30 Kasım 2011 Çarşamba

138 ) SİVAS'IN DOĞUSUNDA EMPERYALİST OYUNLAR !..

   

   Emperyalizm, ilk zamanlarda misyonerler aracılığıyla Kürtlerle ilgilenmeye başlamıştır. Kürtçülüğün babası olarak bilinen kişi, Katolik misyoner P.Maurizio Garzoni'dir. 1700'lü yılların son çeyreğinde Amadin'de, yani bugünkü Türk-Irak sınırının otuz kilometre kadar ötesinde Kürtler, Ermeniler, Asuriler, Keldaniler, Nasturiler arasında on sekiz yıl yaşamış ; bu çalışmaları sırasında Kurmançi ağzını da öğrenmiş, 1787 yılında Roma'da İtalyanca olarak "Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü" adlı bir kitap yayımlamıştır. Bu antika kitap o yörede konuşulan Kürtçe'nin ilk sözlüğü ve grameri olarak bilinir..
   Batılı misyonerler ve gezginler Tanzimat Dönemi'nden itibaren Güneydoğu Anadolu'ya üşüşmüşlerdir. İtalyan ve İspanyol Katolik misyonerleri, önce Urfa ve Mardin'e daha sonra Malatya, Harput ve Van taraflarına yönelmişlerdir. İngiliz ve Amerikan misyonerleri ise Hakkari, Şemdinli taraflarında Nasturiler üzerinde yoğunlaşmışlardır..
   Misyonerlerin bölgedeki Hıristiyanları koruyup kollayarak Müslümanlara karşı kışkırtmaları sonunda on dokuzuncu yüzyılda bölgedeki Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çatışmalar yaşanmaya başlamıştır. Örneğin 1840'larda bölgedeki Hıristiyan Nasturilerle, Müslüman-Kürt Bedirhaniler arasında kanlı çatışmalar yaşanmıştır. Bölgedeki misyonerlerden W. F. Ainsworth, 1842'de Londra'da yayınladığı "Anadolu'da, Mezopotamya'da, Geldani Ülkesinde ve Ermenistan'da Geziler ve Araştırmalar" adlı kitabında Hıristiyan Nasturileri Müslümanlara karşı biraz fazla kışkırttıklarını itiraf etmiştir..
   Misyonerler zaman içinde, bölgedeki Kürtlerle de ilgilenmeye başlamışlar, bu amaçla Güneydoğu Anadolu' daki Kürt aşiret reisleriyle ilişki kurmuşlardır. En yakın ilişki kurdukları Kürt aşiret reislerinin başında Bedirhan Aşiretinin lideri Cizreli Bedirhan vardır. 1840'larda bölgeye gelen bütün misyonerler onun konağına uğramış, çok iyi ağırlanmış ve yazdıkları kitaplarda ondan övgü ile bahsetmişlerdir...
    

   1850'lerden sonra Kürt bölgelerinde Amerikalılar ve Fransızlar da görülmeye başlanmıştır. Fransa'da kurulan "Kürt Enstitüleri" ve "Kürdoloji bölümleri", Kürt ulusu yaratmak için çok uğraşmıştır. Amerika ise bu bölgeye misyonerleri aracılığıyla girmiştir. 1890 tarihli bir ABD istihbarat raporuna göre, ABD, Kürt bölgelerinde 1850'den başlayarak 118 kilise kurmuştur. Bu kiliselerde 891 misyoner ve 118.799 yardımcı personel çalışmıştır. Ayrıca ABD, bölgede 64 ilkokul ve 44 orta dereceli okul açmıştır. ABD bölgede Keldaniler, Nasturiler, Asuriler ve Ermeniler gibi Hıristiyan unsurlarla diyalog kurmuştur. Bu diyalog önceleri bölgedeki Kürt aşiretlerinin tepkisini çekmiştir. ABD, I. Dünya Savaşı sonrasında Anadolu'nun parçalanması sürecinde Doğu Anadolu'da bir Kürt devleti kurdurmak isteyen Batılı gruba dahil olmuştur...
   1842'deki Bedirhan Ayaklanması ile, 1855'deki Yezdan Şer Ayaklanması'na İngiltere ilgi göstermediği gibi, bastırılmasını da memnunlukla karşılamıştır. Çünkü İngiltere ve Fransa o günlerde kendi çıkarları açısından "Güçsüz Osmanlı"nın yıkılmasından çok, bu güçsüz haliyle bir süre daha ayakta kalmasından yanadır.  Ne zaman ki artık Osmanlı'nın hiçbir şekilde ayakta kalamayacağı anlaşıldı ; o zaman Osmanlı'yı bir an önce parçalayıp mirasını ele geçirmek isteyen emperyalist ülkeler, Kürtler dahil her türlü etnik unsuru Osmanlı'ya karşı kışkırtıp ayaklandırmışlardır ki bu süreç, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrasındaki Berlin Antlaşması ile başlamıştır..
   1878'de Musul ve çevresinde, Şeyh Ubeydullah'ın önderlik ettiği ayaklanma, emperyalistlerin desteklediği ilk Kürt ayaklanmasıdır.. Bu ayaklanma sırasında Urmiye'de bir konferans düzenlenmiştir. Konferansta ; ayaklanmanın başarılı olması halinde neler yapılacağı, Kürt aşiretlerinin Hıristiyanlara nasıl davranacağı ve Ermeni-Kürt ilişkilerinin nasıl olacağı tartışılmıştır.Bu konferans, Kürtlerin Hıristiyan düşmanlığı yapmayacakları konusunda emperyalistleri ikna etme çabalarının bir ürünüdür.. Konferansa Amerikalı misyonerler, Nasturi Metropoliti, Ermeni Simon Ağa ve Şeyh Ubeydullah katılmıştır.. İngiliz Konsolosu General Abbot da izleyeciler arasındadır.
   Böylece emperyalizm, "Kürtleri ehlileştirerek kullanmanın" ilk adımını da atmıştır.. Kürtleri kullanmaya karar veren emperyalist ülkeler de Avrupa'da eğitim gören Kürtleri ajanlaştırmaya başlamışlardır. Bu aşiret ajanları ve onların çocukları, ileride kurulacak Kürdistan'ın "Prensi" olacaklarını hayal etmeye başlamışlardır !..
   

   I. Dünya Savaşı'na doğru Almanlar da Kürtlerle ilgilenmeye başlamışlardır. Kürtleri "Ari Irk"ın temeli sanan Almanlar, bir ara köklerinin Kürtlere dayandığını düşünerek araştırmalar yapmışlardır !.. Bu nedenle olsa gerek, o yıllarda çıkan "Kürdistan" adlı bir derginin finansmanını da Almanlar üstlenmişlerdir...
   Kürtleri en uzun süre ve en etkili biçimde kullanan ise İngiliz emperyalizmidir. 1800'lerin başlarında İngilizler "Doğu Hindistan Kumpanyası"nın Bağdat'da bir şube açmasıyla birlikte Orta Doğu'ya girmişlerdir. Kürt aşiret reisleri ile ilk görüşmeler Süleymaniye, Erbil ve Musul'da gerçekleştirmiştir.. İngilizler Kürtleri kışkırtmak için 1800'lerden sonra subayları, 1900'lerden sonra ise albayları görevlendirmiştir. 1900'lerin başlarında Irak'ta, Suriye'de ve Türkiye'de Kürtçe bilen çok sayıda İngiliz ajanı, Kürtleri ayaklandırmak için çaba sarf etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Anadolu ve civarında patlak veren Kürt isyanlarının neredeyse tamamında İngiliz parmağı vardır.
   Gelelim Rusya'ya... Kafkaslar'dan güneye, Basra Körfezine kadar ilerlemeyi amaçlayan Rusya, 1830' lardan itibaren Kürtlerle ilgilenmeye başlamıştır. Bazı Kürt aşiretleri 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rusya'nın yanında yer almışlardır. Bu, Kürt aşiretlerinin "emperyalizm" ile ilk işbirliğidir..
   1910'larda Diyarbakır, Harput ve Musul'da açtığı konsolosluklar aracılığıyla Kürtler ve Ermeniler üzerinde söz sahibi olmak isteyen Rusya ; 1914'de Bitlis'te gerçekleşen Molla Selim Ayaklanmasını da düzenlemiştir...
Tam I. Dünya Savaşı arifesinde gerçekleşen bu ayaklanmaya, Rusya büyük miktarlarda silah ve para yardımı yapmıştır. Kürt aşiretlerinden beklenen desteği göremeyen ayaklanma bastırılınca, Molla Selim, Bitlis Rus Konsolosluğuna sığınmıştır !...
   I. Dünya Savaşı sırasında Ermeniler açık bir biçimde Rusların yanında yer almış, Türklerle savaşmışlardır. Dersim ve Elazığ'daki bazı Kürt aşiretleri de Rusların safına geçmiştir. Bu aşiretler o güne kadar Ermenilerle hiç karşı karşıya gelmediklerinden, bu savaşta yan yana Rusların tarafında Türkiye'ye karşı savaşmışlardır... 1917 Bolşevik Devrimi ile Çarlık Rusya'sı yıkılınca, Ermenilerle Kürtler birbirine düşmüştür. Rus ordusundaki Ermeni ve Kürt tümenleri arasında çatışmalar yaşanmıştır. Bu çatışmalarda Rusya Ermenileri desteklemiş, güneydeki İngiliz ordusuyla da bağlantı kuramayan Kürt tümenleri, çaresiz Osmanlı'ya sığınmıştır...

28 Kasım 2011 Pazartesi

137 ) "İÇLİ ÇOCUK" VE CİNAYETLERİ !..



   Abdülhamid'in içliliğini babası Abdülmecid de görmüştür. Gerçi görür görmez "hık" diye göçüp gitmiştir ama o, zaten o sırada son nefesini vermektedir. Bu olayı Abdülhamid şöyle anlatır : "Babam Selanik'ten İstanbul'a dönüşünde hasta oldu. O vakit kırk yaşındaydı. Zaten bir deri bir kemik kalmıştı. Önce sıtma olduğunu sanıp sulfato (kinin) ile tedavi ettiler. Oysa veremdi. Ölümünden önce, yalnız ben gördüm, kardeşlerim göremedi. Beni kabul etti. Gözümün önünden hiç gitmez. Bir koltuk üzerine oturtmuşlardı. Güçlükle nefes alıyordu. Büyük kardeşimle dargındı. 'Gel oğlum' dedi, bana birçok dualar etti. Ben ayakta dinledim, yarım saat kadar kaldım, dayanamadım. Bacaklarım titremeye başladı. Düşecek bir duruma geldim. Aynı zamanda da bana bir hüzün geldi ve ağlamaya başladım. Odadan çıktım. Arkamdan bağırıyor. 'Gel oğlum, Hamid Efendi, içli çocuk, seni üzdüm, beni bağışla' diyor. O sırada ben iki kapı arasında ağlıyorum. Önce geri dönmek istemedim ama Başmabeyinci Mehmed Ali Bey'in ısrarı ile yeniden gittim. Elini öpüp hayır duasını aldım"..
   İşte bu satırların yazarı olan "içli çocuk", sonradan padişah olduğunda epeyce kan dökmüştür !..
       

   İlk hedefleri Midhat Paşa ile Damat Celaleddin Mahmud Paşa idi. Sultan Aziz'in tahttan indirilmesi işine karışıp, Abdülhamid'e göre, ihtilalciler sınıfına geçen Midhat Paşa için, "Hiçbir hükümdar, 'hal' işine karışmış bir adama güvenemez. Tahttan indirilen hükümdar can düşmanı olsa bile .. Ve dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmak konusunda da gösterebilmiş olsun"..
   Sultan, Midhat Paşa'nın kendi buyruğuyla öldürüldüğünü kabul etmez ama, Midhat ve Celaleddin Paşalar ile birlikte Taif'te hapis edilen eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi'nin, olaydan sonra bir yolunu bulup, Midhat Paşa'nın karısına gönderdiği başsağlığı mektubunda şu satırlar yer almaktadır : "İşin nasıl olduğunu elbet bir dereceye kadar öğrenmişsinizdir sanırım. Gazetelerin ilan ettiği gibi, Midhat Paşa Hazretleri şirpençeyi izleyen hıyarcıktan (lenf bezi iltihabı) ötürü ölmedi. Gerçi şirpençe çıkardı ama iyi oldu, hıyarcık ise hiç çıkarmadı.Mahmud Paşa ile birlikte, ikisi bir gecede ve bir saatte, bile bile boğularak şehit olundular.."
   Midhat Paşa'nın oğlu Ali Haydar Midhat ise anılarında şöyle anlatır : "7 Mayıs 1884 gecesi babamın odası, gece yarısı kırılarak, içeri dokuz nefer dalmış. Midhat Paşa kendisini şehit etmeye gelen güruha karşı çıkmayı gereksiz görerek, yalnız Tanrı'dan korkmalarını ve böyle bir cinayete alet olmayı kendilerine yakıştıramadığına dair kimi sözler söylemekle yetinmiş. Neferler için 5'er riyal, onbaşı ve çavuşlar için 10 ila 20 riyal ücretle bu işe memur edilenlerden yalnız biri üzülerek kaçmış, diğerleri Paşa'nın üzerine saldırarak boğmuşlar. Diğer odadaki Mahmud Paşa, katillere bir süre karşı koymuşsa da, gücü tükenerek 'Aman Allah !' diye bağırmaya başladığından, bunu duyan öteki mahkumlar, büyük bir acı içinde pencerelere koşarak, 'cinayet işliyorlar, paşaları öldürüyorlar !' diye feryat etmişler.."
   Bu arada, Damat Celaleddin Paşa'nın, Abdülhamid'in kız kardeşi Cemile Sultan'ın eşi olduğunu da unutmamak gerekir. Cemile Sultan yıllarca Abdülhamid'in semtine bile uğramamıştır..
   "Bilinmeyen Yanlarıyla Abdülhamid" kitabının yazarı Joan Haslip de bir cinayetten bahseder.. Bu, Belçikalı birisidir : Matmazel Flora Cordier.. Genç kadın, Beyoğlu'nda bir moda evi işleten, güler yüzlü, sarışın bir güzeldir. Abdülhamid, veliahtlığı sırasında ona çengel atmıştır !.. Sık sık moda evine gider, ondan eldiven satın alırdı. Bir gün genç kıza demiş ki : "Benimle evleneceğinizi sanıyor musunuz ?" Genç kız da cevap verir : "Niçin olmasın, elbette !.." 1876 yazıdır.. Tarabya Kasrı'nda, Tarabya'nın gül bahçelerinde, dolu dizgin bir aşk yaşanır aralarında.. Bu, genç kadınla evlendiğine dair dedikodular çıkmasına neden olur. Yabancı devlet adamları bile buna inanır. Abdülhamid birkaç ay sonra Osmanlı tahtına oturduğu zaman İngiliz Başbakanı Disraeli, Lord Salisbury'ye yazdığı bir mektupta şöyle diyor : "Yeni padişahın yalnız bir karısı vardır. Bu da Pera'da moda evi işleten Belçikalı bir kızdır"..
   Ne var ki, Abdülhamid padişah olur olmaz Tarabya sefaları sona ermiştir. Genç kadının Beyoğlu ve Tarabya'daki (bunu sonradan açmıştır) dükkanları birer birer kapanır. Abdülhamid onu Yıldız'da, kıyıda kenarda kalan bir köşke yerleştirir. Artık o, erişilmesi zor olan bir yabancı kadın değil, haremdeki gözdelerinden biridir. Eh, haremde de onu aratmayacak bir sürü güzel vardır !..
   Belçikalı genç kadın sararıp solmaya başladığı bir dönemde karşısında Abdülhamid'in 18 yaşındaki büyük oğlu Selim Efendi'yi bulur.. Ataları gibi, cinsel isteklere pek düşkündür ve Matmazel Flora'ya da sırılsıklam aşık olmuştur.. Bir haremağasının aracılığı ile, akşamları güneş batarken, Yıldız Parkı'nın tenhalarında genç kadınla buluşuyordu.. Uyanık biri olan Kızlarağası işi anlamakta gecikmez. Böylece genç ve bahtsız şehzade, padişahın gözünden uzak bir yerde oturmaya gönderilir. Ay parçası "cariye" ise acımasızca boğdurularak Boğaz'ın serin mavi sularına gömülüp gider...
 
       

   Abdülhamid, Sultan Reşad'ın analığı Servetfeza Kadını bile ortadan kaldırmıştır !..Bu olayı da V. Sultan Mehmed Reşad anlatıyor : " Merhum pederin (Abdülmecid) başkadını ve analığım olan Servetfeza Kadın, Sultan Murad'ı çok severdi. Dahası, tahttan indirildikten sonra bile, o sağ oldukça, yerine geçen Abdülhamid Han'ı saltanatta vekil sayar ve 'Hamid Efendi' diye anardı. Bir ramazan günü daireme geldi ve 'yarın akşam Hamid Efendi'ye iftara gideceğim. Biraderinin hakkını vermesini söyleyeceğim' dedi. Ben de, 'Valide, eğer böyle bir şey yaparsan, hem ona hem de kendine fenalık etmiş olursun' dedim. Ama o beni dinlemeyerek, iftardan önce huzura girmiş ve 'Aslanım, ben bu akşam niye geldim bilir misin ? Bu kadar vakittir kardeşine vekillik ediyorsun. Artık hakkını ver de biraz da o padişahlık etsin' demiş. Sultan Hamid de hiç bozuntuya vermeden, 'Pek doğru söylüyorsun Valide, ben de bunu düşünüyordum. İftardan sonra gel de seninle bu işi görüşüp, kararlaştıralım' karşılığını vermiş. İftardan sonra kendisine bir bardak şerbet sunmuşlar. Servetfeza Kadın bunu içince hastalanmış. Bir arabaya koyarak dairesine götürmüşler. Ertesi gün öldüğünü duyduk.."
   İşte kuruntucu, vesveseli, evhamlı, zalim ama aynı zamanda "içli" bir padişahın portresinden bir bölüm daha..

27 Kasım 2011 Pazar

ALMANCA GÜNLÜK KONUŞMA KALIPLARI (TELAFFUZLU)

http://egitim-akademisi.blogspot.comAşağıdaki linkten Almanca Günlük Konuşma Kalıplarını İndirebilirsiniz. Türkçe kalıbın karşısında Almancası ve onun da karşısında Türkçe nasıl telaffuz edildiği yazmaktadır. 
Zevkle çalışabilirsiniz.
Emin olun çok kısa sürede almanca konuşmaya başlayacaksınız.
Almanca konuşmanızı geliştirdikten sonra gramer öğrenmeniz çok daha kolay olur.

Sayfa sayısı : 28 sayfa
Dosya türü : .pdf

Winrar ile sıkıştırılmıştır.!


www.speak-up.com.tr

'Harem ve cariye konusuna oryantalist gibi bakmamalı!'

TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı, harem ve cariyelik tartışmalarını sona erdirecek bir kitap hazırladı. Yazar Cengiz Göncü, Osmanlı'da harem ve cariyelik üzerine merak edilen her şeye belgeler, deliller, veriler üzerinden cevap veriyor; harem ve cariyeliği Osmanlı'daki hüviyetine yeniden kavuşturuyor.Osmanlı'da harem ve cariyelik en çok merak edilen konulardan biri. Oryantalistlerin büyük ilgisi, kapalı kapılar ardında ne olduğunu kurgulayarak yazmaları zamanla gerçeğinden farklı bir algının oluşmasına sebep oldu. Bugün sarayları gezmek için gelen turistlerin ilk sordukları soru da harem ve cariyelik üzerine oluyor. TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı, 'harem ve cariyelik' hakkında merak edilen her şeyi anlatan bir kitap hazırladı. Konuyu 25 yıldır bu sorularla karşı karşıya kalan Beylerbeyi Sarayı Müdür Yardımcısı Cengiz Göncü mercek altına aldı.

Cengiz Göncü, bir tarihçi. 1986'da Dolmabahçe Sarayı'na rehber olarak girmiş. Rehber olduğu yıllarda, ziyaretçiler, hep 'Harem ve Cariyelik' ile ilgili sorular sormuş ona. Göncü, "Bu durumu sarayda çalışan herkes yaşıyordu. Kitap da bu ortak sorundan yola çıkarak hazırlanmaya başlandı. Nihayetinde, gerekliliğine ihtiyaç duyduğumuz esere 2 yıl önce başladık. 19. yüzyıl merkezinde gerçekleştirdiğimiz çalışmada belgeler ekseninde konuştuk. Böylece ortaya, harem ve cariyeliğin onların sandığı kavramlar olmadığı çıktı." diyor.

Harem ve cariyelikle ilgili oryantalist tablolar esas alınmamalı

Geçtiğimiz hafta, TBBM Başkanı Cemil Çiçek'in katıldığı bir programla tanıtımı yapılan kitap, zihinde soru işaretlerini bırakmayacak şekilde çalışılmış. Yanlışın neden yanlış olduğu, doğrunun neden doğru olduğu mantık çerçevesinde, belgelerle ve mektuplarla izah ediliyor bir bir.

Göncü, önce harem kelimesinin anlamamını anlatıyor: "Korunan, mukaddes ve muhterem olan yer anlamına gelir. Konak ve saraylarda, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürebildikleri iç avluya bakacak şekilde planlanmış yapılara denir. Osmanlı geleneğinde de padişahın, valide sultan ve şehzadelerin yaşadığı yerin karşılığıdır. Ve yabancılara giriş yasaktır." Göncü, yabancı seyyahların da hareme bu nedenle ilgi duyduğunu ve Doğulu yaşam tarzının simgesi haline getirildiğine de değiniyor: "Onların hiçbiri kapalı kapıların ardına geçememiştir. Sadece görmek istedikleri şeyi tasvir etmişler. Çünkü sarayın içini anlatan kayıtlarla, ressamların tablolarındaki görüntüler uyuşmamaktadır."

Harem'dekilerin dışarıyla ilişkisi en çok merak edilen konulardan. Göncü, bunun da cevabını veriyor: "II. Mahmud döneminin sonlarından itibaren, harem dışa açılmış, kadınları ferace ve çarşaf giyerek bazı mesire yerlerine gitmeye ve gezintiler yapmaya başlamışlardı. Sultan Abdülmecid döneminde ise saray kadınları çarşıya alışverişe bile çıkmaya başlamıştı. Öncesinde satıcılar saraya girerdi."

Cariyelik ise Göncü'ye göre, saraya özgü bir sistem değil... O dönem toplumunda hali vakti yerinde olan herkesin bir veya birkaç cariye sahibi olduğu kadın miras listelerinden tespit edilmiş. Bu cariyeler; ev hizmetinde, mutfak işlerinde görevlendirmek yahut dadılık, sütannelik gibi işler için alınmış evlere. Bu saray içinde geçerli. Saraydaki cariyelerin farkı, çok iyi bir eğitimden geçmeleri, bazılarının yükselme fırsatı yakalayabilmesiydi. Ya da Padişah eşi olma sıfatına erişebilmeleriydi!

İsteyen cariye azat ediliyordu!

Cariyelik niçin vardı, kimler cariye oluyordu, maişetleri için neler yapılıyordu, sarayda gördükleri muamele nasıldı? Kitabın can alıcı kısmı aslında bu soruların cevabının verildiği yerler. Cariyelik, 19. yüzyılın sonlarına kadar sürmüş ve devşirmelikle benzer amaçlar taşiyan; ama sarayın hizmet sınıfını tanımlayan bir kurum. Cariyeler, 19. yüzyılda ağırlıklı olarak köle ticaretinin yapıldığı pazarlardan alınmış. Bazende devlet adamları tarafından saraya hediye edilmiş. Cariyeler ağırlıklı olarak Kafkasya ve Afrika olmak üzere iki coğrafyadan getiriliyor.

Göncü, "Saraydaki cariyelerin vaziyetleri iyiydi. Sarayda kalmak istemez evlenmek arzusu gösterirlerse, o cariyeyi derhal 'taşra' çıkarılır, yani evlendirilip ev ve para verilirdi. Hiçbir cariyenin sarayda istemeden kaldığı görülmemiştir." diyor.

İslam kölelerin azat edilmesini teşvik ettiği için de beyaz cariyeler 9, siyah cariyeler de 7 yıl mecburi hizmet sürelerini tamamladıktan sonra azat ediliyor; hürriyet belgesi alıyorlardı. Bazı kadın efendiler, hür bıraktıkları cariyelerine ev alıyor, maişetlerini sağlıyordu. Toplumda ise, cariyeler sahiplerinden iyi muamele görmediklerinde onlardan davacı olma imtiyazına sahipti. Göncü, Osmanlı'da cariyeliği iyi anlayabilmemiz için Baron de Tott'un şu cümlelerini örnek veriyor: "İtiraf etmeliyiz ki, kölelere ve cariyelere fena muamele edenler yalnız Avrupalılardır. Herhalde bunun sebebi, Müslümanların köle ve cariye satın almak için para biriktirmelerine mukabil, bizim para biriktirmek için onları almamızdan ibarettir."

***

Sayısal verilere göre Osmanlı'da tek eşlilik hâkim

Cengiz Göncü; kitapta Osmanlı'da çok eşlilik meselesine de değiniyor. Yapılan araştırmalara göre, Osmanlı toplumunda, çok evliliğin oldukça az sayıda uygulandığı görülmüş. 17. yüzyıl İstanbul'una ait 20 sicil üzerinden elde edilen verilere göre 1.242 erkek içinden 1.147 kişinin bir, 84 kişinin iki, 7 kişinin üç, 4 kişinin de 4 zevcesi varmış. Bu daha sonraki tarihlerde de genel itibarıyla böyle devam etmiş. 19. yüzyılda ise Bursa tereke defterleri üzerinde yapılan bir araştırmada, 361 evli erkekten 353'ünün tek eşli olduğu çıkarılmış. Tarihçi Ömer Lütfi Barkan da toplumun yüzde 92'sinin tek kadınla evli olduğunu söylüyor zaten. Bu, saray haricindeki cariyelerin de eş olarak alınmadığının göstergesi.

Haber Kaynağı: Zaman Gazetesi

İftira Romanlarına En Güzel Cevap Osmanlı Kadınefendi Mimarisi

Onları Romanlardan Değil Kendi Eserlerinden Tanıyın !!!
Fırsat bulduğum zamanlarda muhakkak kitapcılara giderim. Yeni çıkan  kitapları inceler faydalı bulduklarımı alıp okumaya çalışırım. En sevdiğim kitap türü ise tarihi içerikli olanlardır. İlmi, araştırma, gezi ve tarihi romanlar. Bu konuda gördüğüm he-men her kitabı alan ben, artık ne yazık ki tarihi roman türüne daha temkinli yaklaşıyorum. Çünkü birkaç yıldır ülkemizde başlayan ve Osmanlı Kadınefendilerini konu alan tarihi roman furyası ile birlikte tarihin nasıl bu kadar acımasızca karalanabileceğini ve masum insanlara nasıl bu kadar kolay iftira atılabileceğini görmüş bulunmaktayım.

Safiye Sultan ile başlayan; Bir Hürrem Masalı, Nurbanu, Hatice Sultan ve Kiraze ile devam eden bu karalama kampanyasında, Osmanlı Kadınefendilerinin çıkarcı, maddeci, makam ve mevki düşkünü, gayri ahlaki tavırlar içinde gösterilmeleri doğrusu beni çok şaşırttı. Bu kitapları kaleme alanların ciddi birer tarihci olmamaları bir yana, Dünyayı yöneten bir sarayın mensuplarına ithaf edilen akıl almaz hafifliklerde aslında gerçeklerle bağdaşmıyordu. Çünkü romanlarda bu kadınefendilere yakıştırılan tavırlar, Osmanlı Harem Sistemi denilen ve çoğu sözlü kurallara bağlı disiplinli bir müessesede sergilenmesi mümkün olmayan şeylerdi. Valide Sultan idaresindeki haremde padişah bile gönlünce hareket etme özgürlüğüne sahip değildi.

Osmanlı Sarayında yaşayan kadınlara atılan iftiralar bir yana, genel manada toplumun içindeki kadında bu saldırılardan payını alıyordu. Bu tarz çarpıtmalara göre O, hep evinde oturan, sokağı ancak kafes arkasından seyredebilen, sosyal hayatta hiçbir söz hakkı olmayan ikinci sınıf bir varlıktı.

Gerçekte bu eserleri kaleme alanların yaptıkları şey, hayallerindeki çirkin sahneleri sadece kağıda geçirmekten başka bir şey değildi. Onlar olanı değil, kendilerine göre olması gerekeni yazıyorlardı. Bu piyasa eserleri çok satınca arkası geldi. Üzücü olan şey ise, okuyanların bu romanlarda anlatılanları gerçekleşmiş vakalar olarak kabul edip böyle değerlendirmeleriydi. Peki işin aslı acaba neydi? Osmanlı Kadını gerçekten de eli kolu bağlı, iradesini kullanamayan bir konumda mıydı?


Sorunun cevabı gözlerimizin önünde duruyor. Belki adlarını defalarca duyduk, belki önünden yüzlerce kez geçtik. Onlar, Osmanlı Kadınının, değil toplumun dışında, bilakis sosyal hayatın tam ortasında olduklarını, arzu ettiği taktirde neleri yapabileceklerini ve Osmanlı Devlet anlayışında kadına verilen değeri gösteren en güzel semboller. Onlar Osmanlı Kadın Yapıları.


Yazının başından beri yanlışlığını anlattığımız bu romanların yazarları, eserlerini kaleme alırken başlarını kaldırıp da sadece İstanbul'un sokaklarına baksalardı, yazdıkları ile gerçek hayatın ne kadar büyük bir tezat oluşturduğunu göreceklerdi. Çünkü gayri ahlaki tavırlar içinde gösterdikleri Osmanlı Kadınları, en büyük hayır kurumları ve camileri inşa ettirmiş, para ve makam düşkünü karalamalarına karşı Onlar, dev külliyelerle toplumun hayatına hayat olmuş, cahil ve evinden çıkamaz iftiralarına karşı da en büyük okulları inşa ederek cevap vermişlerdi.


Kendisini sadece evinin değil halkının da anası olarak gören Osmanlı Kadınefendileri, toplumun ihtiyacı olan şeyleri yapmakta öncelikli olarak kendilerini vazifeli saymış ve elindekileri harcamak konusunda hiçbir tereddüt göstermemişlerdir.

Gelin şimdi sizlerle beraber sadece İstanbul sokaklarında gezerek bu anlattıklarımızı doğrulayalım.


Büyük bir toplumun ihtiyaçlarına toptan cevap veren en önemli yapılar şüphesiz külliyelerdir ve Osmanlı Kadınları da tarih boyunca birçok külliye inşa ettirmişlerdir. İşte onlardan biri Kanuni Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultandır. Kendisi daha gençlik yıllarında Üsküdar iskelesinin karşısına, Mimar Sinan'a, içinde medrese ve imareti de olan bir külliye inşa ettirmiştir. Bugün bu medrese dispanser, imaret ise kütüphane olarak kullanılmaktadır. Mihrimah Sultan Külliye içindeki camiyi karanlık bulmuş, onun bu hoşnutsuzluğunu unutmayan Sinan, Mihrimah Sultan'ın yıllar sonra Edirnekapı'da yaptıracağı ikinci külliyenin camisini şimdiye kadar hiçbir camide yapmadığı kadar aydınlık olarak inşa etmiştir.


Bu külliyenin hemen karşısında halkımızın Yeni Valide Cami dediği, dev yapılar topluluğunu da 3.Ahmet'in annesi Emetullah Gülnuş Sultan yaptırmıştır. Bugün bu mübarek kadın, Osmanlı kadınına gösterilen değeri anlatırcasına, yaptırdığı külliyenin yola bakan kıyısında üstü açık bir türbede, o çok sevdiği beyaz güllerin arasında yatmaktadır.


Bazılarının yerden yere vurduğu, Peygamber Aşığı 1.Ahmet'in eşi Kösem Sultan'ın Üsküdar sırtlarındaki Çinili Camisi, medrese, hamam ve İstanbul'daki en büyük kervansaray tipli iş merkezi olan Büyük Valide Han'ı da bu valide sultanın alicenaplığı hakkında sanıyorum bizlere gerekli malumatı vermektedir.


Çinili Camiye gelmişken hemen yanındaki dev Atikvalide Külliyesini görmeden geçmek olmaz. 2.Selim'in karısı olan Nurbanu Valide Sultan, Mimar Sinan'a uzun uzun nasıl bir eser yaptırmak istediğini anlatmış ve Koca Sinan'da Üsküdar'ın bu sivri tepesine bir mimarlık harikası olan yapıyı; mektep, medrese, darüşşifa, darülkurra, imaret, kervansaray, hamam ve camisiyle birlikte inşa etmiştir.

Üsküdar Atik Valide Külliyesinden aşağıya inerken Kavsara Mustafa Baba Camisiyle karşılaşıyoruz. Kavsara Mustafa Baba tarafından yapılan ve 100 yıl kadar sonra yıkılan caminin Sultan Abdülmecid'in annesi Bezmi Alem Valide Sultan tarafından yeniden inşa ettirildiğini görüyor ve Osmanlı kadınlarının sadece eser inşa ettirmediğini, yapılanları da koruduğunu anlıyoruz.


O güzelim boğazın üzerinden karşıya, Eminönü'ne geçelim. Eminönü iskelesinde bizi tüm haşmeti ile Yeni Cami karşılayacaktır. Bu büyük yapı herşeyi ile tam bir Osmanlı kadın mimari eseridir. Caminin inşaatını, Sultan 3.Murat'ın hanımı Safiye Sultan başlatmış fakat ömrü vefa etmemiş, inşaatı 4.Mehmet'in annesi H.Turhan Sultan tamamlamıştır. Ne yazık ki, 3 ciltlik Safiye Sultan romanını yazanlar, roman içinde bu kadın efendiyi, hayır için yaptırdığı Mısır Çarşısına sokarak türlü melanetler işliyor göstermekten çekinmemişlerdir. Halbuki Kahire'de yaptırmış olduğu hayır eserlerinden Yeni Cami ve Külliyesine kadar tüm bu yapılar, onların karalamalarına en güzel cevabı fazlasıyla vermektedirler.


Sultan Ahmet'e doğru yürüyelim. Kadırga Sırtlarında yine Mimar Sinan'a ait şirin bir külliye ile karşılaşacağız. Bu yapının şahsında Osmanlı kadınlarının sadece kendileri için değil, eşleri için de hayır kurumları inşa ettiklerini görmekteyiz. 2.Selim'in kızı İsmihan Sultan çok sevdiği kocası Sokulu Mehmet Paşa'nın vefatı sonrası bu külliyeyi onun adına inşa ettirmiş, hatta bu mabedi farklı kılmak için, caminin özel birkaç yerine Hacer-ül Esved taşının parçalarından koydurmuştur.


Kadırgaya gelmişken meşhur kadırga parkına da giriyor ve bugün İstanbul Surları içinde ayakta kalan tek namazgahı görüyoruz. Altında kare planlı çeşmesi olan ve merdivenle üst katına çıkılan namazgah 1.Abdülhamid'in kızı Esma Sultan'a ait. Bu yapının ışığında, namazgah inşa eden bir padişah kızının, Ortaköy Yalısındaki yaşamına ait çarpıtmaları hatırlıyor ve iftiranın bu kadarına pes demekten kendimizi alamıyoruz.


Sultan Ahmet yanından Gülhane'ye doğru inerken yine bir kadın mimari yapısıyla karşılaşıyoruz. 3.Ahmet'in kızı Zeynep Sultan Camisi ve bu caminin arkasında bugün de İlkokul olarak kullanılan mektebi. Fakat ne yazık ki yol yapım çalışmaları sırasında kaldırılan türbesi bir daha inşa edilmediğinden Zeynep Sultan'ın naşı, caminin bodrumunda yeni türbesinin inşa edileceği günü beklemektedir.


Ayasofya ve Sultanahmet Camisi arasında uzun ve kubbeli bir yapı dikkatimizi çekiyor. Bugün halı müzesi olarak kullanılan bu yer İstanbul'un en büyük hamamı olan ve Mimar Sinan'a yaptırılan Hürrem Sultan Hamamıdır. Kanuni Sultan Süleyman'ın hanımı Hürrem Sultan'ın, burayı kendi imkanları ile inşa ederken nasıl sıkıntılar çektiğini, Irakeyn Seferinde olan Kanuni'ye yazdığı mektuplardan öğreniyoruz.


Çemberlitaş'ta anıtın hemen yanında bulunan ve İstanbul'da yabancıların en çok rağbet ettikleri yerlerden biri olan Çemberlitaş Hamamı da bir başka valide sultan'ın, 2.Selim'in karısı Nurbanu Sultan'ın vakfiyesidir.


Yeniden Eminönü'ne doğru geliyoruz. Eminönü Karaköy arasını bağlayan meşhur Galata Köprüsü, bizlere yine başka bir Osmanlı Hanımefendisini hatırlatıyor. Burada köprünün olmadığı dönemlerde insanların karşıya geçmek için katlandıkları binbir sıkıntıyı gören Sultan Abdülmecid'in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, 1836 yılında buraya ahşap bir köprü yaptırıyor. İnsanlığa hizmet maksadıyla yaptırıldığından köprüye "Hayratiye" adı veriliyor.


Galata Köprüsünün Karaköy ayağına geçmişken bir sonraki Haliç Köprüsüne, Unkapanına doğru yürüyoruz. Unkapanı Köprüsünün Azapkapı ayağında İstanbul'un en muhteşem çeşmelerinden biriyle karşılaşıyoruz. 1.Mahmut'un annesi Saliha Sultan'ın yaptırdığı çeşmenin inşa hikayesi ise bir hayli ilginç.


Yıllar önce o civarda yaşayan fakir bir ailenin kızı olan Saliha Sultan, elinin testisiyle su doldurmaya gider. Fakat testi elinden düşer ve kırılır. Küçük kız başlar ağlamaya. Oradan arabasıyla geçmekte olan saray mensubu bir hanım bu manzarayı görerek arabadan iner ve ağlayan kıza testinin parasını vererek artık ağlamamasını söyler. Fakat Saliha Sultan'ın verdiği cevap karşısında şaşkına döner. Saliha Sultan "Testinin kırıldığına değil bir testi su dolduramayacak kadar beceriksiz olduğuna"ağlamaktadır. Saraylı hanım bu zeki kızı saraya aldırır. Harem'de yetişen Saliha Sultan ileride 2.Mustafa'nın eşi olacak ve o günün hatırası olarak da oraya bu muhteşem çeşmeyi yaptıracaktır.


İşte bu tarihi vak'a bizlere, hem Osmanlı toplum yapısında kadının yerini, hem saraya en alt tabakadan da birilerinin girip yükselebileceğini, hemde harem'in bir kadın okulu olduğunu anlatmaktadır.

Osmanlı Kadın yapıları denilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Şifahanelerdir. Başta da söylediğimiz gibi toplumun bir nevi annesi olan bu müşvik padişah anaları, halkın sağlığı için dev hastaneler vücuda getirmişlerdir. İşte vatan ve millet caddelerinin arasında, neredeyse bir şehir genişliğinde olan Gureba Hastanesi. Sultan 2.Mahmud'un hanımı Bezmi Alem Valide Sultan, halkının içinde bulunan tüm garipler için yaptırmıştır Gureba'yı. Ayrıca hiçbir hastadan da kesinlikle ücret alınmamasını emretmiştir.


İstanbul'un bir başka ünlü hastaneside Haseki'dir. Kanuni'nin eşi Haseki Hürrem Sultan'ın yaptırdığı dev külliyenin bir parçası olan bu şifahane bugün Haseki semtinde yine insanlara sağlık dağıtmayı sürdürmektedir.


Gelelim Anadolu yakasının meşhur hastanesi Zeynep Kamil'e. Mısır'a çalışmaya giden ve orada katiplik yapan Kamil Bey, Kavalalı ailesinden Zeynep Sultan'a aşık olur. Karşılık bulan bu sevgi evlilik ile sonuçlanır. Evlenirler evlenmesine ama Osmanlı ile zıtlaşan aile, çifti birbirlerinden ayırır. Uzun bir ayrılıktan sonra İstanbul'da tekrar bir araya gelen çift, İstanbul'u hayır eserleri ile donatırlar. İşte Zeynep Hanım ve Kamil Bey'in yaptırdıkları Zeynep Kamil Hastanesi. Bugün de, Osmanlı Devletinde çiftlerin birbirlerine olan derin muhabbetini anlatırcasına bu hastanenin bahcesinde beraberce yatmaktadırlar.


Osmanlı Kadınefendilerinin eğitime ve öğretime de önem verdiklerinden bahsetmiştik. Bir kere hareme gelen her bayan, orada en az bir müzik estrumanını çalmayı öğrenir, güzel konuşma, el becerisi, aşı yapma vb. birçok konuda ders alır, bunların yanında en az bir yabancı dili de iyi derecede konuşurdu. Bu eğitimli hanımefendiler, teb'alarının da eğitimini önemsediklerini göstermek amacıyla imkanları ölçüsünde çevreye okullar yaptırmayı da ihmal etmemişlerdir.


Eyüp'te 3.Selim'in kızı Şah Sultan'ın yaptırdığı Külliye içindeki mektep, Cağaloğlu'nda Bezmi Alem Sultan'ın yaptırdığı İstanbul Kız Lisesi, Aksaray'da Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevnihal Valide Sultan'ın kendi adıyla anılan camisinin yanında inşa ettirdiği Pertevnihal Lisesi ve 2.Mahmud'un kızı Adile Sultan'ın Haliç kıyısına okul olarak yaptırdığı ve Cumhuriyetten sonra Halk Kütüphanesi olarak kullanılan yapı, Osmanlı Kadınlarının inşa ettirdikleri okullardan sadece birkaç tanesidir. İstanbul'da sadece saraylı hanımların değil, gündelikci olan kalfaların bile yaptırdıkları okullara rastlamak mümkündür. Divanyolundaki Cevri Kalfa İlköğretim Okulu buna en güzel örneklerden biridir.


İnsanlığın ihtiyacı olan cami, okul, çeşme, hamam, hastane vb. hayır eserlerini vücuda getiren valide sultanlar, onların karınlarının tokluğu ile de yakından ilgilenmiş, ülkenin birçok yerine aşhaneler kurmuşlardır. Bugün Eyüp'teki, 3.Mustafa'nın hanımı Mihrişah Sultan tarafından kurulan imaret, inşasının üzerinden 300 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen her gün onlarca insana yemek dağıtmaktadır.


Görüldüğü üzere bugün sadece İstanbul'da, küçücük bir turda gözümüze takılan kadın yapılarının sadece bir kısmını sizlere anlatmaya çalıştık. Bu kadarı bile bizlere Osmanlı Devletinde ve haremde kadının yeri ve o mübarek kadın efendilerin haleti ruhiyesi hakkında bilgi vermektedir.


Bir büyük zatın; yanına gelen gençlerin kendisine muallimlerinin Allah'ı anlatmadığından şikayet etmeleri üzerine, "Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsetmektedir. Muallimleri değil, onları dinleyiniz." demesi gibi, bizlerde bazı insanlarımız tarafından tarihi birer hakikat gibi görülen ve geçmişimize çamur atmaktan başka bir vazifesi olmayan bir kısım romanlar yerine bizzat tarihin kendisine kulak vermenizi istiyoruz. Göreceksiniz o koca koca taşlar dile gelecek ve sizlere neler neler anlatacaklardır.
 
Talha UĞURLUEL - Egitimhaberim.com
talhaugurlue@egitimhaberim.com

KAYNAKLAR :

- Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, C.9, Ötüken Yay, İstanbul 1994,
- Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yay, İstanbul 1997
- Haluk Dursun, İstanbul'da Yaşama Sanatı, Ötüken Yay. İstanbul 2000
- Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları, M.Çağatay Uluçay, Ufuk Kit. İstanbul 2001
- Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yay. Mart 2002
- Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz, OSAV Yay. İstanbul 1999
- Harem-i Hümayun, Leslıe P.Peırce, Tarih Vakfi Y.Yay. İstanbul 2002
- The Topkapı Palace , İstanbul 1988
- İstanbul The Cradle Of Cıvılızatıons, Revak Yay. İstanbul 1998
- İmparatorlukların Başkenti İstanbul, Jane Taylor, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul 2000
- Tarih ve Düşünce Dergisi, Safiye Sultan Masalı, Eylül 2000
- Asitane, A.Ragıp Akyavaş, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.Ankara 200

Dersim katliamının tanıkları anlatıyor (Video Haber)

Başbakan Erdoğan’ın bazı tarihi belgeleri açıklayıp devlet adına özür dileği Dersim katliamı tanıklarından 90 yaşındaki Yumoş Bakıray konuştu: Kadınları kurşuna dizmediler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı tarihi belgeleri açıklayıp devlet adına özür dileği Dersim Katliamı’nın yaşayan tanıkları Taraf gazetesinden Remzi Budancir'e konuştu: “Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngülerle öldürdüler.

Ortalık tam bir cehenneme, kan gölüne dönmüştü. Her taraf ceset doluydu... Askerler Munzur’a attı beni. Nehir kan akıyordu. Suların üzerinde cesetler yüzüyordu. Boğulmak üzereyken bir cesede tutundum.”



Kulaklarımızda, yüreğimizde hâlâ o sızı var
Bir süredir Türkiye’nin gündemine oturan ve Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ve özür dilemesiyle yeni bir sayfanın açıldığı Dersim Katliamı ile ilgili olarak o dönemi yaşayan tanıkları bulmaya çalışıyoruz Dersim’de. O dönemin bir kaç tanığından ikisine ulaşıyoruz. Onlardan biri Tunceli’ye 9 km uzaklıktaki Meytan Köyü’nde yaşayan 90 yaşındaki Yumoş Bakıray. Katliam sırasında 15 yaşında olan Yumoş Nene’nin yüzündeki çizgiler, çorak toprakları andırıyor ama belleği pırıl pırıl. “O acıyı, katliamı bizden iyi kim anlatabilir ki oğul. Etimizde, kemiğimizde, kulaklarımızda, yüreğimizde hâlâ o sızı vardır” diye başladı ve şöyle devam etti Yumoş Nene:
Kadınları kurşuna dizmediler, tecavüz ettiler
“1937 yılında Turişmek köyü Robaik mezrasında, ailemle yaşıyordum. 15 yaşındaydım daha. Askerler katliamdan önce gelip köydeki evlerde bulunan bıçaklarımızı bile toplayınca babalarımız, dedelerimiz şüphelendi aslında.
Askerler katırlarla aylarca bölgeye sevkiyat yaptılar, çadırlar kurdular, silahlar getirdiler. Katliam gününde bizim köydeki insanları başka bir köye götürdüler. Biz kaçtık, ormana saklandık. Oradan seyrediyorduk korkuyla. Çevredeki köylerden toplananları ilk önce kadın ve erkek olarak iki ayrı gruba ayırdılar. O anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Kalabalığın önüne kurulu silahlar vardı. Askerler erkekleri o silahlarla taradılar. O an yükselen çığlık ve yakarışlar, şu an bile kulağımda.”
Anlatırken kalın çerçeveli gözlüklerinin altından gözyaşları akıyor Yumoş Nene’nin. “Neneceğim biraz dinlen istersen” deyince, “Yok oğul, anlatalım ki bir daha kıyamasınlar kimseye” dedi ve devam etti: “İnsan vicdanının kabul edemeyeceği bir sahneydi benim için. Gece kâbus görmeme neden olan olay o an oldu. Askerleri kadınların içine saldılar.
Etraf sarılıydı ve çoğu bir birine iple bağlanmıştı. Kadınlara tecavüz ettiler ve çığlıklar içinde süngüler ile öldürdüler. Ortalık tam bir cehenneme dönmüştü. Saklandığımız yerde ağlıyor, korkuyor ve çığlımızı içimize gömüyorduk. Aynı şey bizimde başımıza gelebilirdi. Kaçtık, ormanın derinliklerinde saklandık.
Askerler daha sonra köyleri ateşe verdi. Askerler gittikten sonra saklandığımız yerden çıkıp köye indik. Cesetler yerdeydi hala. Her yer kan gölüne dönmüştü. Her taraf komşumuz, akrabalarımız ve tanıdıklarımızın cesetleri ile doluydu. Sonra tekrar ormanlık alana çekildik. Aylarca ormanda saklandık hiç inmedik.
Gündüz mağaralarda saklanıyorduk, gece köylerimize gelip başıboş olan hayvanları sağıp süt alıp tekrar mağaralara geri gidiyorduk. Kadınlar çocukları ile birlikte mağaralara saklanıyordu. Bir bebek ağlamaya başladı. Yanındakiler kadına ‘çocuğu sustur, yerlerimizi öğrenirlerse gelip bizi de öldürürler’ dedi. Kadın emzirdiği çocuğunu göğsüne ağlayarak bastırdı sesi çıkmasın diye. Asker gittiğinde çocuk boğulmuştu.”

Köyü çığlıklar sardı
Katliamın bir diğer yaşayan tanığı 83 yaşındaki Hüseyin Gül. İzlerini hala vücudunda taşıdığı katliam sırasında 10 yaşındaymış Hüseyin Dede: Anlatırken o günleri yeniden yaşıyor: “Askerler bizi Hopik’te topladı. İple kollarımızı birbirine bağladılar. Önümüze makineli tüfekleri koydular ve taramaya başladılar.
Kadın çığlıkları ortalığı kaplamıştı. Ağzımdan ve vücudumun başka yerlerinden vuruldum. Bir cesedin altında kaldım ve ölü numarası yaptım, hiç kıpırdamadım. Yaklaşık 10 asker ölenleri kontrole geldi. Süngü batırıyordular.
Koluma süngü isabet edince ah dedim. Canlı olduğumu anlayınca bacağımdan tutup sürükledi ve tepeden aşağı attılar, Munzur’a attılar beni. Askerler sudayken de ateş etti ama vuramadı. Bir baktım Munzur kıpkırmızı, kan akıyor. Suların üzerin cesetler yüzüyor. Boğulmak üzereyken yanımdan geçen bir cesede tutundum. Onunla birlikte epey sürüklendim. Bir yerde ayaklarımın taşa değdiğini hissedince çırpındım sudan çıktım. Aylarca dağlarda köy köy dolandım.”

Askerler çuvalla kelle taşıdı
Ahmet Gedik(80), olayların en hararetli döneminde 7-8 yaşlarında olduğunu, ölmekten son onda kurtulduğunu anlatıyor. Tarif edilemez acılar yaşandığını söyleyen Gedik, askerlerin çuvallarla insan kellesi taşıdığını söylüyor. Gedik, şahit olduğu olayları şöyle aktarıyor: “1938 yılında ben 7-8 yaşındaydım. Arkadaşlarla odun topluyorduk. O sırada bir gürültü duyduk. Sonra Nazimiye’nin Geriş köyünde kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Yanlarına gittik. ‘Ne oldu, niye ağlıyorsunuz’ dedik. Askerler bizim köye doğru gittiler. Biz de merak ettik köye doğru yola çıktık. Sonra askerlerin çuvallarla kelle taşıdığını gördük. İnsanların kellelerini kesmişler, getirip yüzbaşıya gösterip ödül alıyorlar. Ondan sonra biz kaçtık. Yanımda kardeşim, ağabeyim, amcamın kızı vardı. Bizi öldüreceklerdi. Kaçarken ben geride kaldım. Geri köye dönmeye karar verdim. Köye dönerken askerler yolumu kesti. Ben onları görünce kaçmaya başladım yine. Onlar bir kızı arıyorlarmış. Ben ağlıyorum. Sonra biri askerlere o bizim köyden ‘falancanın oğludur yapmayın’ deyince beni bıraktılar. Öylece canımı kurtardım.” Yıllar sonra gelen özrü önemli bulduğunu belirten Gedik, “Başbakan’ın özür dilemesi yerinde bir davranıştır” diyor.
85 yaşında olan Ali Demir de o dönemde yaşananları unutulmayacak acılarla hatırladıklarını ifade ediyor. Annesiyle birlikte meşelerin arasından kaçtıklarını anlatan Demir, “1938 Annemle beraber meşelerin arasına kaçtık. Yakınımızda biz öldürme olayını görmedik. Karsni ve Kıl köylerinde birçok kişinin öldürüldüğünü biliyoruz. Bence olaylarım sorumluları o zamanki hükümet. Mecliste karar alınıyor. Atatürk siroz hastalığı ile boğuşurken İsmet İnönü yanına gidiyor. ‘Pertek suyundan yukarısı için Dersimlilerin fermanı çıkarılmış. Hiç kimse kalmaz’ diyor. Atatürk bunun üzerine, Fevzi Çakmak’ı çağırarak git bunu durdur diyor. Biz öyle biliyoruz” diye konuştu. Başbakan Erdoğan’ın özür dilemesini siyasi olarak değerlendiren Demir, samimi olunduğunun gösterilmesini temenni ettiklerini ifade ediyor.

Taraf - Cihan

Filistin, Gazze'nin tapusunu Türkiye arşivlerinden istedi

Gazze'deki Filistin yönetimi, Türkiye'den Osmanlı dönemine ait Gazze'nin tapu ve nüfus kayıtlarını istedi. Gül ve Erdoğan'dan yardımcı olmalarını talep etti. Gazze'deki yönetiminin İçişleri Bakanlığı Sivil İşler Müdürü Riyad Zeytuni, 2008-2009 savaşında ellerindeki kayıtların bombardımanda yok edildiğini, İsrail'in de kendilerine bu belgelerin kopyasını vermeyi reddettiğini kaydetti.
Geriye sadece Türkiye'de bu kayıtlara ulaşma imkanı kaldığını, o yüzden de Mayıs ayında Ankara ve İstanbul'a ziyaret gerçekleştirdiklerini belirten Zeytuni, Tapu Kadastro ile Devlet Arşivleri'ne gittiklerini ve talepte bulunduklarını ifade etti.
Zeytuni, 'Tapular, vakfiyeler ile ilgili belgeler ya da doğum-ölüm kayıtları gibi belgeler bizim için çok önemli. Çünkü onlar bizim geçmişimizi belgeliyor, nereden geldiğimizi, kökenimizi ortaya koyuyor' dedi.

Haber videosu için tıklayın !

'NEREDEN GELDİĞİMİZİ GÖRDÜK'
'Türkiye'deki kayıtlarda nereden geldiğimizi gördük' Gazze'nin eskiden ticaret yolları üzerinde olduğuna dikkati çeken Zeytuni, Filistin'e gelip yerleşen, evlenen birçok yabancı bulunduğunu, bunların bazılarının da Osmanlı Türkü olduğunu söyledi.
Türkiye ziyaretlerinde kayıt ve tapuların bir kısmını gördüklerini anlatan Zeytuni, 'Aradığımız bazı isimlere bile kayıtlara rastladık. Nereden geldiklerini gösteriyor. Bunlara Türkiye'deki kayıtlarda ulaşılabilir.
Yetkili kardeşlerimizden kopyalarını istedik. Bunların bir kısmı aynen Osmanlı zamanında olduğu gibiydi, hatta bir kısmı Arapçaydı. Örneğin Seyid Haşim, Şeyh Zekeriya ve El Sedra Camileri gibi.

Hatta bu camilerde çalışanların isimleri ve maaşlarını bile gördük' şeklinde konuştu. Zeytuni, ancak kayıtların kendilerine verilmediğini, Filistin Büyükelçiliği üzerinden başvuru yapmalarının istendiğini söyledi.

GÜL VE ERDOĞAN'A ÇAĞRI
Filistin daha önce hiç bağımsız olmadığını, bir devletten diğerine geçtiğini dolaysıyla kendi arşivleri olmadığına dikkati çeken Zeytuni, şöyle devam etti:
'Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan bu kayıtları özellikle de Osmanlı zamanında kayıtlara geçen isimleri, tapuları, ölüm-doğum kayıtlarını talep ediyoruz. Kendi aslımızı bulmamız bu kayıtlara bağlı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den bu kayıtları istiyoruz zira bunların hepsi Osmanlı arşivlerinde. Bu kayıtlar ancak Filistin'e geldiğinde bir işe yarar. Çünkü bizler ile ilgili.'

OSMANLI 4 ASIR HÜKMETTİ
Gazze, 2007 yılından beri Batı Şeria'da kurulu Ramallah yönetiminden bağımsız olarak Hamas tarafından yönetiliyor. İki hükümet arasında da ciddi anlamda sorun yaşandığından birçok konuda işbirliğine gidilemiyor. Türkiye'deki büyükelçilik ise Ramallah yönetimini temsil ediyor.
Gazze, dünyadaki en eski şehirlerden biri olarak kabul ediliyor. Bulgular, Gazze'deki insanlık tarihinin 5000 yıl öncesine dayandığını gösteriyor.
Eski Mısır, Roma, ardından da Bizans'ın egemenliği atına giren Gazze, 635 yılında İslam orduları tarafından fethedildi. Eyyubiler ve Memlüklülerin de hüküm sürdüğü Gazze, 1516'da Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı, 7 Kasım 1917'de Gazze'den çekilmek zorunda kaldı.
Ardından İngiliz hakimiyetine giren Gazze, 1948 Arap-İsrail Savaşı sonucu Mısır, 1967 savaşında ise İsrail'in kontrolü altına girdi. İlk intifadan 6 yıl sonra İmzalanan Oslo Barış Anlaşması ile İsrail askerleri Gazze'den çekildi.
Daha sonra İsrail yerleşim yerleri de kaldırılınca Gazze tamamen Filistin'in kontrolü altına girdi. Ancak Hamas'ın iktidara gelmesiyle Gazze'ye kara, hava ve denizden abluka uygulanmaya başlandı. 2008-2009 savaşında ise binden fazla Gazzeli hayatını kaybetti.

AA, Memurlar.net

Süryanilere tarih şoku

Ortaöğretim 10. sınıf Tarih kitabında Süryaniler için, ''Osmanlı'ya ayaklandılar'', ''Refah için Batı'nın çıkarlarına alet oldular'' gibi bilgiler yer alıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretim 10. sınıflar için hazırladığı Tarih dersi kitapları, Süryanileri üzdü.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Süryani öğrencilerin de okuduğu kitap, Süryanileri ‘ülkeye ihanet etmiş’ gibi gösteriyor. 


Radikal gazetesinin haberine göre, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2009 yılında ders kitabı olarak okutulmasına izin verdiği ortaöğretim 10. Sınıf Tarih kitabında Süryanilere yönelik yanlış bilgiler yer alıyor. Vicdan Cazgır, İlhan Genç, Mehmet Çelik, Celal Genç ve Şenol Türedi’nin yazdığı, editörlüğünü ise Doç. Dr. Osman Köse’nin yaptığı kitabın 65. ve 66. sayfalarında ‘Osmanlı Devleti’nde Süryanilerin Durumu’ başlıklı bilgilere itiraz eden Süryaniler, “Bu bilgiler eksik, yanlış ve bize karşı düşmanlığı körüklüyor” görüşünü savunuyor. 

Düşmanlık nedeni
Süryanilerin kitaba yönelik ilk tepkisi, ‘tarihlerinin yanlış anlatıldığı’na yönelik. Ayrıca Süryanilerin Ermeni Kilisesi’ne bağlanmasıyla ilgili bilginin de eksik olduğu kaydediliyor. Kitapta 1. Dünya Savaşı sürecinde özellikle Rusların ve Avrupalı devletlerin kışkırtmasıyla Süryanilerin ayaklandığı, başarılı olamayınca büyük çoğunluğunun Anadolu’dan ayrıldığı ifade edilerek şöyle deniliyor: 

“Lozan Antlaşması’na göre Süryaniler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayıldılar. ...Süryani göçü ekonomik nedenlerle son yıllarda artmıştır. Özellikle yurtdışına göç eden Süryaniler Batı’nın ekonomik refahı içinde yaşamak için o devletlerin siyasi ve dini çıkarlarına alet olmaktadırlar. 1915’te sözde Süryani soykırımı yapıldığı söylenmektedir. Süryaniler 1. Dünya Savaşı’nda Rusları destekleyerek taraf olmuşlardır. Süryanilerle mücadele savaş şartları içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla soykırım söz konusu değildir. Süryaniler hiçbir sorunla karşılaşmadan dini ve sosyal faaliyetlerini gerçekleştirmişlerdir.” 

Süryani yazar Markus Ürek’in kitaba itirazı ise şöyle:
“Süryanilerin tarihi, Süryanilere danışılarak yazılmalıdır. Süryaniler, orada gösterildiği gibi kötü bir topluluk değil aksine bütünlük içerisinde yaşamaya çalışan bir halk olmuştur. Genç ya da çocuk yaştaki insanlara tarihi bu şekilde öğretmektense daha objektif yazılması doğru olurdu. Bir ders kitabı, vatandaşlığı bütünleştirecek şekilde olmalı. Bu kitaptaki metin ülkedeki insanların Süryanilere daha farklı bakmasına neden olacak şekilde kaleme alınmış.”
Ürek, kitapta yazıldığı gibi bir Süryani ayaklanmasının da yaşanmadığını kaydederek, “Doğu Süryanileri, Kürt aşiretlerinin kendi üzerlerine gelmesi nedeniyle kendilerini korudu” dedi. 

Ntvmsnbc

26 Kasım 2011 Cumartesi

Josip Broz Tito

Josip Broz Tito, (d. 7 Mayıs 1892, Hırvatistan-Kumrovec - ö. 4 Mayıs 1980 Slovenya-Ljubljana) Yugoslav devlet ve siyaset adamı. On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğudur. Babası Hırvat, annesi Sloven’dir.

On üç yaşlarındayken Sisak kasabasına yerleşti. Burada çilingir çırağı olarak çalışmaya başladı. Gençlik yıllarında Trieste,Avusturya, Bohemya ve Almanya'da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerde sendika faaliyetlerine katılarak aktif görevler aldı veHırvatistan Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi.

Zagreb'deki 25. Alay'da askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alındı. Bu sırada I. Dünya Savaşı başladı. Ağustos 1914'te askeri birliğiyle birlikte Sırbistan'a gönderildi. Bu savaşa karşı olduğunu söyleyerek propaganda yapmaya başladı. Suçlu görülerek Petrovaradin’de (Petervaradin) tutuklanarak hapse atıldı. Ocak 1915'te serbest bırakılarak, Karpat cephesinde tekrar savaşa katıldı ve bazı yararlıklar gösterdiği için cesaret madalyası verildi. Bukovina Cephesinde çarpışırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır bir şekilde yaralandı. Rus ordusuna esir düştü.

Bolşeviklerin safında 1917-1920 devrime ve iç savaşlarına katıldı. 1920'de bir Rus kadınıyla evlenmiş olarak Yugoslavya'ya geri döndü.

Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Komünist Partisine bağlı olarak yürüttüğü siyasi faaliyetlerinden dolayı birçok kere tutuklandı. Özellikle 1928'deki soruşturmasının neticesinde altı yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1934'te hapisten çıktı. Moskova, Paris, Prag ve Viyana'ya görevli olarak gitti.


II. Dünya Savaşı


1936'da Paris'te enternasyonal tugayların İspanya'ya geçişini organize etti. Bu çalışmalarından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi. Tekrar Yugoslavya'ya döndü (1937). Bu sırada II. Dünya Savaşı çıktı. Uzice'de bir kurtuluş savaşı komitesi kurdu. İşgal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan Ustaşalara karşı gerilla savaşına başladı. Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken, sık sık "Tİ-TO, Tİ-TO" (Sen bunu, Sen Bunu... yap!) dediği için arkadaşları kendisine esas ismi olan Josip Broz'un yanına Tito lakabını eklediler. Her yerde bu lakapla meşhur oldu.


Tito, Yugoslavya'nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savundu ve fikri zamanın devlet adamı Churchill tarafından desteklendi. Rakibi olan Mihailovic'i saf dışı bıraktı.Partizanlardan meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükümetinin başına geçti.

Alman Nazi birliklerinin, 1941'de Yugoslavya'ya girmesi, çok milliyetli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanya’sının Rusya'ya (SSCB) saldırması üzerine,


Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya'nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya'da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen, gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943'te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretva ve Sutjeska'ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000'in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler.



Yugoslavya'nın Kuruluşu


Tam bu sırada (

1943), İtalya Almanya'ya teslim oldu. Partizan grubunu komuta eden Tito ise SSCB ve diğer büyük devletlere haber vermeden gizlice Partizan parlamentosunu (Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi) topladı. Bir geçici devrim hükümeti kurdu. Yugoslavya'nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu ilan etti. Bu çalışmalarından dolayı Tito'ya 1943'te Yugoslavya Mareşalliği, daha sonra Hükümet Başkanlığı ve Başkomutanlığı da verildi (7 Mart 1945). Aynı yıl seçimlere gidildi. Tito'nun partisi olan Halk Cephesi seçimlerde galip çıktı. Seçimlerden hemen sonra resmen Yugoslavya Federal Cumhuriyetini kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi.

Diğer Ülkelerle İlişkiler

Tito; komşu devletlerde baş gösteren halk demokrasisi diye adlandırılan


ayaklanmaları desteklemesi; Atina hükümetine karşı Yunan komünistlerine her konuda yardım etmesi, Yugoslavya'da açıkça sosyalist bir rejim uygulaması üzerine batı, Tito'dan desteğini çekti. Bu sırada Yugoslavya'yı kendi yönetim ve denetimi altına almak isteyen Stalin ile Tito'nun arası açıldı. Tito'nun, Yugoslavya'nın bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi. Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idarecileri, Tito'ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955'te Sovyet Başkanı Kruşçev, Belgrad'ı ziyaret etti ve Stalin'in politikasını resmen kınadı.

Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyasetiyle Sovyet Rusya'ya, batı devletlerine ve ABD'ye yaklaşmayı becerdi. Hatta iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağladı.

13 Ocak 1953'te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya'yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirdi. 1968'de Rusya'nın

Çekoslovakya işgalini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya geziler yaparak Bağlantısızlar hareketini güçlendirdi. 25 Üçüncü Dünya Ülkesinin bir araya gelip Bağlantısızlar Konferansı düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını başardı.

1970 yıllarında Yugoslavya'nın bölgesel savunma sistemini kurmasını savundu. 1974'te kollektif başkanlık sistemiyle aynı görüşü resmen kabul edildi. Aynı yıl (1974) ömür boyu devlet başkanlığına getirildi.

Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974'te anayasayla kurulan kollektif başkanlık idaresi geldi. 1989'da Doğu Blokunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya'ya da sıçradı. 1990'da Yugoslavya'da çok partili düzene geçildi.

Naaşı Belgrad'da bir anıt mezarda gömülüdür.

Tito Türkiye'de:


Vimeo-Wiki

Josip Broz Tito

Josip Broz Tito, (d. 7 Mayıs 1892, Hırvatistan-Kumrovec - ö. 4 Mayıs 1980 Slovenya-Ljubljana) Yugoslav devlet ve siyaset adamı. On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğudur. Babası Hırvat, annesi Sloven’dir.

On üç yaşlarındayken Sisak kasabasına yerleşti. Burada çilingir çırağı olarak çalışmaya başladı. Gençlik yıllarında Trieste,Avusturya, Bohemya ve Almanya'da metal işçiliği yaptı. Çalıştığı yerlerde sendika faaliyetlerine katılarak aktif görevler aldı veHırvatistan Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi.

Zagreb'deki 25. Alay'da askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alındı. Bu sırada I. Dünya Savaşı başladı. Ağustos 1914'te askeri birliğiyle birlikte Sırbistan'a gönderildi. Bu savaşa karşı olduğunu söyleyerek propaganda yapmaya başladı. Suçlu görülerek Petrovaradin’de (Petervaradin) tutuklanarak hapse atıldı. Ocak 1915'te serbest bırakılarak, Karpat cephesinde tekrar savaşa katıldı ve bazı yararlıklar gösterdiği için cesaret madalyası verildi. Bukovina Cephesinde çarpışırken bir kazak askeri tarafından süngüyle ağır bir şekilde yaralandı. Rus ordusuna esir düştü.

Bolşeviklerin safında 1917-1920 devrime ve iç savaşlarına katıldı. 1920'de bir Rus kadınıyla evlenmiş olarak Yugoslavya'ya geri döndü.

Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Komünist Partisine bağlı olarak yürüttüğü siyasi faaliyetlerinden dolayı birçok kere tutuklandı. Özellikle 1928'deki soruşturmasının neticesinde altı yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1934'te hapisten çıktı. Moskova, Paris, Prag ve Viyana'ya görevli olarak gitti.


II. Dünya Savaşı


1936'da Paris'te enternasyonal tugayların İspanya'ya geçişini organize etti. Bu çalışmalarından dolayı Yugoslavya Komünist Partisi genel sekreterliğine getirildi. Tekrar Yugoslavya'ya döndü (1937). Bu sırada II. Dünya Savaşı çıktı. Uzice'de bir kurtuluş savaşı komitesi kurdu. İşgal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan Ustaşalara karşı gerilla savaşına başladı. Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken, sık sık "Tİ-TO, Tİ-TO" (Sen bunu, Sen Bunu... yap!) dediği için arkadaşları kendisine esas ismi olan Josip Broz'un yanına Tito lakabını eklediler. Her yerde bu lakapla meşhur oldu.


Tito, Yugoslavya'nın bir federasyon biçiminde teşkilatlanmasını savundu ve fikri zamanın devlet adamı Churchill tarafından desteklendi. Rakibi olan Mihailovic'i saf dışı bıraktı.Partizanlardan meydana gelen bir ordu kurarak devrim hükümetinin başına geçti.

Alman Nazi birliklerinin, 1941'de Yugoslavya'ya girmesi, çok milliyetli insan gruplarından meydana gelen ülkenin parçalanmasına yol açtı. Daha sonra Nazi Almanya’sının Rusya'ya (SSCB) saldırması üzerine,


Yugoslavya Komünistleri de Tito başta olmak üzere bir direniş hareketini teşkilatlandırmaya başladı. Tito, Yugoslavya halkını birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yapan bir bildiriyle ayaklandırdı. Ayaklanmanın hızla yayılması sonucu Yugoslavya'nın yarısı bağımsızlığa kavuştu. Tito ve kendisine bağlı Partizanlar grubu bir anda Yugoslavya'da herkes tarafından tanındı. Almanların yoğun baskılarına rağmen, Partizan grubunun hareket ve fikirleri benimsendi. Tito hareket ve kabiliyetleri yüksek, vatanları için gözlerini kırpmadan canlarını verebilecek işçilerden meydana gelen, gerilla tugayları kurdu. Hitler 1943'te Partizan hareketlerinin bu şekilde kuvvetlenmesi üzerine Neretva ve Sutjeska'ya saldırıda bulundu. Tito taraftarı Partizanların bu saldırıda 6000'in üzerinde kayıpları olmasına rağmen, Alman kuşatmasına karşı koyarak geri püskürttüler.



Yugoslavya'nın Kuruluşu


Tam bu sırada (

1943), İtalya Almanya'ya teslim oldu. Partizan grubunu komuta eden Tito ise SSCB ve diğer büyük devletlere haber vermeden gizlice Partizan parlamentosunu (Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi) topladı. Bir geçici devrim hükümeti kurdu. Yugoslavya'nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu ilan etti. Bu çalışmalarından dolayı Tito'ya 1943'te Yugoslavya Mareşalliği, daha sonra Hükümet Başkanlığı ve Başkomutanlığı da verildi (7 Mart 1945). Aynı yıl seçimlere gidildi. Tito'nun partisi olan Halk Cephesi seçimlerde galip çıktı. Seçimlerden hemen sonra resmen Yugoslavya Federal Cumhuriyetini kurarak ülkedeki monarşi (krallık) yönetimine son verdi.

Diğer Ülkelerle İlişkiler

Tito; komşu devletlerde baş gösteren halk demokrasisi diye adlandırılan


ayaklanmaları desteklemesi; Atina hükümetine karşı Yunan komünistlerine her konuda yardım etmesi, Yugoslavya'da açıkça sosyalist bir rejim uygulaması üzerine batı, Tito'dan desteğini çekti. Bu sırada Yugoslavya'yı kendi yönetim ve denetimi altına almak isteyen Stalin ile Tito'nun arası açıldı. Tito'nun, Yugoslavya'nın bağımsız bir devlet olarak kalmasını istemesi bu anlaşmazlığın başlıca sebebiydi. Stalin 1953 yılında ölünce, SSCB idarecileri, Tito'ya yeni bir yaklaşımda bulundular. 2 Haziran 1955'te Sovyet Başkanı Kruşçev, Belgrad'ı ziyaret etti ve Stalin'in politikasını resmen kınadı.

Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi. Bu siyasetiyle Sovyet Rusya'ya, batı devletlerine ve ABD'ye yaklaşmayı becerdi. Hatta iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağladı.

13 Ocak 1953'te Yugoslavya Devlet Başkanı seçildi. Yugoslavya'yı Sosyalist Federal Cumhuriyet hâline getirdi. 1968'de Rusya'nın

Çekoslovakya işgalini kınadı. 1962-70 yılları arasında sık sık Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya geziler yaparak Bağlantısızlar hareketini güçlendirdi. 25 Üçüncü Dünya Ülkesinin bir araya gelip Bağlantısızlar Konferansı düzenlenmesini sağladı. Bunların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını başardı.

1970 yıllarında Yugoslavya'nın bölgesel savunma sistemini kurmasını savundu. 1974'te kollektif başkanlık sistemiyle aynı görüşü resmen kabul edildi. Aynı yıl (1974) ömür boyu devlet başkanlığına getirildi.

Tito, 1980 yılında ölünce yerine 1974'te anayasayla kurulan kollektif başkanlık idaresi geldi. 1989'da Doğu Blokunda görülen yenileşme hareketleri Yugoslavya'ya da sıçradı. 1990'da Yugoslavya'da çok partili düzene geçildi.

Naaşı Belgrad'da bir anıt mezarda gömülüdür.

Tito Türkiye'de:


Vimeo-Wiki