30 Temmuz 2012 Pazartesi
255 ) İZMİRLİ MESİH !..
Tarihte bu gün, yani 1 Ağustos'ta, 1626'da, İzmir'in Agora'sında, "Kara Menteş" olarak bilinen Haham Mordehay Sevi'nin oğlu olarak doğar Sabetay Sevi.. Ailesi, İzmir'deki Musevilerin büyük çoğunluğu gibi, 1492 yılında İspanya'dan Mora'ya, bir süre sonra da İzmir'e yerleşmiştir.
Küçük yaşta Tevrat'ı ve Tevrat'ın mistik yorumu olan Kabala'yı öğrenir. Başhaham Joseph Eskapha'nın bizzat eğittiği Sevi'ye, gösterdiği başarı karşılığında, genç yaşında haham unvanı verilir. 18 yaşına geldiğinde kendi yorumlarını başkalarına da okuyup öğreten biri haline gelmiştir. Hatta etrafında bir öğrenci grubu da toplar. 20 yaşlarında iken küçük bir Musevi topluluğu kendisini "üstat" olarak tanımaya başlamıştır.
1648'de Polonyalı Musevilere yapılan "Kmielnetzki Katliamı" Museviler arasında Mesih'in geleceği umudunu artırır. Sadece Musevilerin Tevrat'ta yaptıkları Kabalist hesaplar değil, Hıristiyanların İncillerde yaptıkları hesaplar da bu doğrultudadır. Bu durum, Sabetay Sevi'de yakında ortaya çıkacak Mesih'in kendisi olabileceği yönünde bir kuşku uyandırır. Tevrat üzerinde Kabalist hesaplamalar yapan Sevi, ebcet hesabını da araştırır ve kendisini iyice kaptırır. Hesaplar Mesih'in 1666 yılında Filistin'de ortaya çıkacağını göstermektedir.
Sabetay Sevi kendisinin Mesih olduğuna iyice inanır ve sinagoglarda ateşli konuşmalar yaparak propagandaya başlar. Musevi hahamlar bu olayı "şarlatanlık", "zındıklık" olarak değerlendirirler. Ancak Musevilerin büyük bir kısmı Sevi'ye inanır. Sevi bilhassa Osmanlı topraklarında ve Macaristan, Polonya gibi yerlerdeki Museviler arasında büyük ün kazanır.
Sevi'nin epilepsiye (sara) benzer bir hastalığı vardır ve bu durum taraftarlarının önünde ona daha mistik bir görünüm vermektedir..
Kısa bir süre içinde taraftarlarının sayısı giderek artınca, İzmirli hahamlar tarafından ölümle tehdit edilir ve İzmir'i terk eder. Mora, Yunanistan ve Selanik'te dolaştıktan sonra İstanbul'a geçer. İstanbul'daki hahamlar da ona itibar etmezler. Burada da bir kısım taraftar edindikten sonra tekrar İzmir'e döner..
Sevi, Mesihliğini ilan etmek için İzmir'den Filistin'e hareket eder. Çünkü beklenen Mesih'in Kudüs'te ortaya çıkacağına dair yaygın bir kanaat oluşmuştur. Mısır'a gidince hayatına giren Sara isimli bir kız ve Gazze'ye gelince tanıştığı Nathan isimli bir kahin, onun Mesihlik ilanını daha da kamçılar..
Gazzeli Musevi kahin Nathan, Sevi'nin ününü daha önceden duymuştur ve bu amaç için onu ziyaret eder. İki haftalarını Kudüs ve Mahpela Mağarası'nda inzivaya çekilerek geçirirler. Bu görüşmelerde Nathan, Sevi' nin kafasındaki bütün soruları giderir ve onu Mesih olduğuna iyice inandırır. Tüm Musevi cemaatlerine Mesih' in İsrail'e geldiğine dair mektuplar yollamaya koyulan da Nathan'dır..
On iki müridi ile Kudüs'e gitmiş olan Sabetay Sevi, Mesihliğini burada ilan eder. Ardından Musevileri Filistin'e davet etmeye ve ona buna asalet ve unvan dağıtmaya başlar. Ancak hahamlar, Sevi'ye tepki gösterirler. Kudüs'te de tutunamayacağını anlayan Sevi, tekrar İzmir'e döner..Artık 40 yaşlarındadır..
Ünü bütün dünyaya yayılan Sevi, Avrupa ve Türkiye Musevilerinden büyük taraftar toplamış, İzmir'e dönüşünde de büyük bir coşku ile karşılanmıştır. Caddelerde Museviler, "Mesih Kral çok yaşa !", "Sultan Sevi çok yaşa !" diye bağırarak sevgilerini göstermektedirler..
Bu olup bitenlerin ardından dünya Yahudilerine hitaben bir bildiri yayımlayan Sevi, "Ben, Davut'un oğlu Süleyman" diyerek, başkenti Kudüs olmak üzere krallığını ilan edip, Musevilere "kurtuluş müjdesi" vermektedir.. Bu arada Bektaşi tarikatı çatısı altında gerçek kimliklerini gizleyen çok sayıda Musevi de Sevi'ye katılmaya başlar..
Hahamların şikayetleri üzerine Osmanlı Devleti hukuken bu olayla ilgilenmek zorunda kalır. Sevi, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın emriyle tevkif edilerek İstanbul'a getirilmiş, burada dayaktan geçirildikten sonra zincire vurularak Yedikule Zindanı'na atılmıştır..
Girit seferi öncesinde ortalığın karışmasını istemeyen Osmanlı yönetimi,
Sevi'yi Gelibolu'daki bir kaleye hapsetmeye karar verir. Sevi, zindanda da ziyaretçi akınına uğrar. Taraftarları bu durumda yeni bir peygamberlik işareti görmektedir.
Büyük Mason Üstadı Hayrullah Örs, "Musa ve Yahudilik" adlı kitabında şöyle yazar : "..Bütün Yahudileri bir delilik nöbeti sarmış gibiydi. Ama Sabetay Sevi Şeriatın altını üstüne getiriyordu. Kesin olarak yasak edilmiş bazı şeylerin mubah olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu. Yüzyıllarca boyunca hahamların sıkı bir disiplin altında tutabildikleri, bütün hayatları Şeriatın buyruklarına göre geçen Yahudiler arasında tam bir anarşi tehlikesi baş göstermişti. Sevi'nin 1666 yılı başında İstanbul'a gidişi, bu heyecanı son derecesine çıkardı. Ona inananlar, Sevi' nin Padişah'tan (4.Mehmet) Kudüs Krallığı'nı alacağını ve artık yeni bir çağın başlayacağını sanıyorlardı (...) Sevi tutuklandı, fakat o zamanlarda küçük suçlar için bile uygulanan idam cezasına çarptırılmadı. Hapsedildiği bir Gelibolu kalesinde 1666 yılı Eylül ayına kadar kaldı ve işin tuhafı, adeta bir prens gibi yaşadı.. Uzaktan ve yakından gelen delegeleri kabul etti. Bunlar kendisine cemaatlerinin bağlılıklarını bildiriyorlardı. Yahudilerin Kudüs Tapınağının yıkılışı anısı olan uruç günlerini Sevi buradan, Gelibolu kalesinden, yayınladığı bir fermanla, resmen Mesih'in doğum günü ve bir sevinç bayramı şekline koydu. (..) İşte tam bu sırada padişah fermanıyla Sabetay Sevi Edirne'ye getirildi ve sorguya çekildi.."
Özetle ; Sabetay Sevi Divan huzurunda, 16 Eylül 1666'da, Müslüman olmayı kabul etmiş, ertesi gün Sultan huzuruna çıkarak Aziz Mehmet Efendi adını alıp 150 akçe maaşla Saray'da Kapıcıbaşı olarak yeni görevine başlamıştır..
Hikmet Tanyu, "Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler" adlı kitabında şunları yazar :
"Bu haber, Yahudiler üzerinde, beklenmedik bir anda düşen bir yıldırım etkisi yaptı. Mesih'e o kadar bağlanmış olan bu zavallılar birdenbire inançlarından vazgeçemezlerdi. İçlerinden çoğu ona yine inanmakta devam etti. Din kitaplarını çok iyi bilen Gazalı Nathan, onların kıyısında bucağında karanlık bazı sözler buldu çıkardı ve bunları dilediği gibi yorumlayarak, yeni bir tez ortaya attı : Mesih'in Yahudiler dışındaki milletler arasına girmesi ve onlarda da saklı tutulan kutsallık kıvılcımlarını tutuşturması ve (kendileri de bundan habersiz olan) kutsal kişileri, velileri uyarması gerekti. Mesih'in bu davranışı, gene Tanrı'nın amacının yerine gelmesi içindi. Bununla Mesih de bilerek ve isteyerek kutsal kökünden kendini koparıyor ve İsrail'in sürgünlüğünü bir kez de kendi nefsinde tekrarlıyordu. Sabetay'ın dinden çıkması mistik, aynı zamanda tarihsel olan görevinin zorunlu bir parçasıydı. Bundan sonra o, yeniden ve Mesihliğinin bütün ihtişamıyla dönünceye kadar, iki ayrı kişilik olarak yaşayacaktı : İç kişiliği ve dış kişiliği... Ve o mutlu sonuca kadar da bunlar birbirinden apayrı olarak kalacaklardı.."
Sevi, bu olayla "karanlık" bir dönemin başladığını ve bunu "aydınlık" günlerin izleyeceğini gösterip, aydınlık dönemin başlaması için karanlık dönemin şart olduğunu vurgulamaktadır. Aydınlık günler gelene kadar da Müslüman olarak gizleneceklerdir..
Edirne Sarayı'nda yedi sene kalan Sevi bir süre sonra Padişah'ın takdirini kazandı. Zaman zaman İstanbul'a ve Selanik'e gitmeye başladı. Edirne Hızırlık yakınlarında bulunan bir Bektaşi tekkesine devam etti. İstanbul'da sadık destekçisi Abraham Yakhini'nin önderliğinde müritleriyle buluşuyordu. Ayrıca, İstanbul'daki tekkelere giderek Bektaşilerin ve diğer tarikatların ayinlerine katılıyordu. Sabetay Sevi özellikle Bektaşi tarikatını kendisine yakın bulmuş olmalı çünkü Bektaşilerin Müslümanlarca yadırganan adetleri, Sabetaycıların ibadet şekillerine benziyordu..
Sevi, "kah bir Müslüman, kah bir Yahudi gibi davrandığı" için Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa tarafından huzura çağrılarak uyarılır. Kuruçeşme'de Musevilerle Mezmur okurken yakalanır. Ardından Arnavutluk'ta Berat Kasabasına sürülür. Burada 30 Eylül 1675'de ölür..
Zamanla Sabetay Sevi'ye inananlar daha rahat hareket edebilmek için Müslüman görüntüsü altında gizlenmeye başladılar. Bu grupların Müslüman görünerek daha rahat hareket etmeleri diğerlerini de harekete geçirdi. 1700 yılına doğru, sadece Selanik'teki dönme (Sabetayist) sayısı yirmi bini geçmişti !..
( İlhami Yangın'ın , "İhtilal Tüccarları" adlı kitabından alıntılar yapılmıştır..)
28 Temmuz 2012 Cumartesi
ÖSYS tercihi yapacak adaylar için: Devletin bulamadığı kadrolar
2012-ÖSYS tercih işlemleri, 23 Temmuz 2012 tarihinde başlayacak ve 3 Ağustos 2012 tarihi saat 17.00’de sona erecektir. Bir çok üniversite tercih robotları ile adaylara yardımcı olmaya çalışmaktadır. Memurlar.net olarak, bölüm tercih ederken kamu kurumlarında istihdamı düşünen adaylar için, Devletin temininde zorluk çektiği kadroları yayımlıyoruz.
Aşağıdaki istatistik, KPSS tercih işlemlerinde boş kalan kadrolar ile 50 puanın altında yerleştirme yapılan kadrolardır. Bu kadrolar bir anlamda Devletin temininde zorluk çektiği kadrolardır.
Her kadronun karşısında, o kadroya başvurma imkanı tanından bölüm mezuniyetleri yer almaktadır. Adylar ÖSYS tercihi işlemlerinde bu bölümlere bakarak değerlendirme yapabilir.
Genel bir tespit yapacak olursak, genel olartak tüm sağlık kadrolarında büyük bir ihtiyaç bulunmaktadır. Sağlık personeli alımı ihtiyacı devam edeceği için sağlıkla ilgili bölümlere yerleşecek olanların 5 yıl sonra da olsa, kamuda istihdam edilebileceğini düşünüyoruz.
Ayrıca mekatronik, meteoroloji mühendisliği, insan kaynakları, personel yönetimi, emlak ve emalk yönetimi, psikoloji, sosyal hizmetler, beslenme ve diyetetik, yazılım mühendisliği, elektrik mühendisliği, acil yardım ve afet yönetimi, mimarlık gibi bölüm mezunlarının kamuda istihdamında zorluk yaşanmıştır.
Kamu kurumlarının almak istediği ama yeterince mezun olmadığı için boş kalan kadroları görmek için tıklayınız.
Etiketler:
ABDULLAHĞLU,
AKADEMİK FİZİK,
boş kadrolar,
fizik,
ÖSYM,
sınav,
sınav kalem,
tercih
27 Temmuz 2012 Cuma
254 ) GEÇMESİN BOR'UN PAZARI !..
İfade edilene göre "çok gizli" yürütülen Ergenekon projesiyle AKP'nin kapatılamaması davasını ilişkilendirecek en somut gelişme, Anayasa Mahkemesi Üyesi Serruh Kaleli ile dönemin Erzincan Başsavcısı olan İlhan Cihaner'in etrafında yaşandı.
Denizli Milletvekili, eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner'in, Erzincan'ın İliç İlçesi Çöpler köyündeki "ÇALIK" ve "ANATOLIA MİNERALS" ortaklığına ait "ÇUKURDERE MADENCİLİK ŞİRKETİ" ile ilgili yaptığı soruşturma, olması gerektiği gibi Ergenekon projesinin kapsamına girdi..
"RIO TINTO GRUBU" şirketlerinden olan Anadolu Madenciliğin ( AMDL- Anatolian Minerals Development Limited ) ortaklarından birisi de Çalık Grubu'na bağlı olan ÇALIK MADEN'dir.. Birlikte Erzincan'da altın çıkartıyorlar. Altını çıkartanlar, tahmini rezervin 80 ton olduğunu tahmin ediyorlar..
Diğer tarafta ise AKP'nin kapatılmasının bir oyla ertelendiği gün, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Serruh Kaleli ile ilgili, diğer mahkeme üyesi Osman Paksüt'ün eşi Ferda Paksüt'ün, karar açıklandıktan bir gün sonra, 31 Temmuz 2008'de, gazeteci Ersin Bal ile yaptığı telefon görüşmesi vardır. Paksüt'ün anlatımına göre, üyelerden S. Kaleli ; "henüz kararımı vermedim" diyerek on dakika ara istiyor. Verilen arada Başkan Haşim Kılıç'ın odasına giderek burada telefonla bazı yerlerle görüşüyor. Buradaki "kuşku", hesabına para yatıp yatmadığı mıdır acaba ?.. Tabii ki dönüşte Kaleli'nin oyu AKP'nin kapatılmaması yönünde oluyor !..
O gün için yeterince üzerine gidilmeyen Kaleli hakkındaki kuşku ; Anayasa Mahkemesi dışında hiçbir görev almaması gerekirken, AKŞAM Gazetesi'nden Özlem Çelik'in 9 Ekim 2010 tarihli bir haberine göre, Çalık Grubu'nun maden şirketi olan Çukurdere A.Ş'de denetçilik yaptığının ortaya çıkmasıyla artar.. Şirketin bulunduğu adres, Kaleli'nin avukatlık yaptığı büro olarak gözükmektedir !.. Fakat daha sonra Kaleli'nin denetçi olamayacağı fark edilince, 3 Ağustos 2009 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi'ne "İsmi sehven yazılmış olan Serruh Kaleli yerine Bülent Muik atanmıştır" denilir !.. Ama ne yanlışlık !..
"Sehven" üzeri örtülen bu ilişki öncesinde ise Anayasa Mahkemesi, Maden Kanunu'nun bazı maddelerinin iptali istemiyle CHP'nin yaptığı başvuruyu 15 Ocak 2008'de karara bağlar. Maden faaliyetlerinde çevresel etki değerlendirmesi ( ÇED ) aranmamasını da öngören kanunun bazı maddelerinin iptaline oy birliğiyle karar verilir...
CHP'nin başvurusu üzerine, 11 Mart 2008'de Anayasa Mahkemesi, "Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu"nun bazı maddelerini iptal eder. Aralarında S. Kaleli'nin de bulunduğu bazı üyeler, 3. maddenin iptaline karşı oy kullanırlar..
Sonra da, S. Kaleli oğlunu evlendirir. Nikah şahitleri ise AYM Başkanı Haşim Kılıç, Başbakan R.T.Erdoğan ve TBMM Başkanı Cemil Çiçek olur !..
Eski Başsavcı İ.Cihaner'i Ergenekoncu yapan asıl gerekçe, dini bir grup hakkında yaptığı hazırlık soruşturması değil, Çalık Grubunun Erzincan'daki altın madeni hakkında AKP iktidarına ve oradan da Çalıklar'ın görünmeyen ortağı ROTHSCHİLD ailesine kadar uzanmasıdır.. Çünkü her gün, dünya altın fiyatları, NM ROTHSCHİLD and Company'nin Londra ofisinde ayarlanmaktadır !..
Çöpler köyündeki madenlere bu ailenin o kadar ihtiyacı vardı ki ; S. Kaleli AKP'nin kapatılmasını istemeyecek, İ. Cihaner de Ergenekoncu olacaktır !..
Her iki davada Rothschild ailesinin rolünden bahsederken "RIO TINTO"yu da tanımak gerekir. Bu grup dünyanın en büyük maden grubu olup, 1873 yılında Türkiye'den Çin'e yapılan afyon ticaretinden kazanılan para ile, Jardine Matheson firması tarafından kurulmuştur. Şirkette en büyük hisse Rothschild ailesine aittir. Rio Tinto'nun İngiltere'deki merkezinde, Türk borlarının özelleştirilmesiyle ilgili olarak, ayrı bir birim oluşturduğu da ifade edilmektedir..
Rothschild, Osmanlı döneminde, 1856 yılında, Camilla Dezmasuresve ve ortağı Gropler'e verilen, Balıkesir Susurluk yakınındaki Sultançayır Boraks madenlerinin imtiyazını da kontrol etmiştir. Fransız şirketi ve ortağı ülkeye bir kuruş bile vermedikleri gibi, Bor'u da "alçıtaşı" ruhsatı ile çıkarmışlardır ve sonunda bu şirket, 1938 yılında, Rio Tinto Grubu'ndan, sermayesinin tamamına Rothschild ailesinin sahip olduğu BORAX CONSOLİDATED şirketine geçmiştir.
Dünya bor tüketimini kontrol eden Borax Consolidated Limited, 1950 yıllarında, Maliye Bakanlığı'ndaki dosyalarında mevcut rapor ve beyanları ile Türk minerallerinin endüstri alanında rekabet olanağından mahrum bulunduğunu ileri sürmüştür. Benzer iddialar, 2011 yılında Erzincan'daki altın madeni için 80 ton denilirken, 600 ton olduğunun ileri sürülmesi gibidir !..
Yine aynı şirket, dünyanın en büyük bor yataklarının bulunduğu Türkiye'de, 1955 yılında, yabancı sermayeyi teşvik kanunundan faydalanarak kurulan Türk Boraks Madencilik A.Ş'yi kurmuştur. Türkiye, bor madenlerini "yetersiz ve kalitesiz" bulan bu şirkete, Eskişehir'in Seyitgazi sınırlarında bulunan Kırka sahasında, 1950'li yılların sonlarında başlayan, bor arama ruhsatını vermiştir..
Rothschild ailesinin Rio Tinto grubuna göre, 1963 yılında, Türkiye'nin bor durumu şöyledir :
...Türkiye'de bor mineralleri tükenmiştir..
...Türkiye'nin en çok 20.000 ton satış şansı vardır..
...Türkiye'de ancak üç firma, 60.000 ton üretim yapabilir..
...Türkiye ancak zararına bor endüstrisi kurabilir..
...Türkiye'nin bor rezervlerine Borax Consalidated ortak edilirse, ülkede bir bor endüstrisi kurulacaktır..
...Türkiye, Amerikan rekabetini üzerine çekmemelidir. Türk bor cevheri kalsiyumludur, bu da, sodyumlu olan Amerikan bor cevherine karşı Türkiye'nin rekabet olanağını ortadan kaldırır..
İsmet İnönü, 13 Ocak 1968'deki CHP İstanbul İl Kongresi'nde şunları söyler :
"Bugün memleketimizdeki boraks cevheri üzerinde yabancı bir oyun planlanmaktadır. Oyunun hedefi Türkiye'yi bu kaynağından mahrum bırakmaktır. Bunun oyuncuları kapı kapı dolaşmaktadırlar. Herkese ihtar ederiz ki, bu oyunu sonuçsuz bırakmaya, Türkiye'nin boraksı üzerinde hiçbir tekel kurdurulmamasına kesinlikle kararlıyız. Gerekirse, açacağımız kampanyanın tesir ve öneminden kimse şüphe etmemelidir.."
Bunun üzerine TBMM Cumhuriyet Senatosu, 25 Ocak 1968 tarihli ikinci birleşiminde, Çanakkale Senatörü Ziya Termen başkanlığında "Bor Mineralleri Araştırma Komisyonu" kurulmasına karar verilir. Komisyonun 28 Aralık 1968 tarihli raporu şöyledir :
"Türk milleti, Seyitgazi İlçesi Kırka köyü civarındaki sodyumlu bor tuzu maden yataklarının, Anayasa'nın 130. maddesi gereğince, gerçek ve asli sahibidir. Bu havza, dünya üzerinde, ender milletlere nasip olan jeolojik bir zenginlik ifade etmektedir. Yüz milyonlara ulaşan rezervi, üstün kalitesiyle ; Türk Devleti'ne, asırlar boyu devam edebilecek rakipsiz bir dış gelir sağlama olanağı verecektir.."
Bor'un gelecekte nasıl bir stratejik ürün olduğunu anlamak için, Dünya Hidrojen Enerjisi Konseyi başkanı olan Prof. Dr. Nejat Veziroğlu'nun, "Petrol şirketlerinin kendi tahminlerine göre 2015 yılı civarında petrol ve doğalgaz üretimi düşüşe geçecek. Petrolün yerini alacak hidrojen de yine onların istasyonlarında satılacak" saptamasının önemsenmesi gerekir. Nükleer enerjide nükleer reaktörlerin kontrolünün bor ile yapıldığını ifade eden Veziroğlu, "dünyada en çok hidrojen emebilen maden olan bor'un şimdi otomobillerde, otobüslerde hidrojen deposu olarak" kullanılacağının öngörüldüğünü söylüyor..
2015 yılında değeri daha çok anlaşılacak olan bor'u da dünya piyasalarında satacak olan Rio Tinto olup, çoğunluk hisseleri Eric de Rothschild'in ailesine aittir !..
ABD'nin Irak işgali öncesi, 1 Mart tezkeresi ile Türkiye'den talep ettiği altı hava üssü ve iki limanı Türkiye'deki madenler için istediği unutulmamalıdır. Rothschild ailesinin ABD'den istediği havalimanı siparişinde ; Türkiye'de toryum ve bor madenlerinin en yoğun bulunduğu Trakya bölgesi, Kocaeli ve Eskişehir illerini çember altına alacak olan Sabiha Gökçen, Çorlu ve Afyon havalimanları vardır..
Özetle ; Eskişehir ilinin 70 km. güneyindeki Kırka ilçesinde bulunan dünyanın en büyük rezervi için Rothschild ailesinin dün 20.000 ton dediği bor rezervinin, bugün 450 milyon ton olduğu bilinmektedir. Yalnızca bu örnekteki yalanın büyüklüğüne bakarak, Türkiye'nin nasıl bir aldatmaca içinde olduğunu, NATO'nun nasıl kullanıldığını, Anayasa Mahkemesi üyesinin durumunu ve Erzincan Başsavcısını da kapsayacak bir tabloyu mutlaka görmek gerekiyor..
Bugün Osmanlı'nın parçalanmasında petrolün varlığını düşünmek tek başına yeterli ise ; toryum ve bor için de T.C. Devleti'nin parçalanacağını görmek de yeterli olacaktır !..
Yeni dünya düzeni Rothschild'ler tarafından toryum ve bor madenleri üzerine İstanbul'da kurulacak.. Bunun için İstanbul'da oluşturulan Finans Merkezi'ne sahip olmak, dünyayı idare etmekle eş anlamlıdır..
TÜRKİYE CUMHURİYETİ YALNIZCA İNSAN İHTİYAÇLARININ PAYLAŞIMI İÇİN VAR EDİLMİŞ EVRENSEL BİR PROJEDİR. ONA SAHİP ÇIKMAK DA ARTIK İNSANLIK ONURUDUR. O ONURU DA DÜNYA İNSANLIĞI ADINA YAŞATMAK, TÜRKİYE CUMHURİYETİ VATANDAŞLARININ ASLİ GÖREVİDİR...
25 Temmuz 2012 Çarşamba
253 ) HALİT PAŞA NASIL ÖLDÜ ?..
"Halit Paşa, Milli Mücadelenin ünlü tümen komutanlarındandı. Adını işitmiş, hakkında anlatılan birçok öyküyü tüylerimiz ürpererek dinlemiştik. Öfkelendiği zaman küçük rütbeli subayları, hatta erleri kendi tabancasıyla öldürürmüş. Birinci Dünya Savaşında Kafkasya'da böylece çok subay vurduğu söyleniyordu. Hatta o tarihte yedeksubaylık yapmış olanlardan birisi, yiğit ve cesur teğmenlerden birinin, Halit Paşa silahına davranırken daha önce silah çekip, ' Paşam, bırak o silahı, ben de vatan evladıyım' deyince, buna karşı, paşanın 'Ben seni vurmayacaktım, denedim, aferin, cesur gençmbir işsin. Haydi git' dedikten sonra o subay geri dönüp giderken arkasından vurduğunu anlatmıştı da çok üzülmüştük. Bu öykü, belki doğru, belki yanlıştı. Ama, Halit Paşa'ya 'Deli Halit' denildiği, savaş sırasında en ön hatlarda erler ve kendisini izleyen subaylarla birlikte savaştığı, birçok yara aldığı, gösterdiği yararlıklar nedeniyle rütbesinin yükseltildiği bir gerçekti.."
"İşte bu Halit Paşa, İkinci Büyük Millet Meclisi seçimlerinde mebus olmuştu. Atatürk'e yürekten bağlıydı. 9 Şubat 1341 ( 1925 ) Pazartesi günü, küçük defterime şu kısa notu yazmışım : ' Bu akşam dairede nöbetçiydi. Halit Paşa, Ali Bey'i, Ali Bey de Halit Paşa'yı yaraladı. Silah sesleri üzerine kalem odasına sığındım. İyi ki merakıma yenilip de arkalarından gitmedim, bir felaketten kurtuldum.'
Başlangıçta bu işin sebebini bilmiyordum. Ankara Palas'ın karşısındaki İkinci Meclis binasının kapısından, iki tarafında aynalar bulunan küçük bir antreye ve oradan birkaç merdivenle Meclisin alt kat büyük holüne girilirdi. Antre ile bu hol arasında kendi kendine kapanan yaylı kapılar vardı. Hole girilince soldaki ilk oda, o tarihte benim çalıştığım Kavanin Kalemi odasıydı. Penceresi Ankara Palas binasına bakıyordu. Ben akşama doğru iç tarafta bulunan muhasebe kaleminden bizim kaleme gelirken, kalemin tam karşısındaki duvara yerleştirilmiş, İstanbul saraylarından gelme büyük aynaların önünde, Afyonkarahisar Milletvekili Ali Bey'in ( Çetinkaya ), Kılıç Ali ve Rize Mebusu Fuat Beylerle birlikte ayakta durduğunu uzaktan gördüm. O sırada Halit Paşa, yukarı kata çıkan merdivenin altındaki vestiyerden siyah paltosunu alıp giymiş ve çıkış kapısına doğru yürümeye başlamıştı. Daha önce Halit Paşa'nın, Ali Bey ve arkadaşlarının önünden geçip onlara bir şeyler söylediğini görmüştüm. Bizim kalemin kapısının biraz içine doğru çekilerek merakla bekledim. Halit Paşa paltosunu giymiş olarak geri geldi ve Ali Bey'in önünden geçerken, 'Haydi, erkeksen gel' dedi. O da, sağ elini ileriye doğru uzatarak,' Gelirim be, ne olacak ?' diye arkasından yürüdü. Yanındaki mebuslar da birlikte yürüdüler, holden geçip camekanlı kapıyı iterek, iki tarafında aynalı portmantolar bulunan aralığa geçtiler. Ben, bir an meraka kapılarak arkalarından gidecek oldum, sonra vazgeçtim. Aradan çok az bir zaman geçti ve birden silah sesleri duydum. Bunların Meclis'in dışından geldiğini sanarak durumu görmek için hemen ön pencereye koştum. Dışarıda kimseler yoktu. Demek silahlar kapı aralığında patlamıştı. Ertesi günü, aralığın tavanında ve sağdaki aynalı portmantonun ayağında kurşun delikleri gördüm. Ben önce Halit Paşa'nın Ali Bey'i vurduğunu sanmıştım. Meğer Halit Paşa aralıktaki basamakları iner inmez geri dönüp paltosunun cebinden tabancasını çekerek ateşlemiş. Ama Ali Bey o sırada birden onun ayaklarına atılmış ve paşayı (kendisi altta kalmak üzere) yere düşürmüş ve böylece Halit Paşa'nın kurşunları boşa gitmiş. Altta bulunan Ali Bey ise silahını çıkarıp Paşayı karnından vurmuş. Kendisi de yüzünden sıyrıklar almış..
Bu olayın sebebi şuymuş : O günkü meclis görüşmeleri sırasında Halit Paşa'nın kürsüden açıkladığı bir düşünceye karşı Elazığ Mebusu Hüseyin Bey başka bir düşünce ileri sürmüş. Hüseyin Bey Jandarma Yarbaylığından emekli, sakin, iyi ve babacan bir adamdı. Çok konuşmazdı. Nasılsa o gün Halit Paşa'nın düşüncesinin tersine konuşacağı tutmuş. Bütün Meclis memurları onu severdik. Halit Paşa'dan ise korkardık. Yüz çizgileri her zaman gergin, her zaman sinirli bir hali vardı.
Paşa, Hüseyin Bey'e fena içerlemiş, 'ben sana gösteririm' diyerek büyük toplantı salonunda Hüseyin Bey nereye otursa Halit Paşa da gidip arkasındaki sıraya oturmuş. Onun adam vurma huyunu iyi bilen Hüseyin Bey, Meclis'teki görüşmeler sırasında, toplantı salonunda sık sık yer değiştirmiş ; Halit Paşa da hep onu izlemiş ve arkasında bir yer bulup oturmuş. En sonunda Hüseyin Bey, Afyon mebusu Ali Bey'e sığınarak : ' Bu deli beni vuracak, ne olur aramızı bulun, beni koruyun' demiş. Hüseyin Bey'e acıyan Ali Bey, Halit Paşa'nın yanına giderek : 'Paşam, şu zavallı Hüseyin Bey'den ne istersin ? Rica ediyorum bırak onun arkasını..' deyince Halit Paşa bu kez Ali Bey'e öfkelenmiş ve aralarında tartışma olmuş. Ben bu durumu o gün bu konuşmalara kıyısından köşesinden tanık olmuş arkadaşlardan dinledim. İşte olay bu şekilde oldu..
Kapı aralığında vurulan Halit Paşa'yı, aralığın hemen sağındaki odaya kaldırdılar. Ben akşam nöbetçisi olduğum için gece saat 10'a kadar kalemdeydim. Çağrılan hekimler Halit Paşa'ya ilk tedaviyi yaptılar. Savcı ve Adliye zabıt katipleri gelerek Ali Bey'in ve yanındakilerin ve bazı hademelerin ifadesini aldılar. Halit Paşa'nın da almışlar. Önce kendisini Rize Mebusu Fuat Bey'in vurduğunu söylemiş, ama sonra bundan cayıp, Ali Bey'in alt taraftan vurduğunu söylemiş.
Saat 21'den sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa Meclis'e geldi. Halit Paşa'nın yatırıldığı odada bir süre kalıp gitti. Yüzü asıktı..
Birkaç gün sonra 14 Şubat 1341 ( 1925 ) cumartesi günü yine küçük defterime şunları yazmışım : 'Halit Paşa ölmüş. Sabahleyin istasyona gittik. Naaşını trenle İstanbul'a götürdüler. Nöbetçi olduğum akşamki olay, hayatımın sonuna kadar unutamayacağım pek canlı olaylardan biridir. Savaş meydanlarında birçok kurşun yediği halde ölmeyen adam, önemsiz bir sinirlilik yüzünden yuvarlandı gitti. Hey gidi dünya hey !' "
Halit Paşa Ali Çetinkaya
( Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, "Anıların İzinde" 1. Kitap , s. 145 )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)