağız hacimlerinin ölçümü ve fizik-tabanlı bilgisayar modelleri, bir seferde süzülen besinlerden elde edilen enerji miktarının ortalama 457.000 kalori gibi inanılmaz rakamlara ulaşabildiğini göstermiş. Bu da bir beslenme dalışında harcanan enerj miktarının 240 katı anlamına geliyor.

Goldbogen, mavi balinaların beslenme uğruna inanılmaz boyutlarda enerji harcadıklarını fakat bunun karşılığını da fazlasıyla aldıklarını söylüyor.




 

11 Aralık 2010 Cumartesi

Pandaların üremesine Viagra’lı destek

Çin'deki yetiştirme çiftliklerinde, pandaların yavrulamasını sağlamak için hayvanlara Viagra verilmesi ve diğer pandaları çiftleşirken gösteren videoların izletilmesi sonuç vermeye başladı.

Pandaların yetiştirildiği Çengdu Araştırma Merkezinde bu yaratıcı teknikle 136 panda yavrusunun dünyaya geldiği duyuruldu. 

Bundan 50 yıl önce, doğal hayatları dışında tutulan pandaların üremesinin olanaksız olduğu düşünülüyordu. Ancak son yıllarda kullanılan yeni yöntemler başarı sağladı. 

Dişi ve erkek pandaların bu yöntemlerle de çiftleşmesi sağlanamazsa veterinerler yapay döllenme yoluna başvuruyor.

 


 

Meclis Genel Kurulunda Sıkılan Milletvekilleri Okey Oynarken Yakalandı!

Başbakan Erdoğan'ın 'Meclis'e devam' konusunda sert bir dille uyardığı AK Parti'li vekiller, sıkılmadan oturumları izleme yolunu buldu.

  
 Genel Kurul’da HSYK tasarısı tartışılırken AKP’li İlhan Evcin ve Hüseyin Devecioğlu, cep telefonlarından online okey oynamayı tercih etti. İşte Murat Özbek’in objektifine takılan o kare…


kaynak

10 Aralık 2010 Cuma

Parmakizi eşsiz bir kanıt mı?

Bir gruptaki parmakizlerinin diğerleriyle ne oranda benzeştiğini hesaplayan program geliştirildi.

 Buffalo Üniversitesi’nden Prof. Sargur Srihari, bir olay yerinde ele geçen DNA’nın bir başka DNA ile benzeşme olasılığının 24 milyonda bir olduğunu söylüyor, “fakat yaygın kullanılan parmakizi için bu tip bir sayısal veriden bahsedemiyorduk. Araştırmamız parmakizlerinin ne derece nadir olduklarını hesaplamaya yönelik ilk sistematik yaklaşımı sunuyor.”

Bir parmakizindeki belirli desenleri saptayabilmeyi öğrenen ve onu kayıtlı diğer parmakizleriyle karşılaştıran makine sayesinde Srihari ve çalışma arkadaşları, belirli bir veritabanındaki herhangi bir parmakizinin bir diğeriyle benzeşme olasılığını hesaplayabilmişler.

2001 yılında parmakizlerinin gerçekten eşsiz olduğunu ilk defa bilimsel olarak kanıtlayan Srihari, mevcut adli yöntemlerin parmakizi analizini tam bir doğrulukla yapamadığını belirtiyor. Araştırmacılar bugün parmakizlerine dayanarak olasılık yelpazesindeki üç seçenekten birine ulaşabiliyorlar: muhtemel olan kimlik, muhtemel olmayan kimlik, ya da sonuçsuz.  

Bilgisayarların kullanıldığı yeni yöntemde makine mevcut örnekleri değerlendirirken sahip olduğu yapay zeka sayesinde istatistiği ve olasılık analizlerini kullanarak, aynı zamanda parmakizinin ‘öz noktasını’ tespit etmeyi öğreniyor. Bu öz noktasını da genellikle, çevresinde çıkıntıların dolaştığı merkez oluşturuyor.

Srihari, genellikle olay yerinden elde edilen parmakizlerinin eksik olduğuna dikkat çekiyor. Böylece izin parmağın hangi noktasından geldiği bir şekilde tahmin edilmek durumunda kalınıyor. Son yöntem sayesinde öz noktası saptanarak, parmakizi ileri analizlere yönlendirilebiliyor ve mevcut veritabanıyla karşılaştırılabiliyor.




 

3 Aralık 2010 Cuma

Ya hep, ya hiç...

İki farklı türden oluşan bakteri kolonisinin birlikte hareket ederek elektrik ürettikleri orta çıkarıldı.

Massachusetts’de bulunan bir laboratuvardaki araştırmacılar, oldukça ilgi çekici bir ortakyaşar bakteri kolonisi ürettiler. Farklı bakteri türlerinden oluşan kolonideki bireyler diğerleri olmadan yaşamlarını sürdüremiyor ve enerjiyi elektronlar halinde transfer eden biyolojik devreler meydana getirebiliyorlar.

Çalışma ekibinden Derek Lovley, bakterilerin enerji transfer etmek üzere birbirlerine bağlandıklarını ve bunun da mikrobiyoloji konusunda gördüğü en hayret verici durum olduğunu söylüyor. 

Lovley ve ekibi, çoğalmak için birbirlerine ihtiyaç duyan iki farklı Geobacter soyu üretmişler. Bunlardan Geobacter metallireducens, etanolü yıkarak enerji elde edebiliyor ancak bunu yedek elektronları boşaltabileceği bir yer bulduğunda gerçekleştirebiliyor. Geobacter sulfurreducens ise etanolü parçalayamamasına karşılık elektronları kabul edebiliyor. 

Bu bulgular üzerine Lovley ve ekibi iki farklı türü biraraya getirmeye karar vermişler. Deneyde, kurulan dokuz bakteri kültüründeki G. metallireducens türü bireylerin etanolü tamamen parçalayarak, G. sulfurreducens bireylerine kimyasal bir mekik olarak düşündükleri hidrojen vasıtasıyla transfer edeceklerini öngörmüşler.

Başlangıçta bu evlilik çok verimli olmamış ve çok az etanol parçalanabilmiş. Fakat aylar geçtikten sonra garip bir ilerleme olmuş ve sıvı kültür ortamında kırmızı kümeler görülmeye başlanmış. Bakteriler mutasyon geçirerek, kırmızı bir protein olan sitokrom üretmeye başlamışlar. Elektrik iletkenliği bulunan sitokromun, bakteriler tarafından üretilen ve ‘nanotel’ adı verilen kılcal yollar meydana getirdiği biliniyor.

G. metallireducens ‘in G. Sulfurreducens’e elektron iletiyor olabileceğinden şüphelenen araştırmacılar, G. Sulfurreducens’in sitokrom üretmesine olanak sağlayan genini devre dışı bırakmışlar. Bunun sonucunda kırmızı kümelerin oluşumu durmuş ve koloni etanolü kullanamamaya başlamış. Sitokrom geni tekrar aktive edildiğindeyse koloni birkaç hafta içinde eski haline dönmüş. 

Ekip, iki türün elektriksel bir ortakyaşam geliştirdiğini ve her iki tarafın da besinleri olan etanolü parçalamak üzere kendilerine düşen görevi başarıyla yerine getirmekte olduklarını görmüşler. Bu doğrultuda da tepkimeleri tamamlamak ve elektronları paylaşmak için elektriksel yollarla birbirlerine bağlanmışlar. Araştırmacılar bakterilerin her zaman birbirleriyle iletişim halinde olduklarının bilindiğini, fakat bunun için elektrik kullandıklarının ilk defa ortaya çıktığını söylüyorlar.







 

1 Aralık 2010 Çarşamba

Dolly’nin dönüşü

Bilimin akışını değiştiren klon koyun ‘Dolly’ geri döndü. Hem de dört kat daha fazlasıyla!

İlk klon hayvan olan Dolly’nin genetik kardeşleri kamuoyuna tanıtıldı. 1996 yılındaki çalışmanın eksiklerinin giderilip giderilmediğini anlamak üzere klonlanan yeni koyunlar ‘Dollyler’ olarak adlandırıldı.

Koyun Dolly, Edinburgh’taki Roslin Enstitüsü’nde erişkin hücreden klonlandığında, bu yöntemle dünyaya gelen ilk memeli olarak1996 yılında dünya çapındaki manşetleri süslemişti. Yarattığı büyük sansasyona karşın bir çok uzman, klon hayvan teknolojisinin beraberinde getireceği muhtemel olan sorunlara dikkat çekmişti. Dolly’nin bizzat kendisinin de altı yaşına geldiğinde ileri düzey akciğer hastalıkları ve eklem iltihabı nedeniyle çektiği acılara son verilmesi amacıyla uyutulması söylenenlere tuz biber olmuştu. Sonrasındaysa doğum öncesi ve sonrası problemlerin ortadan kaldırılmasına odaklanan deneylere devam edildi.

Orijinal Dolly’nin de klonlandığı meme hücrelerinin dondurularak saklanması ve yeniden kullanılmasıyla üç buçuk yıl kadar önce dünyaya gelen yeni Dollyler, bugüne kadar kamuoyundan gizli tutuluyordu ve geçtiğimiz günlerdeki bir konferansta duyuruldular.

Yeni Dollyler’i Notthingham Üniversitesi’nde evcil hayvan olarak besleyen Prof. Ketih Campbell, bu yavruların genetik anlamda orijinal Dolly’nin tam bir kopyası olduğunu söylüyor. Campbell, klonların sağlıklarının son derece yakından izlendiğini belirtiyor, “Üzerlerinde herhangi bir deney yürütülmüyor. Sadece yiyorlar, içiyorlar ve izleniyorlar. Eklem iltihabı gibi herhangi bir hastalık belirtisine şu an rastlanmadı. 1996 yılından bu yana teknoloji oldukça gelişmiş olmasına karşın halen kusursuz değil.”

Campbell, yeni klonlama sürecinin detaylarını çok yakın bir zamanda, bilimsel bir dergide paylaşacak.





 

30 Kasım 2010 Salı

OKUL ÖNCESİNDE MATEMATİK OYUNLARI KİTABIMIZ

Yeni basılan "Okul Öncesinde Matematik Oyunları" kitabımızda yer alan tümoyunlar okullarda çocuklarla oynandı. Yazdığımız oyunları anasınıflarında uygulanmasında bizlere yardımcı olan öğretmenlere, öğrencilere ve uygulama öğrencilerimize teşekkür ediyorum.

Kök Yayıncılık yönetici ve çalışanlarının bizlere ve dolayısıyla okul öncesi eğitime verdikleri destek için şükran borçluyum.

Not: Kitap hakkında ayrıntılı bilgi için kitabın üzerine tıklayarak Kök Yayıncılığın web sayfasına bağlanabilirsiniz.


28 Kasım 2010 Pazar

Kandaki doğumgünü mumları

Yeni geliştirilen yöntem sayesinde kandan kabaca yaş tayini yapılabilecek.

LONDRA - Adli bilimciler yakın bir gelecekte çantalarına yeni bir araştırma seti daha ekleyecekler. Hollanda’dan araştırmacılar, küçük bir parça kandan alındığı kişinin yaşını yaklaşık olarak veren yeni bir yöntem geliştiriyorlar. Yöntem henüz işin başında olduğundan, kişinin yaşını 9 yıllık bir aralık içinde saptayabiliyor.

Halen olay yerindeki kan kalıntılarından alınan örneklerin DNA analizi ancak mevcut veritabanındaki kişilerle karşılaştırılabiliyor veya cinsiyet ile göz rengi gibi özelliklerin belirlenmesinde kullanılabiliyor. Yaşın tahmin edilmesiyse şu ana kadar mümkün değildi. Çalışmayı yapan ekibin başındaki Erasmus Üniversitesi Adli Moleküler Biyoloji Bölümü’nden Manfred Kayser, yaş tayini için en iyi yöntemin diş ve kemiklerin analizine dayandığını, fakat iskelet kalıntılarına ihtiyaç duyulmayan yeni bir test geliştirmek istediğini belirtiyor.

Kayser ve arkadaşları bu konuda bilimsel literatürü karıştırırken bir beyaz kan hücresi olan T-hücrelerini pompalayan timusun ilerleyen yaşla birlikte yavaş yavaş yağ dokusuyla yer değiştirdiğini farketmişler.Önceki çalışmalara göre bu süreç de gerisinde genetik bir iz bırakıyor. T-hücreleri timus içindeki olgunlaşmaları sırasında patojenleri tanıyabilecek moleküler bir almaç oluşturmak için DNA’larını tekrar düzenliyorlar. Bu da arkasında artık DNA düğümleri bırakıyor. Bu düğümler de timusun ne kadar yaşlandığı konusunda güvenilir bir dayanak noktası haline geliyor.

‘Current Biology’ dergisinde yayınlanan çalışma sırasında yaşları birkaç haftalıktan 80’e kadar değişen 195 Hollanda’lı gönüllüden alınan T-hücreleri incelenmiş. Analiz sonunda kanın sahibinin yaşının en fazla 9 yıllık bir yanılma payıyla tahmin edilebildiği ortaya çıkmış. Üstelik bunun için taze kan örneklerinin dışında 1,5 yıllık kalıntıların da kullanılabildiği görülmüş.

Kayser yeni bulgunun sonuçlanmamış bir çok eski adli dosyayı hemen çözüme kavuşturacağını söylemiyor fakat yöntemin diğer kanıtlarla birlikte kullanılmasının yararlı olacağını belirtiyor. Teknik, aynı zamanda felaket kurbanlarının kimlik tespitinin daha kolay yapılabilmesi açısından da önemli.

Özgün makaleye ulaşmak için tıklayın. 
kaynak

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bilim uğruna!

Laboratuvar deneyleri için üretilen kobaylar sefalet içinde yaşıyorlar.

İngiltere’de doğal yaşamdan koparılan hayvanların bilimsel deneylerde kullanılması her ne kadar 1997 yılında yasaklanmış olsa da, kanunlardaki bir açıktan faydalanılarak vahşi hayvanların kafeslerde üretilmesi sonucu elde edilen yavrular laboratuvarlarda denek olarak kullanılıyor.

İngiltere 2008 ve 2009 yılları boyunca 5.000 primatı bu amaçla ithal etmiş durumda. Çin, Kamboçya, Vietnam ve Endonezya’nın başını çektiği ülkelerde yıllık ortalama 100.000 adet üretilen makak ve resus gibi primat türleri dünyanın her köşesindeki araştırma laboratuvarlarına satılıyorlar. 

Damızlık olarak toplanan tüm vahşi hayvanlar esaret altındaki ilk birkaç haftalarını küçük kümeslerde geçiriyorlar. Üretim merkezine ulaşan hayvanların tutuldukları kafeslerin büyüklüğü de 50-60 cm’yi geçmiyor. Yüzlerce kafes sıralar halinde dizilmiş bir şekilde duruyor. Şanslı olan birkaç maymun oyalanmak için kendilerine verilen plastik ya da ağaç parçalarına sahip. Üretim merkezi yüksek tel örgülerle çevrili ve sopalı/bıçaklı bekçiler tarafından izleniyor.

Hayvanların bazıları delirmişçesine kafes içinde dönerken birçoğu da yaşadıkları şok etkisiyle sessizce bir köşeye siniyorlar. Laboratuvarlarda kullanılarak binlerce insan hayatının kurtulmasına vesile olan kobayların bu hali yürek parçalıyor.

Dişiler her yıl en az bir defa yavrulatılıyor ve yavrular sekizinci ayda zorla sütten kesilerek ihraç ediliyor. Hayvanlar ülkenin açık pazarlarında yaklaşık beş-altı bin liraya satılıyor. Bugün küresel ölçekte laboratuvar hayvanı bütçesi yıllık 750 milyon liraya ulaşıyor. Bugün Çin, hem kendi laboratuvarlarında kullanılmak hem de ihraç edilmek üzere Asya’nın güneybatısında yer alan ormanlardan önemli sayılarda hayvan topluyor. Bir yandan da komşu ülkelerden aynı şekilde toplanmış potansiyel kobayları ithal ediyor.


Bazı havayolu firmaları bu hayvanların taşınmasını boykot ediyor olsalar da başta hayvan taşıma pazarının en büyüğü haline gelen Air France olmak üzere American airlines ve Continental gibi firmalar taşımayı halen sürdürüyorlar. 



25 Kasım 2010 Perşembe

Tüm Buzul Çağı gözler önünde

Colorado'dan paleontologlar, yaptıkları kazıda Buzul Çağı ekosistemine ait önemli fosillere ulaştılar.

Denver Doğa ve Bilim Müzesi’ne bağlı ekibin Colorado’nun batısında yürüttükleri kazı çalışmasında, Buzul Çağa ait bir çok canlının fosiline ulaşıldı. Bunlar arasında dev tembel hayvan, geyik benzeri küçük bir memeli, beş mastodon, üç bizon ve genç bir mamut’a ait fosil kemikler ile birçok böcek ve bitki fosili çıkarıldı. İnsan’a ilişkin herhangi bir kemik kalıntısına rastlanmadı.

Müzenin paleontoloji birim yöneticisi Ian Miller, Buzul Çağı ekosistemine ait böylesi bir zenginliğin, sadece tek bir noktadan elde edilebilmesinin pek rastlanılamayan bir durum olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor, “Yorum yapabilmek için tek bir kemik yerine tüm bir canlı yelpazesine ilişkin örneklerimiz var. Bugüne kadar rastladığım en heyecan verici bilimsel olay”.

Kemiklere ilişkin ilk ipucunu, geçtiğimiz Ekim ayında Snowmass Köyü yakınlarındaki Ziegler rezervuarında çalışmakta olan bir kepçe operatörü yakalamış. Yere saplanmış haldeki omur kemiklerini farkeden operatör arkadaşlarına haber vermiş ve ilk başta bunların büyükbaş hayvanlara ait olduğunu düşünmüşler. Fakat buldukları devasa boyutlardaki çene kemiği üzerine durumun daha farklı olduğunu anlamışlar.

Şu an alanda kemikleri çıkarmak üzere dört farklı ekip aynı anda çalışıyor. Buna ek olarak bir diğer grupsa, bataklık kömürü tabakasında bulunan bitkiler üzerine yoğunlaşmış durumda. Kazı alanı, fillerin ataları olan ve 12.800 yıl kadar önce yokolmaya sürüklenen mamut ve mastodon iskeletlerini aynı anda bulundurması açısından da eşsiz.


Sahanda denizanası

Akdeniz'de yaşayan sahanda yumurta görünümlü denizanaları ilk defa yapay ortamda üretildi.

Sahanda yapılmış mis gibi bir yumurtaya benzeyen bu denizanası her nekadar oldukça leziz görünse de kahvaltı tabağınızda görmek istemezsiniz. Torben Webber’in çektiği fotoğraflarda gördüğünüz garip denizanası yapay ortamda dünyaya gelmiş.

Doğal olarak Akdeniz’de bulunan Phacellophora camtschatica türü denizanaları, yaşamak için yüksek oranda güneş ışığına ihtiyaç duyuyor. Yaşam ortamlarından uzaklaştırıldıklarında da üretilmeleri oldukça güç. İsviçre’deki Basel Hayvanat Bahçesi personeli doğal koşulları oldukça iyi taklit etmişler ve sonuçta küçük denizanaları dünyaya gelebilmiş.

Yavru elde edilebilmesi için canlıların yaşamakta oldukları akvaryum güneş ışığı etkisini verebilen ampüllerle donatılmış. Hayvanların günlük besinleri de en ince detayına kadar düşünülerek en iyi şekilde sağlanmış. Meydana gelen yumurtalar akvaryumda bulunan gerçek deniz suyu içinde döllendikten sonra tabandaki organizmalara tutunan bir larvaya dönüşmüş. Larvalardan meydana gelen yavru denizanaları görünüm itibariyle sahanda yumurtayı andırsalar da aynı akibeti paylaşarak pişmemeleri için ilk bir kaç gün boyunca ışıktan uzak tutulmuşlar.


 Bu tür erişkin hale geldiğinde 35 cm’lik bir çapa sahip oluyor. Ve bir çok denizanası türünden farklı olarak 
‘yumurtanın beyaz’ kısmını dalgalar halinde hareket ettirerek kendi başlarına ilerleyebiliyorlar.


 


24 Kasım 2010 Çarşamba

Uçan yılanların sırrı

Ağaçtan ağaca 24 metreye varan mesafeleri aşabilen yılanların ilginç tekniği çözüldü.

Yerden 15 metre yukarıda kuyruğunu bir dala dolayarak asılı kalan, ayrıca uçarak atlayabilen "Chrysopelea paradisi" türü yılanların bu yeteneğinin sırrını çözen bilimciler, diğer sürüngenler için böyle bir atlayışın intihar anlamına geleceğine dikkat çekiyorlar.

Virginia Tech Üniversitesi'nden bilimcilerin yaptığı araştırma, ağaçlarda yaşayan benzer 5 türden biri olan ve Güneydoğu ile Güney Asya'da görülen Chrysopelea paradisi türü yılanların, ağaçtan aşağıya doğrudan atlamadıklarını, ilginç bir şekilde bir ağaçtan diğerine 24 metreyi bulabilen mesafeleri rahatlıkla geçebildiklerini ortaya koydu. Araştırmada, kanatları olmadan süzülen bu yılanların hareket sırasında vücutlarının tam olarak aldığı şeklin esas dayanak noktası olduğu belirtiliyor.

Araştırma ekibinin lideri olan Virginia Tech Üniversitesi'nden biyolog Jake Socha, süzülüş sırasında yılanların nasıl pozisyon aldıklarını tespit etmek için hayvanları, yaklaşık 15 metrelik bir kuleden aşağıya atlarken filme aldıklarını söylüyor. Bununla birlikte yılanların vücutlarına, uçuş sırasında her anki pozisyonlarını hesaplamak için beyaz referans noktaları koyulmuş. Socha, kullandıkları tekniğin bir çok yeni nesil filmde kullanılan hareket yakalama tekniğine benzediğini belirtiyor. Kaydedilen görüntüler sayesinde yılanı 'uçuş' sırasında gösteren üç boyutlu bir model elde edilmiş. 

Görüntüler, yılanların süzülüş sırasında standart bir süzülüşteki gibi, yatay pozisyonda olmadıklarını, aksine 25 derece yukarı yönlü döndüklerini gösteriyor. Vücudun yaptığı dalgalanma hareketi onu aşağı doğru çeken kuvvetle tam bir tezat oluşturarak kuvvetin etkisini sıfıra indirgiyor. Hatta yılan kendisini yukarı yönde itiyor. Yukarı yönlü kuvvetin yılanın ağırlığının uyguladığından fazla olması nedeniyle de hayvan hipotetik olarak aslında yere düşmüyor. Ancak bu geçici bir süre için devam ettiğinden sonunda yılan kendini yere bırakıyor. Socha ve ekibin sonuçlarına göre bu hareketin sürekliliğinin sağlanması halinde teorik olarak yılan düşmeden daima havada yukarı doğru hareket edecekti.

California'daki Amerika Fizik Derneği'nde sunulan sonuçların, bu hafta da 'Bioinspiration and Biomimetics' dergisinde yayınlanacağı bildirildi. Sonuçların robotların hareketlerinin geliştirilmesinde kullanılacağı belirtiliyor.




 

23 Kasım 2010 Salı

Hayvanların doğum anları büyülüyor

Önce kabuk çatlamaya başlıyor. Daha sonra  telaşlı 
bir hareketlenme başlıyor içeriden dışarıya doğru.
 
Bir delik açılıyor kabukta ve dışarıya pembe  bir ayak çıkıyor önce, yine telaşla. Sonunda 
ufaklık kabuğundan tamamen kurtulup hayata kocaman gözlerle ve büyük bir merakla 'merhaba' diyor. 







22 Kasım 2010 Pazartesi

Kediler nasıl su içer?

Kedilerin gizemli su içme davranışı yüksek hızlı kameralar sayesinde çözüldü.

Kediseverler için bir gizem daha ortadan kalktı. Bu dört ayaklı zerafet timsallerinin, sıvıları nasıl bu kadar kibar ve kusursuz bir şekilde içtikleri yüksek hızlı kameralar yardımıyla aydınlatıldı.

Science dergisinde yayınlanan makale, kedilerin suyu alırken yüzeyini kesintiye uğratmayacak şekilde dillerini kullanabildiklerini söylüyor. Bu da susuzluklarını giderirken etrafı batırmada da usta olan çoğu köpeğin sergilediğinden farklı bir yöntem.

Massachusettes Teknoloji Enstitüsü’nden biyofizikçi Dr Roman Stocker, kendi evcil kedisi Cutta Cutta’yı su içerken seyretmesinin ardından araştırmaya başlamaya karar vermiş, "O anda kedilerin aslında basit gibi görünen sıvıları içme davranışlarının ardında ilginç bir biyomekanik problemin saklı olduğunu anladım.”

 Virginia Politeknik Enstitüsü ve Princeton Üniversitesi’yle işbirliği yapan Dr Stocker, kullandıkları yüksek hızlı kamera sayesinde, su içerken emme hareketi yapan insan, koyun ve at gibi canlılara karşılık kedilerin hemen göze çarpmayan farklı bir teknik kullandıklarını farketmiş. Buna göre kedi dilinin ucu, su kabına doğru inerken arkaya doğru kıvrılıyor. Fakat bu noktada suyun içine girmek yerine hafifçe yüzeyine dokunuyor. Kedi diliyle temas sağlayan su ona yapışıyor ve tam bu anda geri çekilen dil bir su sütunu meydana getiriyor. Sütunun girişiyle ağzını kapayan kedi de sıvının bir bölümünü almış oluyor. Araştırmacılar, kedi dili üzerinde bulunan minik kılların su içerken yardımcı olduğu fikrini de çürütüyor. 

Mekanizmanın ayrıntılarını inceleyen ekip bir de robot kedi dili yapmış. Bununla yapılan çalışmalar sonucunda tüm işlevin eylemsizlik ve çekim kuvvetlerinin etkileşiminden kaynaklandığını ortaya koymuşlar. Dr. Stocker, su sütununun eylemsizlik kuvvetiyle meydana geldiğini söylüyor, “Su kütlesi daha büyük bir hacme ulaştığında bir noktada çekim kuvveti eylemsizliği kırarak suyun geri dökülmesine neden oluyor. Burada kedinin zamanlaması çok önemli. Çünkü ağzını kapadığı nokta işte tam da eylemsizliğin kalktığı o an.”  

Hayvanat bahçelerindeki daha büyük kediler ile çevrimiçi videoları takip eden ekip leopar, çita, kaplan gibi büyük kedilerin de aynı mekanizmayı kullandıklarını tespit etmişler. Dr. Stocker kedilerin basit bir işlemi neden böyle gizemli bir hale getirdiğinin anlaşılamadığını fakat bunun suyu sevmemelerinin bir sonucu olabileceğini belirtiyor, “Su içerken kendini mümkün olduğunca kuru tutmaya çalışıyor olabilir.”

Princeton Üniversitesi’nden Dr. Jeffrey Aristoff çalışma sonuçlarının, sıvı yüzeylerle iletişim halindeki robotların tasarımında kullanılabileceğini ve hatta su üzerinde yürüyebilen robotların bile söz konusu olduğunu ifade ediyor, “Bir iskelet desteğe ihtiyaç duymayan dil gibi yumuşak yapının karmaşık hareket mekanimalarının anlaşılmasıyla, benzer şekilde yumuşak robotların üretimi de gerçek olabilir.”

 

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sınırlardaki yaşam

Okyanus tabanının 1391 metre altındaki sert koşullarda bakterilere rastlandı.

Aşırı sıcaklık, basınç, nem ve diğer fiziksel koşulları umursamaksızın yaşam alanı olarak seçen mikroorganizmalara yeni üyeler eklendi. Yer kabuğunun daha önce inilmemiş olan ve manto tabakasının hemen üzerinde yer alan en alt katmanına yapılan keşif sondajı, mikroorganizmaların bu sert koşullarda dahi yaşamlarını sürdürecek kadar başarılı olduklarını ortaya koyuyor.

Oregon Devlet Üniversitesi’nden Stephen Giovannoni başkanlığındaki bir ekip, sonda matkaplarını Atlantik Okyanusu’nun ortasında yer alan Atlantis Dağı’na daldırmış. Sonda sırasında sıcaklığın 102 santigrat dereceye ulaştığı 1391 metrelik derinlikte oldukça yaygın bir bakteri komünitesine rastlanmış.  

Araştırma makalesinde yeni keşfedilen bakterilerin yapıları itibariyle kayalar üzerinde bulunanlardan oldukça farklı oldukları belirtiliyor. Örneğin bunlardan bir çoğu, petrol rezervuarlarında bulunanlara benzer şekilde metan ve benzen gibi hidrokarbonlarla beslenmek üzere evrilmişler. Keşfin yapıldığı katmanda petrol ve gaz oluşumuna neden olan tepkimelerin manto kabuğunda da gerçekleşebileceği gözönüne alınırsa, bu tip bakterilere çok daha derinlerde de rastlayabilmek ihtimal dahilinde.

Bulgular sadece yerkabuğuna değil, Mars gibi diğer gezegenlere yönelik olarak da ipuçları sunabilir. Çalışma, Dünya-dışı yaşam arayışlarında doğru yerlere odaklanılması açısından da yol gösterici nitelikte.

kaynak 
 

19 Kasım 2010 Cuma

Bakterilerden rakiplerine Toksik ok!

Dünya bir savaş alanı. Ve her tür, kendi yaşamını sürdürmek için çaba sarf ediyor. Bu mücadeleyi mikro ölçekte, bakteriler arasında bile görmek mümkün. Ancak, mikro ölçekteki yaşam savaşı, bazen kendisinden beklenmeyecek kadar sıradışı olabiliyor.

California Üniversitesi‘nde gerçekleştirilen bir çalışma, rekabet eden bakterilerin, birbirlerine karşı ilginç bir silah kullandığını ortaya koyuyor. Öyle ki, bu bakteriler, birbirlerine yaklaştıklarında, zehirli oklar atıyor ya da kendilerini kalkanlar ile rakiplerden gelen bu oklardan koruyorlar.
Gerçekleştirilen çalışma, bu savaşçı bakterilerin, hücre zarları üzerinde çubuk yapıda proteinler (zehirli ok) barındırdığını gösterdi. Bu oklar, o hücreye başka bir hücrenin temas etmesi ile rakip hücreye gönderiliyor. Oklar, literatürdeki adı “contact dependent growth inhibition” ya da “CDI” olan yol ile rakip hücreye etki ediyor.
Daha da ilginci, bazı bakterilerin bu okçulara karşı bir savunma sistemi de bulunuyor. Bu bakteriler, sahip oldukları bağışıklık proteini ile rakibin toksik oklarını etkisiz hale getiriyor. Bu özel savunma sistemi de “contact dependent growth inhibition immunity” olarak geçiyor.



"Contact dependent growth inhibition" ve Korunma Mekanizması

Araştırma takımının bulgularına göre, bakterilerin sahip olduğu ok çeşidi de tek değil. Çalışma sonuçlarına göre, bazı bakteri türlerinde 50′den fazla farklı türde ok tespit edilmiş. Ayrıca, her bakteri, kendi sahip olduğu oka karşı savunma sistemine sahip. Ancak ne kadar ölümcül gözükse de, savunması olmayan bir bakteri, bir ok tarafından isabet aldığında genellikle ölmüyor; ancak çoğalması duruyor. Toksik oklar, tıpkı çoğu antibiyotik gibi, sadece hücresel faliyetleri durdurarak, büyümeyi durduruyor.

CDI Sistemine Sahip E. coli bakterileri (yeşil) CDI sistemine sahip olmayan bakteriler (kırmızı) ile etkileşime geçiyor.
Araştırma henüz ilk basamaklarında olduğu için toksik okların tam olarak hangi yollarla hücreleri durdurduğu bilinmiyor. Ancak, bazılarının hücre içine girip, rakip bakterinin RNA’larını işlevsiz hale getirdiği; bu sayede protein üretimini durdurduğuna dair önemli ipuçlar var. Diğer bazı oklar ise doğrudan rakip hücrenin DNA’sını parçalayarak, bölünmesini durduruyor.
Çalışmada görev alan Prof. David Low, bahsi geçen CDI sisteminin, E.coli gibi hayvan ve bitki patojenlerini içine alan, oldukça büyük sayıda türde bulunduğunu belirtiyor. Yine çalışmada görev alan diğer bir araştırmacı Stephanie K. Aoki, elde ettikleri bu bulguların, öncelikle hastalıkla savaşta işe yarayacağını belirtiyor. Aoki, antibiyotik direncinin patojenlerde gittikçe arttığını ve alternatif yollara yönelmenin şart olduğunu belirtiyor. Bu bakımdan, zehirli oklar bize bir ipucu verebilir.