Aktör Fehim Efendi, halk şairi Üsküdarlı Vasıf Hoca'ya yaklaşarak şunları söyler : "Vasıf, şu kızın hayatını bir dram yapıp tiyatroda oynatacağım ama gel gör ki, sahnede Bahriye olabilecek tek aktristimiz yok."
Bir cami avlusunda fısıltı halinde yapılan konuşmada adı geçen Bahriye Hanım, musalla taşında yatmaktadır..
Vasıf Hoca bir kulağıyla Aktör Fehim Efendi'yi dinlerken, öbür kulağında, bir erik ağacının dalına kendini asmadan birkaç gün önce ziyaretine gittiği Bahriye Hanım'ın şu sözleri çınlamaktadır : "Anamı bilmedim, ağabeyim kendisini unutturdu, babacığıma çok acıdım, kocamın alçaklığı çok gücüme gitti, fakat buna dayanamayacağım artık ; tahammülüm şu göz pınarlarım kuruyuncaya kadar."
Annesini çocuk yaşlarındayken kaybeder Bahriye Hanım. Alkolik olan babasının elinde büyür. Kocası İlyas ise biriktirdiği paralara el koyarak terk eder evi. Tek avuntusu oğlu İsmail'dir. Ne var ki, o da gönüllü gittiği Balkan Savaşı'ndan geri gelmez. Şair Vasıf Hoca, Küçüklanga'daki evini ziyarete gittiğinde, Bahriye Hanım'ı, sedirin köşe yastığı üstüne koyduğu oğlunun fotoğraflarıyla konuşurken bulur...
Yüreği, oğlunu kaybetmiş olmanın ateşiyle küle dönüşen Bahriye Hanım, İstanbul'un dillere destan tulumbacılarından biridir.. Çıplak ayaklarıyla yağmur, çamur demeden sokaklarda koşan Bahriye Hanım, birçok erkeğin cesaret bile edemediği mesleğinde kısa sürede ünlenir ; güzelliğiyle de görenleri hayran bırakır kendisine..
Reşat Ekrem Koçu, "İstanbul Tulumbacıları" adlı kitabında şu benzetmeyi yapar : "Kızın namusunda kimsenin gözü yoktu, evlendikten sonra idaresinden korkarlardı. Arabaya koşulmaz bir yarış atı gibiydi !."
Bir Yugoslav atasözü, "Bir şekilde doğar, fakat bin bir şekilde ölürüz" der.. İnsan yaşamında ölüm gibi doğumun da önemi vardır.. Bir söze göre ise , "Doğum halinde değilsek, zaten ölmekle meşgulüz demektir."
İstanbul'da, 1892 yılında, ilk kez bir "viladethane" açılır Açan, eğitimini Paris'te tamamlamış olan Besim Ömer Paşa'dır. Aslında daha önce, 1885 yılında, Vehbi Bey açma girişiminde bulunmuş, hatta binanın planlarını Mimar Perpignanni'ye çizdirmiştir ; ama Saray'dan izin çıkmayınca tüm çalışmalar rafa kaldırılmıştır. 1892 yılına kadar geçen yedi yıl içinde, birçok kadın doğum anında ölürken, bir o kadar çocuk da sakat kalır..
Besim Ömer Paşa, belli çevreler tarafından hakarete uğrar, Cağaloğlu'ndaki evi taşlanır. Bunun nedeni "Piçhane" kurmasıdır !.. "Hangi kadın gider orada doğum yapar ? Elbette doğacak çocuğun babası belli olmayan." Böyle düşünür bazıları ve Besim Ömer Paşa'yı Şeytan ilan ederler.
Evet, anlamışsınızdır ; "Viladethane", doğumevi demektir ve kuruluşunda öncülük yapan Besim Ömer Paşa da, kadın doğum uzmanı olan bir bilim insanıdır.
II. Abdülhamid'in doğumevi yapımını reddetmesinin nedenini Dr. Besim Ömer Paşa şöyle açıklar : "O zaman Saray'da, viladethane bir 'piçhane' gibi anlaşılmıştır. Hep bu anlayışın etkisi altında olumsuz yanıt gelmekteydi. Her şey burada düğümlenip kalıyordu."
1892 yılına kadar İstanbul'da kadınlar evlerde doğum yapıyorlardı. Ebelerin bilgileri dahilinde evlerde doğurmayan kadınlar ; hamile olduğunu ailesinden gizlemek zorunda olanlar ya da genelev çalışanlarıydı.
Besim Ömer Paşa için doğum anı kadar, doğumdan sonraki bakım da önemliydi. Toplumu bilim yönünde yürütmekte kararlı olan Paşa, Gülhane Askeri Tıbbiye'nin yakınındaki, üç oda bir sofadan ibaret olan binada ilk doğumevini açar. Böylelikle bilim, uygar yaşam, Saray'ı gizlice kuşatmış olur !. Çünkü viladethane binası Topkapı Sarayı surlarına bitişiktir ve Besim Ömer Paşa tüm bu çalışmaların ilk adımlarını Saray'dan gizliyerek atıyordu !..
Doğumevini kuran bu yürekli insan, doğum yapacak kadın bulabilmek için gazetelerde yazı yazmaya başlar. Özellikle de "fakirhane"lerde doğum yapan kadınların, normal şartlarda bile sağlıksız koşullarda yaşadığını belirterek, doğum sonrasında bakımsızlıktan öldüklerini gerçeğini vurgular.
Besim Ömer Paşa, son sınıf öğrencilerine yirmi dört saat arayla, altışar kişilik gruplar halinde nöbet tutturur. Doğumevi, bu alanda nice uzman doktorun yetiştiği bir okula dönüşür. Doğumevinin başarısı İstanbul'da dilden dile yayılır. Öyle ki, bina, başvuruları kabul edemez hale gelir. Halkın talebi karşısında Abdülhamid, 1904 yılında, yeni bir viladethane yapılması iznini verir. Bu izin, Besim Ömer Paşa'nın zaferinin Saray tarafından da kabul edilmesi anlamına gelmektedir.
İlk doğumevi, on yedi yıl hizmet sunar. Bir çocuk doğduğunda duyulan mutluluğun bedeli Besim Ömer Paşa tarafından ödenmiştir. Bu ülkenin ona bir teşekkür borcu vardır. Kadınlarımız bilimin ellerinde doğum yapmalarını ona borçludurlar.
Fakat ne yazık ki o doğumevi günümüzde bir yıkıntı halindedir ve yanına kimse uğramıyor.. Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda var : Besim Ömer Paşa, New York'taki bir tıp toplantısına gitmek üzere bilet aldığı bir gemiyi kaçırmıştır.. O gemi ise Titanic'dir !.. Onca doğuma karşılık sanki Azrail tarafından ömrü yirmi sekiz yıl uzatılmıştır !..
Bazen Azrail'in bile affettiğini kullar affetmemektedir..
Kemal Sülker, "Gece Postası" gazetesinin hem istihbarat şefi, hem de işçi muhabiridir. İlerde DİSK genel sekreteri de olacaktır..
Gazetenin sahibi Ethem İzzet Benice vefat eder. Gazetenin yönetimi bir süreliğine işletme müdürüne kalır, sonunda gazete de kapanır.. Kemal Sülker tazminat konusunda müdürle anlaşamaz ; çünkü hakkının yendiğine inanıyordur ki, doğrusu da budur..
Müdür de ölür. Cenazesi Şişli Camii'nden kaldırılacaktır. Hoca duasını yapar ve cemaatten helallık ister.. Herkes bir ağızdan "Helal olsun !." der, fakat arkalardan gür bir ses duyulur : "Ben helal etmiyorum !.".. Bağıran Kemal Sülker'dir. Tazminatını kesme hakkını helal etmemektedir !..
İmam Yahya Eskişehirli, "mevtanın ruhu rahatsız olmasın, anlaşın" der.
Varisler, ayaküstü Kemal Sülker'e alacağını çekle öderler ve cenaze kalkar !..
"ÖL VE OL !. İŞTE BUNU BİLMİYORSAN, ZAVALLI BİR MİSAFİRSİN KARANLIK YERYÜZÜNDE.." ( GOETHE )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder