Bilgisayar ve İnternet Hakkında Her Şey de Diyebiliriz..!
-Bilgisayar ve İnternet Kullanımı ve Problemlerinin Çözümü
-Püf Noktalar
-Terimler, Kısayollar
-Bilgisayar İngilizcesi
-Komutlar, Teknik Bakışlar, Güvenlik Sorunları ve Çözümler
-Güvenlik Eğitimi Sunumu
-Unix hakkında herşey
- Photoshop, Excel, Front Page, Access....
Gibi Alanları İçeren Toplam 55 Dosya ile Eşsiz Bir Arşivdir. Her seviyeden bilgisayar ve internet kullananların ihtiyacı olan çalışmalardır.
Hepsi Sadece : 57,2 Mb
İndirme Linki : Bilgisayar ve İnternet Eğitimi.rar
29 Eylül 2012 Cumartesi
27 Eylül 2012 Perşembe
277 ) İSLAMKÖYLÜ NAZMİYE HANIM !..
Elinde dantelli mendili, geniş yakalı süslü tayyörleri, her daim kırmızı ruju ile görsel hafızamızın ebedi fonundadır Nazmiye Hanım.. 1960'lardan itibaren uzun süre siyaset sahnesinden inmeyen kocasından dolayı her zaman ilgi çekmiş, ama kamuoyundan hep kibarca sıyrılmıştır. Demirel'in yanında ettiği birkaç cümle dışında, 1969'dan beri, basına söyleşi vermemesine rağmen, ona kırgın bir medyadan söz edilemez..
Ankara'daki hava aynen şöyle : "Nazmiye Hanım mı ? Söyleşi kabul etmez ama mutfağında her zaman yiyip içebilirsin !.."
Olayın imkansızlığı şu şekilde anlatılabilir : 2005 yılında, Pazar sohbetleriyle ünlenen gazeteden bir gazeteci Süleyman Bey'e şöyle der : "Gazeteciliğimi iki röportajla noktalamak isterim ; biri Papa, diğeri de Nazmiye Hanım.." Demirel, "Yarısını oldu bil.." deyince, gazeteci heyecanlanır : "Yani Nazmiye Hanım'la konuşabilecek miyim ?.." "Yoo, sana Papa'yı ayarlayacağım !.." der Süleyman Bey..
Sustukça, Demirel'in gölgesinde, eli her daim mutfak önlüğünde, dolma saran bir kadın olarak tanındı ama, evin içinde aslında öyle olmadığını anlıyorsunuz. Peki, Türk basınını tövbe ettiren olay ne idi ?..
Bu olay 1969'da "Hayat" dergisinde çıkan "Türk Kadınlarından Portreler" dizisi çerçevesinde Nazmiye Hanım ile yapılan bir söyleşi idi.. Bikkat Köknür'ün yaptığı bu söyleşide, genç başbakan eşinin söylediklerinin bazıları şunlardı :
Gazeteci, "Bu apartmanı kirayla mı tuttunuz ?" diye soruyor, Güniz Sokak'taki ev için.. O da "Hayır" diyor, "öteki gibi bu da bizimdir, yani ailelerimizin.."
Gazeteci "ailelerimiz"i pek anlamıyor, "kimin ailesi ? " diye soruyor. Nazmiye Hanım da aynı rahatlıkla anlatıyor : "Hem kocamın, hem de benim ; ikimizin de ailesinde ayrı gayrı yoktur. Babamla kayınpederim kardeş çocukları olurlar. Kayınvalidemle babam da akrabadır. Evlenmeleri de hep aralarında olmuş. Kız kardeşim, Süleyman Bey'in dayısının gelinidir. Hepimiz geniş bir aileyiz. Herhangi bir ayrılık bahis konusu değildir aramızda. Para, mal herkesindir.."
Söyleşi boyunca aşk meşk konularından uzak duran Nazmiye Hanım, içten itiraflarda bulunur :
"İslamköy'de doğdum. İslamköy Isparta'nın bir mahallesi gibidir. Otomobille şehre on-on beş dakika uzaklıktadır. Çocukluğum devamlı Isparta ile İslamköy arasında geçti. İlkokulu İslamköy'de, enstitüyü Isparta'da bitirdim. Ailemizde yediden yetmişine kadar herkes çalışır. Annem hala şalvarını giyer, bahçelerde çalışanları kontrole gider..
Mevsimine göre yazsa emprime, üstüne pardösü giyerim. Seyahatlerde ve araba kullanırken tayyörü tercih ederim. Kısa kollu esvapla sokağa çıkmam ; ama kocam DSİ Müdürüyken çıkardım.. 1955'den beri araba kullanırım. Prensip olarak, kocama verilen makam arasında bir yere gitmezdim. Alışverişlerim, ziyaretlerim için ben de bir arabaya ihtiyaç duydum. Kendi arabamı kendim kullanırım..."
Söyleşinin geri kalan bölümünden ; Demirel'in en çok kuru fasulye bulgur sevdiğini ; yemekleri mutlaka eşinin yapmasını istediğini, çok güvenip kıskanmadığını ve Nazmiye Hanım'ın en sevdiği şeyin araba kullanmak olduğunu öğreniyoruz..
Süleyman Bey'in ehliyeti yokmuş. Baş başa olabilsinler diye Nazmiye Hanım da onu bu konuda pek yüreklendirmemiş.
Ne var ki, söyleşi yayımlanınca yer yerinden oynuyor. Başbakanın mal varlığının ailesi ile ortak olması geniş çalkantı yaratıyor ve Nazmiye Hanım, içtenliğinin sonucunda kopan bu gümbürtüden sonra kapısını gazetecilere sadece eşi için açıyor..
Babaları Mesut Şener ve Yahya Çavuş zaman içinde birbirlerine kardeşten de yakın olurlar. Mesut Şener kızı Nazmiye için, bu yakın hısımının küçük oğlu Süleyman'ı uygun görür. Bir çeşit beşik kertmesi.. Süleyman Demirel liseden mezun olduğu yıl, yaz tatilini geçirmek üzere İslamköy'e gelir. On sekiz yaşındadır. Nazmiye Hanım'a ilk kez o yaz "alıcı" gözüyle bakar ve aralarında söz kesilir. Yaz sonunda Süleyman Bey Teknik Üniversite'de okumak üzere İstanbul'a gider. Sözlüsüyle baş başa vedalaşma olanağı bile bulamamıştır !..
Genç Nazmiye Hanım, köy evine kapanıp sözlüsünün yolunu gözlerken, çeyizini de hazırlar. Gelecekteki eşiyle ne telefonda görüşebilir, ne de mektuplaşabilir. Onların elçiliği, ailenin en büyüğü Şevket Demirel'e düşer, gelenek ve görenekleri uyarınca...
Genç Süleyman da yüksek öğrenimini sürdürürken, mezuniyetinin altı ay gecikmesi nedeniyle canı sıkkındır. Bu arada verir evlenme kararını ve bunu Nazmiye Şener'e tek cümleyle duyurur : "Çeyizini ve hazırlıkların tamamsa en kısa zamanda evlenelim.."
Aile büyükleri düğün tarihini kararlaştırırlar : 12 Aralık 1948.. Nazmiye Şener İslamköy'de Pembeli Yol, 14 numaraya gelin gider. Nazmiye Hanım o evlilik gününden bir ay sonra kocasından ayrı düşer. Demirel iş için İslamköy'den ayrılır. 21 yaşındaki gelin, kayınpeder Yahya Çavuş ve kayınvalide Ümmühan Hanım'la birlikte İslamköy'de kalır.
Devlet genç Demirel'i ABD'ye gönderince ayrılık uzar. Hasretin bitmesi için bir yıl daha gerekecektir. Dönüşte Demirel'e Adana'da görev verilir. Cemal Paşa Mahallesinde bir ev kiralarlar. Adana'dan Ankara'ya kira evlerinden diğerine taşınılan memuriyet günlerinde evlere çekidüzen verilmesi, gerekli eşyaların alınması hep Nazmiye Hanım'ın üzerindedir. Bu sorumluluk duygusu hiç değişmez...
Politikanın ihanetlerini, askeri darbeleri, sürgün ve gözaltılarını dirayetle karşılayan Nazmiye Hanım'ın hayatını etkileyen çok üzücü bir olay var : Evliliklerinin üç yılı bile dolmadan geçirdiği ateşli bir ağır hastalığa uygulanan yanlış tedavi sonucu çocukları olamayacaktır. Bu nedenle 1951 yılını,"hayatımın en üzüntülü günleri" diye niteler..
Nazmiye Hanım, burs kazanan eşiyle birlikte gittiği Amerika'dan döndüğünde ; onu son derece modern giysiler içinde, Chevrolet marka otomobilin direksiyonunda görenler çok şaşırır. Otomobil kullanmayı Amerika'da öğrenmiştir. .
Artık DSİ Genel Müdürlüğüne tayin edilen bürokrat Süleyman Demirel'in eşi sıfatıyla resmi balolarda, gecelerde eşini hiç yalnız bırakmaz. Her zaman şık ve bakımlıdır, ama yine de göze batmamayı becerir, dans ederken bile..
Başkalarının yanında eşinden "Süleyman Bey" diye söz eder, evde de ancak çok yakın aile çevresinde, hele Demirel de yoksa, eşinden "bizimki" diye söz ettiği de olur.
Politikaya ilgisiz görünür, ancak Demirel'in deyişiyle her şeyi yakından izler ve bilir. Evlerine çok girip çıkan gazetecilerden Nazlı Ilıcak, Nazmiye Demirel için şunları söyler : Müdahale eden biri değildir., ama gazeteleri takip eder ve kendi düşüncesini söyleyen biridir. İddialı ve münakaşacı biri değildir, ama eşi üzerinde hiç etkisi yok da diyemeyiz. Her kadının eşi üzerindeki etkisi kadardır, doğal aile ilişkisi içinde olduğu kadardır.."
Gazeteci Lütfi Oflaz'a göre Nazmiye Demirel eşinden güç alan bir kadındır. Semra Özal ise eşine güç veren...
Demirel üstünde çok etkili olan ama baskı kurmayan bir kişilik.. Sabah gazetelerini kocasından önce okuyan ama zeytini eliyle yerleştirip, yağına ekmek banmayı da kararlılıkla sürdüren bir kadın.. Evdeki sıcaklığının ve rahatlığının aksine Nazmiye Hanım protokolde serinkanlı, heyecansız bir profil çiziyor. Prof.Dr. Nur Vergin, elli yıldır toplumsal rolünü kimseyi kırmadan yapmış olmasının bile Nazmiye Hanım'ın ne kadar zeki olduğunun bir kanıtı olduğunu söylüyor..
Onu aşırı duygulu gören pek yok gibi. Ancak duygularını saklasa da sözünü hiç sakınmamasıyla ünlü. Örneğin bir iş gezisi için gazetecilerle birlikte Isparta'da iken, bir iş adamı "İslamköy'de binlerce kapasitesi olan bir fabrika kuracağım" diye anlatırken, Nazmiye Hanım dönüyor, "Yok canım, nasıl yapacaksın ?" diyerek adamı bozuveriyor. Aynı tavrı eşine de gösteriyor. Örneğin Demirel etrafını saran gazetecilere, o tipik gerdan kırma hareketini yaparak keyifle övünürken, "Aman ne kadar akıllısın, vah vah.." dediğini duyan o kadar çok ki !..
Onun dobralığına bir başka örnek de ; bir yurt dışı gezisinde uçakta gazetecilere bir şeyler anlatan Süleyman Bey'in eline vurup "Çok atıyorsun yine" deyivermesidir.. Belki de onun bu dobracı tavrından dolayı Demirel'in, kendisine konuşma izni vermediğine yönelik haberler bu yüzden çıkmıştır dönem dönem..
2000'lerin başına kadar bol bol yaptığı gül reçellerini Meclis muhabirlerine dağıtmaktan keyif alan Nazmiye Hanım evine ve alışkanlıklarına o kadar bağlı ki ; Demirel cumhurbaşkanı olduğunda "Çankaya'ya taşınmamız şart mı, işleri buradan idare edemez misin ? " diye adeta yalvarır. Ancak "Bu benim irademin dışında" yanıtını alınca çaresiz bavulları toplar...
Son derece isteksizce gittiği Çankaya'da geçirdiği yılların onun en keyifsiz dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Köşk'te çok az değişiklik yapmış olması da bunun bir göstergesi gibidir...
( AYÇA ATİKOĞLU'nun "Cumhurbaşkanı Eşleri" kitabından derlenmiştir )
25 Eylül 2012 Salı
276 ) KAYZER' İN CİHADI !..
Kayzer'in, Doğu halklarını ve aşiretlerini Almanya'nın düşmanlarına karşı ayaklandırma planının Berlin'de pek çok taraftarı vardı. Bu şahinlerin en başında, konuyu ilk başta ortaya atan ünlü doğu bilimcisi Max von Oppenheim geliyordu. Von Oppenheim, savaştan bir süre önce Kahire'de diplomatik kimlikle çalışırken, Dışişleri Bakanlığı'ndaki amirlerine gizli bir rapor hazırlamış ve burada, bir savaş durumunda, militan İslam'ın Alman savaş mekanizmasına "hesap edilemeyecek kadar etkin biçimde" bağlanabileceğini göstermişti. Bu raporun Wilhelm'in hayallerini beslediğine dair kanıtlar vardır. Savaş başladığında Oppenheim derhal Berlin'e çağrıldı ve İtilafçılar'a, özellikle de İngiltere'ye karşı böyle bir terör planı hazırlaması istendi.
Cihadı Alman stratejisinin önemli bir parçası olarak gören bir diğer kişi de, Genelkurmay Başkanı General Helmuth von Moltke'ydi. General, Hindistan ve Kafkasya'da şiddetli ayaklanmalar başlatarak "İslam fanatikliğinin" İngiliz ve Ruslar'a yöneltilmesi için ısrar ediyordu. Böyle bir planın uygulanabilirliğini garantileyen ise, İngiliz ve Ruslar'a duyduğu antipati yüzünden çok önemli doğu deneyimini Wilhelm'in hizmetine sunmuş olan İsveçli kaşif Sven Hedin'di..
Alman ileri gelenlerinden fikri tümüyle destekleyenler içinde, Hindistan ile paha biçilmez hammaddelerinin İngiltere'nin pençesinden koparılmasını isteyen Prusyalı çelik kralı August Thyssen de vardı.. Almanya'nın ortaya attığı cihadın diğer bir savunucusu da, Berlin Üniversitesi'nde Türk Tarihi profesörü olan Ernst Jackh' dı. Kayzer'in müthiş güvendiği bu ateşli yayılmacı, hükümdarı bu büyük serüvene itmiş, onu, Doğu'daki bütün yerli halkların bu çağrıyı beklediğine inandırmıştır.
Kimi yüksek rütbeli askerler, planın başarı şansı hakkında kuşkuluysalar da, cihad komplosu Dışişleri Bakanlığı'nın tam desteğini almıştı. Planlamanın başında ise, sonradan Dışişleri Bakanlığı'na getirilecek olan Dışişleri Müsteşarı Arthur Zimmermann vardı. Proje çok geçmeden Zimmermann Planı olarak anılmaya başlandı.
Planda bir diğer önemli kişi de, Almanya'nın İstanbul Sefiri Baron Konrad von Wangenheim'dı. Boğaz ufuklarına hakim ve cephesi İran, Afganistan ve Hindistan'a dönük dev sefareti, cihadın başlatılacağı üs olarak kullanılacaktı..
Ernst Jackh
Amerikan Sefiri Morgenthau yıllar önce şöyle anlatıyor :
"Odasında oturmuş, kocaman kara bir Alman purosu tüttürürken, bana Almanya'nın, fanatik İslam dünyasının tümünü Hıristiyanlara karşı ayaklandırmayı planladığını açıkladı."
Ama önce, o zaman hala tarafsız olan Türkiye'yi Alman saflarında savaşa sokmak gerekliydi. Çünkü, ancak Halife sıfatıyla Sultan, cihad ilan edebilirdi. Amerikalı, bu nedenle, "Kayzer'in dünya hakimiyeti için kurduğu komplonun başarısı sadece Wangenheim'a bağlıdır" diye yazıyor. Morgenthau ayrıca şöyle diyor : "Wangenheim bu görevi başardığı takdirde, yıllardır son hedefi olarak gördüğü Almanya Şansölyeliğini alacağına inanıyordu."
Cihadın en çekici yanlarından biri de, insan gücü ve para bakımından ucuz olmasıydı. Dost ve sempatik aşiretlerin yardım ettikleri birkaç ajan, normalde birkaç piyade tümeni gerektirecek bir işi başarabilirdi. Ancak, amacın gerçekleştirilmesi, planlamanın mükemmelliğine bağlıydı ve Almanlar da bu konunun ustasıydılar. Uygun liderler bulmak, onları yüklenecekleri olağanüstü görev için eğitmek gerekecekti.
Sonra olaylar bir çorap söküğü gibi gelişti. Daha önce bu dönemle ilgili değişik olayları anlattığım için, ülkemizin bu büyük savaşa nasıl girdiğiyle ilgili bölümleri es geçiyorum...
Türkiye'nin Almanya'nın yanında savaşa girmesinden üç hafta sonra, İngiltere ile müttefiklerine karşı Sultan tarafından resmen cihad ilan edildi. Cihad fermanı ülkede, Sultan'dan sonra, en büyük dini yetkili olan Şeyhülislam tarafından törenle okundu. Ertesi gün, Sultan'ın bu çağrısı Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün camilerinde okundu ve bütün gazetelerde yayınlandı..
Ancak, Berlin ve İstanbul, Sultan'ın fetvasının İngiliz ve Rus hakimiyeti altında yaşayan milyonlarca Müslümanı kapsamasını istiyordu. Cihad bayrağı altında oralarda ihtilalci ayaklanmalar başlatmayı, İngiliz ve Rus ordularındaki Müslüman birliklerin Türkiye ya da müttefiki Almanya'ya karşı savaşmayı reddetmelerini istemekteydiler. Bu nedenle, İstanbul matbaalarında Mısır ve Hindistan'a, Kafkasya ve Orta Asya'ya ve diğer İslam ülkelerine gizlice sokulmak üzere binlerce broşür hazırlandı. Broşür, her taraftaki molla ve imamların, anlayıp cemaatlerine iletebilmeleri için Kuran'ın evrensel dili Arapça ile yazılmıştı..
Cihadı başlatmak ilk kez Kayzer Wilhelm'in fikriyse de, Enver Paşa da bunun kendi emellerini gerçekleştirmenin bir yolu olduğunu kısa zamanda görmüştü. Bu nedenle, Berlin onun önerisiyle, Türkiye savaşa girmeden haftalarca önce, hedefi İran ile Afganistan'ı savaşa katmak olan gizli bir Türk-Alman heyetinde yer alacak bir subay grubu gönderecekti. Seçilmiş Türk askerlerinin eşliğindeki heyet, cihad ilan edildiği anda İran sınırından içeri girecekti. İranlılar, İngiliz ve Ruslardan o kadar nefret ederlerdi ki, Enver Paşa, Tahran'ın cihada katılacağını ya da tarafsız da kalsa, heyetin kendi topraklarındaki faaliyetine göz yumacağını umuyordu. Heyet Kabil'e varınca, Afganistan Emiri'ni kutsal davaya katılmaya ve askerleriyle aşiretlerini geçitlerden İngiliz Hindistanı'na sürmeye ikna edecekti.. Aynı sırada, Türk ajanlarının ardından yola çıkan bir Osmanlı ordusu Kafkasya'yı istila edecek, oradaki Müslümanları cihad bayrağı altında toplayarak Rusları kovacak ve sonra da Orta Asya'ya gidip oradaki Türk kardeşlerini özgürlüğe kavuşturacaktı.. Bütün bu toprakların İstanbul ile Berlin arasında nasıl paylaştırılacağına sonra karar verilecekti !..
1915,Tahran'da Türk-Alman keşif grubu
Wilhelm Wassmuss Oskar von Niedermayer, 1916, Afganistan'da
Almanlar, ortak Afganistan misyonu için ekiplerini, Türkiye'nin savaşa girmesinden ve cihad ilan edilmesinden iki ay önce hazırlamaya başlamışlardı. İlk seçilenler arasında Doğu'da uzun yıllar hizmet görmüş 35 yaşlarında bir diplomat olan Wilhelm Wassmuss vardı. Basra Körfezi'ndeki Buşir'de Alman Konsolosu olan Wassmuss, iyi Farsça ve Arapça konuşuyordu. Güney İran aşiretleri arasında uzun süre bulunmuş, bunlardan bazılarının reisleriyle de yakın dost olmuştu. Güçlü fiziği ve acımasızlığıyla, karışıklık çıkartmak için birebirdi. Zimmermann ve Oppenheim, Wassmuss'u Alman heyetinin başına geçirdiler ve Afganlarla işlerin diplomatik yanını yürütmek için görevlendirdiler.
Heyetteki ikinci adam ; İran, Belucistan ve Hindistan'da, büyük olasılıkla Alman istihbaratı adına, çok gezmiş olan Yüzbaşı Oskar von Niedermayer'di. Çok güçlü, acımasız ve becerikli olan Niedermayer, çağdaşlarından birinin tanımıyla, "Alman ordusunu yenilmez kılan" insanlardan biriydi. Heyetin tüm askeri yanıyla da o ilgilenecekti.
İki adam, üstlendikleri güç ve tehlikeli görev için ideal bir çift oluşturmuşlardı. Bunlar, Almanya'nın "Lawrence"ları ya da bir İngiliz subayının deyişiyle, "Karanlık Melekler"i oluşturacaklardı.. Aldıkları emir, cihad bayrağı altında şiddet ve karışıklık yaratmak, Doğu halklarını İngilizlerin ve müttefiklerinin aleyhine çevirmekti..
Görev için seçilenlerin sayısı kesin değilse de, ele geçirilen günlüklerden ve diğer belgelerden, İngiliz istihbaratı 84 ad saptayabilmiştir. Üç Hintli ihtilalci, davaya sempati duyan aşiret mensupları, İranlı paralı askerler, Orta Asya'daki esir kamplarından kaçarak bunlara katılan Alman askerleri bu sayıya dahil değildir..
Artık, heyetin cihadın merkezi olan İstanbul'a hareket zamanı gelmişti. Ancak, askerlik yaşında ve yapılı erkeklerden oluşan böylesine büyük bir grubun, tarafsız Romanya'dan geçerken hem Romen yetkililerinin hem de İngiliz casuslarının dikkatini çekmemesi olanaksızdı. Heyetin, enterne edilme tehlikesine karşı, gezici bir sirk olarak yola çıkması kararlaştırıldı. Bagaj ve teçhizat buna uygun olarak etiketlendi. İstanbul'daki Wangenheim'la iletişim için kullanılacak uzun antenler, konşimentolarda "çadır direkleri" olarak yer aldı !.. Ancak, uyanık bir Romen gümrük memuru bundan kuşkulandı ve ambalajı açınca da beyaz seramik izolatörleri gördü. Araştırma derinleştirilince gezici bir telsiz istasyonu, tüfekler, makineli tüfekler ortaya çıktı. Almanlar o sırada İstanbul'a varmışlardı, ama bu mühimmat olmadan yola çıkamazlardı. Alıkonulan malzemenin yerine yenisi sağlandı ve Bükreş'teki Alman ajanlarının gerekli rüşveti vermelerinden sonra, Romanya'dan geçirilebildi. Birkaç haftalık bir gecikmeden sonra malzeme İstanbul'a vardı..
Bu arada, Alman heyetinin üyeleri sabırsızlanırken Türklerle aralarında bir gerginlik başlamıştı. Bunun sorumlusu, büyük ölçüde Berlin ve heyeti seçip oluşturan Zimmermann ve Oppenheim'dı. Böylesine güç bir görev için olağanüstü yetenekli insanlar seçmiş olmalarına rağmen, böyle ortak bir hareketin gerektirdiği politik ve kişisel duyarlılıktan yoksundular. Onların kalabalığı ve burnu büyük tavırları, kendi meslektaşlarından başka Türkleri de rahatsız etmeye başlamıştı. Enver Paşa çok geçmeden onların geri gönderilmelerini istedi. Bu, sonunda gerçekleştirildi ; ancak bu kişiler, İstanbul'da lokantalarda ve diğer yerlerde açık açık Afganistan'a gideceklerini söyleyip övünerek, göreve ağır zararlar vermişlerdi. Bu haberler İngiliz gizli servisine ulaşmıştı bile !..
Wassmuss
İşi daha da kötüleştiren, gruptaki askerler ve asker olmayanlar arasındaki bölünmeydi. Berlin'deki Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay, diplomat Wassmuss'u heyetin başına, profesyonel asker Niedermayer'i de yardımcılığına getirmişti, ama diğer üyeler arasında emir-komuta zinciri kuramamıştı. Bir başka güçlük de, Enver Paşa'nın ; heyetin ve Doğu'daki operasyonların genel komutasının Türklerin elinde olmasındaki ısrarı idi.. Almanlar bu sırada, bir rastlantı eseri, Enver'in gizlice Kabil'e küçük bir diplomatik heyet gönderdiğini de öğrendiler. Heyet oraya varamamıştı, ama bu durum Almanları rahatsız etmeye yetmişti..
Sefer üzerindeki tek gölge bu değildi. Sarıkamış yenilgisi ve Süveyş Kanalı bozgunu sonucu, Enver Paşa artık Orta Asya'ya Napolyonvari bir yürüyüşten çok, karşı karşıya bulunduğu gerçekleri düşünür olmuştu. Bu nedenle, kuzey İran sınırındaki Rus askeri yığınağı tehdidini Afganistan seferinden daha acil bir durum olarak görüyordu.
1915 Ocak ayında, Wassmuss Alman heyetinin komutasını Niedermayer'e bırakıp kendi başına bir sefere çıkmaya karar vermiştir. Ayrılmasının nedeni ne olursa olsun, Wassmuss arkadaşlarına, savaş öncesi günlerden pek çok aşiret reisini tanıdığı güney İran'a gideceğini ve cihad çağrısını oraya yayarak, İngilizleri aşağı körfezdeki çıkarlarını korumak için askerlerini oraya yerleştirmeye zorlayacağını bildirdi. Ondan sonra, aşiretleri arkasına alarak doğuya, Afganistan'a yürüyecek ve orada Niedermayer ile buluşarak Hindistan saldırısına katılacaktı. Ama Wassmuss asla Afganistan'a kadar gidemedi.. Yine de, güney İran'daki İngiliz çıkarlarına payına düşenden çok ağır bir darbe indirdi..
Enver Paşa, Alman ve Türklerden oluşan Afganistan grubuna, son darbesini Bağdat'da vurdu. 1915 yılı Şubat ayının ilk haftasında, sefere katılacak üst düzey Türk subayı olan Rauf Bey, Niedermayer'e şöyle dedi : "Üç gün önce, Afganistan'a yapılacak Türk seferinin iptal edildiği konusunda emir aldığımı üzülerek bildiririm. Tüm personeli, silahları ve teçhizatı Basra bölgesinde İngilizlere karşı kullanılmak üzere Irak'taki Türk komutanlığına gönderme talimatını aldım."
( PETER HOPKİRK'ün "İstanbul'un Doğusunda Bitmeyen Oyun" adlı kitabındaki yazılardan derlenmiştir ..)
22 Eylül 2012 Cumartesi
275 ) KAZ, KAZAN !...
1753 yılında Londra'da British Museum'un kurulmasıyla 1914 yılında İstanbul'da Evkaf Müzesi'nin açılması arasında, yığınla tarihi eser Osmanlı topraklarından koparıp alınmıştır. Bu dönemde, Avrupalı araştırmacı ve gezginler, diplomatlar ; antik dünyanın kalıntılarını araştırmak, kazılarla gün ışığına çıkarmak, kataloglamak ve ülkelerine götürmek amacıyla Yunanistan, Türkiye, Mısır, Suriye, Lübnan ve Mezopotamya'ya akın etmeye başlamışlardır..
Kırım Savaşı sırasında Türkiye'ye gelen İngilizler Anadolu'da ve Ege adalarında arkeolojik yağmalarını hızlandırmışlardı..
Orta Doğu'da petrolün varlığı keşfedildikten sonra Avrupalılar, "eski eser arıyoruz" bahanesiyle, Osmanlı toprakları üzerinde, istedikleri her yerde kazı yapmışlar ve önemli petrol kaynaklarını tespit etmişlerdi. Osmanlı Devleti kazı işini özel izne bağladığında artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Hatta Ruslar bile çeşitli isim ve bahaneler altında Osmanlı topraklarına girerek araştırmalarda bulunuyorlardı. Örneğin bunlardan Rusya Orman Bakanlığı memurlarından Boris İsamiyeroko adlı şahıs, mikrobiyoloji dalında incelemelerde bulunacağını belirterek izin almış ve hareketlerinden kuşkulanıldığı için kendisine sezdirilmeden izlenmesi istenmişti.
19. yüzyıl sonlarında Alman gezginleri ve kaşifleri, arkeolojik ve antropolojik araştırmalar yapma bahanesiyle şimdiye kadar pek az insanın görüldüğü bölgelere ilgi duymaya başlamışlardı. Bunların en enerjik olanlarından biri, bir Doğu bilimcisi olan ve ülkesinin Doğu'daki kaderine inanan Max von Oppenheim idi. Oppenheim, o zaman Osmanlı toprakları içindeki Irak ve Suriye'de çok dolaştı, haritalar çıkardı, her köy ve aşiretin sahip olduğu ev ve çadıra kadar her şeyi not etti. İngilizler, çok geçmeden onun ve diğer Alman bilim adamlarının Kayzer'in istihbarat servisleri adına çalıştıklarını anladılar. Oppenheim bir süre sonra İngilizler tarafından "casus" olarak anılmaya başladı...
Aydın Vilayeti salnameleri ( yıllık ) gözden geçirilirse dikkat çekici bir ayrıntı göze çarpar : Efes ve Bergama'nın nasıl gezilmesi gerektiği sahife sahife anlatılmaktadır. Bu mükemmel arkeolojik gezi rehberini hazırlayan ve hazırlatan Osmanlı bürokratlarının, Efes ve Bergama'ya taş yığını diye bakmadığı açıktır. Daha garibi, vilayet yıllığında bu kadar iyi tanıtılan Bergama'nın meşhur anıtı olan Bergama Sunağı Almanlara "taş yığını" diye, gönül rahatlığıyla nasıl bırakılırdı ki ? Ama sonradan belli oldu ki, sunağı zorla kaldırmaya gelen Alman grubuna, Vali Paşa zaptiyeyi göndererek engel olmuş.. Neden sonra Almanlar Saray'dan bir ferman alarak eseri nakletmişler !.. Bu nakil işi, ünlü sunağı kendi kurduğu Asar-ı Atika Müzesi'ne yerleştirmek için uğraşan Osman Hamdi Bey'in ömrünün yarısını götürmüş ve bir kalp krizi geçirmiş..
Kayzer'e olan bunca borcun, yapılmakta olan demiryollarının, bunda etkisi vardır. Kuşkusuz böyle olaylara rastlanıyordu. Büyük devletlerin hükümdar ailelerinden Türkiye'yi gezen prenslerden, o sırada ilişkilerin iyi olduğu bir devletin İstanbul'daki sefirinden ; gördüğüne imrenenlere, politika gereği bazı şeyler hediye ediliyordu. Ama her zaman bilinçsizce değil, biraz önce bahsedildiği gibi, ciğerden koparır gibi...
1845 yılı Temmuz ayında Rus grandüklerinden Konstantin, Türkiye'ye gelmiş ; İstanbul ve Çanakkale'yi gezmişti. Burada, Pirkar denen köyde, bir camideki eski bir kitabeyi beğendi. Yunanca kitabe musalla taşı olarak kullanılıyordu !..Yazışmalardan sonra bu taş kendisine hediye edildi.. ( Başbakanlık Arşivi, İrade-Har. , 1748 No'lu belge )
Gene 3. Selim devrinde, İngiltere elçisi Nuruosmaniye avlusunda böyle bir lahit kapağı beğenmiş !.. Ancak bu hediyenin kendisine verilmesi dedikodu ve hoşnutsuzluk yaratacağından ; önce saraya getirilip, kendisine oradan, gizlice verilmiş..( Turgut Işıksal, "Eski Eserlerimizin Yağmasına Ait Örnekler" )
Yukarıdaki örnekleri yaygınlaştırmak, bununla beraber pek doğru değil.. Tersine olaylar da çoktur. Yunan Savaşı sırasında ; Dömeke Meydan Muharebesinin galip komutanı Gazi Edhem Paşa, Yunanistan'dan önemli
eserler getirmiş, müzeye koymuştu... Onlarca yıldan beri restorasyonu bitmeyen Eski Şark Eserleri Müzesi, dünyanın en zengin çivi yazısı arşivine sahiptir..
Osmanlı eski eserler idaresinin düzenleyip yürüttüğü kazılarda elde edilen zengin koleksiyonlar bu müzeleri doldurur.. Eski eser düşkünlüğü ; sanıldığı gibi Osman Hamdi Bey ile başlamış değildir. O aslında bir geleneğin yetiştirdiği büyük müzecimizdi..
Aralık 1847'de Kudüs Mutasarrıfı ; Gazze sancağında, Askalan denilen yerde, araştırmaları sonucu bir Sfenks kabartması buldurduğunu yazıyordu. Uzmanlara incelettirdiği bu somaki mermer eser, 3600 yıllık olmalıymış. Kabartmanın tasviri hazırlattırılıp bir raporla birlikte Babıali'ye gönderilmiş. Bir yıl içinde bu eserin İstanbul'a getirildiği, izleyen yazışmalardan anlaşılıyor. Ekim 1847'de, Adana Mal Müdürü Ahmet Ata Bey topladığı sikke, seramik gibi antik parçaların bir envanterini İstanbul'a göndermişti. ( Başbakanlık Arşivi, İrade-Dah. Nr. 8060-8207 )
( Ağırlıklı olarak İlber Ortaylı yazılarından yararlanılmıştır )
15 Eylül 2012 Cumartesi
273 ) OSMANLI'DA HEDİYE !..
3. Mehmed döneminde, İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth'in elçisi Henry Lello, iki yıl bekledikten sonra, İngiltere'den gönderilen hediyeler ve tam kırk kişilik maiyetiyle birlikte Arz Odasında "Yüce Türk"ün elini öpmek üzere, Babüselam'a gelir...
İngiliz elçi anılarında, atından indirilip arandığını ; ellerini tutan iki çavuşun arasında, "Yüce Türk"ün huzuruna girince, onun ya dizini, ya da kolunun yenini öpmesinin gerektiğini, mektubunu kapıcıya verip arka arka çıkacağının, asla arkasını Padişah'a dönmemesinin ve Padişah'ın yüzüne de bakmamasının kendisine hatırlatıldığını anlatır..
Lello'nun sunduğu hediyelerin en önemlisi ise, kabul töreninden önce Arz Odası önündeki revak içine yerleştirilen ünlü saatli org olur. "Hector" adlı gemiyle ve özel kasalar içinde İstanbul'a getirilen orgu, yapımcısı Thomas Dallam, önce, Galata'daki elçilik binasında kurmuş, onarmış ; daha sonra 3. Mehmed'in, annesi Safiye Sultan'ın yazlık sarayında olduğu bir sırada, Saray-ı Humayun'a taşıyarak bir hafta içinde, gösterilen yere, yani sarayın dördüncü avlusuna kurmuştur. Dallam'ın Yeniçeri mihmandarı burada kendisine duvara açılmış bir ızgara gösterir. Izgaradan bakıldığında Harem sakinleri görülebilmektedir. O sırada Haremdeki kadınlar topla oynamaktadırlar. "Onları ilk bakışta oğlan çocukları sandım ama, sırtlarında ucu minik incilerle süslü püsküllerin yer aldığı saç örgülerini gördüğüm zaman hem kadın, hem de sahiden pek güzel olduklarını anladım. Başlarında sadece tepelerini örten,altın işli başlıklar vardı. Boyunlarında inci gerdanlıklardan başka bir şey yoktu. Gerdanlıkların ucundan göğüs üzerine bir mücevher iniyor, kulaklarını da değerli taşlar süslüyordu. Üzerlerine giydikleri şeyler asker ceketi gibi biraz kırmızı, biraz mavi ve biraz da diğer renklerden oluşan saten kıyafetlerde ve tezat renklerden işlenmiş birer dantela gibiydi. Pamuklu yünden dikilmiş şalvarları kar kadar beyaz, çim kadar narindi ; şalvarlarının üzerinden baldırlarını seçebiliyordum..."
Sonunda Yeniçeri kendisini ızgaranın başından çeker alır : "Zerre kadar istemezdim oradan ayrılmayı ; zira gördüklerim ziyadesiyle hoşnut etmişti beni.."
25 Eylül 1599'daki kabul öncesinde, Saray'a dönen Padişah tahta oturur oturmaz, kurulu org çalışmaya başlar.. Önce saat çalar, sonra 16 çanlık takım, bir melodi seslendirirken iki bebek (melek) borazan öttürür, orgun tepesinde ise, bir küme kuş kanat çırpar.. Orgun yapımcısı Thomas Dallam da kendi anılarında ; 3. Mehmed'in orgu çok beğendiğini ve içoğlanlarına, aralarında bunu çalabilecek birisinin olup olmadığını sorduğunu yazar.. Dallam, orgu çalarken, Padişah'a arkasını dönmek zorunda kaldığını ve bundan çok korktuğunu da yazar.
Orgu kurabilmek için, bir ay boyunca Enderun'a girip çıkan Dallam, org kurulduktan sonra, Arz Odası önündeki revakın, org ile birlikte, adeta bir kiliseyi andırmaya başladığını da anlatır. Orgu kurduğu günlerde Dallam, Saray'a her gelişinde, çalışmalarını yürütürken, Enderundaki içoğlanlarının da sürekli başında durduklarını söyler...
Yazımızı Osmanlı'ya gelen ve Osmanlı'nın verdiği diğer bazı hediye örnekleriyle bitirelim...
1639'da, Hint hükümdarı Hurrem Şah'ın İstanbul'a gelen elçisi, 4. Murad'a, o dönemin hesabı ile, 150 bin kuruş değerinde bir mücevherli kemer ve fil kulağından yapılıp üzerine gergedan postu kaplanmış bir kaplan sunmuştu...
1641'de Dersaadet'e gelen İran Elçisi, Sultan İbrahim'e, birçok kıymetli hediyenin yanı sıra, mükemmel birkaç küheylan ve pek çok ipek halı getirmişti...
1644'de gelip Saray'a kabul edilen Avusturya elçisinin Sultan İbrahim'e sunduğu hediyeler arasında ise, en çok dikkati çeken, gümüşten yapılmış ve özel bir mekanizmayla hareket ettirilen bir şadırvandı..Diğerlerinin arasında, altın kakmalı 30 gümüş sahan, bir sini ve bir ibrik-leğen takımı da göze çarpıyordu..
1653'de 4. Mehmed tarafından Hint hükümdarı Cihan Şah'a gönderilen hediyeler arasında, yirmi kadar cariye, zümrüt kabzalı bir hançer, pek mükemmel ve değerli bir at takımı yer alıyordu. Bu sırada Cihan Şah'ın elçisine de 6.000 altın, bir kürk ve bir at verilmişti...
1665'de Avusturya ile yapılan antlaşmadan sonra, Viyana'ya Kara Mehmet Ağa büyükelçi tayin edilince, Avusturya hükümdarına sunulmak üzere yanında götürdüğü hediyeler şunlar olmuştu : Bir murassa (değerli taşlarla süslenmş) sorguç, bir direkli çadır, 20 seccade, 5 Acem halısı, 100 sarık, 40 hil'at, 1 okka amber, 12 at, koşumları özel olarak yapılmış ve çok değerli 2 at...
1682'de yine 4. Mehmed'e, Moskova elçisi aracılığıyla, birçok hediyenin yanı sıra, tam 1.198 samur kürk sunulmuştu..
Sultan Abdülaziz döneminin ilginç bir hediye öyküsü de, Padişah'ın Avrupa gezisi sırasında yaşanır. Padişah, Fransa'da, 3. Napoleon'un eşi İmparatoriçe Eugéne'ye, Saray'ın kuyumcubaşı Hoca Bogos'a yaptırılmış pırlanta bir gerdanlık hediye eder. Bu gerdanlığın o günkü değeri 750 bin kuruş olarak hesaplanır..
13 Eylül 2012 Perşembe
272 ) SAKARYA : KURTULUŞ SAVAŞININ KIRILMA NOKTASI..
Yirmi iki gün yirmi iki gece süren Sakarya Savaşı, gerçekten de Kurtuluş Savaşımızın en önemli kırılma noktalarından biridir..
Bu savaşın ardından ; Yunanlılar İngilizlerin desteğini kaybederler, Sovyet Rusya ile daha önce başlamış olan ilişkiler, daha ciddi bir boyut kazanır ve akabinde de Rus yardımları başlar..
Batum'da bulunan Enver Paşa ve kardeşi Halil Paşa da bu savaşın sonucunu merakla bekleyenler arasındadırlar. Çünkü Enver Paşa, artık Anadolu'ya girmek kararı ve girişimi içindedir. Ama savaşın Ankara lehine sonuçlanması, onun da geleceğini tayin eder. Çünkü ondan sonradır ki, artık Moskova'ya da dönemeyerek, Baku ve Hazar Denizi üzerinden Türkistan'a geçer. Ve bu onun bu gök kubbe altında, artık son yolculuğu ve Pamir eteklerinde ölümü ile biten son savaşı olur..
Sakarya Savaşı kazanılır ama ordu da gücünün son haddine gelmiştir. Halbuki şimdi bir de uzun bir takip vardır. Gerçi Yunan ordusu mevcudunun üçte birini kaybetmiştir ama Türk ordusu da zaten daha Eskişehir-Kütahya savaşında yıpranmıştır Elde bulunan 51.000 askerden ancak 25.000'i ile Sakarya savaşına başlanır. Bu 25.000 kişinin de 17.000 kişisi şehit olmuştur. Mücadeleye ancak arkadan yetiştirilen, çoğu derme çatma, ama iyi savaşan kuvvetlerle devam edilir. Genelkurmay yayınlarında Sakarya'ya katılan asker mevcudunun 40.000 olarak hesap edilişi, bu ikmaller sayesindedir.
Sakarya'da yedi tümen komutanı şehit olur. Bazı kıtalar hemen bütün mevcutlarını yitirirler.Karadağ'a hücum eden ve mevcudu 1.200 olan 57. Tümen, bir günde 700 şehit verir. Özetle bu savaşları yakından izleyen Halide Edip'in dediği gibi : "Türk ordusu Sakarya'da o kadar yorulmuştu ki, Yunan ordusunu Bolvadin'den öteye sürecek mecali kalmamıştı.."
Emekli Yarbay Şevki Yazman, "İstiklal Harbi nasıl oldu" adlı eserinde şunları yazar :
"Sakarya muharebesine ön safta katılan subaylardan yüzde sekseni, erlerden yüzde altmışı, ya şehit ya da yaralıydı. Mesela 42. Alayın tekmil yüksek kumanda erkanı ile, yüzbaşıları, üsteğmen rütbesindeki subayları, ya şehit oldukları, ya yaralandıkları için, bu alayın kumandan vekili bir yedek subay teğmendi. 4. Tümenin hücum taburunda, yalnız bir subay kalmıştı. Bunun gibi subaysız, kumandansız kalan birlikler çoktu.."
Bu savaş sırasında hem başkumandanın yakınında, hem İsmet Paşa'nın kurmay bürolarında olayları izleyen Halide Edip'in bazı gözlemleri ve tanıklıkları, her zaman önem taşıyacaktır. Örneğin şu satırlar :
"Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi, Ankara'ya yaklaşmış görünüyordu. Buna benzer şekilde Türk ordusu da Sakarya'nın doğusunda kıvrılarak, bu canavarın Ankara'yı yutmasına engel olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana yeis veriyordu. Gazi'ye : 'Eğer Ankara'ya gider de, bizi geride bırakırsa ne yaparız ? ' diye sordum. Korkunç bir kaplan gibi güldü : 'Bon voyage messieurs, derim. Arkalarından vurarak, onları Anadolu'nun boşluğunda mahvederim..'
Yemekten sonra bütün gece Mustafa Kemal Paşa'nın odasında oturduk. Sabahın beşine kadar subaylar durmadan raporlarını getirdiler. Arada bir İsmet Paşa geliyor, yorgun bir halde, bir tahta iskemlenin üstünde, uyuklayıp kalıyordu..
Mustafa Kemal Paşa yemeklerden sonra çeşitli konular üzerinde konuşurdu. Bazen, yenilirsek Sivas'a çekileceğimizi söylerdi. Fakat nadiren bunu söylediği zaman üzülürdük.."
İşte düğüm bu son cümlededir !.. Eğer gerçekten yenilseydik, acaba Sivas'a çekilebilinir miydi ?.. Sanırım hayır !.. Gerçi Yunan ordusunun ve Yunan devletinin takati artık Ankara'da fiilen sona ererdi ama bu sefer de müttefiklerin hırsları şahlanırdı. İstanbul'la el ele, Sevr'in uygulanmasına geçilebilirdi. Bunlar karşısında Sivas'tan yönetilecek bir mücadele olasılığı da herhalde bir başarı vaat etmezdi. Hatta belki Sivas'a bile varılamazdı.
Kaybedilmiş bir Sakarya savaşından sonra, 15-20 bin kişilik yorgun, perişan bir ordu bakiyesini bile elde tutabilmek belki de mümkün olmayacaktı. Ordu dağılabilirdi. Zaten Sakarya'daki ikmal işleri bile, son gücü de tüketiyordu.
Yine Halide Edip, "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı kitabında, bu durumu da anlatır :
"Bütün silahlar ve cephane ; Erzurum, Diyarbakır, Sivas'tan develer ve öküz arabalarıyla, yolları olmayan bozkırlardan geçirilerek, en kötü hava şartları altında getirilmiştir. Erkekler aç, yaya olarak gelmişlerdir. Kadınlar daha zor bir durumdaydılar. Çünkü öküz arabaları kırılıp çamurlara saplandığı zamanlar, onlar cephaneleri sırtlarında taşırlardı. Bundan başka tarlaları da kadınlar ekiyorlar, biçiyorlar ve savaşan erkekleri besleyen ürünü onlar yetiştiriyorlardı.. Karargahta tek heyecanlı ve ümitli insan Fevzi Paşa idi. Askerler bir şeyler söylemiyorlardı. Yüzleri keder içindeydi.."
Kaldı ki dağılan asker silahlarını da götürmüş olacaktı. Silah ve teçhizat ikmali sonuçta Erzurum'daki 15. Kolordunun imkanlarıyla veya Sovyet Rusya'nın yapabileceği yardımlarla sınırlı olacaktı... Meclis'in havası ise ayrıca hesaba katılmalıdır. Örneğin Atatürk'ün "Nutuk"ta bahsettiği şu sözler, hem de Sakarya savaşı kazanıldıktan sonraki devrede bile Meclis'te söylenebilmiştir :
"Nereye gidiyoruz ?.. Bizi kim ve nereye sevk ediyor ?.. Belirsizliğe !.. Koskoca bir millet, belirsiz karanlık hedeflere serseriyane sürüklenir mi ?.. Sevr'i mi kabul edeceğiz, ne yapacaksak yapalım, ne kurtarabilirsek kurtaralım ki işin içinden çıkalım.. Avrupalılar bize mütareke teklif ediyorlarmış, daha ne arıyoruz ?.. Ne olacaksa olsun, bitsin bu iş !.."
Özetle Sakarya savaşlarının sonuçları sanıldığından fazla önemlidir. Sakarya'dan sonra Ankara Hükumeti artık, uluslararası bir muhataptır : 24 Eylül'de Türk-Fransız müzakerelerinin başlaması, 1 Ekim'de İngilizlerin Malta'daki Türkleri serbest bırakması, 13 Ekim'de Sovyetler Birliği, Ermenistan ve Gürcistan ile Kars Antlaşmasının imzalanması, 20 Ekim'de Türk-Fransız Antlaşmasının imzalanması, Çukurova ve Antep'in kurtuluşu. vs...
Sakarya'ya elbette ki Başkumandanın gölgesi hakimdir. Ama bu Dev'in hemen ardında başka yüzler de seçilir. İkinci Adam, bunların ortasında görünür..
10 Eylül 2012 Pazartesi
271 ) 11. YILINDA, 11 EYLÜL'ÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ !...
Bu gün, 11 Eylül saldırılarının 11. yılı..
"Korkunç bir Eylül sabahı dünya değişti. Ve o gün BİZ DÜNYAYI DEĞİŞTİRDİK" demişti George W. Bush.. Sonra da bu tekerlemenin, kısa süre içinde, Amerika'da devlet politikası haline gelişine tanık oldu dünya..
ABD'nin, eski Amerika olmamaya karar verdiği andan itibaren hiçbir ülkenin de eskiye, eski Amerika'ya nostalji duymasını istemediği açıktı. Bu arada ABD'nin gözünde uluslararası hukuk, uluslararası kuruluşlar da eskinin mamulü sayıldığı için piyasadan çekilmeliydi. Washington, kararlarında Birleşmiş Milletler'i teğet geçmeye başladı. Başına buyrukluk, dediğim dedik tavrıydı bu !.. Yoksa 21. yüzyılın süper gücü, 21. yüzyılın Roma İmparatorluğu olma yolunda mıydı ?. Son yıllar içinde yeni Amerikan sağı adım adım, yudum yudum yeni hegemonya reçeteleriyle ABD'nin dünyadaki rolünü tanımlamakla meşguldü zaten. Kısaca bütün mesele "güç" ile olan ilişkiye odaklandı. Tarihteki örnekleri gibi çıldırtan, yozlaştıran, baştan çıkartan, pusulayı şaşırtan güç.. 11 Eylül'de kendi bağrında vurulan dev, zembereğinden boşaldığında dünyaya, "Hegemonyamı yeniden tanımlıyorum. Emperyalliğimi diğer ülkelerin hissetmesini istiyorum. Koalisyonları misyon belirler, eski ittifakları sırtımda taşımam" mesajını veriyordu. Washington yeni stratejisinin adını koydu :"Tehlikeyi belirmeden ortadan kaldırırım. Ne başka ülkelerin görüşünü alırım, ne de uluslararası kuruluşları dinlerim." Bunun adı Bush Doktrini oldu..
Dünya şaşkına dönmüştü. ABD değiştiği için her ülke değişmeliydi. ABD ile olan eski ilişkiler gözden geçirilmeliydi. Pek çok ülke, süperliğini yarı emperyal tonlamalarla ifade eden 11 Eylül Amerikası ile nasıl başa çıkacağını, tekneye nereden, nasıl atlayacağını kestirmekte zorlandı.
İlk sınav Irak Savaşı'nda verildi. Bu savaş yeni Amerika gerçeğini ve "yeni dünya düzensizliği"ni bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
Olaya geniş bir perspektiften bakıldığında bütün bu gelişmelerin miladının 1989'a kadar uzandığını görmek zor değil !. Yani Berlin Duvarı'nın yıkıldığı ve ABD'nin kendisini Soğuk Savaş'ın galibi ilan ettiği gün dünya değişti !.. O gün iki kutuplu dünya dengesi de Berlin Duvarı'nın molozları altına gömüldü. Molozların altından da denge değil, tek kutuplu dengesizlik çıktı.. ABD'deki bazı yorumculara göre 3. Dünya Savaşı diye tanımlanan Soğuk Savaş Amerika'nın zaferiyle sonuçlandı. Bu topsuz, tüfeksiz galibiyetin sonucunda ABD müthiş bir üstünlük duygusuna, yenilmezlik gururuna saplandı. 90'larda ABD, ne oldum delisi oldu.. Aynı yıllarda yeni ekonomiyle canlanan, globalleşmenin liderliğine soyunan, işsizlik ve suç oranı düşen bu tek süper gücün iyimserliği yarı tanrısal, yarı emperyal bir karaktere bürünmekte gecikmedi. Yani sonu nereye varacağı belli olmayan bir narsisizm !.. ABD, "Tarih bitti. Tarihi biz bitirdik. Askeri gücü olan dilediği gibi tarihi bitirir ve başlatır" demekteydi o sıralarda. Ve de bir kahin ( ! ) "Uygarlıklar Çatışması"nın, yeni zamanlara en uygun düşen kavga olduğunu zerk etmekteydi beyinlere !..
Vietnam Savaşı'na katılmış emekli albay Andrew Becevich'e bakılırsa, savaş Amerikan toplumunu baştan çıkardı. Hatta Amerikalılar savaş estetiğinin büyüsündeler. Ve akıllı silahlar, ileri teknolojinin ürünü bombalar tahribat tutkusu yaratıyor.
Son yılların siyasi mesajları tarandığında dikkat çekecek kadar barış sözcüğü telaffuz edilmiyor bu ülkede. Oysa 90'larda McDonald's ürünü yiyenlerin birbirleriyle savaşmayacakları masalı anlatılıyordu. "McDonald's sandviçini yiyince ortalık toz pembe olacak, dünya barışa kavuşacak" derken bu kadar askeri harcamaya ne gerek vardı ?.. İlginç olan şu ki, her zaman olduğu gibi savaş lobisi barış zamanında da etkisini hissettiriyordu.
11 Eylül gelip çattığında McDonald's'lı barış kuramı buharlaştı !. Zaten 90'lar Amerikasının vur patlasın çal oynasın rehavetine öfkelenen yeni muhafazakar kadro, George W. Bush'un çevresini sarmıştı. Yani savaş ekibi hazırdı. Bu kadronun sesi gürleşti : "Gücü olan gücünü kullanır, gücü olmayan da çenesini kapatır. Amerika Mars gibi güçlü kuvvetli, Avrupa ise Venüs gibi dişi ve zayıf."
Yeni muhafazakarların tanınmış simalarından Robert Kagan'ın veciz bir yorumla, "Amerika 11 Eylül'de değişmedi, sadece kendisini buldu" dediği gibi !.. Gerçekten de Amerika kendisini mi buldu yoksa Washington'daki bir avuç radikal yıllardır bekledikleri fırsatı 11 Eylül'de yakalayıp savaşın ideolojik çılgınlığına mı sarıldı ?.. Başkan George W.Bush da Tanrı'nın kendisine verdiğine inandığı kutsal görevi mi sahiplendi ?..
Tarih bilinci bu noktada çok önemli. Çünkü tarihte trajediye neden olmuş olaylar çoğu kez cinneti içerir. Yani gücün şehvetine kapılıp liderlerin kendilerini kaybetmesi belirler olayların akışını ve dizginlenemezliğini !..
11 Eylül sonrasında ABD'nin sergilediği tavır "gücümü kullanmak için düşman yaratırım" tavrıydı. Amerikan popüler kültüründe, "elindeki tek aleti çekiç olana her şey çivi gibi gözükür" denmesi gibi..
11 Eylül saldırısı oldu ve elli yıllık sistemi çökertmek için düğmeye basıldı. Yıkıcılar 2. Dünya Savaşı kurumlarını ve uluslararası hukuku çökertmek için balyozu indirdiler. Nedense yalnızca IMF ve Dünya Bankası gibi ABD'nin dediğini yapan kurumlar istimlak ve yıkım planının kapsamına alınmadı !.. 11 Eylül bahanesiyle yıkıma başlayanların amacı, 11 Eylül'ün enkazından kendi istedikleri bir dünya düzeni çıkarmaktı. Avusturyalı ünlü iktisatçı Schumpeter'in yaratıcı tahribat teorisini siyasete uygulamaya çalışıyorlardı..
Neocon ( Yeni muhafazakar ) grubun hükumetteki temsilcisi Paul Wolfowitz idi. Petrol lobisini, doğrudan olmasa da petrol sanayiine iş yapan Halliburton gibi şirketlerle mevcut bağlantılarıyla Başkan Yardımcısı Dick Cheney temsil ediyordu. Savunma sanayii lobisinin hükumette kapı gibi Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'i vardı. 11 Eylül'den sonra bu gruba, kıyamet senaryolarıyla yatıp kalkan Evanjelikler eklendi. Onları ise ABD'nin en güçlü adamı yani Başkan, yani George W. Bush temsil ediyordu. Bush hem petrol lobisinin hem de Tanrı'nın elçisiydi !..
1950'lerde Başkan Eisenhower "askeri-sanayi kompleksinin" gayri meşru bir nüfuz elde ederek devlet mekanizmasını etkisi altına alabileceğini söyleyerek Amerikan toplumunu uyarmıştı. Eisenhower İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da savaşan Amerikan birliklerinin komutanıydı. Başkanlık döneminde ise modern cumhuriyetçiliği savundu. Üstelik de Teksas doğumluydu. Yarım asır sonra, Eisenhower'ın dikkat çektiği "asker-sanayi kompleksi" tehlikesi, "silah-petrol sanayii, yeni muhafazakar çete ve Evanjelik kompleksi" şeklinde ortaya çıktı !..
( ZEYNEP ATİKKAN'IN "AMERİKAN CİNNETİ" ADLI KİTABINDAN DERLENMİŞTİR )
8 Eylül 2012 Cumartesi
270 ) İZMİR'DE MİLLİYETÇİ RÜZGARLAR !..
Yusuf Akçura
İkinci Meşrutiyet'in 23 Temmuz 1908'deki ilanından sonra İzmir'de ortaya çıkan önemli gelişmelerden biri de Avusturya, Bulgaristan ve Yunanistan mallarına karşı girişilen boykot hareketleridir. Bunun nedeni ; Meşrutiyet'i izleyen ilk aylarda Avusturya-Macaristan hükumetinin Bosna-Hersek'i ilhak etmesi bir de, Bulgaristan'ın 5 Ekim 1908'de bağımsızlığını ilan etmesiydi. Olay, ülke çapında bir tepki yarattı, fakat askeri bir müdahalenin olanaksızlığı da anlaşılıyordu. Önce İstanbul'da Avusturya ve Bulgaristan mallarına karşı boykot başladı. O sırada Türkiye en fazla malı Avusturya'dan alıyordu. Bu yüzden boykottan en çok bu ülkenin zarar göreceği anlaşılıyordu. Nitekim dokuma, fes, şeker, un, her türlü tuhafiye eşyası, ziynet ve hırdavat, Avusturya'dan geliyordu.
İstanbul'da başlatılan boykot kısa sürede İzmir'de önemli bir destek buldu. Bir "Boykotaj Cemiyeti" kuruldu. Bu dernek Türkçe basından büyük bir destek gördü. "Kave" gazetesi ise doğrudan doğruya bu cemiyetin sözcülüğünü yapıyordu. Söz konusu ülkelerin mallarını alan ve satan mağazalar, basında teşhir ediliyor, gençler feslerini yırtarak keçe külah giyiyor ve yapılan eylemlerin bir "Harb-i İktisadi", yani "ekonomik savaş" olduğu yolunda gazetelerde yazılar yer alıyordu..
Bir süre sonra Girit'in Yunanistan!a katılmasıyla bu ülke mallarına karşı da boykot kararı alındı. Fakat Rumlar bu kez böyle bir boykot kararını kabul etmediklerini duyurdular !..
Meşrutiyet'in ilanından sonra sıra Meclis-i Mebusan'da yer alacak temsilcilerin seçimine gelmişti. İzmir'de Belediye Başkanı Tevfik Paşa'nın başkanlığında, bu işle ilgili olarak, bir teftiş heyeti oluşturuldu. Bu seçimlerde her 50 bin erkek nüfus için bir mebus seçilmesi öngörülmüştü. Buna göre, Aydın Vilayetinin toplam erkek nüfusu 839.452 idi. Bunun 646.658'i İslam, 167.827'si de gayrimüslim idi. Bu durumda 13 İslam ve 3 gayrimüslim mebus seçilmesi gerekiyordu. Rumlar daha fazla mebus çıkarmaları gerektiğini ileri sürseler de, itirazlara karşın seçimler olaysız geçmişti. Yunan pasaportu taşıyan Rumların seçimlere katılmasına izin verilmedi.
Yapılan seçimler sonrasında ;
İzmir Müftüsü Mehmet Sait Efendi,
Çelebizade Seyyit Bey,
Sivas Vali Muavini Aristidi Paşa,
Nesim Mazliyah Efendi,
Doktor Taşlızade Ethem Bey,
Pavlo Karolidi Efendi, İzmir mebusu olarak seçildiler...
İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da olduğu gibi İzmir basınında da büyük bir canlanma görülür. "İttihad" gazetesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı olarak çıkmaya başlar. Başyazarlığını önceleri Hafız İsmail yapar.. Tevfik Rüştü'nün ( Aras ) yazıları da önemli bir yer tutmaktadır. Gazete içerik yönünden giderek zenginleşir. Daha sonra adını "Anadolu" olarak değiştirir ve mülkiyeti Haydar Rüştü'ye ( Öktem ) geçer..
İkinci Meşrutiyet'te İzmir'de yayına giren diğer bir önemli gazete de "Köylü"dür.. Sahibi Avukat İsmail Sıtkı'dır ; ancak gazetenin bütün işleri Mehmet Refet'in üzerindedir. Son derece yalın bir dille çıkıyor olması, köy ve köylü sorunlarına eğilmesi nedeniyle en çok satan Türkçe gazetelerin başında gelmektedir. Bayram günlerinde günlük baskısının on bini bulduğu ifade edilir ki bu, o zamana göre oldukça yüksek bir sayıdır.
İzmir'de ulusal bilincin kökleşmesine katkıda bulunan gelişmeler okullarla sınırlı değıldi. 1909 yılında İstanbul'da Türk Derneği kurulduktan sonra bu derneğe bağlı üyeler, Yusuf Akçura'nın başkanlığında Ege bölgesine bir yolculuk yaptı. İzmir'le ilgili izlenimleri olumlu olmayan Akçura, Türk olmayan unsurların görülür ve görülmez baskılarının yalnız ekonomik değil, aynı zamanda kültürel olduğuna dikkat çekiyordu.
1912'de İstanbul'da kurulan Türk Ocağı'nın çok geçmeden İzmir'de bir şubesi açıldı. Ocağın "Ahenk" gazetesinde yayımlanan beyannamesinde ; "...Ocağımızın ...siyasi hiçbir parti ile ilgisi yoktur. Ocağımız büyük ırkımızın ekonomik ve sosyal bakımdan yükselmesi için var kuvvetiyle çalışmayı kutsal emel edinmiştir." diyordu.
Ocak, birçok konularda düzenli konferanslar verdirdi, çeşitli yayınlar yaptı. Aralarında İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Köprülüzade Fuat, Kazım Nami (Duru), Aka Gündüz gibi dönemin birçok ünlü aydını İzmir'e gelerek konferanslar verdi. Akçura'nın 1909'daki izlenimlerinin tersine, Fuat Bey (Köprülü), İzmir'de bilinçli bir gençlik bulduğunu yıllar sonra dile getirecektir..
İttihat ve Terakki Fırkası da Ocağın çalışmalarını geniş ölçüde desteklemiştir. Fırkanın sorumlu katibi Mahmut Celal ( Bayar ) Bey, gerek İttihat Terakki Fırkası'nın İzmir'de örgütlenmesinde, gerek fırkanın ulusal bir politika izlemesinde etkin bir rol oynamıştır...
( YKB Yayını "ÜÇ İZMİR" adlı kitaptan, ZEKİ ARIKAN 'ın yazılarından yararlandım.. )
İkinci Meşrutiyet'in 23 Temmuz 1908'deki ilanından sonra İzmir'de ortaya çıkan önemli gelişmelerden biri de Avusturya, Bulgaristan ve Yunanistan mallarına karşı girişilen boykot hareketleridir. Bunun nedeni ; Meşrutiyet'i izleyen ilk aylarda Avusturya-Macaristan hükumetinin Bosna-Hersek'i ilhak etmesi bir de, Bulgaristan'ın 5 Ekim 1908'de bağımsızlığını ilan etmesiydi. Olay, ülke çapında bir tepki yarattı, fakat askeri bir müdahalenin olanaksızlığı da anlaşılıyordu. Önce İstanbul'da Avusturya ve Bulgaristan mallarına karşı boykot başladı. O sırada Türkiye en fazla malı Avusturya'dan alıyordu. Bu yüzden boykottan en çok bu ülkenin zarar göreceği anlaşılıyordu. Nitekim dokuma, fes, şeker, un, her türlü tuhafiye eşyası, ziynet ve hırdavat, Avusturya'dan geliyordu.
İstanbul'da başlatılan boykot kısa sürede İzmir'de önemli bir destek buldu. Bir "Boykotaj Cemiyeti" kuruldu. Bu dernek Türkçe basından büyük bir destek gördü. "Kave" gazetesi ise doğrudan doğruya bu cemiyetin sözcülüğünü yapıyordu. Söz konusu ülkelerin mallarını alan ve satan mağazalar, basında teşhir ediliyor, gençler feslerini yırtarak keçe külah giyiyor ve yapılan eylemlerin bir "Harb-i İktisadi", yani "ekonomik savaş" olduğu yolunda gazetelerde yazılar yer alıyordu..
Bir süre sonra Girit'in Yunanistan!a katılmasıyla bu ülke mallarına karşı da boykot kararı alındı. Fakat Rumlar bu kez böyle bir boykot kararını kabul etmediklerini duyurdular !..
Meşrutiyet'in ilanından sonra sıra Meclis-i Mebusan'da yer alacak temsilcilerin seçimine gelmişti. İzmir'de Belediye Başkanı Tevfik Paşa'nın başkanlığında, bu işle ilgili olarak, bir teftiş heyeti oluşturuldu. Bu seçimlerde her 50 bin erkek nüfus için bir mebus seçilmesi öngörülmüştü. Buna göre, Aydın Vilayetinin toplam erkek nüfusu 839.452 idi. Bunun 646.658'i İslam, 167.827'si de gayrimüslim idi. Bu durumda 13 İslam ve 3 gayrimüslim mebus seçilmesi gerekiyordu. Rumlar daha fazla mebus çıkarmaları gerektiğini ileri sürseler de, itirazlara karşın seçimler olaysız geçmişti. Yunan pasaportu taşıyan Rumların seçimlere katılmasına izin verilmedi.
Yapılan seçimler sonrasında ;
İzmir Müftüsü Mehmet Sait Efendi,
Çelebizade Seyyit Bey,
Sivas Vali Muavini Aristidi Paşa,
Nesim Mazliyah Efendi,
Doktor Taşlızade Ethem Bey,
Pavlo Karolidi Efendi, İzmir mebusu olarak seçildiler...
İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'da olduğu gibi İzmir basınında da büyük bir canlanma görülür. "İttihad" gazetesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı olarak çıkmaya başlar. Başyazarlığını önceleri Hafız İsmail yapar.. Tevfik Rüştü'nün ( Aras ) yazıları da önemli bir yer tutmaktadır. Gazete içerik yönünden giderek zenginleşir. Daha sonra adını "Anadolu" olarak değiştirir ve mülkiyeti Haydar Rüştü'ye ( Öktem ) geçer..
İkinci Meşrutiyet'te İzmir'de yayına giren diğer bir önemli gazete de "Köylü"dür.. Sahibi Avukat İsmail Sıtkı'dır ; ancak gazetenin bütün işleri Mehmet Refet'in üzerindedir. Son derece yalın bir dille çıkıyor olması, köy ve köylü sorunlarına eğilmesi nedeniyle en çok satan Türkçe gazetelerin başında gelmektedir. Bayram günlerinde günlük baskısının on bini bulduğu ifade edilir ki bu, o zamana göre oldukça yüksek bir sayıdır.
İzmir'de ulusal bilincin kökleşmesine katkıda bulunan gelişmeler okullarla sınırlı değıldi. 1909 yılında İstanbul'da Türk Derneği kurulduktan sonra bu derneğe bağlı üyeler, Yusuf Akçura'nın başkanlığında Ege bölgesine bir yolculuk yaptı. İzmir'le ilgili izlenimleri olumlu olmayan Akçura, Türk olmayan unsurların görülür ve görülmez baskılarının yalnız ekonomik değil, aynı zamanda kültürel olduğuna dikkat çekiyordu.
1912'de İstanbul'da kurulan Türk Ocağı'nın çok geçmeden İzmir'de bir şubesi açıldı. Ocağın "Ahenk" gazetesinde yayımlanan beyannamesinde ; "...Ocağımızın ...siyasi hiçbir parti ile ilgisi yoktur. Ocağımız büyük ırkımızın ekonomik ve sosyal bakımdan yükselmesi için var kuvvetiyle çalışmayı kutsal emel edinmiştir." diyordu.
Ocak, birçok konularda düzenli konferanslar verdirdi, çeşitli yayınlar yaptı. Aralarında İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Köprülüzade Fuat, Kazım Nami (Duru), Aka Gündüz gibi dönemin birçok ünlü aydını İzmir'e gelerek konferanslar verdi. Akçura'nın 1909'daki izlenimlerinin tersine, Fuat Bey (Köprülü), İzmir'de bilinçli bir gençlik bulduğunu yıllar sonra dile getirecektir..
İttihat ve Terakki Fırkası da Ocağın çalışmalarını geniş ölçüde desteklemiştir. Fırkanın sorumlu katibi Mahmut Celal ( Bayar ) Bey, gerek İttihat Terakki Fırkası'nın İzmir'de örgütlenmesinde, gerek fırkanın ulusal bir politika izlemesinde etkin bir rol oynamıştır...
( YKB Yayını "ÜÇ İZMİR" adlı kitaptan, ZEKİ ARIKAN 'ın yazılarından yararlandım.. )
5 Eylül 2012 Çarşamba
269 ) KÜLHANBEYİ !...
Televizyonun yeni dönem dizilerinin reklamlarına bazen gözüm takılıyor da şaşırıp kalıyorum.. Bol bol kabadayı içerikli dizi var !.. İzmir Fuarı açıldı ve gazetelerin Fuar ile ilgili ilk haberi, silah pavyonlarında küçük çocuklarıyla birlikte gamsızca gezen ailelerle ilgiliydi !..
Hemen eldeki yazı kaynaklarını kurcalayarak altta gördüğünüz yazıyı derledim.. Sizleri yeni TV sezonuna, şiddetin arttığı ve maalesef daha da artacağa benzeyen kent sokaklarına hazırlamak babından !...
Başkent İstanbul'da toplum düzenini bozanların başında "Külhanbeyi" adıyla bilinen başıboş gruplar gelmekteydi.
Barınacak yerleri olmadığından hamamların külhan denilen ateş ocaklarında yatıp kalkmak zorunda olan kişilere verilen bu isim zamanla bir sosyal grubun adı olmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalarda, sefil bir hayat yaşadıkları kaydedilen külhanbeylerinin piri, Külhan-i Layhar olup kendisi de hamam külhanında yatan ve şarap tortuları içerek yaşayan bir kişi olarak gösterilmiştir.
İstanbul külhanbeylerinin ilk olarak bir araya geldikleri yer, yukarıda fotoğrafı olan, Gedikpaşa Hamamı idi. Burası kentin fethinden kısa bir süre sonra inşa edilmiş ilk hamamdı. Daha sonra sayıları hızla artan hamamlara rağmen, külhanlar hiyerarşisi içinde Gedikpaşa Hamamı ilk sıradaki yerini korumaya devam etti. Öyle ki, külhanbeyleri arasındaki anlaşmazlıkların çözüm mercii Gedikpaşa Hamamı'nın külhanbaşısı ( destebaşı ) idi..
11-15 yaşlarındaki kimsesiz çocuklar, "apaş tekkesi" denilen hamam külhanında "destebaşı" unvanlı amirleri tarafından bir sınava tabi tutularak kabul edilirlerdi. Bunun için bir tören düzenlenirdi. Külhanbeyi adayının o gün çarşıdan topladığı erzakla pişen yemek, törenle yendikten sonra "kardeşlik merasimi" adı verilen törene geçilir, kardeş olarak iki kişiye bir gömlek giydirilir, Fatiha okunarak tören sona ererdi.. Ancak külhanbeyi olabilmenin bazı şartları vardı. Bunun ilki adayın annesiz babasız olmasıydı. Kardeşinin olması bir engel teşkil etmemekle beraber, hiçbir aile bağının olmaması tercih sebebi idi. Dışarıda herhangi bir dereceden akrabası olanlar tercih edilmezlerdi. Bunun da nedeni külhanbeyinin serbestçe hareket edebilme olanağına sahip olmasının kendisi için önemli olmasıydı. Çünkü külhanbeyleri son derece sorumsuz ve vurdumduymaz bir hayat sürmekteydiler. Bunun bir sonucu olarak da, serseri surette gezerek toplumu tehdit etmekteydiler..
Külhanbeylerinin dışarıda da uymak zorunda oldukları bazı kurallar vardı. Yaşları 10-14 arası olan külhanbeyleri dışarıya ikişer ikişer çıkmalıydılar. Bunların, Yahudilere saldırmaları şiddetle yasaklanmıştı. Zor durumdaki küçük çocukları ve güçsüz kadınları savunmaları gerekirdi. Seyyar satıcılardan hiçbir şey isteyemezlerdi. Fakat istedikleri parayı vermezlerse, özellikle lalalarıyla gezen ekabir takımına sataşmalarına izin verilmişti...
Külhanbeyleri "levendane" denilen"it adımı" ile yürürlerdi. Bu arada bellerine sarmış oldukları uzunca şal kuşağın bir ucu yere değerdi. Cakalı bir şekilde boyun kırmak, omuz vurmak, dirsek çarpmak, çoluk çocuğa laf atmak, kadınlara sarkıntılık etmek, kabararak gezmek külhanbeylerinin övündükleri davranışlar arasında yer almaktaydı. Bunca kötü davranışlar sergileyen bu kişiler çoğu zaman dayak yemekten kurtulamazlardı. Bu, onlar için normal bir durumdu. Böylelerine "sulu" denilirdi..
Külhanbeyleri, yanlarında "saldırma" adını verdikleri bir bıçak taşırlardı. Dönemine göre bu, kama veya sustalı bıçak da olabilmekteydi. Son dönemlerde ise ateşli silahlar daha yaygın bir hale gelmişti..
Külhanbeylerinin ve kabadayıların kullandıkları çeşitli lakapları vardı. Bu lakaplar genellikle sıra dışı özellikleri vurgulayan ifadeler olarak seçilirlerdi. Örneğin ; Seyrekbasan Osman, Raconcu Cafer, Çiroz Ali, Kavanoz Mehmet, Arap Abdullah gibi lakaplarla tanınan bazı kabadayılar veya külhanbeyleri kendi dönemlerinde çok meşhur olmuşlardı. Bu kişiler birbirlerine veya başkalarına da çeşitli şekillerde hitap etmekteydiler. "İmanım", "yakarım", "yandan gel", "araba mısın tekerlek" gibi kalıplaşmış sözleri birbirlerine hitap ederken kullanırlardı.
"Heyt ! Var mı bana yan bakan", "Bu kadar tilki divanı sana yeter", "lafına yekun tut da bas git" şeklindeki naralar daha çok külhanbeyleri arasında yaygındı..
Külhanbeyi argosuna bazı örnekler vermek gerekirse ;
Aftos : Metres
Ağır oturmak : Fena dövmek
Astar etmek : Beklemek
Betelenmek : Kafa tutmak
Cavlağı çekmek : Ölmek
Cızlamı çekmek : Kaçmak
Cümbüşlenmek : Rakı içmek
Damalamak : Davetsiz gitmek
Doktor bey : Kadın, hanım, zevce
Ebülpapel : Çok zengin
Fenerli : Sakallı
Gaddare : Kama, pala
Gedikli : Sabıkalı
Gır : Yalan
Hasbi geçmek : Aldırmamak
Kantarlı : Ağır küfür
Kaparoz : Rüşvet
Kılefte : Hırsızlık
Leşçi : Katil
Misafir ( muslukçu ) : Yankesici
Moro : Yakışıklı delikanlı
Mostar : Fiyaka
Patburun : İnzibat
Pırna : Rakı
Pilaki : Aptal
Piyastos etmek : Yakalamak
Samanyemez : Aldanmaz
Selman etmek : Dilenmek
Sipsi : Sigara
Şuvey şuvey : Yavaş yavaş
Tepegöz : Hamam
Hemen eldeki yazı kaynaklarını kurcalayarak altta gördüğünüz yazıyı derledim.. Sizleri yeni TV sezonuna, şiddetin arttığı ve maalesef daha da artacağa benzeyen kent sokaklarına hazırlamak babından !...
Başkent İstanbul'da toplum düzenini bozanların başında "Külhanbeyi" adıyla bilinen başıboş gruplar gelmekteydi.
Barınacak yerleri olmadığından hamamların külhan denilen ateş ocaklarında yatıp kalkmak zorunda olan kişilere verilen bu isim zamanla bir sosyal grubun adı olmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalarda, sefil bir hayat yaşadıkları kaydedilen külhanbeylerinin piri, Külhan-i Layhar olup kendisi de hamam külhanında yatan ve şarap tortuları içerek yaşayan bir kişi olarak gösterilmiştir.
İstanbul külhanbeylerinin ilk olarak bir araya geldikleri yer, yukarıda fotoğrafı olan, Gedikpaşa Hamamı idi. Burası kentin fethinden kısa bir süre sonra inşa edilmiş ilk hamamdı. Daha sonra sayıları hızla artan hamamlara rağmen, külhanlar hiyerarşisi içinde Gedikpaşa Hamamı ilk sıradaki yerini korumaya devam etti. Öyle ki, külhanbeyleri arasındaki anlaşmazlıkların çözüm mercii Gedikpaşa Hamamı'nın külhanbaşısı ( destebaşı ) idi..
11-15 yaşlarındaki kimsesiz çocuklar, "apaş tekkesi" denilen hamam külhanında "destebaşı" unvanlı amirleri tarafından bir sınava tabi tutularak kabul edilirlerdi. Bunun için bir tören düzenlenirdi. Külhanbeyi adayının o gün çarşıdan topladığı erzakla pişen yemek, törenle yendikten sonra "kardeşlik merasimi" adı verilen törene geçilir, kardeş olarak iki kişiye bir gömlek giydirilir, Fatiha okunarak tören sona ererdi.. Ancak külhanbeyi olabilmenin bazı şartları vardı. Bunun ilki adayın annesiz babasız olmasıydı. Kardeşinin olması bir engel teşkil etmemekle beraber, hiçbir aile bağının olmaması tercih sebebi idi. Dışarıda herhangi bir dereceden akrabası olanlar tercih edilmezlerdi. Bunun da nedeni külhanbeyinin serbestçe hareket edebilme olanağına sahip olmasının kendisi için önemli olmasıydı. Çünkü külhanbeyleri son derece sorumsuz ve vurdumduymaz bir hayat sürmekteydiler. Bunun bir sonucu olarak da, serseri surette gezerek toplumu tehdit etmekteydiler..
Külhanbeylerinin dışarıda da uymak zorunda oldukları bazı kurallar vardı. Yaşları 10-14 arası olan külhanbeyleri dışarıya ikişer ikişer çıkmalıydılar. Bunların, Yahudilere saldırmaları şiddetle yasaklanmıştı. Zor durumdaki küçük çocukları ve güçsüz kadınları savunmaları gerekirdi. Seyyar satıcılardan hiçbir şey isteyemezlerdi. Fakat istedikleri parayı vermezlerse, özellikle lalalarıyla gezen ekabir takımına sataşmalarına izin verilmişti...
Külhanbeyleri "levendane" denilen"it adımı" ile yürürlerdi. Bu arada bellerine sarmış oldukları uzunca şal kuşağın bir ucu yere değerdi. Cakalı bir şekilde boyun kırmak, omuz vurmak, dirsek çarpmak, çoluk çocuğa laf atmak, kadınlara sarkıntılık etmek, kabararak gezmek külhanbeylerinin övündükleri davranışlar arasında yer almaktaydı. Bunca kötü davranışlar sergileyen bu kişiler çoğu zaman dayak yemekten kurtulamazlardı. Bu, onlar için normal bir durumdu. Böylelerine "sulu" denilirdi..
Külhanbeyleri, yanlarında "saldırma" adını verdikleri bir bıçak taşırlardı. Dönemine göre bu, kama veya sustalı bıçak da olabilmekteydi. Son dönemlerde ise ateşli silahlar daha yaygın bir hale gelmişti..
Külhanbeylerinin ve kabadayıların kullandıkları çeşitli lakapları vardı. Bu lakaplar genellikle sıra dışı özellikleri vurgulayan ifadeler olarak seçilirlerdi. Örneğin ; Seyrekbasan Osman, Raconcu Cafer, Çiroz Ali, Kavanoz Mehmet, Arap Abdullah gibi lakaplarla tanınan bazı kabadayılar veya külhanbeyleri kendi dönemlerinde çok meşhur olmuşlardı. Bu kişiler birbirlerine veya başkalarına da çeşitli şekillerde hitap etmekteydiler. "İmanım", "yakarım", "yandan gel", "araba mısın tekerlek" gibi kalıplaşmış sözleri birbirlerine hitap ederken kullanırlardı.
"Heyt ! Var mı bana yan bakan", "Bu kadar tilki divanı sana yeter", "lafına yekun tut da bas git" şeklindeki naralar daha çok külhanbeyleri arasında yaygındı..
Külhanbeyi argosuna bazı örnekler vermek gerekirse ;
Aftos : Metres
Ağır oturmak : Fena dövmek
Astar etmek : Beklemek
Betelenmek : Kafa tutmak
Cavlağı çekmek : Ölmek
Cızlamı çekmek : Kaçmak
Cümbüşlenmek : Rakı içmek
Damalamak : Davetsiz gitmek
Doktor bey : Kadın, hanım, zevce
Ebülpapel : Çok zengin
Fenerli : Sakallı
Gaddare : Kama, pala
Gedikli : Sabıkalı
Gır : Yalan
Hasbi geçmek : Aldırmamak
Kantarlı : Ağır küfür
Kaparoz : Rüşvet
Kılefte : Hırsızlık
Leşçi : Katil
Misafir ( muslukçu ) : Yankesici
Moro : Yakışıklı delikanlı
Mostar : Fiyaka
Patburun : İnzibat
Pırna : Rakı
Pilaki : Aptal
Piyastos etmek : Yakalamak
Samanyemez : Aldanmaz
Selman etmek : Dilenmek
Sipsi : Sigara
Şuvey şuvey : Yavaş yavaş
Tepegöz : Hamam
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)