12 Şubat 2012 Pazar
178 ) AYAKKABISIZ İBADET, DİN VE ATATÜRK !..
Tanrılar tanrısı Zeus, dünyayı yönettiği tahtına çıplak ayağıyla otururmuş. Antik çağda, bir arada ibadet eden Grekler, temiz kalpli olduklarını tanrılara göstermek amacıyla tapınaklara çıplak ayakla girerlermiş. Romalılara göre de çıplak ayak kutsanmışlığın ve temiz kalpliliğin simgesiymiş ve tapınak önlerinde sandaletlerini çıkarırlarmış..
Budizm inancında da, mabede ayakkabıyla girilemez. Bunun nedeni kutsal kitaptaki şu anlatımdır : "Buda doğar doğmaz ayağa kalktı ve çıplak ayaklarıyla uçarcasına dört yöne doğru yedi adım atarak yeryüzünü kutsadı."
Kutsal mekanlara girerken ayakkabıları çıkarmanın tarihinde daha pek çok bilgi vardır. Bu kültürün genleri incelendiğinde karşımıza Yahudi dininin Eski Ahit'i de çıkar. İşte bu kutsal kitaptan bir bölüm : "Sina Dağı'na çıkmış olan Musa Peygamber, orada derin düşüncelere dalmıştı. Birden, çevresindeki çalıların tutuştuğunu görünce de çok korkmuştu. Tanrı, Musa Peygamber'e, 'Ayaklarından sandaletlerini çıkar, çünkü üzerinde bulunduğun topraklar kutsal topraklardır' demişti."
Hıristiyan dünyası ibadetlerini çıplak ayakla yapmayı Romalılar ve Yahudilerden öğrenmiştir. Bu dinin kutsal kitabında yer alan, "Asi Nehri'ne giden İsa Peygamber, orada kendisine iman eden havariler ile inananların ayaklarını yıkardı" anlatımı, Tanrı'ya adanmışlığın bir simgesi olarak benimsenmiştir. M.S. 5. yüzyıldan itibaren ; İstanbul, Milano ve Torino gibi kentlerde görülen saraydaki asillerin beyaz ipek çorap ve terlikle dolaşmaları, ibadet yapmaları, zaman içerisinde Papa tarafından da benimsenmiş ve çıplak ayak sembolizmi önce terliğe, sonradan da ayakkabıya dönüşmüştür !..
İslam dünyası da, mabede girerken temiz kalpliliğin, arınmışlığın ve bağlılığın ifadesi olarak ayakkabıların çıkarmayı sürdüren kültürlerdendir. Ne var ki, Türkiye'de, bir camiden içeri girerken, kapıda bırakılan sadece ayakkabı değildir. Tıpkı ayakkabı gibi, Türk milleti anadilini de mabetlerinin dışında bırakır !.. Ve camide, Allah'a olan bağlılığını, temiz kalpliliğini ve sevgisini, anlamadığı bir dille ifade etmek zorunda kalır. Oysa, dünyanın neresinde olursa olsun, bir kültürün anadili, o toplumun çıplak ayağıdır ; o denli temiz ve o denli bedenin ayrılmaz bir parçasıdır. Anadilinden farklı, hiç anlaşılmayan bir dille Tanrı'ya kalbini açabildiğini sanmak, dışarıda bırakıldığı sanılan ayakkabıyı aslında ruha giydirip mabetten içeri girmekten başka bir şey değildir.
Toplumun okuduğunu anlamasını ve böylelikle aydınlanmasını istemeyen, emperyalist güçlerin maşaları, Türkçe ibadetin Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932'de camilere gönderdiği genelgeyle başladığını yazarlar. Oysa, bu tarihten altı yıl önce, İstanbul'da Göztepe Camii'nin imamı Cemalettin Seven Hoca, 1926 yılının ramazan ayında namazı Türkçe olarak kıldırmaya başlamıştır !.. Tanrı'ya olan bağlılığı anadiliyle ifade etmenin yalınlığı ve temizliği halk arasında ilgi görürken, Cemalettin Hoca Diyanet İşleri'nin "20 Nisan 1926 gün ve 2759/1023 " sayılı yazısıyla görevden alınır !..
Türkçe ibadet tartışması altında Atatürk'e saldıranlar, onun kurduğu bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni etnik ve inanç temelinde cepheleştirip kutuplaştırarak yıkmaya çalışanlar için yukarıda bahsettiğimiz bu bilginin bir şey ifade etmeyeceği bellidir. Çünkü bu gibilerin amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir !. Onlar için Türkçe ibadet konusu toplumu dininden, Tanrı'sından uzaklaştırmak isteyenlerin bir oyunudur. Türkçe'yi savunmanın, iktidar kavgalarının çok üstünde bir sorun olduğunu anlayamayacak kadar küçük beyinlidirler. Sorun, toplumun okuduğunu anlama sorunudur. Bu aydınlanmanın gerçekleşmediği toplumlarda kula kulluk ve kölelik düzeni egemen olur.
Türkçe ibadeti din düşmanlığıyla bir göstermeye çalışanlar, "İşte 16 Haziran 1950'de camiden, namazdan, ezandan hatta Allah'tan ( ! ) soğutulmakta olan bir halkın içinden çıkan bir iktidar" diye, Türkçe ezanı kaldıran Menderes iktidarını yüceltirken, Atatürk dönemini, dini siyasete alet etmenin somut bir belgesi olarak, ayaklar altına alma gayreti içindedirler. Konuyu dil sorunu olmaktan saptırarak, din sorununa çekmek isteyenler yeni değildir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan bu tartışmalar esnasında da aynı yobazlığı yapıp, kendilerini Allah yerine koyarak, karşı düşüncede olanları dinsizlikle suçlayanlara karşı en güzel yanıtı Ubeydullah Efendi vermiştir : "Siz Kuran'ın herkesin anlayışına yakın olmasını, tercümesinin yapılmasına izin vermeyerek, olanaksız görerek, tercümeleri beğenmeyerek uygun görmeyen Müslümanlardansınız. Bizler ise, Kuran'ın herkese yönelmesini istiyoruz. Her Müslüman onu anlamakla yükümlüdür. Kim olursa olsun, Kuran'ı her anlayan, elinden geldiği, dilinin döndüğü kadar o kutsal kitabı istediği dile tercüme edecek, herkese anlatacaktır diyen Müslümanlardanız."
Tartışmayı dil sorunu olmaktan çıkarıp Atatürk'e saldırıya dönüştürenlerin kızaracak yüzü yoktur ama biz yine de, kan içerek beslenen vampirin evine giren güneş ışığı gibi, Atatürk'ün şu sözlerini anımsayalım : "Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer, insana hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu, elbette en mükemmelidir. İslam dini hepsinden üstündür."
Her şey, bu sözlerle apaçık ortadayken, Atatürk ve Türkçe'ye saldırma gereğini hissedenler kimlerdir ? Bu sorunun yanıtı da Atatürk'ün şu sözlerindedir : "Dinden maddi çıkar temin eden kimseler, nefret edilecek kimselerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz, bu kimselerdir."
Bir sohbet esnasında Reşit Galip söz alır : "İbadet, Allah ile kul arasında kalben birleşmektir. Bunun bizim anladığımız manada dili olamaz. Daha doğrusu kelimeler ibadet aracı olamazlar. Ancak ibadet, düşüncelerin Allah'a yöneltilmesidir."
Bu söz üzerine Atatürk sorar : "İnsan düşüncelerini ne ile ifade eder ?" Reşit Galip'in, "Şüphesiz kelimelerle efendim" yanıtı üzerine Atatürk bir hamle daha yapar : "O halde, bilmediğiniz bir dilin kelimelerini kullanarak nasıl konuşur, duygu ve düşüncelerinizi nasıl ifade edersiniz ?"
Reşit Galip kendisinden emin karşılık verir : "Efendim, anlamlarını öğreniriz." Ve Atatürk, bu düşünce satrancında, ona oyunu kazandıran son hamlesini yapar : "Siz annenize 'ah chere mama' derseniz, anneniz size ne der ? Deli demez mi ? Anne, Allah'ın yeryüzündeki timsalidir. Allah, anneyi insan yaratmak için aracı kılmıştır. Ona kendi kudretinden bir değil, birçok şey verir. Şu halde insan anasına nasıl anadiliyle hitap ederse, Allah'a da yine anadiliyle hitap eder."
Hz. Muhammed'in şu sözü tüm bu tartışmaların yanlışlığını, anlamadığınız bir dille.ibadet ederken sadece inancın var olduğunu, oysa asıl konunun bilmek olduğunu ne de güzel anlatır : "Sen herkesin inandığını bilmeye çalış !"..
Camilere girerken, kalbimizin temizliğini göstermek için ayakkabılarımızı çıkarırken, dilimiz de aynı saflık ve yalınlıkta olmalıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir insanın ayakkabısız dili, anadilidir !..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder