Özellikle Fatih sonrası Osmanlı Devleti'nin yönetim yapısı,milli devlet düzeninden, birçok milletleri bir yönetim altında birleştirmek demek olan imparatorluk düzenine geçmiştir.
Özellikle Birinci Murad döneminden başlayarak, profesyonel ordu gereksinimini karşılamak üzere toplanan Hristiyan çocuklarını eğitim Osmanlılaştırmanın sonucu olarak ortaya çıkan birikim, giderek salt ordunun değil bizzat devlet bürokrasisinin asli unsuru haline gelecekti..
Dönme ve devşirme devlet adamları sınıfı, kapıkulu taifesi, kuruluşundan itibaren doksan yılı bulan bir gelişme içinde padişahın çevresinde devlet kapısını, yüksek hizmet makamlarını Türk soylulara kapatıyor ve iktidar için savaşan ve iktidarı tekellerinde tutmak isteyen bir sınıf ve parti oluşturuyordu.
Dönme ve devşirmeler kendilerini var eden tek güç konumundaki hanedanın merkezi otoritesine itaatkar bir kamu hizmetlileri sınıfı oluşturuyorlardı. Tam da bu nedenledir ki hanedan tarafından özellikle beslendiler..
İstanbul'un ele geçirilmesiyle sağlanan prestijde ise, bu süreçte tayin edici eşik de atlanmış oluyordu ; Çandarlı'nın en tepedeki konumuyla temsil edilen Türk-Müslüman beyler tasfiye edilirken dönme ve devşirmelerin iktidarı kurumlaşma aşamasına geçiyordu. Bu şekilde halka yabancılaşmasına bağlı olarak devlet, özellikle Fatih'le birlikte artık Müslüman-Türkmen devleti değil, bir dönmeler devleti haline gelmiştir..
Burada gerçekten de çok ilginç bir durum söz konusudur : Devlet bir yandan Sünniliği resmi ideolojisi haline getirir ve kuruluşta temel rol oynayan Bektaşi gelenekten sistematik olarak uzaklaşırken, aynı zamanda Türkmen ve Müslüman kökenlilerin de devletin merkezindeki konumlarını yitirmeleri söz konusudur..Özetle devlet, kuruluştan beri süregelen başka halklara yönelik işgalciliğine ek olarak kendi halkına karşı da merkezileşir ve yabancılaşırken, aynı zamanda medrese eğitimi ve Sünnileşmeyi de halka dayatmaktadır.. Sünnilik halkın daha rahat kontrolü ve yönlendirilmesinde en uygun araç olarak seçilmektedir ; tıpkı Selçuklu, Abbasi ve Emevi hanedanlarının yaptığı gibi...
Çandarlı'nın boğdurulduğu 1453'den, 16. yüzyıl sonuna kadar iktidar olan 48 vezir-i azamın sadece dördü Türk-Müslüman soyundandır. Saray erkanının dönme veya dönmüş görünen Hristiyan kapıkullarından oluşması bir yana, kendi geçmişleriyle bağları canlı pek çok ünlü Osmanlı büyüğü ile karşılaşırız. Birkaç örnek vermek gerekirse ; Vezir-i Azam Mahmud Paşa, 1457'de Sırbistan büyük Voyvodası Mihail Angeloviç'in kardeşidir... Vezir-i Azam Hersekzade Ahmed Paşa, Hersek Dükü'nün kardeşidir. Meşhur Sokollu Mehmed Paşa ise, Peç Başpiskoposu'nun kardeşidir..
Türk-Müslüman kökenlilere kapalı Saray mektebi (Enderun) ve yeniçerilerden oluşturulmuş profesyonel ordusuyla, dönmelik üzerine kurulu bir kapıkulu egemenliğidir Osmanlı İmparatorluğu..
Diğer yandan gaza geleneği sürekli kahramanlar yaratıyordu ve bunların güçlü ailelerden olması hem padişahın iradi gücüne, hem de uzun vadede iktidar gücüne karşı devamlı bir risk oluşturuyordu. İşte bunun sonucudur ki Osmanlı Hanedanı, sadece kendi halkına değil, Türk kökenli güçlü ailelere karşı da iktidarını güçlendirme fırsatlarını değerlendirmekte hiç tereddüt etmemiştir.
Bu sürecin gerçekleşebilmesini sağlayan asıl faktör ise devşirmelerin saraydaki etkinliği olmuştur. Devşirmeler, özellikle ulemayı kazanma politikası izlemiş ve artık istikrar arayan Türkmen-Osmanlı aristokrasisine karşı gazacılık geleneğini yeniden güçlendiren bir çizgi izlemişlerdir..Bu ise, Osmanlı'nın, çöküşüne kadar, üretme yeteneğini geliştirememesine, asalaklığın ve bürokratik despotizmin kurumsallaşmasına neden olmuştur.. İyice kemikleşen bu yapı, sürekli talana muhtaç olmasına karşılık, bunu gerçekleştirebilecek teknolojik olanakları geliştiremeyecektir. Böyle olunca, bu kez bir yandan halkına yönelik soygunu gittikçe artıran, diğer yandan Batı'ya avuç açan, çürüyen bir devlete dönüşmüştür...
1453'e kadar, kendilerinin Oğuz sülalesinden olduklarını ilan edip duran ve "Bey" unvanı ile yetinen Osmanlı hükümdarları, bu tarihten sonra, bir taraftan Oğuz sülalesinden gelmiş olma iddialarını bırakır oldular ; diğer yandan da, Padişah-İmparator unvanını taşımaya başladılar.
1453'ten sonraki azap askerleri, artık, "kızıl börk giyen kamu leşkeri" sayılıyordu. "Kamu leşkeri" sayısı aslında padişah kullarından beş kat daha fazla olmasına rağmen, başlarında enderunlu bir kumandanın olduğu ayrık kıtalar halinde oldukları için, yeniçerilere karşı "milli" bir rekabet duygusu besleme olanakları yoktu.. Türk halkı, esasında artık imparatorluğun içindeki siyasi üstünlüğünü ya az duymakta, ya da hiç düşünememekte idi..
Türkler iktidardan öylesine uzaklaştırılmış ve buna yönelik hoşnutsuzluklar, yaşanan tasfiyelerle öylesine kesin bastırılmıştı ki, artık memleketi idare eden Hristiyanlıktan dönme bütün yabancı yönetim kadrolarını hiç de yadırgamıyor durumdaydılar..
Kısaca söylemek gerekirse ; Türkler ile Osmanlı hükumet mensubu seçme zümre arasındaki çekişmeler, Türkler aleyhine olarak, örneğin 17. yüzyılın başlarında, önemini kaybetmiş, Anadolu halkı çiftinden başka bir şey düşünmeyen, devlet muhtaç olunca, savaşlarda, uzak imparatorluk topraklarının kalelerini ve sınırlarını beklemekte harcanan kişiler durumuna düşmüşlerdir.. Ancak tüm bu ağır sorumluluklara karşın devletin kendinden olmasını sağlamak mümkün olamamış, aksine Osmanlı daha rahat hükmedebilmek amacıyla ona yabancı, onun üstünde devasa bir dönmeler aygıtı olarak örgütlenmiştir..
İmparatorluk çökerken resmi dildeki Türkçe kökenli sözcüklerin sayısı yüzde otuz yediye inmişti !.. Dildeki yabancılaşmada kendini gösteren Osmanlılık, aynı zamanda bu yeni kırma diliyle Türklüğü aşağılayan bir ideolojinin de oluşturucusuydu. Bunun tipik ifadelerinden biri olarak, Adli mahlasıyla yazan İkinci Bayezid'den bir beyit sunabiliriz :
"Değme etrak ne bilsin gam-ı aşkı Adli
Sırr-ı aşk anlamaya hallice idrak gerek.."
(Türkler ne anlar aşktan Adli / Aşkın sırrını anlamaya epeyce akıl gerek )
Osmanlı edebiyatının en seçkinlerinden Baki, Kanuni Süleyman'a sunduğu şiirinde şöyle diyor :
"Her tac olmaz fahr-u fena ehline sertac
Türk ehlinüney hace biraz başı kabadır"
( Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baştacı olamaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır, sultan olma yeteneğinden yoksundur.)
Nef'i de ; "Türk'e Hak çeşme-i irfanı haram itmiştir" ( Tanrı Türk'e irfan pınarını yasaklamıştır) diye yazar..
Saray şairlerinin bu Türklük karşıtı söylemlerinin padişahları bağlamadığı iddia edilebilir mi ?.. Unutulmamalıdır ki söz konusu padişahlar en küçük bir muhalefeti bile acımasızca boğan bir geleneğin temsilcisidirler. Bu durumda örneğin Kanuni'nin, kendini en küçük anlamda bile Türklükle ilişkilendirmesi halinde Baki'nin başına gelecekleri tahmin etmek zor değildir !..
Divan-ı Hümayun katiplerinden Kadimi Hafız Çelebi'nin 1499'da yazdığı manzume, Saray'ın halka bakış açısını yansıtmak açısından çarpıcı bir örnektir :
"Devr-i daldan beri şahım eflak
Zem olur alem içinde Etrak
Vermemiş Türk'e Huda hiç idrak
Akl-ı evvel de olursa bi hak
Uktülü't-Türke velev kane ebak."
( Önceden beri benim şahım Tanrı'dır / 'bilirim ki' tüm dünyada kötülenir Türkler / 'Çünkü' Tanrı Türk'e hiç bilinç vermemiştir / Hele bir de ukala olursa tümden pis olurlar / Baban da olsa Türk'ü öldür )
Özetle Türklük, resmi tarihlerin "en büyük Türk devleti" payesi verdiği Osmanlı'ya rağmen, Türkmen beyliklerinin Selçuklu ve Osmanlı'ya karşı direnişlerinin birikimiyle, sömürgeleştirme amacıyla Balkanlar'a sürülen Türklerin o yabancı ortamda kendilerini var edebilmenin refleksiyle ve tabii Cumhuriyet'in Türkleştirme politikası sayesinde yaşıyor..
Kimsenin kuşkusu olmasın ki, eğer Osmanlı gücünü bugünlere kadar koruyabilmiş olsaydı, bugün Türklükten söz etmek mümkün olmayacaktı..
Bu yazı için yararlanılan eserler :
Mustafa Akdağ, "Türkiye'nin İçtimai ve İktisadi Tarihi" ; Muzaffer Özdağ, "Türkçülüğün Esasları" ,Tarih ve Toplum, sayı.65 ; Philip Mansel, "Konstantiniyye" ; A.Wheatcroft, "Osmanlılar" ; Erol Anar, "İnsan Hakları Tarihi" ; Erdoğan Aydın, "Nasıl Müslüman Olduk ?" ; Doğan Avcıoğlu, "Türklerin Tarihi" ; "Tac-üt Tevarih" 3.cilt ; Erdoğan Aydın, "Fatih ve Fetih"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder