28 Şubat 2012 Salı
187 ) İLK "TURİST" PADİŞAH !..
Beylerbeyi Sarayı'nda, tarihimizdeki ilk ve tek padişah heykeli bulunmaktadır. 1871 yılında, heykeltıraş C.F.Fuller'ın yaptığı bu küçük heykelde, at üstünde oturan, Osmanlı'nın otuz ikinci padişahı, Abdülaziz'dir..
Abdülaziz, sadece heykelini yaptırtan tek padişah değil ; ziyaret amacıyla Avrupa'ya giden tek sultandır da aynı zamanda..
O, Avrupa'ya gidecek diye ; Boğaz kıyısındaki Paşabahçe Cam Fabrikası ve Hereke'deki dokuma fabrikası hummalı bir çalışma içine girmiştir. Cam eşyalar, avizeler, halılar, perdeler, yatak örtüleri ; Haliç Tersanesi'nde yenilenen "Sultaniye" yatına taşınmaktadır. Taşınan eşyaların bir kısmı padişahın vereceği hediyelerdir, diğerleri ise yüzer bir saray gibi olması istenen yat içindir.. Yatın üst kat salonu kapatılarak yeni kamaralar eklenmekte, tüm eşyalar yenilenmektedir.
1867'de gerçekleşecek, Paris'teki Milletlerarası Sergi'ye III. Napoleon'un yaptığı daveti Abdülaziz kabul etmiştir. Serginin şeref konuğu olacaktır.. Onun bu seyahate çıkmaya karar vermesinde en büyük pay ise Fuat ve Ali paşalardadır.Paşaların bu kadar ısrarcı olmasının başlıca nedeni şudur : Rusya ile birlikte hareket eden Fransa'ya, Balkanlar'daki Türk siyasetini anlatmak ve doğabilecek yeni bir Rus savaşına böylelikle engel olabilmek. Ayrıca, aleyhimize gelişen Girit sorununa da zaman kazandırmak. En önemlisi ise, Avrupa'daki yenilikleri yerinde görecek olan sultanın, yapılması düşünülen reform hareketlerine güç katmasıdır...
21 Haziran 1867'de, Ortaköy Camii'nde kılınan cuma namazının ardından padişah Dolmabahçe Sarayı'na gelir ve buradan da saat 16:00'da ayrılarak, kendini Boğaz'da bekleyen, Gamsız Hasan Bey'in komutasındaki Sultaniye yatına geçer.. Abdülaziz'in yanında oğlu Yusuf İzzettin, Veliaht Murat Efendi, Şehzade Abdülhamid ve Dışişleri Bakanı Fuat Paşa'nın da olduğu makam sahibi insanlar vardır.
Heyete eşlik edecek diğer görevliler, malzemeler ve hediyelik eşyaların da yüklendiği, padişahın annesinin adını taşıyan, "Pertevniyal" vapuruna binerler. Aziziye ve Orhaniye zırhlı firkateynleri seyahat boyunca padişahı korumakla görevlendirilir..
28 Haziran günü Toulon'a varılır. Özel olarak hazırlanan bir vagona binen Abdülaziz, önce Marsilya, oradan da Paris'e ulaşır. Garda III. Napoleon tarafından bizzat karşılanır ve Parislilerin yoğun ilgisi altında önce Tuileries Sarayı'na, ardından da Abdülaziz'in kalması için ayrılan Elysée Sarayı'na gidilir..
1 Temmuz günü Abdülaziz ve beraberindekiler, yeni icat edilmiş makinelerin görücüye çıktığı sergiyi gezmektedirler. Padişah, çember şeklinde bir cetvel ve önünde asılı kadife kaplı bir toptan oluşan makinenin önünde durur. Bu, günümüz lunaparklarında da görülen, topa atılan yumrukla kol kuvvetinin ölçüldüğü ilkel bir makinedir. Abdülaziz, makinenin adını sorduğunda ; kısa süren bir kararsızlığın ardından, bir Fransız yetkili yutkunarak cevap verir : "Téte Turque" ..
Mevsim yazdır ama buz gibi bir hava eser ortalıkta.. Fransız mucit, "Türk Kafası" adını verdiği makinenin önünde Osmanlı padişahının duracağını nereden bilsin ?!.. Demek, Avrupalı için Türk kafası yumruk atmaya yarıyordu !..
Sessizliği Abdülaziz bozar : "Halil Paşa, göster bakalım şunlara Türk kolunun kuvvetini."
Kayserili Halil Paşa, Abdülaziz gibi heybetli birisidir. "Emriniz başım üzre hünkarım" dedikten sonra ceketini çıkarır ve gömleğinin kollarını sıvar. Herkes nefesini tutmuş olacakları beklemektedir. Halil Paşa yaradana sığınarak öyle bir yumruk savurur ki, dinamometrenin dağılan yuvarlak ibresi bir Fransız'ın, kopan topu bir başka Fransız'ın, yayları da etrafta toplanan öteki meraklı Fransızların ayaklarının dibine savrulur..
Dağılan makinenin karşısındaki Halil Paşa alaycı bir dille şunu söyler : "Bu, Türk kafası değildir ; olsa olsa Avrupalı kafası olmalı ki bir vuruşta dağıldı."
Bu gezi sırasında Abdülaziz, Kraliçe Eugénie'nin güzelliği karşısında büyülenecek, İstanbul'a geri döndüğünde gözü hiçbir cariyeyi görmeyecektir. İadei ziyaret için İstanbul'a gelen Fransa Kraliçesi ile Abdülaziz arasında aşk yaşanmış mıydı ? Bu sorunun yanıtı, Eugénie'ye tahsis edilen Beylerbeyi Sarayı'ndaki Abdülaziz heykelinin suskunluğunda gizlidir !..
Sultan Abdülaziz'in Avrupa'ya yapacağı ziyaret öncesinde oldukça önemli bir hukuki sorun yaşanır. Sorun şudur ki, padişahın adımını atacağı her yer kendi toprağı sayılacaktır. Aynı zamanda halife olan padişahın, Müslüman olmayan topraklara adımını basacak olması kimi çevrelerde hoşnutsuzluk yaratır. Bu, mutlaka aşılması gereken bir sorundur !..
Son derece zeki bir öneri sonucu ortaya atılan çözüm, sorunu kökünden halleder : Abdülaziz'in ayakkabılarının tabanı açılacak, içine İstanbul toprağı serildikten sonra yapıştırılacaktır. Böylelikle padişah dünyanın neresine giderse gitsin kendi toprağına basmış olacaktır !..
Abdülaziz'in ayakkabılarının içindeki toprak sayesinde İstanbul, Avrupa'yı gezmiş olan tek dünya kentidir !.
27 Şubat 2012 Pazartesi
186 ) SİNEĞİN KÜÇÜĞÜ MİDE, BİLGİNİN KÜÇÜĞÜ ZİHİN BULANDIRIR !..
Edirne'nin fethedilmesiyle birlikte Osmanlı'nın Balkanlar'daki egemenliğini ifade etmek amacıyla yapılan ilk anıtsal yapı Eski Cami'dir ve dokuz kubbesi vardır.
Oğuz boyları, dokuz olarak gösterilir.. Bir kağanın simgesi dokuz ok ve yaydır. Çünkü Tengri (Tanrı) dokuz kat göğün en üst katında oturur.
Osmanlı padişahının mehter takımı da dokuz katlıdır ; yani dokuz farklı enstrümanın her birinden dokuzar adet içerir. "Dokuz" sayısı padişahın, bir anlamda devletin sayısıdır. Müslümanlık öncesi Tengri'nin sayısı (mertebesi) olan dokuz, böylece padişaha geçmiş olur..
Başka bir sayı daha var : "Yedi"..
Gerek çok tanrılı dinlerin tamamında, gerekse semavi dinler olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'te kendisine geniş yer bulan "yedi" sayısına yüklenen anlamlar oldukça fazladır..
Musevilerin yedi kollu şamdanı, Antik Çağ'ın yedi mimari harikası, Müslümanlarda hac ziyareti sırasında Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gidilip gelinmesi, İncil'deki yedi günah, Bektaşilerde yedi makam, yedi uyurlar, haftanın yedi günü, Fatiha Suresinin yedi ayet olması, İstanbul ve Roma'nın yedi tepesi...
Yedi tepe üzerine kurulu olan İstanbul'daki Sultanahmet Camii ile ilgili birçok polemik olmuştur.. Bazı tarihçilerimiz, örneğin Necdet Sakaoğlu, caminin şerefe sayısının on dört olmasını, Sultan Birinci Ahmed'in on dördüncü padişah olmasına bağlar.. Alpay Kabacalı da on dört şerefesi olduğunu iddia eder.. Türkiye Anıtlar Kurulu da, 1954 yıllığında, on dört şerefe olmasını padişahın on dördüncü padişah olmasına dayandırır...
Ama ; altı minareli bu caminin on dört değil, on altı şerefesi vardır !.. Altı minarenin dördünde üçer, ikisinde ikişer adet şerefe bulunmaktadır.. Sultan Birinci Ahmed'in on dördüncü padişah olduğu doğrudur ama ; İkinci Murad ve oğlu İkinci Mehmed ikişer dönem tahta oturdukları için bu durumda on altıncı padişah olmaktadır !..
Oysa Evliya Çelebi "Seyahatname" sinde, şerefe sayısını doğru olarak, on altı diye vermektedir !..
Hazır, rakamlarla "dansa" başlamışken, bir başka ilginç bilgiyi atlamamak gerekir..
Rumeli Hisarı'nın yapımına 3 Nisan 1452'de başlanmış ve 12 Ağustos'ta tamamlanmıştır. Evliya Çelebi, yine "Seyahatname"sinde şu bilgiyi aktarır : "Hisar'ın şekli, kufi yazısıyla Arapça, Muhammed ismi şeklinde yapılmıştır. Zağanos Paşa kulesi 'M' harfi, Halil Paşa kulesi 'H' harfi, Sarıca Paşa kulesi 'M' harfi ve sondaki burç 'D' harfi yerindedir.."
İkinci Mehmed'in ilk taşı 3 Nisan günü koyması rastlantı değildir. O gün, Hz. Muhammed'in doğum günüdür. Son taşın konulduğu 12 Ağustos ise Regaip kandilidir. Bu zaman aralığı 132 gün olup, hisarın yapımı özellikle bu zaman diliminde tamamlanmıştır. Rumeli Hisarı'nın inşasını kapsayan 132, ebced hesabıyla, Muhammed kelimesinin sayısıdır !..
Hangi taşı kaldırsanız altından tarih çıkan İstanbul ; araba taşıyan ilk vapurun Boğaz'da yüzdürülmesi nedeni ile de tarihe geçmiştir. Adını Namık Kemal'in koyduğu "Suhulet" (Kolaylık), 1872 yılında, dünya denizcilik tarihinin, araba taşıyan ilk vapuru olmuştur..
İstanbul'a otomobil ise, ilk kez 1895 yılında, Basra mebusu Zehirzade Ahmed Paşa tarafından getirilmiştir. Gümrük memurları karşılarında duran garip aracın adını ellerindeki listede bulamazlar !.. Önden bir at bile çekmeksizin hareket edebilen bu araca, "kendi kendiliğinden hareket eden" anlamında bir ad koyarlar : "Zatü'l-hareke" !..
Otomobilin görücüye çıktığı, İstanbulluların atsız giden bu arabayı şaşkınlıkla seyrettiği yer de Fenerbahçe semtidir.. O gün, at kişnemesinin yerini motor sesi almıştır ama sahnede at ahırında çalışan biri vardır : Seyis Abdurrahman !..
Yıldız Sarayı'nda görevli Abdurrahman Bey, seyislikten ayrılarak, İstanbul'un ilk şoförü unvanına oturur. İran kökenli olduğu için de halk onu "Acem Abdurrahman" olarak tanımaktadır. İşin aslına bakarsanız, İranlılar "Acem" denilmesinden hoşlanmazlar. Çünkü bu ad kendilerine Araplar tarafından yapıştırılmış bir etikettir. Araplar, Arap olmayan Müslüman kavimlere "Acem" adını verirler. Zamanla bu ifade, karşısındakini aşağılamaya dönüşür. Bu yüzden, bir İranlıya "Acem" demek, onu küçümsemeye yönelik bir tanımlamadır..
Abdurrahman Bey'in şoförlüğünü yaptığı ilk arabayı İstanbul sokaklarında görenler, "Acem geliyor" diye bağırarak birbirlerini şaka yollu uyarırlardı. Direksiyon başına yeni oturmuş birine "acemi" denilmesinin kökeni de işte bu öyküdür..
İlk otomobilin 1895 yılında girdiği İstanbul'da, altmış sekiz yıl sonra bir de dünya rekoru kırılır..
51679 plaka numaralı, 1927 model Dodge marka otomobil İstanbul sokaklarında otuz altı yıl lastik eskittikten sonra, 900.000 kilometre yaparak 1963 yılında dünya rekoru kırar.. Yapımcı firma ; 1983 yılında şoför "Baba Hüseyin"i, otomobili müzeye koymak ve kendisine yeni bir otomobil vermek üzere New York'a davet eder...
İşte o New York şehrinin Manhattan semtinde, 1840 yılında, ilk bowling salonu açılır..
Bowling, M.S. 400 yılında, Almanya'daki kiliselerin bahçelerinde oynanmaya başlayan "dinsiz öldürme oyunu"ndan başka bir şey değildir.. Bu törenlerde atıcı, bir kule devirirse, yani bir dinsiz öldürürse ziyafetle ödüllendirilmekteydi. Her başarılı atış, bir günahın bağışlandığı anlamına geliyordu. Yok eğer, top hedefini bulamazsa, atıcı, inancını biraz daha güçlendirmek için kiliseye girip dua ediyordu !..
Amerika'ya Alman göçmenler tarafından taşınan bowling, ailelerin hafta sonu oynadıkları bir oyun olarak tüm kıtaya yayılır..Bu bowling salonlarında, oyuncuların devirmeye çalıştığı kuka sayısı dokuzdur. Kimi kaynaklar, kuka sayısının dokuz olmasına Martin Luther'in karar verdiğini yazarlar..
Amerika'da kısa sürede çoğalan bowling salonları, zaman geçtikçe günahkarların toplanma toplanma yerine dönüşür. Katiller, kaçaklar, hırsızlar bu salonlarda bir araya gelmekte, bowling oyununu bir kumar haline çevirerek para kazanmaktadırlar.. Birer batakhane haline gelen bowling salonlarına karşı, Connecticut Eyaletinde yeni bir salon açılır. Bu salonun ötekilerden farkı yalnızca, oyunun dokuz değil, on kuka ile oynanmasıdır. Aradaki bir kuka ; doğruluğun, dürüstlüğün sembolü olarak dikilir, topun karşısına !..
İstanbul'da ilk bowling salonu ise 1990 yılında açılır...
26 Şubat 2012 Pazar
Resimde Kaç Geyik Var?
25 Şubat 2012 Cumartesi
185 ) KİTABI SEVMEK !...
Roma İmparatorluğunda vaktiyle Itellius adında çok zengin bir tüccar varmış.. Her akşam sofrasında imparatorluğun en seçkin insanları bulunurmuş. Itellius, cahil bir adam olduğundan, kitap okumayı ve okuduklarını aklında tutmayı hiç beceremiyormuş. Bunun üzerine bir "canlı kütüphane" kurmaya karar vermiş. Yüz kadar kölesini bir kenara çekmiş ve her birinin bir kitabı ezberlemesini emretmiş !..
Böylece Itellius, akşamları sofrasına topladığı aristokratlara ve zenginlere caka satıyor, kölelerinin ağzından kitapları meze diye sunuyormuş..
Bir gün yine sofrasında, kölebaşına, İlyada'nın okunmasını emretmiş. Kölebaşı ıkına sıkına yanıtlamış : "Kusura bakmayın efendim, İlyada dün gece sizlere ömür !.."
Çok sevdiğim bu öykü aslında şunu anlatıyor : Kitabın yerine hiçbir şey geçemez !..
Bir kitap asla sizi terk etmez..Ona ihanet bile etseniz, size asla sırtını dönmez, rafında sessizce ve alçakgönüllülükle sizi bekler.. Ta ki bir gece, bir kitaba birdenbire bir gereksinim duyduğunuzda, sabahın üçü bile olsa, terk edip yıllardır kalbinizden sildiğiniz bir kitap bile olsa, sizi asla hayal kırıklığına uğratmaz, rafından inip ihtiyaç anında yanınızda olur.. İntikam almaya, mazeret uydurmaya ya da birbirinize hala uygun olup olmadığınızı sormaya kalkmaz, siz ister istemez hemen gelir.. Bir kitap asla sizi yarı yolda bırakmaz..
Hintli düşünür ve şair Rabindranath Tagore'un şu sözleri ne kadar güzel : "Bir kitap, açık olduğunda konuşan bir beyin, kapalı olduğunda beklemede olan bir arkadaş, unutulduğunda bağışlayan bir ruh, yok edildiğinde ağlayan bir yürektir.."
Benim kitaplara olan düşkünlüğümün bir benzerini anlatan, Amos Oz'un "Aşk ve Karanlık" adlı biyografik kitabından aldığım şu satırları paylaşmak istiyorum sizlerle :
"...Yiyecek almaya para çıkışmamıştı ; annem babama bakmış, babam da bir fedakarlık yapma zamanının geldiğini anlayıp kitaplığa doğru dönmüştü. Ahlaklı bir adamdı ve ekmeğin kitaplara göre öncelikli olduğunu, bir çocuğun iyiliğinin ise her şeyden önce geldiğini bilirdi. Kolunun altında sevgili kitaplarından ikisi üçü, kapıdan çıkıp sahaf dükkanına giderken omuzları düşmüş, sanki canı yanıyormuş gibi göründüğünü hatırlıyorum. Üzüntüsünü hayal edebiliyordum. Babamın, kitaplarıyla duygusal bir ilişkisi vardı. Onları hissetmeyi, okşamayı, koklamayı severdi. Kitaplardan fiziksel bir zevk alırdı. Kendini tutamazdı, uzanıp onlara dokunmak gerekirdi. Başkalarının kitaplarına bile. O zamanki kitaplar da gerçekten bugünün kitaplarından daha seksiydi !. Koklaması, okşaması ve ele alması daha bir güzeldi. Güzel kokulu, hafif ve sert deri ciltleri altın yaldızlı, dokunduğunuzda tüylerinizi diken diken eden, sanki özel ve erişilmez bir şeye dokunuyormuş duygusunu veren kitaplardı. Dokunduğunuzda sanki ürperip titriyor gibiydiler. Bez kaplı karton kapakları olan, son derece çekici kokan tutkalla yapıştırılmış kitaplar da vardı. Her kitabın kendi çekici, özgün kokusu olurdu. Bez bazen havalı bir etek gibi kartondan ayrılır, gövde ile bez arasındaki o karanlık yere bir göz atıp o baş döndürücü kokuyu koklamaya direnmek zor olurdu..
Babam genelde bir iki saat sonra ellerinde kitaplar olmadan dönerdi. Eli kolu ekmek, yumurta, peynir, hatta ara sıra konserve et bile içeren kesekağıtlarıyla dolu olurdu.. Ancak zaman zaman bu fedakarlığından yüzünde kocaman bir gülümsemeyle döner, elinde ne sevgili kitapları ne de yiyecek bir şey olurdu : Kitaplarını gerçekten satmış, ama onların yerine hemen başka kitaplar almış olurdu. Sahafta öyle değerli kitaplar bulmuş olurdu ki, böyle bir fırsat hayatta insanın eline ancak bir kez geçeceğinden kendini tutamazdı. Annem de, ben de onu affederdik, çünkü ben zaten tatlı, patlamış mısır ve dondurmadan başka bir şey yemek istemezdim. .
Aşağı yukarı altı yaşındaydım, hayatımda harika bir gün oldu : Babam kitaplıklarından birinde bana ufak bir yer açıp kendi kitaplarımı oraya koymama izin verirdi. Tam olarak söylemek gerekirse, en alt rafın dörtte birini bana ayırdı. O güne kadar yatağımın başucunda bir taburede yığılı duran bütün kitaplarımı kucakladım, kollarımda babamın kitaplığına taşıdım ve düzgün bir biçimde dizdim.
Bu bir ayin, reşit olmak gibi bir şeydi : Kitapları dik duran kişi artık çocuk değil, bir erkekti. Ben de artık babam gibiydim. Benim kitaplarım da hazıroldaydı !.."
Kitap sevgisini bundan güzel anlatan bir şey okuduğumu anımsayamıyorum...
Çocukluğumda hediye edilen yeni bir kitabın kapağını okşardım önce.. Sonra ilk yaptığım şey, burnumu sayfaların arasına gömmek olurdu !.. Kağıt ve matbaa mürekkebinin o benzersiz kokusunu derin derin içime çekerdim.. Bunu halen de yapmaktayım !.. Ama o güzelim keskin koku yok artık..
Yaşar Aksoy'dan aldığım bir anekdotu paylaşarak yazımı bitiriyorum..
"Kebikeç", çok eski zamanlarda, kitapları güveden ve çeşitli belalardan koruyan cinin ismidir. İbranice' den gelen bir söz olan Kebikeç, melek veya şeytan anlamına da gelir..
Yeni bir kitap yayınlandığında, eski adamlar, "Ya Kebikeç" diyerek, kitap cinini haberdar ederlermiş !.. Kitabın bir köşesine "Ya Kebikeç ihfazül varak" yazılırsa, kitaba haşarat, güve, böcek yanaşamazmış..
Bir zamanlar, bir sultan en önemli kitabının delik deşik olduğunu görünce vezirine köpürmüş : "Yahu, bu kitabın bir tarafına Kebikeç yazmadınız mı ?.." Vezir yanıtlamış : "Aman Sultanım.. Yazdık ama.. Haşaratlar önce o yazıyı yemişler, sonra sıra kitaba gelmiş.. Haşarat da akıllandı artık Sultanım !.."
BU YAZIMI GERÇEK ANLAMDA BİR KİTAPSEVER OLAN , YAZAR, MÜZİSYEN, DEVLET SANATÇISI, SEVGİLİ DOSTUM ÜNSAL KUBAT'A İTHAF EDİYORUM...
23 Şubat 2012 Perşembe
184 ) İZMİR TARİHİNDEN ESİNTİLER !..
Tarihi belgelerde İzmir'in en eski adı "Zmürna" olarak geçmektedir. Bu ifadenin, Ege Denizi kıyılarında yaşamış Luvilerden geldiği anlaşılmaktadır.
İon yazımında Smyrna yazılışının Zmirni olarak telaffuz edilmesinden kaynaklanarak, şehrin adının sonradan İzmirni olarak kullanılmaya başlandığı varsayılmaktadır. Şehrin İzmir adını alışı ise, Türklerin Malazgirt Savaşı' nı takiben Anadolu'ya yerleşmesinden sonraya rastlamaktadır.. "İzmir" adı ilk kez, Anadolu'ya yerleşen Türkler tarafından kullanılmıştır..
Arkeolojik araştırmalar İzmir'de İ.Ö. 3000' lerde yerleşme olduğunu ortaya koymuştur. İlk yerleşim, Bayraklı dolaylarında olmuştur. Şehir, Bayraklı tepeleri mevkiinde "Navluhan" adıyla kurulmuştur..
Ünlü coğrafyacı Pausanias, Smyrna'nın yeniden kuruluşunu Büyük İskender'e bağlamaktadır. İskender'in, emrindeki komutanlara, Smyrna'nın Kadıfekale'de (Pagos Dağı) kurulmasını buyurduğunu yazmıştır.
Kaynaklar, İzmir'in ikinci kuruluşu çalışmalarına İskender'in komutanlarından Antigonos tarafından başlandığını, ancak ölümünden sonra bu çalışmaların Batı Anadolu'yu ele geçiren Lysimakhos'un tamamladığını yazmaktadır..
Roma çağı İzmir'inin en önemli kalıntısı olan, Agora'daki Bazilika'nın anıtsal kapısı üzerindeki kilit taşında Roma İmparatoru Marcus Aurelius'un eşi İmparatoriçe Faustina'nın kabartması vardır.
Kısacası İzmir ; yaklaşık 5000 yıllık bir uygarlık sentezinin mitolojik, arkeolojik, tarihi, felsefi ve sosyolojik temeli üzerinde yaşamını sürdürmektedir..
Gazeteci-yazar Yaşar Aksoy'un dedesi Hilmi (Dölek) Efendi ; Namazgah Sübyan Mektebi, daha sonra ise, Cumhuriyet'te, Misaki Milli Mektebi başöğretmenidir. Agora kazılarını yürüten Kantarağası Selahattin Efendi' nin de yakın arkadaşıdır.
Yaşar Aksoy'un, "Hayatım Kitap" adlı kitabında anlattığına göre ; Agora kazılarında, önceleri , her sabah İzmir Hapishanesi'nden gardiyan gözetiminde ödünç alınan, birbirine zincirli mahkumlar çalışıyormuş. 1926'da İzmir Valisi olan Kazım Dirik Paşa, bu mahkumları birer günlüğüne Arkeolog Selahattin Efendi'ye ödünç verip güneş batmadan geri alırmış hapishaneye..
Bazilika'yı ortaya çıkaran, Demeter ve Poseidon heykellerini toprak altında bulanlar hep bu mahkumlarmış..
Yağmurlu bir günde, öğle yemeği molası sırasında, mahkumlar gardiyanı tepeleyip hep birlikte kaçmışlar... Vali Bey çok sinirlenmiş bu işe ve kazıya mahkum vermekten vazgeçmiş, yasaklamış..
Kazı alanının dibinde Misaki Milli Mektebi vardır. Selahattin Bey, Yaşar Aksoy'un dedesi Hilmi Bey'in müdür odasına gelir ve dertleşirler.. Hilmi Bey, arkeolog arkadaşını teselli eder, sonra onu yerinden kaldırıp, okulun son sınıflarına götürür. En arkalarda toplanmış oturan babayiğit öğrencileri gösterir. Bunlar iri yarı, kömürcü ve fırıncı çırakları, hamal, manav, kasap yardımcıları, hamam tellakları, mahallenin yaşı geçmiş dövüşken ve kabadayı çocuklarıdır..
Hilmi Bey, "haydi bu pehlivanları sana ödünç veriyorum, hepsi güçlü kuvvetlidirler, istediğin kadar al, ancak öğlen yemeklerini yine kazı alanında yesinler" diyerek Selahattin Bey'i müthiş sevindirir..
Böylece Misaki Milli Mektebinin azılı öğrencileri kazma küreklere asılırlar. Mahkumların bıraktığı yerden onlar devam eder kazıya..
.
Yaşar Aksoy'un, aynı kitabında bahsettiğine göre ; İzmir'in 1894 yılında seçilen, üçüncü belediye başkanı Yahya Hayati Paşa, karun kadar zengin bir Abdülhamid dönemi paşasıdır. Jurnalci olduğu da söylenir. Körfez vapur işletme hakkını alan ilk Müslüman tüccardır. Karşıyaka, Bayraklı, Karataş, Göztepe ve Güzelyalı ahşap iskelelerini kurup İngiltere'den buharlı gemiler getirtmiştir. Muazzam maden işletme imtiyazları vardır. Burdur Krom Madenleri'ni işletir, palamut ihracatı yapar, develerle getirttiği palamutları depolamak için Palamut Hanı' nı inşa eder. Hanın yarı hissesini Ayşe Mayda Hanımefendinin babası Hamalbaşı Salih Ağa'ya verir. Bayraklı dağlarını Ermeni Ptakos'tan satın alır..
Bayraklı kıyısında, yukarıda resim ve fotoğraflarını koyduğum, Rum mimar Andon Gavado'nun nezaretinde otuz odalı köşkünü yedi yılda inşa eder.. Taş ocaklarından koca koca taşları iri kadanalarla inşaatına aylarca taşır. Adeta Bayraklı padişahı gibidir !..
Öte yandan da fakir fukara dostudur. Okullarda bedava ders vermiştir. Köşkünde verdiği yemekler de meşhurdur.. Bu sofralar sadece zenginlere değil herkese açıktır..
Yahya Hayati Paşa'nın Nehir, Gülfem, Mediha ve Mevhibe adlı dört kızı olur. Kızlarından Mediha, İzmir'in ikinci belediye başkanı Ragıp Paşa'nın büyük oğlu Faik Bey ile evlenir. ..Ragıp Paşa ise Latife Hanım'ın dayısı olmaktadır !...
Yaşar Aksoy'un değerli kitabından son çalıntı parçayı da sizlerle paylaşayım bari !..
Türkiye'nin 1935'de seçilen ilk on sekiz kadın milletvekilinden biri olan şair Benal Nevzat ; 1905 yılında Adana Hapishanesinde, II. Abdülhamid yönetimi tarafından katledilen İzmirli vatan şairi Tevfik Nevzat'ın kızıdır..
Gazi Mustafa Kemal ; İzmir'in kurtulduğu 1922 yılında, Benal Nevzat'ı arayıp bulur ve onu Fransa'ya, Sorbonne Üniversitesi'ne edebiyat öğrenimine gönderir. Dört yıl sonra, İzmir'e döner dönmez bir sivil toplum lideri olarak halkın en önünde devrim örgütlenmesi çalışmalarını yürütür.
1930 yılında Belediye Meclisine seçilen ilk kadın üye olur. Hilal-i Ahmer (Kızılay) ve Veremle Savaş Derneği yöneticilikleri yapar..
1935 yılında ise, bizzat Atatürk tarafından milletvekili seçilir...
21 Şubat 2012 Salı
183 ) DÖRTNALA BİR TARİH TURU !..
Nazım Hikmet'in "Davet" adlı şiirinde yer alan ;
"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.." dizeleri için "Düşünen Adam" dergisinde, 3 Aralık 1964 günü, Fuat Uluç imzalı bir yazı yayınlanır : "Neden Akdeniz'e doğru bir kısrak başı gibi uzanan da, şahlanmış bir at başı değil ?.Dişilik, adamın
iliklerine işlemiş. Bir türlü bu kompleksten kendini kurtaramıyor.."
Edebiyattan, şiirden anlamayan nice insan eleştirir Nazım Hikmet'i.. Fuat Uluç kafasında olanların bilmesi gereken şey şudur : Akdeniz'e bir at başı gibi uzanan toprakların adı "Anadolu"dur, yani "Babadolu" değildir !. Bu yüzden Nazım şiirinde, dişi at olan "kısrak" sözcüğünü kullanmıştır. Bir atın şahlanıp şahlanmadığı da başından değil, ön ayaklarından anlaşılır !..
Günümüze değin gelen bir söz vardır : "At, avrat, silah" ..Söylenirken bile "avrat"tan, yani hayat arkadaşından önce gelmesi, eski Türklerde bu hayvana verilen önemi göstermektedir. Atlarına o kadar düşkündürler ki, atları öldüğünde derisini yüzer ve içini samanla doldururlarmış. Gözlerinin önünden ayırmadıkları bu heykele de "kipi" adını vermişler..
Hayatının büyük bölümünü at üstünde geçiren Türk, çoğunlukla yemeğini de at sırtında yerdi. Uzun sefer öncesi yanına aldığı çiğ et parçalarını baharatlar ekleyerek eyerinin içerisine, bacaklarının arasına gelecek şekilde koyardı. Böylece at sırtında geçen günlerde, yolculuk sırasında, bacakları ile bastırarak pişirdiği et parçaları bastırma (pastırma) şeklinde güçlü bir besine dönüşürdü..
Anadolu'da ata ait iki adet mezar vardır : Biri Genç Osman'ın atına ait olup Karacaahmet Mezarlığındadır ; diğeri ise Rumeli'yi Osmanlı topraklarına katan, Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Şah ve atına aittir. Gelibolu'ya bağlı Bolayır'da, yan yana iki adet mezar içinde yatmaktadırlar..
Anadolu'nun tarihinde bir de "Tahta At" olayı vardır. İlyada Destanı, Truva Savaşı'nın bitişini bu ata bağlar ama işin gerçeği şu şekildedir : Bu savaşın başlama sebebi, Paris'in Helena'yı kaçırması gibi romantik değildir. Atina'nın ve müttefiklerinin sefalet içindeki fakirliği karşısında Anadolu ve Truva'nın zenginliğidir. Yani aslında sebep ekonomiktir.. Savaşın bitişi de "Tahta At" olayı ile değildir. Savaşın onuncu yılında meydana gelen bir deprem sonucu Truva surlarının yıkılmasıyla olmuştur..
Truva Savaşında, Truva'yı desteklemek amacıyla Anadolu'dan gidenler arasında Amazonlar da vardır. Amazonların başkenti, günümüz Samsun ilinin Terme ilçesidir. Yeryüzündeki en güçlü anaerkil örgütlenmenin ilk ve belki de tek temsilcileridir. Amazonlar, kadın savaşçı bir topluluktur. Amazon, "Tek memeli, tek göğüslü" anlamına gelir. Aralarında asla bir erkeğe yer vermezlerdi. Birkaç yılda bir, 21 Mart günü, komşu kabilelerin erkekleriyle olurlardı. Bu birliktelikten doğacak olan bebek kız ise kendileri alırlar, erkek olursa oracıkta öldürürlerdi. Ergenlik çağına gelen her kızın sağ göğsü, rahatça yay çekebilsin diye, özel bir törenle kesilirdi.
Amazonlar savaşırlarken ellerinde "labris" adı verilen, çift ağızlı bir balta kullanırlardı. Bu baltanın sapının ucuna, aralarında boşluk olmamasına özen göstererek bir ip sararlardı. Bu ipin adı "faşi" idi. Günümüzde bir birine sıkı bir şekilde bağlı olan aşırı milliyetçiliğe verilen "faşizm" adının kökeni bu kelimedir..
Amazonların Anadolu'da Efes, Amasya gibi kentleri de kurduğu söylenmektedir. Bu kentlerden Efes, daha sonraki dönemlerde, M.Ö. 6. yüzyılda, Helen ülkesine göre mimaride epey ileri bir konumdadır. Helen ülkesinde, dini mimari örnekleri dışında sivil mimari yoktur. Evleri olmadığından fıçıya benzer mağaralarda yaşarlar. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar da gösteriyor ki, Yunanistan'da o döneme ait elle tutulur örnek bir ev ortaya çıkarılamamıştır. Oysa aynı dönemde Anadolu'da, bırakın normal evi, Efes yamaç evlerinde olduğu gibi, 2-3 katlı villalar bile vardır. Priene kentinde ızgara şeklinde şehir planı uygulanmıştır ve iki katı geçmeyen onar evden oluşan bloklar halinde geniş caddeler oluşturulmuştur. Günümüz New York şehir planı, Prieneli Hippodamus mimarisinden alınmıştır.
Bizim de övündüğümüz büyük Mimar Sinan'ın, "kalfalık" dönemine ait Süleymaniye ve "ustalık" dönemine ait Selimiye Camii gibi iki muhteşem eseri vardır.
Büyük usta, Süleymaniye'de akustiği oluşturmak için, kubbenin altına 64 adet içi boş küp yerleştirmiş, Selimiye'de ise bu küplerin adedini 16'ya indirmiştir..
Süleymaniye'de 204 adet pencere bulunmaktadır. Bu sayı, caminin isminin ebced hesabıyla rakamsal ifadesi olmaktadır..
Süleymaniye'nin kubbe çapının, zeminde ayak ile ölçümünden 99 sayısı karşımıza çıkar. Bu da "Esmaü'l Hüsna"yı ifade eder.
Selimiye'nin mihrap yönündeki beş kademeli pencere sırası üzerinde 66 adet pencere görülür. "66", ebced hesabında "Allah"ı karşılar. Bu sayede, insanlar namaz kılarken yönlerini, mihrapta iken yüzlerini Allah'a çevirirler, bir anlamda 66'ya havale olurlar..
Allah'a günün beş vaktinde havale olan insanlar için, Selimiye'nin içerisindeki pencere sıraları beş kademelidir ve mihrap da Allah'a yönelişin bir sembolü olduğundan, namaz vakitleri pencere kademeleri düzeninde ifadelendirilmiştir...
Seyyah Evliya Çelebi'ye göre ; Selimiye'nin yapımı için harcanan para kırk milyon altındır !.. Abartmayı seven ünlü seyyahın verdiği bu rakam eğer doğruysa, belki de ilk sahte paranın İkinci Selim zamanında ortaya çıkmasının nedeni bulunmuş olur !..
1600'lü yılların ikinci yarısında İstanbul'da 485 cami ve 4.492 mescit bulunuyordu. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse ; 16. yüzyılda Londra'da 100 kilise, 18. yüzyılda Paris'te 162 kilise ve mabet vardı.. İstanbul belki dünyanın en Müslüman şehri değildi ama başka hiçbir şehrin ondan daha çok camisi yoktu. Osmanlı'nın servetinin nerelere gittiği çok sık sorulur. Cevaplardan biri, hiç şüphesiz cami yapımlarıdır...
Selimiye Camii'ni yaptırtan İkinci Selim ise, İstanbul'da görevli Venedikli diplomat Donini tarafından ; padişah olduğu 1566 yılında ve daha kırklı yaşlarındayken, "atının üzerinde şişmanlığı nedeniyle zor durabilen, obur ve kaşarlanmış bir ayyaş" şeklinde tanımlanıyordu..
At üstünde fetih üstüne fetih gerçekleştiren ataları ve babası "Muhteşem Süleyman"ın ardından gelen Selim, birkaç yıl sonra daha da kilo alarak ata binemez hale gelecektir !...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)