2 Şubat 2012 Perşembe

173 ) UNUTTURAMAZ SENİ HİÇBİR ŞEY !..



   Arthur Schopenhauer şöyle der : "Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar ; kahramanlar da silahlarını.. Ama aralarındaki, görkemlilikleri dışlarına taşan, bunu dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürürler.."
   Mustafa Kemal Atatürk geride bir şeyler bıraktı : Devrimleri ...
  "Gayri resmi tarih" görüşüne göre, Kurtuluş Savaşı'nı yapan Gazi Mustafa Kemal Paşa, makbuldür, olumlu olarak değerlendirilir. Cumhuriyet'i ilan eden ve devrimler yoluyla toplumu laik ve demokratik bir yapı çizgisinde dönüştüren Atatürk ise makbul değildir, dinden ve geleneklerden saptığı ve toplumu da saptırdığı iddiasıyla, olumsuz değerlendirilir..
   Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir bütündür, çünkü bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde, hem Kurtuluş Savaşı hem de Atatürk Devrimleri, birbirinden ayrılmaz iki süreç olarak yatar. Bu nedenle bazı düşünürler, bu iki sürece birden "Atatürk Devrimi" demeyi yeğler..
   Atatürk Devrimleri ; Batı'nın yüzyıllarca süren, çok kanlı olan ; ardında Aydınlanma, Endüstrileşme ve Kentleşme yatan laikleşme ve demokratikleşme süreçlerini, yeni Türkiye'de birkaç on yıla sığdırmıştır. Bu, bir yirminci yüzyıl mucizesidir !..
   Bu mucizeyi gerçekleştiren büyük insan ; Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bir kere bile yurtdışına çıkmadı. Başlıca zevklerinden biri tekne ile Boğaz gezintileri yapmaktı. Biraz büyükçe tekne olarak emrinde Ertuğrul yatı vardı. Marmara için yapılmış bu yatla Karadeniz'e çıkılamıyordu. Bir keresinde, sert bir havada, az daha batıyordu..
   Memleket kıyılarını dolaşmak üzere İstanbul'dan uzaklaşınca, denizyollarının bir gemisini seferden alıkoymak gerekiyordu.
   Karayollarımız yoktu ; ya tren, ya da gemiyle dolaşmak gerekiyordu. İşte Atatürk'e yeni bir yat almak fikri bu gereksinimden doğmuştur..
 

   Amerikalı bir milyoner kadının yaptırmış olduğu "Savarona", Amerika'ya sokulamadığı ve sahibi de maddi açıdan sıkışık durumda olduğundan, değerinin altında, ucuza alınmıştır. Bu yatı Hitler de kendisi için istemişti. Fakat ilk görüşmeyi Türkler yaptığı için aradan çekilmişti..
   Ne kadar yazık ki, çok beğendiği bu yat geldiğinde Atatürk ölüm hastası idi. Yatta çoğu zamanını yatakta geçirdi. "Bir çocuğun oyuncağını beklediği gibi bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim ?" demişti..
   Atatürk'ün tadını çıkaramadığı bu emanete, ne yazık ki, devlet olarak sahip çıkamadık !.. O'nun, örneğin  bir Türkçe'ye sahip çıktığı kadar bile..


   Soyadı Kanunu'nun yeni çıktığı günlerin birinde, Dışişleri yüksek memurlarından Osman Bey, "Grandi" soyadını almıştı. Bu, aynı zamanda Mussolini'nin dışişleri bakanının adıydı. Atatürk bir gece, dürüst ve içi dışı bir adam olan Osman Bey'e, bu soyadını neden aldığını sorduğunda, şöyle bir yanıt almıştı : "Efendim, cetlerimizden biri gemiyle Mısır'dan geliyormuş. Teknenin de kaptanı imiş. Yolda büyük bir fırtına çıkmış ; imdat gelinceye kadar içindekilerin hepsi boğulmuşlar ; fakat ceddim grandi direğine çıktığı için kurtulmuş.. Soyadımın öyküsü işte bu.."
   Atatürk, "Ne ?!.. Gemisindeki herkes boğulduktan sonra yalnız kendi canını kurtaran kaptanın hatırasına öyle mi ? Beyefendi, yalnız bu sebeple bile bu soyadını bırakmanız gerek.. Lütfen Türkçe bir ad takınız" dedi..
   Soyadı bu şekilde değiştirildi ve böylece dil ile ilgili toplantılardan da İtalyan bakanın adı silindi !..


   Cumhuriyet'in ilanından sonraki dönemde, Ankara'daki Orman Çiftliği henüz çıplak bir bozkır parçasıyken ; aşağısındaki küçük köşkün bahçesinde bir akşamüstü oturmuş yıllık hesapları inceliyordu. Çiftlik işleri iyi gitmiyordu. Ömrünü hep kıt kanaat geçirdiğinden, para kaybetmesini sevmezdi.
   Alaca karanlıkta, bir ara, köşkün önündeki havuzun fıskiyesini açmışlardı. Hiç de zevkli olmayan müdür, havuzun içine renkli ampuller koydurmuş olduğundan ; mavili, kırmızılı, yeşilli bir su yelpazesi açılmaya başladı. Gözlerini kaldırıp şöyle bir baktıktan sonra kendi kendine, "A Mustafa Kemal, sen çiftçi misin ? Hayır.. Ziraat mı okudun ? Hayır .. Babadan mı gördün ? Hayır.. İşte böyle bilmediği şeylere karışanlara sular bile güler !.." diye söylendi..
   
   Ayakkabı ustası Tanaş Elefteriadis, en iyi müşterisini şöyle anlatır bizlere : "Ayakkabıda moda ne ise onu istiyordu. Ayakkabılarını sağlam yapmaya çalışıyordum. Fakat Atatürk'ün ayakkabıları devamlı çalınırdı. Herhalde herkes ondan bir hatıra almak için çalardı ayakkabılarını.. Bir gün beni yanına çağırdı ve 'Bu ayakkabıları kalıpla yapın' dedi. 'Niçin ?' dedim. O da bana 'Çalan kalıpsız mı çalsın ?' demişti. O zaman moda, kaba, çift köseleli ayakkabılardı. Biz yeni ayakkabı yapınca bunlar moda oluyordu, millet de giyiyordu. Sayısız ayakkabı yaptım, çalındıkça ben de yapıyordum. Şunu gördüm, yaptığım düğmeli bordo ayakkabıları çalmıyorlardı. En çok çalınan ayakkabı ise iskarpindi. Kendisi bütün yaptığım ayakkabıları beğenirdi, renk ayırt etmezdi. Ama ben de O'nun ne istediğini bilirdim. Atatürk'ün ayak yapısı biraz değişikti. Baş parmağı aşağı tarafa basıyordu.."
   Ayakkabıcısı Elefteriadis'in dediği gibi, herkes Atatürk'ten bir hatıra almak istiyordu. Bu nedenle ayakkabıları sürekli çalınıyordu. Bu olay en son 10 Kasım günü yaşanmıştır. Kamil Çifter şöyle anlatır : "Ölümü sırasında Smith Wesson marka tabancasıyla köstekli saati, yatağının ucundaki komodinin gözündeydi. Ölümü anında odada hizmetindeydim. Fakat on dakika sonra geldim baktım, yerinde yeller esiyor..Ne tabanca var, ne saat. Gardırop lebaleb çamaşır doluydu ; gömlek, kravat, pijama vesaire. Fakat ölümü anında sarayın içerisi bir hengame halindeydi. O bakımdan hiçbir şeyle ilgilenemedik tabii.. Ölümünden yarım saat sonra gardırobu açtık. Ne bir kravat, ne de bir gömlek, hiçbir şey kalmamış. Tabii Atatürk'ten hatıra diye almışlar."
   27 Eylül 1938 günü Atatürk, arkadaşı Salih Bozok'u hasta odasına çağırarak, gördüğü bir rüyayı anlatır : "Bana bir çift kundura getirmişler, beğendim. Binbir'i (hizmetli Binnaz Hanım) çağırdım. 'Binbiiir' diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım ve rüya gördüğümü anladım."
   Atatürk'ün ayakkabıları konusunda Sabiha Gökçen ise şunları anlatır : "1938'in 30 Ağustos'u.. Büyük Zafer' in anıtlaştığı günün kutlanacağı tarih.. Odasına girdim. Yastığı arkasına yüksekçe dayamış, elindeki kitabı dikkatle okuyordu. Okuduğu kitaplarda önemli bulduğu yerlerin altını kırmızı kalemle çizer ya da o paragrafın kenarına yine kırmızı kalemle 'D' harfi koyardı. Yine öyle yapıyordu. Ancak dikkatle baktığımda gördüm ki bunu yaparken hem çok büyük bir güçlük çekiyor, hem de elleri titriyordu. Ayakları da şişmeye başlamıştı. Bu nedenle o çok sevdiği ayakkabılarını giyemez olmuştu. Odası dışında hiçbir zaman ayakkabısını giymeden dolaşmadığı için, bu durum ona ağır geliyor olmalıydı.."
   Yaşamının son günlerinde Sabiha Gökçen'le olan sohbetlerinde Ankara'yı özlediğini söyleyen Atatürk, "Ama bu şekilde nasıl gidebilirim ? Ayaklarım ayakkabılarıma girmiyor. Karnımdaki şişkinlik yüzünden elbiseler dar geliyor" diyerek, hastalığının bedeninde yarattığı olumsuzluklardan bahseder. Ama yine de umudunu yitirmez ve "Yeni elbiseler ve ayakkabılar yaptırayım bari. Kim bilir belki bir gün talih bana da güler de Ankara'yı bir daha görmem nasip olur" der...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder