25 Ocak 2012 Çarşamba

168 ) ONA BİR ÇINAR GÖLGESİ BORÇLUYUZ !..



   1827 yılında, Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl Detroit adında bir çocuk doğar. Babası müzik öğretmeni olan çocuk, aile içindeki huzursuzluk nedeniyle bir Fransız yetimhanesine gönderilir. Gemilerde miçoluk için çalışma belgesini alır almaz, Hamburg'tan kalkan bir gemiyle İstanbul'a doğru yola koyulduğunda henüz on iki yaşındadır.
   Gemi İstanbul'a geldiğinde, Karl denize atlar ve Kız Kulesi'ne doğru yüzmeye başlar !.. Kendisini kurtaran kule bekçisine gemiye geri dönmek istemediğini işaretlerle anlatır. İki ülke arasında küçük bir politik sorun yaratsa da, dönemin dışişleri bakanı konumundaki Sadrazam Ali Paşa'nın sevgisini kazanıp, himayesine girer. Harbiye'de okutulan çocuğa Mehmet Ali adı verilir.
   Yıllar geçer.. Mehmet Ali ; Kırım seferi ve Bosna, Karadağ savaşlarından sonra, II. Abdülhamid devrinde "paşa" unvanına ulaşır..
 Nazım askeri okulda

   Mehmet Ali Paşa, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biridir.. Berlin Antlaşması'nda Hıristiyan cemaatlere hak tanınmasıyla gerici çevreler, halkı Mehmet Ali Paşa'ya karşı, "sizi gavura bu sattı" diye kışkırtır ve Mehmet Ali Paşa, Arnavutluk'ta linç edilir !..
   Aynı zamanda şair olan Mehmet Ali Paşa, kısa bir dönem için gittiği Magdeburg'taki okulunu ziyaret ettiğinde şeref defterine bir şiir yazar ve bu şiir sonradan gazetelerin birinde yayımlanır. Saray ressamı Anton von Warner, onun için şunları söylemiştir : "Şiirlerini Almanca, Fransızca, Yunanca, Farsça ve Arapça dillerinin tümünde aynı ustalıkla kaleme alabilen bir şair.."
   Mehmet Ali Paşa'nın dört kızından biri olan Leyla Hanım'ın da bir kızı dünyaya gelir : Celile..Ve Celile Hanım'ın da bir oğlu olur : Nazım Hikmet !..
   Dedesinin babasının linç edilmesine neden olan antlaşmanın imzalandığı ülkenin, dolaylı da olsa etkisiyle, 1938 yılında hapse atılır Nazım !..
   Mustafa Kemal Atatürk ölüm döşeğindedir. Ülkeyi Almanya'nın yanında savaşa sokmak isteyenlerin bir kumpasıdır bu.. Çünkü bundan daha iyi fırsat olamazdı. Nazım Hikmet, dünyadaki ayakkabı fabrikalarının savaş postalları ürettiği bir dönemde şunları yazıyordu : "Türkiye faşist değildir. Burada barış içinde yaşayan hiçbir unsura karşı kan kini, kan nefreti yoktur. Fakat faşizmin bayraktarlığını yapan bazı unsurlar, memlekette faşizme bir kapı açmak için, böyle bir Yahudi aleyhtarlığı ile söze başlıyorlar. Bu kapıdan, sonra kimlerin gireceğini, bize nasıl koyu bir irtica ve despotluk getireceğini biliyoruz."
   İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazizmin son tokatlarından birini yiyenler arasında Nazım da vardır. Evet, Nazım, savaşın bitmesine rağmen bir Alman faşist tarafından dövülmüştür !. Hem de hapis yattığı Bursa Cezaevinde..
   Tarih : 7 Mayıs 1945.. Güzel bir bahar güneşi, öğle saatinde Bursa Cezaevi'nin pencerelerinden koğuşları ısıtırken, radyodan şu anons duyulur : "Almanya kendi topraklarında kayıtsız şartsız teslim olmuştur !.." Bu haber üzerine Nazım haykırır : "Yaşasın !. Dünya kurtuldu !."
   Tüm mahkumlar şairin coşkusuna ortak olurken, hapishanenin sağlık ekibinde görevli bir mahkum, sinir krizi geçirerek bir köşede tırnaklarını yemeye başlar. Türk ordusunda teğmenken, Alman casusu olduğu anlaşılan ve hapse atılan genç adamı bir mahkum, "casus teğmen şimdi tırnaklarını yiyor, onları bitirince bakalım ne yiyecek ? " sözleriyle alaya alır. Yerinden ok gibi fırlayan Alman casusu, zavallı mahkumu tekme tokat dövmeye başlar.Savaş bitmiş ama Bursa Cezaevi'nde Nazi vahşeti tüm hızıyla yaşanmaya devam etmektedir !.
Nazım, kavgayı ayırmaya çalışırken, Nazi yandaşı teğmenden iki sert tokat yer yüzüne..Açılan soruşturma sonucunda teğmene de, şaire de üçer günlük hücre cezası verilir. Nazım'ın bu adaletsizliğe isyan eden sözleri, kendisini hapishaneye mahkum edenlerin kimliğini ele vermesi bakımından önemlidir : "Herifin tokadından zavallı genci kurtaralım derken başımıza, başımıza değil de yanağımıza neler geldi ?.. Almanya sevdalısı beyzadelerin yarattığı ortamda hiç yoktan 28 yıl hapis cezası yedik. Bu yetmemiş gibi, şimdi de faşizme, casusluğa kalkışanların adam dövmelerine engel olduk diye hem bir faşistin iki sillesini yedik, hem de üç gün tecrite atıldık. Bu kadar kanunsuz, bu kadar adaletsiz işlem olur mu ? "
   Nazım'ın yüz yüze geldiği adaletsizlikler bu kadarla kalmaz. Bursa Cezaevi'nden çıktıktan sonra aylar geçer. Karısı Münevver ona tıpa tıp benzeyen oğlu Mehmed'i de verdikten sonra ; 50 yaşında baba olmanın mutluluğunu tadarken, bir akşam Müzehher Va-Nu'ya bir telefon gelir.. Telefondaki Nazım'dır, "Ben askere çağrıldım, Vala sırt çantamı getirsin" der !..
   Kapıda bir polis belirmiş, "Yürü Askerlik Şubesi'ne ! "..Sağlık muayenesi.. "Efendim ne gerek var röntgene filan. Ciğerlerinizi, kalbinizi de dinlemeye gerek yok.. Her şey meydanda, turp gibisiniz !.."
   Her ne kadar Nazım, "Aman efendim, ben sakatım. Benim Adli Tıp'tan, Cerrahpaşa'dan raporlarım var. Ben kalp hastasıyım.. Bir de karaciğerim.." dese de aldığı yanıt kesin ve serttir : "Şimdi sapasağlamsınız Nazım Bey. Doğru Selimiye'ye !."
   Nazım, doğru Selimiye'ye gider. Bir haftalık izin verilir kendisine. Tüm dünya düşman değildir ya.. Selimiye'de kendisine Sivas Zara'ya sürüleceğini fısıldayanlar olur. "Kaçıyor" denecek ve arkasından bir kurşun.. Neden olmasın ?. Sabahattin Ali de aynı tezgahın kurbanı olmadı mı ?. Belki de onun başına gelenleri düşünmek Nazım'ı hayatını kurtarır. Refik Erduran'ın satın almadan önce denemek bahanesiyle aldığı bir sürat motoruyla Karadeniz'e çıkarlar ve karşılarına çıkan bir Romen şilebiyle önce Romanya, ardından Rusya..
  
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder