etkinlik örnekleri |
Çok Çeşitli Blog
12 Aralık 2013 Perşembe
9 Aralık 2013 Pazartesi
433 ) YAZIK OLDU "ELMA YANAKLI" YUSUF PAŞA'YA !..
Dalmaçya'nın Nadin kentinde yaşayan Maria adlı dul kadın, sancakbeyinin ahırında çalışan çocuğun ayaklarının çıplak olduğunu görünce çok üzülür. Herkes tarafından horlanan kimsesiz çocuğu elinden tutarak evine götüren kadın, ona ölmüş kocasının ayakkabılarını verir.. Ve o günden sonra çocuğun ayaklarını bu ayakkabılar, yüreğini de dul kadından gördüğü anne şefkati ısıtır.
Günlerden bir gün, sancakbeyinin konağına İstanbul'dan gelen bir kapıcıbaşı konuk olur. Adam, her gün çok sevdiği atını görmek için ahıra gitmekte ve bakımıyla yakından ilgilenmektedir. Ayağında büyük ayakkabılarıyla ahırda koşturan ve işini iyi yapan çocuk, kapıcıbaşının gözünden kaçmaz. On üç yaşındaki Joseph Maskovic adlı çocuğun kimsesiz olduğunu öğrenen kapıcıbaşı, onu beraberinde İstanbul'a götürmeye karar verir.
İstanbul'da Devşirme Ocağına teslim edilen çocuğun adı Joseph'den "Yusuf"a dönüştürülür. Burada, çalışkanlığı ve zekasıyla bölük ağası Mustafa Ağa'nın da dikkatini çeken Yusuf, sarayın iç hizmetlerindeki görevlilerin yetiştirldiği Saray-ı Hümayun'a gönderilir. Doğduğu kent Nadin'de çıplak ayaklarıyla dolaşan Yusuf, aldığı eğitim sonrasında kendini Osmanlı Sarayı'nın silahtarı olarak bulur !..
Silahtarın görevi padişahın ok, yay, kılıç, zırh, tüfek gibi silahlarını korumak, bakımlarını yapmak ve tören esnasında taşımaktır. Görev, padişaha yakın olmayı gerektirdiği için Silahtar Yusuf Paşa, padişahın hemen arkasında durmakta, onu adeta bir gölge gibi takip etmektedir..
1640 yılında tahta oturan Sultan İbrahim, dört yıl sonra Silahtar Yusuf Paşa'yı Kaptan-ı Derya'lığa getirir. Osmanlı donanmasının komutanı olan Yusuf Paşa'yı çok zor bir görev beklemektedir...
Görevinden ayrılan Kızlarağası Sümbül Ağa, padişahtan aldığı armağanlar ve hizmetlileriyle Mısır'a giderken, gemisi Girit açıklarında Venedikli korsanların saldırısına uğrar. Akdeniz'de çıban başı olan Girit korsanlarının yaptığı bu son saldırı Osmanlılar için bardağı taşıran damla olur. 30 Nisan 1645 tarihinde, Yusuf Paşa, Girit'i almak üzere donanmasıyla İstanbul'dan sefere çıkar..
Girit Adası'na Kanuni Sultan Süleyman döneminde de sefer düzenlenmiş, fakat istenilen sonuç alınamamıştır. Yusuf Paşa, 54 gün süren zorlu bir savaş sonrasında Hanya Kalesi'ni fethetmeyi başarır. Zafer haberiyle İstanbul'da şenlikler düzenlenir. Büyük üne kavuşan Yusuf Paşa geri dönüşte kahramanlar gibi karşılansa da, Sultan İbrahim, Girit'in tamamen alınmamasına ve kendisine armağan olarak sadece mermer sütunlar getirilmesine çok bozulmuştur..
Halbuki padişah, Yusuf Paşa ile kızını dillere destan bir düğünle evlendirmiştir !.. Düğünün yıllar geçse de akıllardan çıkmamasının nedeni, çeyiz ve gelin alayı düzenlenerek Saray'dan gönderilen Fatma Sultan'ın sadece üç yaşında olmasıdır !.. Çocukluğunda anne baba görmemiş Yusuf Paşa'nın, bir çocuğun yanında "koca" unvanıyla yer alması, tarihin en büyük trajedilerinden biri olsa gerek !..
Nadin'deki sancakbeyinin huzuruna çıkan görevli, İstanbul'dan geldiğini ve Yusuf Paşa'nın has adamı olduğunu söyleyerek elindeki torbayı ve de mektubu uzatır.. Sancakbeyi, adına yazılı zarfı açınca, Yusuf Paşa'nın gönderdiği torbanın Maria adlı dul kadına verilmesi emrini okur. Torbayı teslim aldığına dair kadına imzalatılacak bir makbuz aynı görevliyle İstanbul'a geri getirilecektir...
Yaşlılığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Bayan Maria, kendisine uzatılan torbanın mührünü açıp içindekileri masaya koyduğunda yaşadığının bir rüya olduğunu sanır. Masanın üstünde içleri altın dolu bir çift ayakkabı durmaktadır !.. Torbadan çıkan mektupta ise Yusuf Paşa şunları yazmıştır :
"Anneciğim, bir kış günü çıplak ayaklarına kundura giydirdiğin o kimsesiz çocuk ölünceye kadar seni unutmayacak !.."
1646 yılının soğuk bir kış günü, İkinci Meşrutiyet dönemi (1908-1918) tarihçileri tarafından "Deli" diye adlandırılacak olan Sultan İbrahim, huzuruna çağırdığı Yusuf Paşa'nın hemen sefere çıkarak Girit'i tamamen almasını ister. Kaptanı Derya Yusuf Paşa, mevsimin uygun olmadığını, hazırlıkların da zaman alacağını söyleyince Padişah köpürür :
"Sen kendini bir hizmet mi ettim sanıyorsun ? Bu kadar hazinemi sarf edip bir alay dinsizi öldürtmeyip mallarıyla memleketlerine yolladın !.."
Yusuf Paşa'nın, "Gerçi hazineyi sarf eyledik amma, büyük bir kaleyi fethettik. Küffarı katletmek bir iş değildi, lakin sonu vahim olurdu," karşılığına iyice sinirlenen Sultan İbrahim, cellatın hemen çağırılmasını emreder. Veziriazam Salih Paşa'nın yalvarmalarına aldırmayan padişah, Yusuf Paşa'yı öldürttükten sonra cesedine bakarak, tarihin karanlık ve soğuk koridorlarında yankılanacak şu ünlü sözü söyler : "Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık oldu, kıydım !"
Yusuf Paşa, neler olup bittiğini anlayamayan dört yaşında bir kız çocuğunu arkasında "dul" bırakarak ayrılır dünyadan !..
Açlık Oyunlarından Tokluk Oyunları Çıkarmak
"Açlık Oyunları" ndan Tokluk Oyunları Çıkarmak
"Türkiye’nin kargaşa dolu şu günlerinde, gençlerimiz için gücünü kötülüğe kullanan otoriteye karşı gelmeyi savunan hikayelere ihtiyacımız var."
Bu cümle Beyazperde.com sitesinde, Açlık Oyunları: Ateşi yakalamak filmi için yapılan eleştirinin son cümlesi. Şimdilik, bu cümleyi bir kenara koyarak biraz geriye gidelim.
La zona (Yasak Bölge) 2007 senesinde, sessiz sedasız gösterime giren ve sessiz sedasız seyredilen bir Latin Amerika filmi. Üzerinde, çok tartışılacak bir filmdi oysa. Sınıf ayrılığını,toplumdaki bölünmüşlüğün mekanlara yansımasını ve güvenlikli site tabusunu yerden yere vuruyordu. Konusundan, kısaca bahsedeyim.
Mexico City'de, yüksek duvarlar, tel örgüler ve kameralar ile çevrilmiş bir site. Kameralardan birisi arızalanınca üç fakir genç, tel örgüleri aşarak siteye hırsızlığa girer. Site sakinleri, yaşam tarzlarını tehdid eden bu gençler için kendi adaletlerini, kendi kanunlarını uygulamak adına site içinde sürek avına çıkarlar. Hatta, merhamet gösteren site sakinlerine karşı sert tedbirler alırlar.
Dış dünyadan gelecek tehlikelere karşı her türlü tedbirin alındığı site hayatlarına, artık iyice aşina olduk. Her tarafta, yüzde yüz güvenlikli site ilanlarına rastlamak mümkün. Ancak, bu güvenlik meselesi öyle bir hal aldı ki her yerde "korku mimarisi"nin ortaya çıkardığı minyatür şehir devletleri yükseliyor. Ortaçağdaki şehir devletleri, düşmanlara karşı tedbirli olmak için surlarla çevriliydi. Zamanımızda ise aynı şehirdeki gelir düzeyi düşük insanlara karşı surlar yükseliyor. Bilmem bu sitelere hiç girdiniz mi? Birisindeki güvenlik tedbirlerinden o kadar rahatsız oldum ki " Tehlike anında tepeden ninjalar iniyor mu?" diye sordum.
Meselenin vehametini daha iyi anlatabilmek için İstanbul'daki Kemer Country bülteninde yer almış şu cümleyi dikkatinize sunuyorum. “Kemer Country’yi şehirden gelebilecek herhangi bir istila olasılığına karşı korumak için elimizden geleni yapmalıyız.” İstila kelimesi sizin de irkilmenize sebeb oldu mu?
La Zona filmini burada noktalayarak bu sene gösterime giren Elysium'a göz atalım. 2154 yılını anlatan filmde,La Zona'daki mekan ayrışması çok ileri düzeyde. Elitler, Elysium adındaki uzay istasyonunda, yüzde yüz güvenlikli bir hayat sürmektedirler. Burada, her türlü tıbbi imkan varken dünyadaki insanlar fakirlik ve hastalıklar ile perişandır.Elysium'un Savunma Bakanı,dünyadan gelecek her türlü saldırıya karşı vatandaşlarını korumakla görevlidir ve dünyalılarla ilgili tedbirleri yeterli görmemektedir. Yönetimi ikna edemeyince darbe yapmaya karar verir.
Her iki filmde de hayat tarzını korumak adına bir güvenlik putu ve kendi adaletini uygulama adına şiddet var. Halk ve vatandaş farkı var. Bu size bir şey çağrıştırdı mı? Hani, halk plaja hücum edince vatandaş denize giremediydi, hatırladınız mı?
Gelelim "Açlık Oyunları"na. Açlık Oyunları(The Hunger Games), Suzanne Collins tarafından 2008'de yazılan gençlik romanı. Panem'de, oniki bölgede yaşayan halk, zengin ve refah düzeyi çok yüksek Capitol şehri tarafından yönetilmektedir. Açlık Oyunları, her yıl düzenlenen bir tv yarışmasının adıdır. Oniki bölgeden , br kızi biri erkek olmak üzere 12-18 yaş arası gençlerden seçilen 24 yarışmacının, tek kişi kalana kadar birbirini öldürdüğü bir oyundur.
Collins'in ilham kaynağı, televizyon seyrederken bir kanalda reality show; diğer kanalda Irak işgalini görmesi.Romandan iki film yapıldı.Birisi, geçen sene; birisi, bu sene.Üçüncüsü de yapılacak.
La Zona, Elysium ve Açlık Oyunları'nın ortak yönü, yaşam tarzını korumak için sınır tanımayan toklar ve tokların hayatını tehdid eden açlar.
Şimdi de gelelim "Açlık Oyunları"ndan Gezi Parkı çıkarmaya çalışanlara.
Sizce, Gezi Parkı'nda devrim yaparak otoriteyi devirmeye çalışanlar, La Zona ve Elysium filmlerdeki hangi tiplere daha yakın? Güvenlikli hayat tarzlarını korumak adına kendi kanunlarını koyanlara mı yoksa ezilen halka mı? Ya Açlık Oyunları'nın 16 yaşındaki Katnis Everdeen,i kime benziyor? Gezi Parkı'ndaki karnı yok, sırtı pek liseli gençlerle bir alakası var mı?
Dünyanın neresinde görülmüştür karnı tok, sırtı peklerin halk devrimi yaptığı? Yüzde yüz güvenlikli sitelerden tencere-tava seslerinin yükseldiği? Jiplerde korna çalarak eylem yapıldığı? Devrim yaptığını zanneden bu tuzu kuruların, tatil zamanı gelince sahillere giderek beş yıldızlı keyf arasında eyleme destek vermeleri; kendilerine katılmayan sanatçıları afaroz etmeleri, zaman zaman halkdan tepki görmeleri hatta dayak yemeleri , ileride, "komik devrim teşebbüsleri" arasında anılacak.
Açlık Oyunlar'ı misali filmlerden Gezi Parkı çıkarmak isteyenler !
Boşuna beklemeyin. Çünkü Gezi eylemini tokların yaptığını, "Makarna ve kömürle kandırılıyorlar" diye alay ettiğiniz halk çok iyi biliyor. Amacınızın özgürlük değil, yaşam tarzınızı korumak olduğunu çok iyi hissediyor. Siz, La Zona'daki acımasız site sakinleri; siz Elysium'un elitleri ve siz Capitol'ün çılgın zenginlerisiniz. Onlara verilen makarna ve kömürle alay etmeye devam edin. Sandığa gömülünce de koşa koşa parka giderek tok karnınızla "dikdatör devirmece" oynayın.
"V For Vendetta" tutmadı. "Açlık Oyunları"nı tersinden okuyarak hiç tutturamazsınız. Gezi'de, V'nin maskesini takınca kendinizi devrimci sandınız. Şimdi ne olacak? Maske de yok.
Anadolu insanının, "açlık oyunları" ile nasıl oyalandığı konusuna, önümüzdeki yazıda "Açlık Oyunları: Ateşi yakalamak" filmi eşliğinde devam edelim.
"Türkiye’nin kargaşa dolu şu günlerinde, gençlerimiz için gücünü kötülüğe kullanan otoriteye karşı gelmeyi savunan hikayelere ihtiyacımız var."
Bu cümle Beyazperde.com sitesinde, Açlık Oyunları: Ateşi yakalamak filmi için yapılan eleştirinin son cümlesi. Şimdilik, bu cümleyi bir kenara koyarak biraz geriye gidelim.
La zona (Yasak Bölge) 2007 senesinde, sessiz sedasız gösterime giren ve sessiz sedasız seyredilen bir Latin Amerika filmi. Üzerinde, çok tartışılacak bir filmdi oysa. Sınıf ayrılığını,toplumdaki bölünmüşlüğün mekanlara yansımasını ve güvenlikli site tabusunu yerden yere vuruyordu. Konusundan, kısaca bahsedeyim.
Mexico City'de, yüksek duvarlar, tel örgüler ve kameralar ile çevrilmiş bir site. Kameralardan birisi arızalanınca üç fakir genç, tel örgüleri aşarak siteye hırsızlığa girer. Site sakinleri, yaşam tarzlarını tehdid eden bu gençler için kendi adaletlerini, kendi kanunlarını uygulamak adına site içinde sürek avına çıkarlar. Hatta, merhamet gösteren site sakinlerine karşı sert tedbirler alırlar.
Dış dünyadan gelecek tehlikelere karşı her türlü tedbirin alındığı site hayatlarına, artık iyice aşina olduk. Her tarafta, yüzde yüz güvenlikli site ilanlarına rastlamak mümkün. Ancak, bu güvenlik meselesi öyle bir hal aldı ki her yerde "korku mimarisi"nin ortaya çıkardığı minyatür şehir devletleri yükseliyor. Ortaçağdaki şehir devletleri, düşmanlara karşı tedbirli olmak için surlarla çevriliydi. Zamanımızda ise aynı şehirdeki gelir düzeyi düşük insanlara karşı surlar yükseliyor. Bilmem bu sitelere hiç girdiniz mi? Birisindeki güvenlik tedbirlerinden o kadar rahatsız oldum ki " Tehlike anında tepeden ninjalar iniyor mu?" diye sordum.
Meselenin vehametini daha iyi anlatabilmek için İstanbul'daki Kemer Country bülteninde yer almış şu cümleyi dikkatinize sunuyorum. “Kemer Country’yi şehirden gelebilecek herhangi bir istila olasılığına karşı korumak için elimizden geleni yapmalıyız.” İstila kelimesi sizin de irkilmenize sebeb oldu mu?
La Zona filmini burada noktalayarak bu sene gösterime giren Elysium'a göz atalım. 2154 yılını anlatan filmde,La Zona'daki mekan ayrışması çok ileri düzeyde. Elitler, Elysium adındaki uzay istasyonunda, yüzde yüz güvenlikli bir hayat sürmektedirler. Burada, her türlü tıbbi imkan varken dünyadaki insanlar fakirlik ve hastalıklar ile perişandır.Elysium'un Savunma Bakanı,dünyadan gelecek her türlü saldırıya karşı vatandaşlarını korumakla görevlidir ve dünyalılarla ilgili tedbirleri yeterli görmemektedir. Yönetimi ikna edemeyince darbe yapmaya karar verir.
Her iki filmde de hayat tarzını korumak adına bir güvenlik putu ve kendi adaletini uygulama adına şiddet var. Halk ve vatandaş farkı var. Bu size bir şey çağrıştırdı mı? Hani, halk plaja hücum edince vatandaş denize giremediydi, hatırladınız mı?
Gelelim "Açlık Oyunları"na. Açlık Oyunları(The Hunger Games), Suzanne Collins tarafından 2008'de yazılan gençlik romanı. Panem'de, oniki bölgede yaşayan halk, zengin ve refah düzeyi çok yüksek Capitol şehri tarafından yönetilmektedir. Açlık Oyunları, her yıl düzenlenen bir tv yarışmasının adıdır. Oniki bölgeden , br kızi biri erkek olmak üzere 12-18 yaş arası gençlerden seçilen 24 yarışmacının, tek kişi kalana kadar birbirini öldürdüğü bir oyundur.
Collins'in ilham kaynağı, televizyon seyrederken bir kanalda reality show; diğer kanalda Irak işgalini görmesi.Romandan iki film yapıldı.Birisi, geçen sene; birisi, bu sene.Üçüncüsü de yapılacak.
La Zona, Elysium ve Açlık Oyunları'nın ortak yönü, yaşam tarzını korumak için sınır tanımayan toklar ve tokların hayatını tehdid eden açlar.
Şimdi de gelelim "Açlık Oyunları"ndan Gezi Parkı çıkarmaya çalışanlara.
Sizce, Gezi Parkı'nda devrim yaparak otoriteyi devirmeye çalışanlar, La Zona ve Elysium filmlerdeki hangi tiplere daha yakın? Güvenlikli hayat tarzlarını korumak adına kendi kanunlarını koyanlara mı yoksa ezilen halka mı? Ya Açlık Oyunları'nın 16 yaşındaki Katnis Everdeen,i kime benziyor? Gezi Parkı'ndaki karnı yok, sırtı pek liseli gençlerle bir alakası var mı?
Dünyanın neresinde görülmüştür karnı tok, sırtı peklerin halk devrimi yaptığı? Yüzde yüz güvenlikli sitelerden tencere-tava seslerinin yükseldiği? Jiplerde korna çalarak eylem yapıldığı? Devrim yaptığını zanneden bu tuzu kuruların, tatil zamanı gelince sahillere giderek beş yıldızlı keyf arasında eyleme destek vermeleri; kendilerine katılmayan sanatçıları afaroz etmeleri, zaman zaman halkdan tepki görmeleri hatta dayak yemeleri , ileride, "komik devrim teşebbüsleri" arasında anılacak.
Açlık Oyunlar'ı misali filmlerden Gezi Parkı çıkarmak isteyenler !
Boşuna beklemeyin. Çünkü Gezi eylemini tokların yaptığını, "Makarna ve kömürle kandırılıyorlar" diye alay ettiğiniz halk çok iyi biliyor. Amacınızın özgürlük değil, yaşam tarzınızı korumak olduğunu çok iyi hissediyor. Siz, La Zona'daki acımasız site sakinleri; siz Elysium'un elitleri ve siz Capitol'ün çılgın zenginlerisiniz. Onlara verilen makarna ve kömürle alay etmeye devam edin. Sandığa gömülünce de koşa koşa parka giderek tok karnınızla "dikdatör devirmece" oynayın.
"V For Vendetta" tutmadı. "Açlık Oyunları"nı tersinden okuyarak hiç tutturamazsınız. Gezi'de, V'nin maskesini takınca kendinizi devrimci sandınız. Şimdi ne olacak? Maske de yok.
Anadolu insanının, "açlık oyunları" ile nasıl oyalandığı konusuna, önümüzdeki yazıda "Açlık Oyunları: Ateşi yakalamak" filmi eşliğinde devam edelim.
8 Aralık 2013 Pazar
Yürüyün arkadaşlar
Yürüyün arkadaşlar!
Bizler yıllarca içe dönük yaşadığımız için kurgulanan ve kusursuzca sahnelenen oyunları göremedik! Her defasında atladık ve çok acı çektik!
Akıllı devlet; senaryoları bilen, ön alan ve kıvrak bel hareketleriyle bunu sonuçsuz bırakan devlettir! Hedefe konulan ülke ancak böyle korunur!
Eğer siz daha akıllı iseniz oyunu okuyup karşı atakla rakibi diz çöktürür, ülkeyi büyütürsünüz! Dünya tarihi bu mücadelenin adıdır!
Kim güçlüyse ipi eline almış, figüranları, kuklaları bulmakta hiç zorlanmamıştır!
Osmanlı da böyleydi!
Muazzam bir akılla rakiplerini alt etmeyi bildi! Sonra? Sonrası malum!
YIKIM! İçeriden çürümeye başlayan yapı, vücuda verilen ırkçılık milliyetcilik virüsüne çok dayanamadı! YENİ DÜNYA DÜZENİNİN kurulması için İSLAM adına söz söyleyen en büyük yapının yıkılması gerekiyordu! Öyle de oldu!
Ama ne biz, ne de bizden öncekiler bu teşhisi koyamadı!
Ne Osmanlı'yı yıkan güçleri, ne de amaçlarını anlayamadı!
Geri gidelim...
Kralların, padişahların, büyük imparatorlukların zamanı dolmuştu!
Ulus devlet akımı başladı. Aslında bu BARONLARIN devletler üzerinde etkili kılınmaya başladığı dönemdi! İlk denemelerden biri de şimdi dünyanın timsah gözyaşları döktüğü GÜNEY AFRİKA'ydı!
Mandela'ya gelmeden önce biraz daha geçmişe dönelim!
Afrika çıkarması olmadan BÜYÜK BARON Rothschildler önce Avrupa'yı ele geçirdi!
5 oğuldan Amschel Mayer Frankfurt'ta kaldı. Solomon Mayer Viyana'ya, Karl Mayer Napoli'ye, James Jacob Mayer Paris'e ve Nathan Mayer de Londra'ya yerleşti!
Dağılımın ne kadar akıllıca yapıldığı daha sonra anlaşılacaktı!
Viyana'ya giden Salomon Mayer, Habsburg hükümet bankacılığında TEK ADAM olmayı başardı. Oğlu Anselm Salomon ise Viyana'daki 5 büyük Yahudi ailesi olan Arnstein, Eskeles, Geymuller, Stein ve Sina tarafından paylaşılan banka sistemini ele geçirdi!
Karl Mayer ise İtalya'nın en önde gelen bankeri oldu.
Sardunya, Sicilya, Napoli ve PAPA DEVLETİNE yani VATİKAN'a büyük miktarlarda borç verdi. Bütün oğulları aile üyeleriyle evlendi... Görülmese de İtalya çoktan düşmüştü!
James Jacob Mayer ise Paris'e gitti ve Rothschild Frères şirketini kurdu. Fransa'daki Yahudilerle sıcak ilişkiler içindeydi. İlişki yönetimi sayesinde, Fransa'yı İngiltere'yle birlikte Rothschildler'in en önemli kalesi durumuna getirdi. "Eğer Rothschild isterse Fransa'nın kralı olabilir" sözü kulaktan kulağa fısıldandı! Sadece Paris'teki bankaların gücü 350 milyon FRANK iken Mayer'in cebinde 600 milyon FRANK vardı ve miktarın çok daha fazla olduğu konuşuluyordu!
İngiltere'ye karargah kuran Nathan Mayer ise Hannah Barent Cohen ile evlendi. Bu ilişki onu İngiltere'nin Sefarad cemaatine de dahil etti.
Nathan Mayer, Waterloo'daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi...
Londra Borsası'na koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük karla satarak bir gecede inanılmaz servet elde etti. İstihbarat ve manipülasyon ailenin en sevdiği işlerin başında geliyordu!
HABERLEŞME olmazsa olmazlarıydı!
Bu nedenle İLETİŞİM hala onların tekelindedir! BÖCEK bunların akıl ettiği bir haber elemanıydı!
İşte bu görünmeyen imparatorluğun üyeleri BAŞKA kıtaya, Güney Afrika ile atladılar!
Mandela'nın ülkesini ele geçiren ilk güç BOERLER'di!
Hollandalı aile zenginliğin kendilerine kalamayacağını kısa zaman sonra öğrendi!
Rothschildler, 400 bin İngiliz askerini, 30 bin kişilik köylü birliğinin üzerine gönderdi! Savaşı başlatan Rothschild'in ajanı Lord Alfred Milner idi. Milner'a bir başka Rothschild ajanı Cecil Rhodes da yardım etti.
Rothschildler'in Güney Afrika'daki temsilcisi Cecil Rhodes, The Rothschild Bank'ın büyük desteği ile dünyanın en zengin elmas madenlerini 1887'de ele geçirdi. Burada RODEZYA diye kendi adına devlet bile kurdu! De Beers firması bu yıllarda meydana geldi. De Beers, Anglo American Corp. ve Rio Tinto gibi AKRABA üç firma şimdi ELMAS'ın ağababalarıdır!
Bu operasyondan sonra OSMANLI'nın ayakta kalamayacağına karar verildi! Musevi aileler ve İngilizler hemfikirdi! Osmanlı dağıtılacak, zengin petrol yatakları kabileler halinde yaşayan ARAPLAR'ın elinden alınacaktı!
Önlerindeki tek engel OSMANLI aklı ve ekolüydü! Bu nedenle MASONLARLA yani KRALLARIN, PADİŞAHLARIN tahtını alttan kemiren güçlerle girdiler! Artık dünya, SULTANLARIN aklının karşısına THINK THANK kuruluşlarıyla çıkıyordu! Vakıflar, dernekler gizliden gizliye örgütlenip ÇEVRELEME operasyonu yapıyordu!
Bütün bu operasyonlarda yani hem Osmanlı'da hem Cumhuriyet'te kullanılan AYDINLAR oluyordu!
Israrla BATI'ya gitmek isteyen arkadaşlar memleketi şamar oğlanına çeviriyordu! Bunun adı da MODERNLEŞMEYDİ!
Bakın o gün bugün MUSEVİ ailelerin istekleri hala "AYDINLIK" olarak algılanır!
CHP de bilmeden anlamadan bunun bayrağını taşır! 200 yıldır "BATI" diye ayağa kalkanlar ülkeyi bitirenlerdir!
Kimliğimizi, tarihimizi, dinimizi, kendimizi unutturanlardır!
OYUN BUDUR!
Bakın şimdi CHP, bu ailelerin MUTEMEDİ olan KEMAL DERVİŞ'i getirip Türk ekonomisini masaya yatırmaya başladı! 41 önemli adam Türkiye'yi konuşacak! Ama içlerinde gerçekte TÜRK'ü düşünen yok!
Çelişki bu!
BARONLARIN adamı DERVİŞ gizli gücün karşısında bir şey söyleyemez!
Hem ülkede işler tıkır tıkır işliyorken ne söyleyecek ki!
Israrla İSTİKRAR vurgusu yapmaları bir türlü hayata geçiremedikleri EKONOMİK KRİZ için son şanslarını kullanacakları anlamına mı geliyor?
Tek yapmanız gereken OYUNCULARI tanımak!
CHP'nin kimlerle oturup kalktığı apaçık ortada!
100 yıl önce başlatılan Yeni Dünya Düzeni şimdi yerini yenisine bırakıyor!
İslam adına söz söylememesi için çökertilen Osmanlı'nın torunları son sözü söylemek için geliyor!
Mandela mı?
O da Prens Charles, David Cameron, Ed Miliband, Tony Blair, Papa Francis gibi onlarca ünlü isim tarafından son yolculuğuna uğurlanıyor! Eski düzen başladığı yerde yıkılıyor!
Bu da Allah'ın planı!
Ergün Diler
Bizler yıllarca içe dönük yaşadığımız için kurgulanan ve kusursuzca sahnelenen oyunları göremedik! Her defasında atladık ve çok acı çektik!
Akıllı devlet; senaryoları bilen, ön alan ve kıvrak bel hareketleriyle bunu sonuçsuz bırakan devlettir! Hedefe konulan ülke ancak böyle korunur!
Eğer siz daha akıllı iseniz oyunu okuyup karşı atakla rakibi diz çöktürür, ülkeyi büyütürsünüz! Dünya tarihi bu mücadelenin adıdır!
Kim güçlüyse ipi eline almış, figüranları, kuklaları bulmakta hiç zorlanmamıştır!
Osmanlı da böyleydi!
Muazzam bir akılla rakiplerini alt etmeyi bildi! Sonra? Sonrası malum!
YIKIM! İçeriden çürümeye başlayan yapı, vücuda verilen ırkçılık milliyetcilik virüsüne çok dayanamadı! YENİ DÜNYA DÜZENİNİN kurulması için İSLAM adına söz söyleyen en büyük yapının yıkılması gerekiyordu! Öyle de oldu!
Ama ne biz, ne de bizden öncekiler bu teşhisi koyamadı!
Ne Osmanlı'yı yıkan güçleri, ne de amaçlarını anlayamadı!
Geri gidelim...
Kralların, padişahların, büyük imparatorlukların zamanı dolmuştu!
Ulus devlet akımı başladı. Aslında bu BARONLARIN devletler üzerinde etkili kılınmaya başladığı dönemdi! İlk denemelerden biri de şimdi dünyanın timsah gözyaşları döktüğü GÜNEY AFRİKA'ydı!
Mandela'ya gelmeden önce biraz daha geçmişe dönelim!
Afrika çıkarması olmadan BÜYÜK BARON Rothschildler önce Avrupa'yı ele geçirdi!
5 oğuldan Amschel Mayer Frankfurt'ta kaldı. Solomon Mayer Viyana'ya, Karl Mayer Napoli'ye, James Jacob Mayer Paris'e ve Nathan Mayer de Londra'ya yerleşti!
Dağılımın ne kadar akıllıca yapıldığı daha sonra anlaşılacaktı!
Viyana'ya giden Salomon Mayer, Habsburg hükümet bankacılığında TEK ADAM olmayı başardı. Oğlu Anselm Salomon ise Viyana'daki 5 büyük Yahudi ailesi olan Arnstein, Eskeles, Geymuller, Stein ve Sina tarafından paylaşılan banka sistemini ele geçirdi!
Karl Mayer ise İtalya'nın en önde gelen bankeri oldu.
Sardunya, Sicilya, Napoli ve PAPA DEVLETİNE yani VATİKAN'a büyük miktarlarda borç verdi. Bütün oğulları aile üyeleriyle evlendi... Görülmese de İtalya çoktan düşmüştü!
James Jacob Mayer ise Paris'e gitti ve Rothschild Frères şirketini kurdu. Fransa'daki Yahudilerle sıcak ilişkiler içindeydi. İlişki yönetimi sayesinde, Fransa'yı İngiltere'yle birlikte Rothschildler'in en önemli kalesi durumuna getirdi. "Eğer Rothschild isterse Fransa'nın kralı olabilir" sözü kulaktan kulağa fısıldandı! Sadece Paris'teki bankaların gücü 350 milyon FRANK iken Mayer'in cebinde 600 milyon FRANK vardı ve miktarın çok daha fazla olduğu konuşuluyordu!
İngiltere'ye karargah kuran Nathan Mayer ise Hannah Barent Cohen ile evlendi. Bu ilişki onu İngiltere'nin Sefarad cemaatine de dahil etti.
Nathan Mayer, Waterloo'daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi...
Londra Borsası'na koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük karla satarak bir gecede inanılmaz servet elde etti. İstihbarat ve manipülasyon ailenin en sevdiği işlerin başında geliyordu!
HABERLEŞME olmazsa olmazlarıydı!
Bu nedenle İLETİŞİM hala onların tekelindedir! BÖCEK bunların akıl ettiği bir haber elemanıydı!
İşte bu görünmeyen imparatorluğun üyeleri BAŞKA kıtaya, Güney Afrika ile atladılar!
Mandela'nın ülkesini ele geçiren ilk güç BOERLER'di!
Hollandalı aile zenginliğin kendilerine kalamayacağını kısa zaman sonra öğrendi!
Rothschildler, 400 bin İngiliz askerini, 30 bin kişilik köylü birliğinin üzerine gönderdi! Savaşı başlatan Rothschild'in ajanı Lord Alfred Milner idi. Milner'a bir başka Rothschild ajanı Cecil Rhodes da yardım etti.
Rothschildler'in Güney Afrika'daki temsilcisi Cecil Rhodes, The Rothschild Bank'ın büyük desteği ile dünyanın en zengin elmas madenlerini 1887'de ele geçirdi. Burada RODEZYA diye kendi adına devlet bile kurdu! De Beers firması bu yıllarda meydana geldi. De Beers, Anglo American Corp. ve Rio Tinto gibi AKRABA üç firma şimdi ELMAS'ın ağababalarıdır!
Bu operasyondan sonra OSMANLI'nın ayakta kalamayacağına karar verildi! Musevi aileler ve İngilizler hemfikirdi! Osmanlı dağıtılacak, zengin petrol yatakları kabileler halinde yaşayan ARAPLAR'ın elinden alınacaktı!
Önlerindeki tek engel OSMANLI aklı ve ekolüydü! Bu nedenle MASONLARLA yani KRALLARIN, PADİŞAHLARIN tahtını alttan kemiren güçlerle girdiler! Artık dünya, SULTANLARIN aklının karşısına THINK THANK kuruluşlarıyla çıkıyordu! Vakıflar, dernekler gizliden gizliye örgütlenip ÇEVRELEME operasyonu yapıyordu!
Bütün bu operasyonlarda yani hem Osmanlı'da hem Cumhuriyet'te kullanılan AYDINLAR oluyordu!
Israrla BATI'ya gitmek isteyen arkadaşlar memleketi şamar oğlanına çeviriyordu! Bunun adı da MODERNLEŞMEYDİ!
Bakın o gün bugün MUSEVİ ailelerin istekleri hala "AYDINLIK" olarak algılanır!
CHP de bilmeden anlamadan bunun bayrağını taşır! 200 yıldır "BATI" diye ayağa kalkanlar ülkeyi bitirenlerdir!
Kimliğimizi, tarihimizi, dinimizi, kendimizi unutturanlardır!
OYUN BUDUR!
Bakın şimdi CHP, bu ailelerin MUTEMEDİ olan KEMAL DERVİŞ'i getirip Türk ekonomisini masaya yatırmaya başladı! 41 önemli adam Türkiye'yi konuşacak! Ama içlerinde gerçekte TÜRK'ü düşünen yok!
Çelişki bu!
BARONLARIN adamı DERVİŞ gizli gücün karşısında bir şey söyleyemez!
Hem ülkede işler tıkır tıkır işliyorken ne söyleyecek ki!
Israrla İSTİKRAR vurgusu yapmaları bir türlü hayata geçiremedikleri EKONOMİK KRİZ için son şanslarını kullanacakları anlamına mı geliyor?
Tek yapmanız gereken OYUNCULARI tanımak!
CHP'nin kimlerle oturup kalktığı apaçık ortada!
100 yıl önce başlatılan Yeni Dünya Düzeni şimdi yerini yenisine bırakıyor!
İslam adına söz söylememesi için çökertilen Osmanlı'nın torunları son sözü söylemek için geliyor!
Mandela mı?
O da Prens Charles, David Cameron, Ed Miliband, Tony Blair, Papa Francis gibi onlarca ünlü isim tarafından son yolculuğuna uğurlanıyor! Eski düzen başladığı yerde yıkılıyor!
Bu da Allah'ın planı!
Ergün Diler
son mektup: "İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz.
İskilipli Atıf Hoca'nın eşine idamından 40 gün kadar önce yazdığı son mektup:
"İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz. Size bir sepet elma gönderdim." diyor.
Bir paşa öldürdü, İstiklal Mahkemesi'ne başkan oldu!
Gazetelerde bir haber: "Hatay'ı Fransızlardan 7 milyon franga satın aldık." Haydi bakalım gelsin yorumlar: "Vay canına, demek ki yakın tarih bilgilerimiz külliyen yalanmış. Biz de Hatay'ı bileğimizin hakkıyla kurtardığımızı zannediyorduk. Meğer neymiş?" Körlerin fili tarifinden farkı yok bunun. Eline 'belge' geçiren ortalığa fırlayıp basıyor manşeti. Gerçek kimin umurunda? Ama gerçeğin birilerinin umurunda olması lazım. Jose Saramago'nun "Körlük" adlı romanındaki gibi çoğunluğun kör olduğu bir yerde birilerinin gördüklerini söylemesi şart.. Hadi ben dahasını söyleyeyim: Fransızlara verdiğimiz para 7 milyon frank değil, tam 35 milyon franktı!
Ancak kimse Fransa'ya verilen bu paranın mahiyetini sormuyor.
Ben sordum. 'Hatay uzmanı' denilince akla ilk gelen isim olan Mehmet Tekin, Fransa'ya üç taksitte ödenen 35 milyon frangın Hatay'ın satış bedeli olmadığını, bunun oradaki Fransız yatırım ve tesislerinin karşılığı olarak ödendiğini söyledi. Tekin'e göre ilk taksitte 3 milyon frank ödenmiş, arkasında 25 milyon franklık bir ödeme gerçekleştirilmiş. Son taksit 7 milyon franktır ki, gazetecimizin bulduğu belge de bununla ilgilidir.
Türkiye'de tarih neden bu kadar gazetelere düşüyor? Tarihçiler arasındaki teknik bir tartışma olarak kalması gerekirken, neredeyse bütün kamuoyunun tarihî konularla bu denli ilgili olması tuhaf gerçekten de.
Bunun açıklamasını ben tarihin yıllarca bastırılmasında görüyorum. Kemalist tarihin efendi anlatı olarak topluma dayatıldığı uzun bir tek eksenli tarih eğitiminden günün birinde nasıl olsa çıkacaktık. Bu çıkış, 1950'lerde ümit verici gelişmeler gösterdi. Yasak olan hatırat yayınlamak serbest hale geldi. Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk'ün en yakın arkadaşlarından biri bile "Milli Mücadele Hâtıraları"nı ancak Demokrat Parti döneminde yayınlatabildi. Turgut Özal döneminde beliren rahatlama ikinci adım oldu. 28 Şubat postmodern darbesi Kemalist (yoksa "Kamalist" mi demeliydik?) tarihi diriltmeye yönelik son çabalayıştı.
Artık Post-Kemalist dönem başlamıştır ve bu dönemin en çarpıcı simgesi, Dersim katliamının kamuoyunun önüne serilmesi ve gözlerin Tek Parti döneminin karanlıklarını daha iyi görmeye başlamasıdır.
Yaşadığımız olay, "bastırılanın geri dönüşü"dür ve bu sürecin henüz başlarında bulunuyoruz. Arkası gelecek. Birilerinin korkuları bundandır. Bu süreçte İstiklal Mahkemesi'nin başına cinayet işleyen birinin getirildiğini de tartışarak öğreneceğiz.
Meclis'te cümle alemin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran, bunu da mahkemede itiraf eden ama nasılsa beraat ettirilen Kel Ali, sadece bir yıl sonra İstiklal Mahkemesi'ne üstelik "Başkan" atanmıştı. Katillerin hakimlik yaptığı bir dönemdi o.
İşte o sözde hâkimin torunu Osman Paksüt tartışmalar üzerine bir açıklama yapmış: Güya İskilipli Atıf Hoca şapka kanununa muhalefetten değil de, vaktiyle Teali-i İslam Cemiyeti'nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhtarı beyannameye imza attığı için idam edilmiş.
Hukuk, delil demektir. Açarsınız en önemli hukukî belgeler olan iddianame ve kararı, görürsünüz neden idam edildiğini. Diyeceksiniz ki, İstiklal Mahkemeleri'nin arşivi henüz açılmadı. Evet, henüz açılmadı ama bundan 18 yıl önce, 1993'te İşaret Yayınları İstiklal Mahkemesi tutanaklarını bastırdı. Hem de Osmanlıca orijinaliyle birlikte.
İskilipli Atıf Hoca mahkeme sırasında Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya (hani şu Afyon'da heykeli yapılan 'kahraman') ve diğer heyet üyelerinin yönelttiği suçlamaları sırasıyla çürütürken, laf dönüp dolaşıp Teali-i İslam Cemiyeti'nin bildirisine geliyor. Atıf Hoca bildiriyi imzalamadığını ve imzalayan arkadaşlarını ikna etmek için nasıl çaba sarf ettiğini anlatırken, kendisinden bunu ispat etmesi isteniyor. O da belgeyi sunuyor. "Vakit" gazetesinin 1034. sayısında yayınlanmış bir tekzibname, yani yalanlama haberi. İskilipli, bu kesin delille mahkeme heyetinin iddiasını çürütmüş oluyor.
Hoca'ya illa bir suç yakıştırmak isteyen mahkeme heyeti ne yapıyor biliyor musunuz? Onu salondan attırıyor! Başkanın şu sözleri gayet manidardır: "Sus! Bizi çileden çıkarma!"
İşte İstiklal Mahkemesi'nin adaleti... Bir de karar metnine bakmaya ne dersiniz?
Kararda Atıf Efendi'nin TC'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve irticaya teşvik etmek kastıyla 1924 sonlarında "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı kitabı yayınladığı, 1925 tarihli Şapka kanunundan sonra isyan çıkan bölgelerdeki aramalarda kitabın bulunduğu ve eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve isyanın çıkışında etkili olduğu belirtildikten, yani asıl suçlama şapka üzerinden yapıldıktan sonra buna 'zoraki bir yorum' ekleniyor.
Bu yorumda Hoca'nın daha 1909'dan itibaren karıştığı olaylar zikrediliyor ve inkâr etmesine rağmen bildiride imzası olduğu iddia ediliyor ama bundan dolayı suçlanmıyor. Bu husus, şapka hakkındaki kitabından dolayı suçlandıktan sonra onun zaten eskiden de bu işlere müsait bir şahıs olduğu iddiasını destekleyici bir yorum şeklinde karşımıza çıkıyor
Nitekim idam cezası, TCK'nun 55. maddesi gereğince anayasayı tamamen veya kısmen değiştirmeye cebren teşebbüsten veriliyor (s. 291). Anayasayı değiştirecek ne gibi bir eylemde bulunduğu meselesi bir yana (altı üstü bir kitap yazmıştır), kararda Atıf Hoca için vatana ihanetten bahsedilmemesi de idamın doğrudan doğruya kitabının şapkayı protesto edenleri, onların deyişiyle irticayı tahrik ettiğinden dolayı verildiğini ortaya koymakta. Asıl vatana ihanet suçlaması Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca için yapılmıştır ve karar metni dikkatle okunmadığı için birbirine karıştırılmıştır.
Zaten beraber asıldıkları merhum Ali Rıza Hoca ile Atıf Efendi'yi kader adeta birbirine bağlamıştır. Mesela kendisi de aynı mahkemede yargılanan Tahirü'l-Mevlevi'nin tanıklığından anlıyoruz ki, rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) gören ve savunmasını onun uyarısı üzerine yapmayan kişi Ali Rıza Hoca olduğu halde, bu tavır İskilipli Atıf Hoca'ya yakıştırılagelmiştir.
3 Şubat 1926 sabahı Ankara'da, Meclis'in önünden geçenler dilini yutmuş bir kalabalığa rastlayacak ve merak edip baktıklarında beyazlar içindeki iki cesedin sehpalarda sallandığını göreceklerdi. Uzun boylusunun Atıf Hoca olduğunu sadece bilenler bilecekti.
Mustafa Armağan
"İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz. Size bir sepet elma gönderdim." diyor.
Bir paşa öldürdü, İstiklal Mahkemesi'ne başkan oldu!
Gazetelerde bir haber: "Hatay'ı Fransızlardan 7 milyon franga satın aldık." Haydi bakalım gelsin yorumlar: "Vay canına, demek ki yakın tarih bilgilerimiz külliyen yalanmış. Biz de Hatay'ı bileğimizin hakkıyla kurtardığımızı zannediyorduk. Meğer neymiş?" Körlerin fili tarifinden farkı yok bunun. Eline 'belge' geçiren ortalığa fırlayıp basıyor manşeti. Gerçek kimin umurunda? Ama gerçeğin birilerinin umurunda olması lazım. Jose Saramago'nun "Körlük" adlı romanındaki gibi çoğunluğun kör olduğu bir yerde birilerinin gördüklerini söylemesi şart.. Hadi ben dahasını söyleyeyim: Fransızlara verdiğimiz para 7 milyon frank değil, tam 35 milyon franktı!
Ancak kimse Fransa'ya verilen bu paranın mahiyetini sormuyor.
Ben sordum. 'Hatay uzmanı' denilince akla ilk gelen isim olan Mehmet Tekin, Fransa'ya üç taksitte ödenen 35 milyon frangın Hatay'ın satış bedeli olmadığını, bunun oradaki Fransız yatırım ve tesislerinin karşılığı olarak ödendiğini söyledi. Tekin'e göre ilk taksitte 3 milyon frank ödenmiş, arkasında 25 milyon franklık bir ödeme gerçekleştirilmiş. Son taksit 7 milyon franktır ki, gazetecimizin bulduğu belge de bununla ilgilidir.
Türkiye'de tarih neden bu kadar gazetelere düşüyor? Tarihçiler arasındaki teknik bir tartışma olarak kalması gerekirken, neredeyse bütün kamuoyunun tarihî konularla bu denli ilgili olması tuhaf gerçekten de.
Bunun açıklamasını ben tarihin yıllarca bastırılmasında görüyorum. Kemalist tarihin efendi anlatı olarak topluma dayatıldığı uzun bir tek eksenli tarih eğitiminden günün birinde nasıl olsa çıkacaktık. Bu çıkış, 1950'lerde ümit verici gelişmeler gösterdi. Yasak olan hatırat yayınlamak serbest hale geldi. Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk'ün en yakın arkadaşlarından biri bile "Milli Mücadele Hâtıraları"nı ancak Demokrat Parti döneminde yayınlatabildi. Turgut Özal döneminde beliren rahatlama ikinci adım oldu. 28 Şubat postmodern darbesi Kemalist (yoksa "Kamalist" mi demeliydik?) tarihi diriltmeye yönelik son çabalayıştı.
Artık Post-Kemalist dönem başlamıştır ve bu dönemin en çarpıcı simgesi, Dersim katliamının kamuoyunun önüne serilmesi ve gözlerin Tek Parti döneminin karanlıklarını daha iyi görmeye başlamasıdır.
Yaşadığımız olay, "bastırılanın geri dönüşü"dür ve bu sürecin henüz başlarında bulunuyoruz. Arkası gelecek. Birilerinin korkuları bundandır. Bu süreçte İstiklal Mahkemesi'nin başına cinayet işleyen birinin getirildiğini de tartışarak öğreneceğiz.
Meclis'te cümle alemin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran, bunu da mahkemede itiraf eden ama nasılsa beraat ettirilen Kel Ali, sadece bir yıl sonra İstiklal Mahkemesi'ne üstelik "Başkan" atanmıştı. Katillerin hakimlik yaptığı bir dönemdi o.
İşte o sözde hâkimin torunu Osman Paksüt tartışmalar üzerine bir açıklama yapmış: Güya İskilipli Atıf Hoca şapka kanununa muhalefetten değil de, vaktiyle Teali-i İslam Cemiyeti'nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhtarı beyannameye imza attığı için idam edilmiş.
Hukuk, delil demektir. Açarsınız en önemli hukukî belgeler olan iddianame ve kararı, görürsünüz neden idam edildiğini. Diyeceksiniz ki, İstiklal Mahkemeleri'nin arşivi henüz açılmadı. Evet, henüz açılmadı ama bundan 18 yıl önce, 1993'te İşaret Yayınları İstiklal Mahkemesi tutanaklarını bastırdı. Hem de Osmanlıca orijinaliyle birlikte.
İskilipli Atıf Hoca mahkeme sırasında Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya (hani şu Afyon'da heykeli yapılan 'kahraman') ve diğer heyet üyelerinin yönelttiği suçlamaları sırasıyla çürütürken, laf dönüp dolaşıp Teali-i İslam Cemiyeti'nin bildirisine geliyor. Atıf Hoca bildiriyi imzalamadığını ve imzalayan arkadaşlarını ikna etmek için nasıl çaba sarf ettiğini anlatırken, kendisinden bunu ispat etmesi isteniyor. O da belgeyi sunuyor. "Vakit" gazetesinin 1034. sayısında yayınlanmış bir tekzibname, yani yalanlama haberi. İskilipli, bu kesin delille mahkeme heyetinin iddiasını çürütmüş oluyor.
Hoca'ya illa bir suç yakıştırmak isteyen mahkeme heyeti ne yapıyor biliyor musunuz? Onu salondan attırıyor! Başkanın şu sözleri gayet manidardır: "Sus! Bizi çileden çıkarma!"
İşte İstiklal Mahkemesi'nin adaleti... Bir de karar metnine bakmaya ne dersiniz?
Kararda Atıf Efendi'nin TC'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve irticaya teşvik etmek kastıyla 1924 sonlarında "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı kitabı yayınladığı, 1925 tarihli Şapka kanunundan sonra isyan çıkan bölgelerdeki aramalarda kitabın bulunduğu ve eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve isyanın çıkışında etkili olduğu belirtildikten, yani asıl suçlama şapka üzerinden yapıldıktan sonra buna 'zoraki bir yorum' ekleniyor.
Bu yorumda Hoca'nın daha 1909'dan itibaren karıştığı olaylar zikrediliyor ve inkâr etmesine rağmen bildiride imzası olduğu iddia ediliyor ama bundan dolayı suçlanmıyor. Bu husus, şapka hakkındaki kitabından dolayı suçlandıktan sonra onun zaten eskiden de bu işlere müsait bir şahıs olduğu iddiasını destekleyici bir yorum şeklinde karşımıza çıkıyor
Nitekim idam cezası, TCK'nun 55. maddesi gereğince anayasayı tamamen veya kısmen değiştirmeye cebren teşebbüsten veriliyor (s. 291). Anayasayı değiştirecek ne gibi bir eylemde bulunduğu meselesi bir yana (altı üstü bir kitap yazmıştır), kararda Atıf Hoca için vatana ihanetten bahsedilmemesi de idamın doğrudan doğruya kitabının şapkayı protesto edenleri, onların deyişiyle irticayı tahrik ettiğinden dolayı verildiğini ortaya koymakta. Asıl vatana ihanet suçlaması Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca için yapılmıştır ve karar metni dikkatle okunmadığı için birbirine karıştırılmıştır.
Zaten beraber asıldıkları merhum Ali Rıza Hoca ile Atıf Efendi'yi kader adeta birbirine bağlamıştır. Mesela kendisi de aynı mahkemede yargılanan Tahirü'l-Mevlevi'nin tanıklığından anlıyoruz ki, rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) gören ve savunmasını onun uyarısı üzerine yapmayan kişi Ali Rıza Hoca olduğu halde, bu tavır İskilipli Atıf Hoca'ya yakıştırılagelmiştir.
3 Şubat 1926 sabahı Ankara'da, Meclis'in önünden geçenler dilini yutmuş bir kalabalığa rastlayacak ve merak edip baktıklarında beyazlar içindeki iki cesedin sehpalarda sallandığını göreceklerdi. Uzun boylusunun Atıf Hoca olduğunu sadece bilenler bilecekti.
Mustafa Armağan
İskilipli Atıf Hoca'nın eşine idamından 40 gün kadar önce yazdığı son mektup: "İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz. Size bir sepet elma gönderdim." diyor. |
İmam Nevevi 50 Hadis
Yeni yazı dizisi Her gün Beş Hadis
Bölüm -6
عن أبي هريرة رضي الله عنه ، قال : قال رسول الله صلي الله عليه وسلم : ( كل سلامي من الناس عليه صدقة كل يوم تطلع فيه الشمس تعدل بين اثنين صدقة ، وتعين الرجل فى دابته فتحمله عليها أو ترفع له عليها متاعة صدقة ، والكلمة الطيبة صدقة ، وبكل خطوة تمشيها إلي الصلاة صدقة ، وتميط الأذي عن الطريق صدقة ).
رواه البخاري [ رقم : 2989 ] ، ومسلم [ رقم : 1009 ].
Nevvas b. Sem’an (ra) Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor. Birr, ahlâk güzeliğidir. Günah ise, nefisde iz bırakan ve insanların bilmesini sevmediği şeydir.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Vabisa b. Ma'bed'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben, Resulullah'a geldim, bana: Sen Birr'in ne olduğunu sormaya mı geldin? dedi. Ben, evet dedim. Rasulullah (sav): Kalbine danış. Birr (iyilik) nefsin kendisinde huzur bulduğu, kalbin kendisinde tatmin olduğu şeydir. Günah da, insanlar fetva verseler bile nefisde iz bırakan ve kalbde tereddüt meydana getirendir.
Bu Hasen hadisi biz Ahmed b. Hanbel ile Barami'nin müsnedlerinden rivayet ettik.
HADİS YİRMİYEDİ
عن النواس بن سـمعـان رضي الله عـنه ، عـن النبي صلى الله عـليه وسلم قـال : ( الـبـر حـسـن الـخلق والإثـم ما حـاك في نـفـسـك وكـرهـت أن يـطـلع عــلـيـه الـنـاس ). رواه مسلم [ رقم : 2553 ].
وعن وابصه بن معبد رضي الله عنه ، قال : أتيت رسول الله صلي الله عليه وسلم ، فقال : ( جئت تسأل عن البر ؟ ) قلت : نعم ؛ فقال : ( استفت قلبك ؛ البر ما اطمأنت إليه النفس واطمأن إليه القلب ، والإثم ما حاك في النفس وتردد في الصدر ، وإن أفتاك الناس وأفتوك ) .
حديث حسن ، رويناه في مسندي الإمامين أحمد بن حنبل[ 4/ 227] ، والدارمي [2/ 246] بإسناد حسن .
Nevvas b. Sem’an (ra) Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor. Birr, ahlâk güzeliğidir. Günah ise, nefisde iz bırakan ve insanların bilmesini sevmediği şeydir.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Vabisa b. Ma'bed'den şöyle rivayet edilmiştir: Ben, Resulullah'a geldim, bana: Sen Birr'in ne olduğunu sormaya mı geldin? dedi. Ben, evet dedim. Rasulullah (sav): Kalbine danış. Birr (iyilik) nefsin kendisinde huzur bulduğu, kalbin kendisinde tatmin olduğu şeydir. Günah da, insanlar fetva verseler bile nefisde iz bırakan ve kalbde tereddüt meydana getirendir.
Bu Hasen hadisi biz Ahmed b. Hanbel ile Barami'nin müsnedlerinden rivayet ettik.
HADİS YİRMİSEKİZ
عن أبي نجـيـج العـرباض بن سارية رضي الله عنه ، قال : وعـظـنا رسول الله صلي الله علية وسلم موعـظة وجلت منها القلوب ، وذرفت منها الدموع ، فـقـلـنا : يا رسول الله ! كأنها موعـظة مودع فـأوصنا ، قال : ( أوصيكم بتقوى الله ، والسمع والطاعة وإن تأمر عليكم عبد ، فإنه من يعــش منكم فسيرى اخـتـلافـا كثيرًا ، فعـليكم بسنتي وسنة الخفاء الراشدين المهديين عـضوا عـليها بالـنـواجـذ ، واياكم ومـحدثات الأمور ، فإن كل بدعة ضلاله ).
رواه أبو داود [ رقم : 4607 ] والترمذي [ رقم : 2676 ] وقال : حديث حسن صحيح.
Ebu necid ırbad b. Sariye (ra)’den şöyle demiştir: Rasulullah bize öyle bir va’z verdi ki, va’zdan kalbler titredi, gözler yaşardı. Biz de dedik ki: Ya Rasulullah, bu ayrılık va’zı gibi. O halde bize vasiyette bulun. Rasulullah şöyle buyurdu: Size Allah (isyan)’dan sakınmayı üzerinize emir olan kimse köle de olsa sözünü dinleyip itaat etmeyi vasiyyet ederim. Çünkü ömrü olanlar birçok ihtilâflar görecektir. O zaman sünnetime ve hidayet üzere olan Raşid halifelerin sünnetine sarılınız. Sünnetlere dişlerinizi sıkarak sarılınız. Dini işlerde sonradan uydurulanlardan sakınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir.
Bu hadisi Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir. Tirmizi hadisin hasen ve Sahih olduğunu söylemiştir.
HADİS YİRMİDOKUZ
عن معاذ بن جبل رضي الله عنه ، قال : قلت : يا رسول الله ! أخبرني بعمل يدخلني الجنه ويباعدني عن النار ، قال : ( لقد سألت عن عظيم ، وإنه ليسير على من يسره الله عليه : تعبد الله لا تشرك به شيئاَ ، وتقيم الصلاة ، وتؤتي الزكاة ، وتصوم رمضان ، وتحج البيت ) ثم قال : ( ألا أدلك على أبواب الخير ؟: الصوم جنة ، والصدقة تطفىء الخطيئة كما يطفىء الماء النار ، وصلاة الرجل في جوف الليل ) ثم تلا : { تتجافى جنوبهم عن المضاجع } حتى بلغ { يعملون } [ 32 سورة السجدة / الأيتان : 16 و 17 ] ثم قال : ( ألا أخبرك برأس الأمر وعموده وذروة سنامه ؟ ) قلت : بلى يا رسول الله ، قال : ( رأس الأمر الإسلام ، وعموده الصلاة ، وذروة سنامه الجهاد ) ثم قال : ( ألا أخبرك بملا ذلك كله ؟ ) فقلت : بلى يا رسول الله ! فأخذ بلسانه وقال : ( كف عليك هذا )، قلت : يا نبي الله وإنما لمؤاخذون بما نتكلم به ؟ فقال : ( ثكلتك أمك وهل يكب الناس في النار على وجوههم –أو قال : (على مناخرهم )- إلا حصائد ألسنتهم ؟!).
رواه الترمذي [ رقم : 2616 ] وقال : حديث حسن صحيح .
Muaz b. Cebel (ra)'den şöyle demiştir: Ya Rasulullah, beni cennete sokacak, cehennemden uzaklaştıracak bir ameli haber ver dedim. O da şöyle buyurdu: "Sen büyük bir şey sordun. Ancak o Allah'ın kolay kıldığı kişilere kolaydır. Allah'a ibadet edersin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı dosdoğru kılarsın, zekâtı verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beyti (Kâbe'yi) tavaf edersin. Sonra şöyle buyurdu: Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç kalkandır, sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahı söndürür. Gecenin içinde kişinin kıldığı namaz da (hayır kapılarındandır). Sonra: "Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümidle Rab'lerine dua ederler, verdiğimiz rızıklardan infak ederler. Onların yaptıklarına mükafak olarak ne göz aydınlatacak sevinçler sakladığımızı hiçbir kimse bilemez." mealindeki ayeti okudu. Sonra şöyle dedi: Sana din işinin başı, direği ve en yüce yerinin zirvesini haber vereyim mi? Ben, evet ya Rasulullah derim. O şöyle dedi: İşin başı İslam, direği namaz, zirvesi cihaddır. Sonra şöyle buyurdu: Bütün bunların da özünü sana haber vereyim mi? Ben, evet ya Rasulullah dedim. Dilini (eliyle) tuttu ve "İşte bunu tut" buyurdu. Ben de: Ya Rasulullah, biz söylediğimiz şeylerle de mi hesaba çekileceğiz? dedim. O da: "Annesi kaybedesice insanları yüz üstü yahut burunları üzerinde cehenneme sürükleyen ancak dillerinin ekip biçtiğidir."
Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiştir. Hadis Hasendir, Sahihdir.
HADİS OTUZ
عن أبي ثعلبة الخشني جرثوم بن ناشر رضي الله عنه ، عن رسول الله صلي الله عليه وسلم ، قال : (إن الله تعالى فرض فرائض فلا تضيعوها ، وحد حدودًا فلا تعتدوها ، وحرم أشياء فلا تنتهكوها ، وسكت عن أشياء رحمة لكم غير نسيان فلا تبحثوا عنها ).
حديث حسن ، رواه الدارقطني [(في سننه) 4/ 184 ] ، وغيره .
Ebu Sa’lebete-l Huşeni cürsüm b. Naşir (ra), Rasulullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Allah (cc) birtakım şeyleri farz kılmıştır. Onları zayi etmeyiniz. Çizdiği hudutlar vardır. Hudutları aşmayınız. Bir kısım şeyleri haram kılmıştır. Onlara el uzatmayınız. Bir kısım şeylerden de unutmaksızın size merhamet olsun diye sükût etmiştir, siz de onları araştırmayınız.
Nevvas b. Sem’an (ra) Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor. Birr, ahlâk güzeliğidir. Günah ise, nefisde iz bırakan ve insanların bilmesini sevmediği şeydir. |
7 Aralık 2013 Cumartesi
Yenicami'nin ilk günden bu güne hikâyesi
Istanbulda yasayan kardeslerim cok sanslisiniz MAASALLAHcc
Yenicami'nin bilinmeyen hikâyesi
Yıllar boyunca taşradan İstanbul’a ilk defa gelenler, şehri önce Harem iskelesi veya Haydarpaşa İstasyonu’ndan görüyorlardı; ikinci durak daima Eminönü Meydanı’dır ve vapurdan inen her taşralı, İstanbul’un en karmaşık, en eğlenceli ve en hayat dolu çehresiyle Eminönü’nde karşılaşır; büyülenir.
Meydanı süsleyen ve mânâlandıran en büyük eser şüphesiz bugün Yenicami diye bildiğimiz Valide Hatice Sultan Camii’dir. Hemen arkasında ve bitişiğindeki Mısırçarşısı ve medresenin bulunduğu külliye kısmen ortadan kalkmışsa da büyük çoğunluğu ile ayakta duruyor. Ve Yenicami’nin çok dikkat çekici bir hikâyesi var.
EMİNÖNÜ: BİR YAHUDİ YERLEŞİMİ
Binanın temeli 1597 yılında III. Murad’ın eşi Safiye Sultan tarafından atıldı. Mâbedin bulunduğu Bahçekapısı semti, o günlerde hayli yoğun, sıkışık ve düzensiz bir Yahudi yerleşimine sahipti ve bugün caminin yerinde bir kilise, bir sinagoga ilaveten hayli dükkân ve hane bulunmaktaydı.
Bazı kaynaklar, arsanın istimlâk edilirken iki katı bedel ödendiğini söylüyor; bu yarı resmî kaynak, istimlâk edilen arazinin niteliğini anlatırken, “Aynı zamanda pis bir Yahudi ve Hıristiyan mahallesiydi” diyor ki bu ibarenin aceleye gelmiş bir talihsizlik olduğu açıktır ve düzeltilmelidir.
O zaman caminin önündeki meydan yoktu; cami, hemen deniz kenarındaydı ve zeminin sağlamlaştırılması lazımdı (Meydan çok daha sonraları deniz doldurularak genişletildi). Büyük Sinan’ın kalfası Davud Ağa, temelden su çıkınca (ki çıkmaması imkânsızdı âdetâ) tulumbalar koydurup suyu tahliye etti, sonra kazıklar çaktırdı. Ağır masraflar neticesinde taş temel, bugünkü seviyesine kadar yükseltilip oturmaya terkedildi; büyük taş camilerde usûl böyleydi; temel, yüzeye kadar yükselince birkaç sene beklenir, zeminin oturup oturmadığına bakılırdı.
Derken Davud Ağa ölünce yerine Dalgıç Mehmed Ağa tayin edildiyse de 1603’te Safiye Sultan da rahmete intikal edince inşaat yarıda kaldı.
SÜLEYMANİYE’NİN MİNARE KÜLAHLARI MUM GİBİ TUTUŞUNCA...
Temel yükseltinin çevresinde zamanla yeniden yerleşimler artmaya başladı, bölge eski bir Yahudi yerleşimi olduğu için Yahudi ağırlıklı bir nüfus Bahçekapısı’nda yeniden yoğunlaştı, zira bu bölge, İstanbul’un en hareketli ticaret meydanı, gümrük ve iskelelerin bulunduğu yüksek cirolu bir mıntıkaydı.
Bu arada arsası “iki kat baha” ile istimlak edilmiş bir yerde atılan padişah hanımına ait bir inşaat çevresinde nasıl olup da gecekondu benzeri bir yapılaşma oluştuğunu bilmiyoruz fakat yeni iskân dalgası dikkatten kaçmış değildi. Evliya Çelebi’ye göre “On Mısır hazinesi” (geliri) sarfıyla atılan temelin kalıntısı, o günlerde “Zulmiyye” diye anılmaya başlamıştı. Aradan yarım asır geçti. 1660 yılında İstanbul, o güne kadar yaşadığı sayısız yangın âfetlerinin en şiddetlisi (Abdi Paşa’nın tabiriyle Harîk-i Kebîr) ile âdeta mahvolmuştu. Yangın kırkdokuz saat sürdü. Eminönü’nden Tahtakale ve Mahmutpaşa, onun ardından Süleymaniye, Ağakapısı’ndan Marmara sahilindeki Kadırga’ya kadar, Kumkapı, Samatya, yani büyük kamu binaları hariç bütün Suriçi yanıp kül oldu. Şahitlere göre Süleymaniye Camii taş yapısı sebebiyle yangına dayanmış ama dört minaresinin külahı mum gibi tutuşmaktan kurtulamamıştı.
ZULMİYYE-ADLİYE!
Yeni padişah IV. Mehmed, yangın tarihinde 8 yaşındaydı ve 2 sene önce mecburen tahta geçirilince annesi Hatice Turhan Sultan onun adına hüküm sürmekteydi. Yangın yerini gezen Hatice Sultan, Bahçekapısı civarında küller arasındaki cami temelini görünce, Evliya Çelebi’nin tâbiriyle, “Tiz bu esâsın itmâmına adl ile mübaşeret olunsun” diyerek kendi servetinden beş bin kese (başka bir kaynakta 40 bin altın) sarfıyla çalışmaları başlattı.
Evliya, “Cami evvelden zulmiyye idi, şimdi adliyye oldu” diye ilave ediyor.
İSLAMLAŞTIRMA SİYASETİNİN İLK ÖRNEĞİ
“IV. Mehmet Dönemi’nde Osmanlı Avrupası’nda İhtida ve Fetih” isimli eserinde (Hil Yayın, İst., 2010, 432 s.) Marc David Baer, Yenicami’nin yeniden inşâ hikâyesini hayli farklı ama dikkat çekici bir tezle izaha çalışıyor. Bear’a göre Hatice Turhan Sultan, büyük yangında âdeta mahvolan İstanbul’u ve yaşanan siyasi krizi aşmak için İslâmlaşma siyasetine sarılmıştı. Öteden beri Yahudi yerleşimi olarak bilinen ve “mezbele”liği ile tanınan, üstelik padişahın sarayına bağırsan duyulacak kadar yakın bir mekânı, göz kamaştırıcı bir prestij binası ile Müslümanlaştırmak, ahaliye güzel bir mesaj verebilirdi! Böylece Osmanlı hanedanı’nın ne kadar dindar olduğunu ve meşruiyetini gözle görünür şekilde vurgulamış olacaktı.
Yangının getirdiği fırsattan istifade eden Hatice Turhan Sultan, şehir yeniden inşa edilirken Yahudi ibadethaneleriyle ilgili Osmanlı teamülünü radikal tarzda değiştirdi. Önce semtteki yeni Yahudi yerleşimlerini temizletti. Mülklerini satmamakta direnenler tehdid edildiler. Valide Sultan’ın iradesini rüşvetle veya hatırla değiştirmeye çalışan Yahudiler, başarılı olamadılar. Haliç’in İstanbul yakasında yaşayan Yahudiler, toplu halde karşı sahile Hasköy’e gönderildi. Hasköy’deki Yahudi nüfusu bir yılda iki katına çıktı. Bu hadiseler, İstanbul’daki Yahudi cemaatinin, kavim olarak acılarına son verecek bir kurtarıcı beklentilerini tetiklemiş ve artırmış görünüyor. Yazar, bu cümle ile 1648’de Sabetay Sevi isimli Musevi’nin Mesih’lik iddiasına göndermede bulunuyor. (s. 147)
YAHUDİLER İSTANBUL’UN GARİBANI MIYDI?
Bu hikâyede, Osmanlı kamu hukuku hakkında yaygın olarak bilinen “Azınlıklara ve gayrimüslimlere iyi muamele edildi” efsanesiyle açıkça çatışan bir unsur var. Gerçi İstanbullu Yahudiler modern asırlarda olduğu gibi Pogrom’a (Dini, etnik veya siyasi bir sebeple bir gruba yöneltilen şiddet ve dışlama kampanyası) tabi tutulmamış, uzaklara sürgün edilmemiş, mal ve mülklerini bedelsiz devretmek zorunda kalmamışlardı ama gayrimüslimlere çok insanca davranan Fatih’ten, büyük İspanya Sürgünü’nün ardından İspanyol Yahudilerini İstanbul’un hemşehrisi yapan Beyazıd’dan sonra Hatice Sultan’ın dışlayıcı ve hoyrat yaklaşımı şaşırtıcı görünüyor.
Yine de İstanbullu Yahudilere, yangında mahvolan mabedlerini yeniden inşa etmeleri için kolaylık gösterilmediği, hatta enikonu baskıya maruz kaldıkları anlaşılıyor.
David Bear, İstanbul Yahudilerinin, böyle bir toplumsal krizde kolayca yerlerinden edilmelerini, Hıristiyan tebaaya göre onların daha az değerli ve arkasız olmalarına bağlıyor. Papalık vesayetindeki Avrupa güçleri, Osmanlı mülkündeki Katolik ve özellikle Ortodoks haklarını gözetirken çok dikkatli ve girgin davranırken Yahudileri pek önemsemiyorlardı; üstelik Ortodoks Hıristiyanlar hanedan nezdinde ve bazı bürokratik kademelerde daima hatırı sayılır bir güç teşkil etmişlerdi.
Daha etraflı bilgi edinmek isteyenler, kitapta fazlasını bulacaklar.
TAŞLAR KONUŞSA DİNLER MİSİNİZ?
İstanbul’da tarihi mekânların dili olup da konuşabilse, anlattıkları şeylerin çoğundan pek hoşlanmazdık gibi geliyor; ne var ki daima aceleci, gergin ve bütün dikkatlerini kendi çıkarına mıhlamış bir âsâpla koşuşturan İstanbulluların, taşlar konuşmaya başlasa bile durup kulak vereceklerini zannetmem!
Turan Alkan zaman
Yeni Cami istanbul |
yeni cami ziyarete gidecek Kardeslerime Harita :) |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)