31 Mart 2012 Cumartesi
205 ) BAŞKENTLİKTEN VİLAYETE !..
TBMM'nin kararıyla Osmanlı saltanatı 1 Kasım 1922'de sona erdiğinde Ankara, resmen olmasa bile, artık başkentti. Galatya Krallığı dönemindeki başkentliğinden 1900 yıl sonra, bu defa genç bir cumhuriyetin başkenti oluyordu.. Aslına bakarsanız ne Ankara ve Ankaralılar başkent olmaya hazırdı, ne de İstanbul ve İstanbullular vilayet olmaya !..
1920'lerin İstanbul'unda nüfus hala karışıktı. Bulgar sütçü, Karamanlı Rum bakkal, Arnavut bostancı, Eğinli kasap, Karadenizli manav, Balat ve Hasköy'ün fakir tenekecisi, Rum meyhaneci, İtalyan inşaat ustası ve Ermeni kuyumcu dışında bürokrasinin ve ticari hayatın her alanında aynı renkli nüfus görülüyordu.
İstanbul'un nüfusu 1927 sayımına göre 900 bin civarındaydı. Kent hala ahşap yapılardan oluşuyordu. Surların içinde bile bahçeli evler, bostanlar göze çarpıyordu. Apartman tipi binalar İstanbullunun yaşamına henüz girmemişti, belirli bir azınlığın ve belirli semtlerin hayat tarzıydı.. Birçok kimse için kalorifer ve havagazı ulaşılamayacak bir özlemdi..
Şehrin nüfusundaki artış, imparatorluktan birer birer kopan Rumeli eyaletlerinden, özellikle Balkan Savaşı'nda işgal edilen vilayetlerden gelen Müslüman ve Musevi halkla oldu. 1950'lere kadar İstanbul'da Rumelili halk çoğunluğu oluşturuyordu. Birinci Dünya Savaşı'na girerken, İstanbul nüfusunun % 60'ı Müslüman, % 20'si Rum-Ortodoks, % 10'u Ermeni ve % 6'sı Musevi olarak görünüyor. 1922'den sonra Anadolu'dan göçen ve Anadolu şivesiyle Türkçe konuşan Karamanlı Rumlara çokça rastlanır oldu. 19 Ekim 1924'den itibaren İstanbul polisi, ahali mübadelesine tabi olan bu Anadolulu Rumların bir kısmının toplanılıp Yunanistan'a gönderilmelerini istedi. Gazeteler son zamanlarda İstanbul'a göçen Anadolu Rumlarının sayılarının 20 bini bulduğunu yazıyordu. Mübadele, 1924 yılının en çarpıcı ve hazin olayıdır..
Aynı tarihlerdeki gazeteler, örneğin Selanik'ten Bahr-i Cedid vapuruyla kalabalık bir göçmen grubunun şehre geldiğini bildiriyor. Gelen muhacirlerin yerleştirildiği misafirhanelerin bakımsızlığı devamlı eleştiri konusudur. İstanbul, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi, büyük Anadolu göçünü henüz yaşamıyordu..
İstanbul halen memleketin en büyük ithalat limanıydı. 1925 yılındaki altı aylık ithalat 1584 ton ve 73 milyon lirayı geçmekteydi. Aynı dönemde İzmir'den sonra en büyük ihracat limanı olarak, 27 milyon liralık ihracat yapılmaktaydı..
TBMM, 1 Mart 1923'de mali mevzuata İstanbul'u da dahil edince ; İstanbul artık Ankara'ya tabi olur. 15 Nisan 1923'de saltanatı kayıran her türlü propaganda yasaklanır. 6 Ekim 1923'de Şükrü Naili Paşa komutasındaki birlikler İstanbul'a girer..
1600 yıllık dünya başkenti için tarihi karar alınır. İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 günü, Halk Fırkası'nın grubu önünde anayasal teklifi okur : "Ankara başkenttir".. 13 Ekim'de Meclis bu kararı onaylar, ama tartışmalarla.. Gümüşhane mebusu Zeki Bey, "İstanbul'a karşı bu düşmanlığın nedenini anlamak zor" der..
İstanbul halen hilafetin merkezidir. Son halife Abdülmecid 1924'de hanedanın bütün üyeleriyle sınır dışı edilene kadar, doğrusu pek mütevazı bir halifelik de yapmıyordur.İstanbul'daki muhaliflerin kendisine yaptıkları ziyaretler günbegün artıyor sayısı ve tantanasıyla. Halife, Batılı bir hayat tarzı içinde ; ressam, aynı zamanda hanedan üyelerinin de çok sevdikleri bir kişi.. Atalarının giysileri içinde yaptığı Eyüp Sultan ziyaretleriyle, Romanov' ların taç giyme töreni gibi bir gelenek yaratma peşindedir..
Sürgünden sonra Osmanlı Hanedanı uzunca bir süre için şehri terk eder. Artık İstanbul'un "mavikanlı"ları ; ihtilal kaçkını, sefalete düşmüş Rus aristokratlarıyla, henüz servet ve itibarlarını koruyan Mısır Hıdiv Hanedanı' na mensup prens ve prenseslerdir..
8 Eylül 1924'de, Osmanlı İmparatorluğu'nun sadaret makamı ve Hariciye Nezareti olan Babıali'nin üstündeki Osmanlı tuğrası indirilir. Burası artık İstanbul vilayetidir... 18 Ekim 1924'de hanedanın baba ocağı olan Topkapı Sarayı, müze olarak düzenlenerek halka açılır.. 1 Temmuz 1924'de elçi Nusret Bey, Dr. Adnan Bey' in (Adıvar) Hariciye Vekaleti'ni temsilen İstanbul'a atanır. Çünkü Sovyetler Birliği, Polonya ve Afganistan gibi misyonların dışında bütün elçilikler halen İstanbul'dan kıpırdamaya niyetli değildir.. Ankara başkent olarak ilan edildiği gün, Tepebaşı'ndaki binada oturan İngiliz elçilik mensupları, Ankara'yı "yaşanması zor bir yer" olarak tanımlamakla yetinmişlerdir.. Hatta Japonlar 1925'de elçiliklerini Ankara'da değil, İstanbul'da açarlar ve ancak 1937 yılı Ekim'inde Ankara'ya taşınırlar..
Hükumet elçiliklerin Ankara'ya gelişini teşvik etmekte ve bedava arsa vaat etmektedir. Hatta Mustafa Kemal 9 Kasım 1925'de, Ankara'daki Alman elçilik binasının açılışına bizzat katılıp uzun uzun etrafı gezmiştir.
İstanbul henüz Ankara'ya ve yeni rejime karşı muhalefetin merkezidir. Hem sadece politik değil ; kültürel muhalefetin ve beğenin de.. "Bozkırdaki şehir, balı ve armudu iyiymiş, bize ne !" gibisinden, "Angara" diye telaffuz edilerek küçümsenir.. Mebusan takımı bile, fırsat bulduklarında, on sekiz saatlik tren yolculuğunu göze alıp İstanbul'a koşuşturmaktadır..
Gazi Mustafa Kemal Paşa ise yurt içi gezilerinde İstanbul'a henüz uğramamakta kararlıdır. 12 Eylül 1924'de Karadeniz gezisinden dönerken, gece yarısına doğru Hamidiye kruvazöründe İstanbul'dan durmaksızın geçer..
1925'den sonra Üsküdar'ın ayrı bir vilayet olması için birkaç yıl çalışılır, ama yürümez..
Sonra imparatorluktan kalma devlet binalarının devir teslim işlemleri başlar.. Sadrazamlık, valilik olur ; Maliye Nezareti, İstanbul Defterdarlığı ; Süleymaniye'deki Şeyhülislamlık, İstanbul Müftülüğü ; Harbiye Nezareti, üniversite ; Sirkeci'deki Posta Telgraf Nezareti, Büyük Postane ; Sultanahmet'teki Defter-i Hakani, İstanbul Tapu Müdürlüğü ; Maarif Nezareti de, İstanbul Maarif Müdürlüğü olur...
1 Temmuz 1927'de Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1919'da terk ettiği şehre ayak basar. Ertuğrul yatıyla şehre giren Cumhurbaşkanı, büyük tezahüratla karşılanır. İstanbul artık Türkiye'nin yazlık başkenti olmuştur..
Cumhuriyetin resmi kültür ve ideolojisi, bütün kurumlaşmaları ile Ankara'da oluşturulurken, İstanbul bir yandan Batılılaşan bir yaşamı, bir yandan da arabeskleşen bir Osmanlı kültürünü bir arada sürdürmektedir. Sinemalar, kafeşantanlar, her ulustan konsomatrislerin yığıldığı barlar ve onların yanında alaturka saz !.. Viyana operetleri ve Cemal Reşit Bey'in eserleri, yanında Deniz Kızı Eftelya'ya koşan İstanbullular.. Kadınlı erkekli beş çayları, bir yanda da İbnülemin Mahmud Kemal Bey'in hanımlara kapalı konak sohbetleri...
İstanbul bu dönemde bir laiklik fırtınası geçirmektedir. 254 adet orta dereceli okulun arasından sadece bir tanesi imam hatip yetiştirmeye mahsustur !..
Kent, bu kozmopolit yaşamını 1950'li yıllara kadar sürdürecektir...
( İLBER ORTAYLI'NIN YAZILARINDAN DERLENMİŞTİR..)
29 Mart 2012 Perşembe
204 ) BENİM ŞEHRİM !..
Doğup büyüdüğüm, suyunu içtiğim, sevip sevildiğim yer.. Tek taraflı aşkların en büyüğü.. Kadın erkek ilişkilerinin en çağdaş ve en doyurucu biçimde yaşandığı, komplekssiz insanların sıcaklığının gözlerine vurduğu, 5.000 yaşında olmanın ağırbaşlılığı ile büyük şehirlerin delice temposuna yer vermeyen, hırsların değil hazların kenti..
İzmir'de "rahvan" bir yaşam biçimi vardır.. Yazın çıkın sahile ve palmiyelerin altında, imbatın rahatlatıcı esintisine karşı ağır ağır salınan kalabalığı izleyin.. Rahat insanlardır burada yaşayanlar ; oradan oraya deli gibi koşuşturmalar göremezsiniz. Son otuz yıl içinde aldığı göçler bile diğer büyük şehirler kadar bozamamıştır onu.. Çünkü en fazla bir kuşak sonra, yeni gelenler de "İzmirli" olurlar..
Bir de şu çarpık yapılaşma olmasaydı !..
1960'lı yıllarıın "Asfalt Osman"ı, rahmetli Osman Kibar, mimar Felice Kapadona ile önce Kordonboyu'ndaki yalılara el attı. Kordon'a ilk yapılan "Harika" apartmanı ile kentin tarihsel katliamı da başlamış oldu. İlerleyen yıllarda, ağırlıklı olarak Kapadona ve ekibi tarafından, o güzelim yalılar teker teker yıkıldı ve şehrin o güzelim imbatının önüne yedi sekiz katlı bir duvar örülerek, iç kısımların hava alması engellendi.
Çocukluğumdan anımsarım, üzerinden yıllarca geçen taşıtlar sayesinde kaymak gibi düz taşlarla kaplıydı Mithatpaşa Caddesi ve diğer birçok cadde.. Üzerlerine dökülen incecik asfalt ile kapandılar ve yağmur suyunun tahliyesi yollarından biri kapanmış oldu.. Kordon gibi buralar da "duvar" ile örüldü ve yağmur suyunun denize akması iyiden iyiye engellenmiş oldu.. Sonra, gelsin su baskınları !..
İzmir'in simgesi olmuş, 1960'lı yıllarda kafeterya ve gazinolarıyla, şahane manzarası ile, gözde bir mesire yeri olan Kadifekale ; 1970'lerde rahmetli İhsan Alyanak'ın belediye başkanlığı sırasında, oy uğruna doğu ve güneydoğudan getirttiği göçmenlerce işgal edilerek İzmirlilerin giremediği bir "kurtarılmış bölge"ye dönüştü..
Bir zamanlar İzmir'in tanınmış esnaflarının ve seçkin ailelerinin oturduğu Namazgah, Tilkilik ve Agora semtleri, geceleri yalnız dolaşılamaz hale geldi..
Kent kültürü ve kentli olmak bilincinden uzak, yanlış ve popülist politikalar ve yöntemler ; sevgili şehrimizin hem mimari hem de sosyal kimliğini tahrip etmiştir..
Krammer Oteli
1890'lardaki İzmir fotoğrafları ne kadar ilginçtir.. Anafartalar Caddesi hala bir merkezi çerçevelemektedir. Hisar Camii'nin ötesinde deniz doldurularak elde edilen sahada, kervanlarla ilişkisi olmayan yeni tip bir han yapılaşması hakim olmuştur. Bu alan çok kalın taş duvarlı, iki ya da üç katlı, dar ve uzun binalarla dolmuştur.. Şehirde o zamana kadar hiçbir iş sahası bu kadar değerli arsalar üzerinde, bu kadar geniş bir yer işgal etmemiştir.. 1872 yılında inşa edilen yeni hükumet binası, İzmir'de yeni gelişmiş ticaret binalarının ortasında kalmıştı. 1891 yılında yapılmış olan belediye binası tamamen yeni gelişen bölgede fakat üzüm ve incir depoları arasında üçüncü derecede bir yerde inşa edilmiştir. Buna karşılık en iyi bölge sayılan gümrük rıhtımı civarında, yeni açılan yol üzerine, iki ayrı cins borsa yerleşmiştir. Bunların yanına ve önüne de postaneler kurulmuştur.. 1890'larda iş mıntıkasının ağırlığı buraya kaydığı gibi, kuzeye doğru gelişme giderek artmış ; bu binaların yanında o zamanın lüks otellerini, kulüplerini ve eğlence yerlerini de geliştirmiştir. O dönemin en büyük lüks oteli olan Krammer Oteli, sahilde, şimdiki Atatürk heykelinin önüne denk gelen bir konumdaydı..
Daha düşük satın alma gücü olanların çevresi Anafartalar Caddesi civarında kalmış, daha yüksek olanlar içinse Kordon ve Yeni Hanlar'ın arkasında, "Meyhane Boğazı" diye anılan, pahalı mallar satan bir "çarşı" ortaya çıkmıştı. Burada İngiliz sermayeli "Baker", İsveç sermayeli "Orozdibak" gibi büyük mağazalar, eski perakende satışa hiç benzemeyen bir örgütlenmeyle ortaya çıkmışlardı. Yerli tüccarlardan da bu tip mağazaları örnek alanlar çıkmış, örneğin Sivrihisaryan'ın mağazası 1895'de açılmıştı..
İş merkezinin buralara kadar yayılması, buradaki Rum mahallelerini daha kuzeye itmiştir. Bu mahalleler Alsancak'ın doğu sahiline dayanmış ve iç taraftan da Basmahane'yi aşarak Kemer'e doğru kaymıştır. İç taraflar orta ve düşük gelirli Rum mahalleleri haline gelirken, Kordon ile şimdiki Fuar arasında kalan kısım üst düzeyde geliri olan Rumlar'ın bölgesi olmuştur..
Diğer yandan Müslüman mahalleler İkiçeşmelik'ten yukarılara, Eşrefpaşa'ya yayılırken, Müslüman üst tabaka 1890'larda, şehrin güneyindeki Karataş'ta yer alan Musevi mahallesini atlayarak, Karantina'dan öteye, Göztepe ve Güzelyalı'daki dar sahil şeridine yerleşmeye başlamıştır..
Bu arada Fransızlar daha çok Alsancak sahilini, İngilizler de genellikle Karantina'nın arkasındaki tepelerle Göztepe civarını tercih etmişlerdir..
Mithatpaşa Cd.
İzmir'in birinci önemli yolu Kordon Caddesi idi. İkinci önemi yol Basmahane tren istasyonunu gümrüğe bağlamak üzere açılmaya başlanan yoldu. Fakat bu yol Osmanlı devrinde bitirilememiş, rıhtımdan 300 metre içeride inşaat durmuştu. Bu yol ancak 1935 yılında tamamlanabilmişti.. Üçüncü önemli yol, 1880'lerde açılan Göztepe-Güzelyalı önündeki yol olmuştur.. Midhat Paşa'nın valiliği sırasında, 1880'de, şehir hudutları şimdiki AKM'nin olduğu yere kadar devam ediyordu, ötesi kayalıklardan ibaretti. Göztepe'de tepe etekleri deniz kadarına kadar uzanıyor, şehirle bağlantısı Karantina üzerinden, Arap Hasan Çeşmesi yönünde yapılabiliyordu.. Midhat Paşa zamanında kayalıklar ve Göztepe'nin denize uzanan etekleri ortadan kaldırılarak, bugünkü Mithatpaşa Caddesi meydan getirildi..
1885 yıllarında İzmir'de ilk valiliği sırasında Halil Rıfat Paşa, şimdiki Bahribaba Parkı civarında ve Değirmen Dağı'ndan geçerek Karantina'nın dağ kısmına kadar uzanan Halil Rıfat Paşa Caddesi'ni açtırdı. 1889-92 yıllarında ikinci kez İzmir valisi olduğunda ise Hatay Caddesi'ni açtırmıştır..
19. yüzyılın sonlarına doğru Türk mahallelerinin bir ucu denize Arap Fırını Sokağı ile yaklaşıyor, diğer ucu ise Basmahane tren istasyonu civarına gidiyordu. İzmir'in merkezinde, Kadifekale eteklerinde, Eşrefpaşa'dan Konak semtine kadar inen yörelerde Türk mahalleleri, özellikle Keçeciler mezarlık başı, Kestelli Caddesi (Başdurak) ve İkiçeşmelik çevresine yayılırdı. Konak'ta Kemeraltı Caddesi'nin başlangıç bölümlerindeki Birinci, İkinci ve Üçüncü Beyler sokakları ise şehrin en eski ve varlıklı Türk ailelerinin konaklarıyla doluydu.
Adını, Mısır'dan gelip de aynı sokakta fırın açan bir zenciden alan Arap Fırını Sokağı, Konak semtinin Bahribaba başlangıcında bulunan "Gurabai Müslim'in" hastanesinin (eski Devlet Hastanesi) yan kapısından başlar ve Kestelli yokuşuna kadar sürerdi..
Bugün Bahribaba dediğimiz yerin bitiminden itibaren halkevinin biraz daha ötesine kadar sahil kısım eskiden Kalafathane idi.. Burası o zamanlar İzmir'in tersanesiydi. O yıllarda Varyant başlangıcından öteye doğru hiçbir bina yoktu. Bu kalafathanenin karşı tarafı Musevi mezarlığıydı. Şimdiki doğum hastanesi, Karataş ve Halil Rıfat Paşa Caddesi arasındaki bölgede yer alıyordu mezarlık... 1880'lerde bu mezarlığın ötesinde, Değirmen Dağı tarafında, bina namına bir şey yoktu. Bayramyeri'ne doğru sırf kayalıktı..
Eski İzmir'in en uzun caddesi, Mithatpaşa Caddesi idi. Bu caddenin en ilginç özelliği, Osmanlı döneminde, on kilometreyi aşan bir kıyı şeridi boyunca üstünde atlı tramvayların işletilmesiydi. Çift atlı tramvay Konak'tan kalktıktan sonra Güzelyalı'ya ancak 1,5 saatte gidebilirdi. Son durak olan Güzelyalı bilhassa yaz aylarında çok fena kokardı. O yıllarda buranın adı Kokaryalı idi. Sıtma yatağı olan dere ve bataklıkların yanı sıra, atlı tramvayların depo ve ahırları da Kokaryalı'da bulunurdu..
Atlı tramvay, Konak'tan sonra ikinci bir hatla bu kez Kordonboyu'nu aşarak Punta'ya yani Alsancak'a uzanıyordu..
1895 yılında belediye başkanlığı görevini üstlenen Eşref Paşa çok çalışkan birisiydi. Belediye gelirlerini artırarak 1907 yılında yaklaşık 40.000 altına çıkardı. Ayrıca, bugün Tınaztepe adını alan okul binasını, bugünkü Yenişehir'de Eşrefpaşa Hastanesi'ni, Darağaç ve Karşıyaka tramvaylarını, Eşrefpaşa Camii'ni yaptırdı. Bu caminin bitişiğinde yaptırdığı binaları da camiye vakfetti..
İzmir yollarının çoğunun kesme taşla yapılması da Eşref Paşa'nın belediye başkanlığı yıllarında olmuştur..
Güzel kentimizde hizmeti geçen herkesi rahmetle anıyorum...
Midhat Paşa
Halil Rıfat Paşa
Eşref Paşa
( Sayın Melih Gürsoy'un yazılarından alıntılar yapılmıştır..)
ösym--YGS--
Etiketler:
AKADEMİK FİZİK,
AKADEMİKK TAKVİM,
BAŞARI,
DERSANE,
ENERJİ,
fizik,
istatistik,
KOCAELİ FİZİK,
OKUL,
ÖSYM,
SINAV,
ZAMAN
Yer:
Istanbul, Türkiye
28 Mart 2012 Çarşamba
203 ) GÖNÜL İÇMEK İSTER, TARİH BAHANE !.. ( 2. )
Gelelim meyhanelere... "Şarap içilen yer" anlamındaki meyhaneler ; ruhsatlı olan "gedikli" ve ruhsatsız olan "koltuk" meyhaneleri olarak ikiye ayrılırdı.. Seçkin kişiler gedikli meyhanelere, avam takımı ise koltuk meyhanelerine giderdi..
Asayiş ile ilgili sıkıntılı zamanlarda ya da yeni bir hükümdarlık döneminin ilk zamanlarında, gerekli otoriter havayı sağlamak amacıyla, Yahudiler ve Hıristiyanlar için de geçerli olmak üzere şarap yasaklanır ve meyhaneler de kapatılırdı. Bu arada, Yeniçeri Ağası ve Bostancı Paşa da meyhane işlettikleri, meyhanelerin ödediği vergilerden de pay aldıkları için, kapatılan meyhaneler kısa zamanda yeniden açılırdı..
Uzun süreli içki yasakları ; Kanuni Süleyman, en dindar padişah olan I. Ahmed ve en çok şiddet uygulayan IV.Murad dönemlerinde olmuştur. III. Selim devrinde konulmaya çalışan içki yasağı ise, mali zorluklar nedeni ile yürümemiştir. Çünkü Hazine'nin, içkiden alınan verginin kesilmesine dayanacak gücü kalmamıştı ...
Kanuni içkiyi yasaklamış ama hükümdarlığının son birkaç yılına kadar şarap içmeyi sürdürmüştü. Onun şu şiirine bir göz atalım :
"Bırak meyhaneler methetsin o lal dudaklarını senin,
geceler gündüzler boyu inmesin kadehler yere ; bırak içilsin ve meşk edilsin.."
Avusturyalı büyük tarihçi Hammer'ın ifadesiyle, "hem şarap, hem de sefahat tutkunu ve serbest düşünceli" olan bir kadıyla bir müftünün, kendilerine ait meyhaneleri vardır. Sabahları kadı müftünün, akşamları da müftü kadının meyhanesinde kafa çekmektedir !..
Ömer Hayyam bir dörtlüğünde şöyle der :
"Yokluk halkasına gir, kral ol
İçinin yüzünü yıka, kiri pası arıt
Meyhane sokağında ibadet edene şunu de : 'İlkin kendini bil' ,
Sonra ne halt edersen et.."
İstanbul meyhaneleri, kendine özgü ritüeli (töreni), meze furyası ve servis ustalığında uzmanlaşmıştı. İçki taassubunun şiddetle sürdüğü veya gizli içki içilen bir toplumda olacak şeyler değildi bunlar. Meyhanedeki "ateş oğlanları" ya da "çubuk"ların getirip yaktığı tütün çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane ustasının akşamcıların masasına "derdinize yanın" diyerek diktiği mum ile ; eski meyhanelerin kendine özgü bir ritüeli vardı..
Meyhaneciler, esnaf geleneği içinde faaliyet gösteren, loncaları olan bir gruptu. Meyhaneci olmak için çıraklıktan yetişmek gerekiyordu ve meyhaneler sayılıydı. Yani her meyhane bir "gedik" idi. Bu, hükumet yasağından çok, her esnaf grubu gibi, meyhanecilerin desteklediği bir kuraldı.. Adeta bugünkü taksilerde uygulanan plaka sınırlaması gibi.. Bugünkü gibi kolay meyhane açılıp, beceremeyince de kapatmak olmazdı. Böyle gedikli meyhanelerin ünlüleri ve her ünlü meyhanenin de kıdemli akşamcıları vardı. Akşamcı birkaç akşam uğramasa, usta, nerede diye adam gönderip sordururdu..
Evliya Çelebi meyhaneciler için, "esnaf-ı melunan-ı menhusan" ( lanetli ve uğursuz esnaf ) deyimini kullanır. Ama yine de haklarında ne denirse densin, yaptıkları işi iyi bilen insanlardı..
Meyhaneye gidemeyen içkiciler, ayaklı meyhaneden yani kaçak içki satanlardan geçinirlerdi.. Cüppesinin altına doladığı bağırsağın içindeki kötü rakıyı, ağız tarafındaki musluktan maşrapaya doldurarak servis yapan bu ayaklı meyhanelerin müşterisi, sefil süfela takımıydı.. Ama onlar bile yumruk mezesine yani kuru içkiye pek iltifat etmezlerdi.
Meyhanelerin "miço" denilen genç çırakları, ellerinde kovalarla, merdiven dayalı büyük fıçılardan doldurdukları içkileri kadehlere dağıtırlardı. Kapanma vakti geldiğinde de ellerindeki çıngırakları çalarak müdavimleri uyarırlardı..
"Saki" , Arapça "sulama" anlamına gelen "saky" kelimesinden gelmekte. Meyhanecilerin içki içenlere hizmet edecek gençleri 18-25 yaşları arasında ve güzel olanlar arasından seçtiği belirtiliyor. Bunlar genellikle Rum, Ermeni ve Kıpti asıllılar olmuştur. En makbulleri ise Sakızlı Rumlar olarak kabul edilmiştir..
Saki ; güzel yüzlü, iyi huylu, ince ve boyu posu yerinde olmalıdır. Yüzünde hiçbir çıban, yara bere ve et beni bulunmamalı ; dişleri beyaz ve sağlam, dudakları kırmızı, ağzı ancak "çorba kaşığı girebilecek" kadar küçük olmalıdır. Daha bitmedi !.. Kirpikleri uzun ve kıvrık, parmakları da ince uzun olmalıdır !.. Anlaşılacağı gibi, o dönemlerde saki, meyhanede yalnızca içki sunmakla kalmayıp, bazı müdavimlerin cinsel açlığını da gidermiştir. Bu hizmeti bazen "ateş oğlanları" da yerine getirmekteydi.. Meyhane müdavimine içki sunduktan sonra bir de öpücük vermeleri adettendi !..
İstanbul'un zabıta görevlileri eskiden meyhaneye "miğde" derlerdi ve defterlere ; sayıları, içindeki çalışanlarının adlarıyla kaydederlerdi.. 18. yüzyıl ortalarında, İstanbul'da on dokuz "koltuk", yani meyhanenin bulunduğu kaydedilmiş bir belgede.. Gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka..
Ramazan ayında bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti, Beyoğlu'ndakilerden aşağı kalmazdı.
Ramazan bittiğinde, arife günü, meyhaneci gedikli müşterilerine özel bir "davetiye" gönderirdi. Midye ya da uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye "unutma bizi dolması" deniyordu...
İstanbullular alkolik değildi, ama töreniyle, mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını severdi. Meyhanenin rehaveti içinde çözülen diller, her türlü politik eleştiriyi de birlikte getirirdi. Böylesine "devlet sohbetleri"nden hoşlanmayan padişahlar, görünüşte Müslümanlık gayreti içinde, kahvehane ve meyhane kapattırırlardı..
Eski meyhanelerin civarında hamallar bulunurmuş ; kendinden geçen ayyaşları küfeyle taşımak için.. Ama "küfelik olmak" kural değildi. Böyle biri konu komşudan önce meyhanedeki kadeh arkadaşlarına rezil olurdu..
İstanbul meyhanecilerinin zor günleri, haksız rekabete uğradıkları zamanlar oldu.. 1850 yılı Ocak ayında, meyhaneciler sadrazama başvurdular. Ağır vergiler veriyorlardı, bu verginin takside bağlanmasını ve bir bölümünün de affını istiyorlardı. Asıl önemlisi ; şehrin dört bir tarafını "punçci" denen ve bazılarını yabancı uyrukluların işlettiği dükkanlar sarmıştı. Punçci ; bilinen İngiliz punch'ını, yani çay ve sıcak şerbeti rom ile karıştırarak satan dükkandı. Aynı işi çok sayıdaki şekerlemeci de yapıyordu. Bir ara, sayıları bini aşmış bu dükkanların !..
Sıra geldi içki meclisinin olmazsa olmazı sohbete..
"Nedim" ; şarap içmeye eşlik eden, içki sofrasında yarenlik eden kişi demektir ve içki meclisinin vazgeçilmez unsurlarındandır.. Sofralarda her zaman bulunan, tatlı tatlı konuşan, meclistekileri konuşmasıyla biraz güldüren, biraz eğlendiren bu tiplere bugün de rastlamak mümkün..
Nedimde bulunması gereken özellikler şunlardır : "Öncelikle edep sahibi ve her yönüyle olgun bir kişi olmalıdır. Güleryüzlü, şen şakrak, bilgili ve anlayışlı olmalı, güzel konuşmalıdır.. Temiz yürekli, ayağı uğurlu, temiz ve güzel huylu olmalıdır.. Sır saklamalı, namuslu, güvenilir, ve vefalı olmalıdır.. Latifeler yapmalı, şiirler söylemeli, nükteli ve zarif olmalıdır.. Bilgisiyle meclisi süslemeli, güzel ve açık konuşmalı, sözünde durmalı, zeki ve kavrayışlı olmalıdır.."
Bir "Sakiname", böyle olmasını istiyor nedimin !..
( Vefa Zat : "Adabıyla Rakı ve Çilingir Sofrası ; İlber Ortaylı : "İstanbul'dan Sayfalar" ; Philip Mansel : "Konstantiniyye" adlı kitaplardan faydalandım...)
Kuantum Fiziğinin Öyküsü
Kuantum Fiziğinin Öyküsü
(hazırlayan: M.ABDULLAHOĞLU)
20. yüzyılın başında J.J.Thomson elektron kavramını bularak, sonraki yıllarda Bohr tarafından son şekline kavuşturulacak olan atom teorilerinin en dikkate değer olanını tasarladı. Thomson’a göre elektronlar pozitif yüklü ortamlarda gömülü olarak bulunmaktaydlar (plum puding). Daha sonra Ernest Rutherford’un neredeyse atomun tüm kütlesini içeren atom çekirdeğini bulmasıyla atomun yapısı biraz olsun şekillenmeye başladı. Atom teorisine en son şekli Niels Bohr verdi. Bohr’a göre elektronlar, çekirdeğin çevresindeki enerji seviyelerinde bulunurlardı. Bu teoriye göre elektronlar cismin sıcaklığına bağlı olarak enerji seviyeleri arasında sıçramalar gerçekleştirerek radyasyon yayıyorlardı veya radyasyonu emiyorlardı. Bu dönemde, konuyla ilgili bilim adamları bir yandan atom teorisine son şeklini vermeye çalışırken bir yandan da Max Planc’ın “şanslı tahmin”ini tartışıyorlardı.
1800’lerin sonlarında fizikteki en temel sorunlardan biri ısıtılan bir metalden nasıl ve neden radyant enerjinin yayıldığıydı(1). Gustav Kirchhoff’un “kara cisim radyasyonu” olarak bilinen deneyinin (bir cismin ısındıkça değişen radyasyon tayfını konu eden bir deney) grafiğini formule etmek bir çok fizikçiyi ciddi anlamda uğraştırdı. İlk yorum Lord Rayleigh’tan geldi ama onun sunduğu formüller sadece düşük frekanslar için geçerliydi. Sonrasında, Wilhelm Wien’in sundukları ise sadece yüksek frekanslarda işe yarıyordu.(2) . Bu sorunun üstesinden Max Planc, “şanslı tahmin” olarak da bilinen teorisiyle geldi. Daha önce radyasyonun kesintisiz bir dalga gibi olduğunu söyleyen bilimadamlarının aksine o, radyasyonun -bugün kuant dediğimiz- parçalardan oluştuğunu söyledi. Ulaştığı verilere aslında kendi bile inanmadı; sadece çözümsüz radyasyon frekanslarıyla ilgili grafikler hakkında doğru sonuçlar verdiği için bunun geçici bir cevap olarak tasarlandığını söyledi. Bu “çılgınca fikir” bilim camiasında hiç bir yankı bulmadı ve Einstein, Max Planc’ın tamamen doğru düşündüğünü söyleyene kadar da bu “çılgınca fikir” tarihin çöplüğünde unutulmaya yüz tutmuş bir vaziyette kaldı.
Ve bilim tarihinin kaderini değiştiren dahi adam -Albert Einstein- sahneye çıktı. O zamana kadar ışığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu tartışan bilim adamlarına “neden her ikisi de olmasın” diyen Einstein yepyeni bir alanı, kuantum mekaniğini, dünya bilimine kazandırmış oldu.
Ve bilim tarihinin kaderini değiştiren dahi adam -Albert Einstein- sahneye çıktı. O zamana kadar ışığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğunu tartışan bilim adamlarına “neden her ikisi de olmasın” diyen Einstein yepyeni bir alanı, kuantum mekaniğini, dünya bilimine kazandırmış oldu.
Kuantumun gelişimi sancılı bir sürece sebep olmuştur. Öncelikle genç bir Fransız prensi olan Louie de Broglie, madde parçalarının da, örneğin elektronların, dalgalı ve parçalı olduğunu ileri sürdü. Daha açık bir deyişle, parçacıklar elektronlarla birlikte bir dalga hareketine sahipti.(3) Daha sonraları Alman fizikçi Werner Heisenberg, matris denilen diziler geliştirdi. Bu diziler kuantum hakkında birçok problemi çözmesine karşın pek çok bilim adamı tarafından tercih edilmediği için kullanılamadı ve haliyle teorisi de popülarite kazanamadı. Aynı yıllarda Erwin Schrödinger dalga denklemleri üzerine bir makale yayımladı. Differansiyel denklemlerle oluşturulmuş bu işlemler ilgi gördü; çünkü kolay anlaşılabilir olmasından dolayı bu denklemler bilim adamları tarafından tercih ediliyordu. Ancak sorun şuydu: ortada 2 tane birbirinden farklı teori vardı ve ikisi de problemler karşısında aynı sonuçları veriyordu. Kısa bir süre içinde, Schrödinger Heisenberg’in matrisleriyle kendi denklemlerini birleştirmeyi başardı ve her iki teorinin aslında aynı şeyleri öngördüğünü açıkladı.
Daha sonra Heisenberg, kuantum teorisinin kaderini tamamen değiştirecek ve teoriyi fikir babasından (Einstein) tamamen soğutacak bir prensip ortaya attı. Bu prensip “belirsizlik ilkesi”ydi. Buna göre bir cismin konumu ve momenti, dolayısıyla enerjisi ve zamanı aynı anda ölçülemez. Bu prensibe göre atomal dünyadaki birçok şeyi aslında belirsizlikler belirler. Einstein bu yargıyı “Tanrı zar atmaz” diyerek şiddetle reddetmiş ve böylece kuantum teorisindeki önemli bir kutuplaşmanın ilk adımlarını atmıştır. Bu kutuplaşma daha sonraları iki büyük bilim adamı (Niels Bohr-Albert Einstein) arasında adeta bir söz düellosuna dönüşmüştür. Einstein kendi doğurduğu kuantum teorisini çürütmek için ortaya birçok paradoks atmasına karşılık Niels Bohr’un bunlara ustalıkla cevaplar bulması bu tartışmanın galibiyet ibresini “kuantumcu”lar lehine çevirmiştir.
Schrödinger 1935 yılında “ Schrödinger’in kedisi” olarak bilinen ünlü paradoksunu ortaya atmıştır. Buna göre kedi, içinde radyoaktif parçacıkları bulabilen bir dedektör ve radyoaktif bir kaynak bulunan çelik bir kafese kilitlenir. Eğer dedektör radyoaktif bir parça bulursa, açığa çıkan zehirli gaz kediyi öldürür. Radyoaktif parçacığın bir dakika içideki emisyon olasılığı %50’dir. Kafesin biraz uzakta olduğunu düşünürsek radyoaktif kaynağını uzaktan açıp bir dakika bekleriz. Peki kedi bu bir dakikanın sonunda ölmüş mü olur yoksa hala hayatta mıdır? Aslında bunu gözlemleyene kadar ya da ölçene kadar kedi ne ölüdür ne de canlı. Bu sistem dalga fonksiyonu olarak tanımlanır ve dalga fonksiyonunu söndürene kadar kedi belirli bir durum kazanmaz (4). Einstein ve “kuantumcular” arasındaki bu tartışmaya 1965 yılında CERN fizikçilerinden John Bell yaptığı araştırmalar ve deneylerle “kuantumcular” lehine son noktayı koydu.
Şu anda Kuantum mekaniği; lazer teorisinin, katı hal fiziğinin, nükleer fiziğin, parçacık fiziğinin, moleküler biyofiziğin ve bu bilimlerin etrafımızda görebileceğimiz tüm pratik kullanımlarının temelini oluşturmaktadır.(5) Ve hatta bu yazdıklarımı sizlerle paylaşabilmem bile kuantum fiziğinin bizlere sağladığı pratik kullanımların bir sonucudur. Bunun dışında lazer–maser teknolojisi, hayatımızın bir parçası haline gelen televizyonlar, mikrodalga fırınlar, dijital saatler vs. kuantumun hayatımızdaki en büyük etkileridir. Bundan sonra da kuantum mekaniği, farklı pratik kullanımlarla evrenimizi etkileyeceğe benziyor.
KAYNAKLAR:
1 Parker, Barry, ‘Kuvantumu Anlamak’, Güncel Yayıncılık, sayfa: 39, 2005.
2 ibid, sayfa: 41.
3 Wynn, M Charles – Wiggins, W Arthur, ‘Yanlış Yönde Kuantum Sıçramalar’, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, sayfa: 18, 2005.
4 Cropper, William H., ‘Büyük Fizikçiler’, Oğlak Yayınları, sayfa: 330, 2004.
5 Parker, Barry, ‘Kuvantumu Anlamak’, Güncel Yayıncılık, sayfa: 15, 2005.
Etiketler:
AKADEMİK FİZİK,
ATOM,
BİLİM,
fizik,
GELİŞME,
KOCAELİ FİZİK,
KUANTUM
Yer:
Kocaeli, Türkiye
İstatistik Fizik Nedir?
İstatistik Fizik
İstatistik fizik, kuramsal fiziğin temel disiplinlerinden biri olup fizik problemlerinin çözümünde olasılık metodlarını kullanır. Bu problemler; nükleer reaksiyonlar, biyoloji, kimya, nöroloji, ve hatta sosyoloji gibi sosyal bilimler alanında olabilir.
İstatistik fizik terimi, klasik mekanik ve kuantum mekaniğine olasılık ve istatistiksel yaklaşımları içerir. İstatistiksel yaklaşım, klasik sistemlerde serbestlik derecesi (dolayısıyla değişkenlerin sayısı) tam çözümün bulunmasına imkân vermeyecek kadar büyük olduğunda, çözüm sağlar.
İstatistik fizik alanındaki bazı problemler, yaklaşımlar kullanarak analitik olarak çözülebilirse de, günümüz araştırmaları, simülasyon veya yaklaşık çözümler bulmada modern bilgisayarların gücünden yararlanır. İstatistiksel problemlerin çözümünde Monte Carlo simülasyonu yöntemi gibi çeşitli yüksek başarımlı hesaplamalara dayalı yöntemler günümüzde sıklıkla kullanılmaktadır.
27 Mart 2012 Salı
Piri Reis ( .... - 1554)
Piri Reis ( .... - 1554)
Piri Reis 1465-1470 arasında Gelibolu’da doğdu. Çizdiği haritalarla tanınmış büyük bir Türk denizcisi, amirali ve coğrafya bilginidir. Barbaros Hayrettin Paşa Akdeniz Kaptan-ı Deryası iken Piri Reis de Hint Kaptan-ı Deryası olarak görevlendirilir.
Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı’nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511′de amcasının ölümü üzerine Gelibolu’ya çekilip orada dünya haritası ve Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) hazırlamıştır.
Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı’nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511′de amcasının ölümü üzerine Gelibolu’ya çekilip orada dünya haritası ve Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) hazırlamıştır.
"Piri Reis Haritası" günümüze kalan, Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir. Osmanlı amirali Piri Reis tarafından 1513'de çizilmiş olup, Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarını ve Güney Amerika'nın doğu kıyılarını gösterir. Amerika’yı gösteren en eski haritanın bulunduğu haberini alan Mustafa Kemal Atatürk, onu Ankara’ya getirterek bizzat kendisi inceler. Sonra haritanın çoğaltılarak üzerinde ilmî incelemeler yapılmasını emreder. Topkapı Sarayı’ndan çıkan bu harita daha sonra Prof. Dr. Afet İnan’ın da kurucuları arasında yer alacağı Türk Tarih Kurumu bilim heyetlerince tetkik edilir. Haritanın bir kopyası 1953′te incelenmek üzere ABD’ye gönderilir.
Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrakçı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır. Bugün bile erişilmesi güç bir bilgiye sahip olan Piri Reis, meşhur Kitab-ı Bahriye (Denizlerin Kitabı) sini Çanakkale'de meydana getirmiştir. 1-5 Temmuz 1983 tarihleri arasında Çanakkale'de düzenlenen Piri Reis Haftası ve Sempozyumunda, Piri Reis'in Gelibolu'da tuttuğu notlarını, Çanakkale'de Kilitbahir ve Çimenlik (Sultaniye) Kalelerinde kitap haline getirdiği açıklanmıştır.
Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrakçı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır. Bugün bile erişilmesi güç bir bilgiye sahip olan Piri Reis, meşhur Kitab-ı Bahriye (Denizlerin Kitabı) sini Çanakkale'de meydana getirmiştir. 1-5 Temmuz 1983 tarihleri arasında Çanakkale'de düzenlenen Piri Reis Haftası ve Sempozyumunda, Piri Reis'in Gelibolu'da tuttuğu notlarını, Çanakkale'de Kilitbahir ve Çimenlik (Sultaniye) Kalelerinde kitap haline getirdiği açıklanmıştır.
* * *
Born on the Gallipoli Peninsula c.1465, Admiral Piri Reis is one of the most famous figures of Turkish naval history. An Ottoman naval captain and a cartographer, he is best known in the West for his map of 1513--the first surviving map that shows the Americas, including North America, South America, Greenland, Antarctica, as well as the western coast of Africa. This map, now preserved in the Topkapi Museum in Istanbul, was not Piri Reis' only contribution to cartography. The unparelleled cartographer of history also left behind 16th century maps of the Gallipoli Peninsula and the Dardanelles. In 1521 he also wrote a mariner's guide to the coasts and islands of the Mediterranean ("Book of the Mariner," or "The Naval Handbook").
Upon his famous 1513 map of the Americas, he added this inscription from Gallipoli:
"The author of this is the humble Piri ibn Haji Muhammad, known as the nephew of Kemal Reis, in the town of Gallipoli in the Holy Month of Muharram of the year 919 [A.D. 1513]."
"The author of this is the humble Piri ibn Haji Muhammad, known as the nephew of Kemal Reis, in the town of Gallipoli in the Holy Month of Muharram of the year 919 [A.D. 1513]."
Admiral Piri Reis is still the subject of intense study by Turkish and non-Turkish scholars around the world.
"Piri Reis Haritası" günümüze kalan, Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir
Map of the Americas by Ottoman Admiral Piri Reis, 1513
Map of the Americas by Ottoman Admiral Piri Reis, 1513
Büyük Türk Amirali ve Denizci Bilgin Piri Reis
Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte 1465 ile 1470 yılları arasında, o tarihlerde Türk deniz üssü olarak bilinen küçük bir sahil kasabası Gelibolu’ da doğmuştur. Babası Hacı Mehmet’ tir. Doğan çocuklarına Muhiddin Piri adını verirler.
Piri Reis’ in amcası o dönemin ünlü denizcisi ve daha sonraları Osmanlı Devleti’ nin Akdeniz amirallerinden Kemal Reis’ tir. Türk tarihçi İbni Kemal o tarihlerde Gelibolu’ da doğan çocuklar için şu tanımlamayı yapmıştır: “Gelibolu’ da doğan çocuklar timsah gibi su içinde büyürler. Beşikleri ecel tekneleridir. Sabah ve akşam gemi seslerinin ninnisiyle uyurlar.” Bu benzetmeyle büyüyen geleceğin büyük denizcisi Muhiddin Piri on bir yaşına kadar bu şirin sahil kasabası Gelibolu’ da yaşar. Her Türk çocuğunun o dönem olanaklarıyla yetiştiği gibi aile içinde örf ve adetlere göre eğitim alır ve sonuçta diğer çocuklardan farklı olarak okuma ve yazmayı da öğrenir. Bu süreçten sonra amcası Kemal Reis’ in gemilerinde denizcilik mesleğine ilk adımını atar.
Piri Reis’ in amcası o dönemin ünlü denizcisi ve daha sonraları Osmanlı Devleti’ nin Akdeniz amirallerinden Kemal Reis’ tir. Türk tarihçi İbni Kemal o tarihlerde Gelibolu’ da doğan çocuklar için şu tanımlamayı yapmıştır: “Gelibolu’ da doğan çocuklar timsah gibi su içinde büyürler. Beşikleri ecel tekneleridir. Sabah ve akşam gemi seslerinin ninnisiyle uyurlar.” Bu benzetmeyle büyüyen geleceğin büyük denizcisi Muhiddin Piri on bir yaşına kadar bu şirin sahil kasabası Gelibolu’ da yaşar. Her Türk çocuğunun o dönem olanaklarıyla yetiştiği gibi aile içinde örf ve adetlere göre eğitim alır ve sonuçta diğer çocuklardan farklı olarak okuma ve yazmayı da öğrenir. Bu süreçten sonra amcası Kemal Reis’ in gemilerinde denizcilik mesleğine ilk adımını atar.
Denizcilik mesleği, öncelikle bedenen ve ruhen sağlam bir yapıya sahip olmanın yanında, kendine özel temel kuralları ve bilgi birikimi olan, disipline dayalı zor ve uzunca bir süreçte edinilen bir uğraştır. 14 yıl aralıksız amcasının gemisinde her türlü mesleki bilgi ve beceriyi kazanmış, o dönem gemicilerinin üstün özelliklerinden korsanlık ile birlikte devlet görevinde de bulunmuştur. Bu yıllara ait bilgileri daha sonra yazdığı “Kitab-ı Bahriye” adlı eserinden öğreniyoruz.
Piri Reis, bu kitabında amcası Kemal Reis ile dolaştığı yerleri ve tarihi olayları özgün anlatımıyla aktarmaktadır. Amcası Kemal Reis’ in denizcilikteki ilk 14 yılı, o dönem gelenekleri gereği korsanlıkla geçer. 1486 yıllarında İspanya’ nın Gırnata’ daki Müslüman halkı, Tunus, Mısır ve Osmanlı Devleti’ nden yardım istemişlerdir. Bu sırada korsanlık hayatı devam eden Kemal Reis, gemileriyle bu Müslümanları Afrika’ ya geçirmiştir. Piri Reis, 1487-1493 yılları arasında altı yıl Kemal Reis’ in yanında yer almış ve bu denizlerde çok çeşitli çalışmalarda bulunmuştur. Batı Akdeniz kıyılarında ve çeşitli adalarda korsanlık yaparak, diğer korsanlara karşı üstünlük sağlamışlar, gemilerine el koymuşlar ve bölgeyi kış aylarında liman yeri olarak kullanmışlardır. Bu süreçte Cezayir, Tunus ve Bona limanlarında kalmışlar, yöre halkıyla dostluklar oluşturmuşlardır. Piri Reis bulundukları yerlerin ve bölgedeki adaların fiziki bilgilerini ve kimlere ait olduğunu da notlarına almıştır. Piri Reis’ in “Kitab-ı Bahriye” eserinden edindiğimiz bilgilere göre Kristof Kolomb’ un Amerika hakkındaki haritasını 1493-1494 yıllarında ele geçirdiğini anlıyoruz.
O yıllarda Osmanlı Devleti’ nin başında Fatih Sultan Mehmet’ in oğlu II. Beyazıt bulunuyordu. Kardeşi Cem Sultan’ ın ölmesi üzerine, yönetimde rakipsiz kalmış, tüm dikkatini fetih ve büyümeye vermiştir. Bu amaçla kara ve deniz gücünü kuvvetlendirmek için korsanlık yapan Türk gemilerini devlet yönetimi altına toplamıştır. Bu amaçla Kemal Reis’ i de gemileri ve leventleriyle (deniz askerleri) davet etti. Kemal Reis yanında Kara Hasan ve Piri Reis olduğu halde kendi gemileriyle oluşturduğu deniz gücüyle 1494 yılında Osmanlı Devleti’ nin hizmetine girerek, bu oluşuma deneyimleriyle güç kattılar.
Piri Reis’ in 1499- 1502 yılları arasında meydana gelen deniz savaşları sırasında ünü duyuldu. Dönemin Kaptan-ı Derya’ sı Davut Paşa filosunun fiilen komutanı Kemal Reis idi. Bu donanmada bir savaş gemisinin komutanı olarak da Piri Reis bulunuyordu. Venedik Cumhuriyeti ile 1500- 1502 tarihlerinde yapılan savaşlarda Piri Reis’ in hizmet ve başarıları dikkat çekiyordu. Kemal Reis, 1511 yılında Piri Reis’ in bulunmadığı ve nedeni bilinmeyen bir deniz faciasında ölmüştür. Bu olaydan sonra Piri Reis en büyük dayanağını kaybetmişti. Ancak amcasının yanında denizciliğin en önemli bilgi ve becerilerini edinen Piri Reis, bu birikimlerinden dolayı döneminin en önemli denizcileri arasına girmişti. Amcasının bu beklenmeyen ve acı ölümü Piri Reis’ i derinden etkilemiş, bir süre sonra da denizciliğe ara vererek Gelibolu’ ya dönmüştür. İşte O’ nun gelecekte denizciliğinin yanı sıra bilimsel yanını da ölümsüzleştirecek ilk eseri “Dünya Haritası” ‘nı hazırlaması buradaki yıllarıdır. Önceki yıllarda tuttuğu notlardan hazırladığı diğer eseri “Kitab-ı Bahriye” ise önemli bir denizcilik kılavuzudur.
Yavuz Sultan Selim’ in Mısır seferini gerçekleştirdiği 1516- 1517 yıllarında Osmanlı donanması Cafer Bey’ in komutasındadır ve Piri Reis’ e de bu donanmada komutanlık görevi verilmiştir. İskenderiye’ yi ele geçiren bu donanmadan ayrılan bir filo ile Nil yolundan Kahire’ ye giden Piri Reis, buranın da haritasını yapmış ve anılan yerler hakkında tarihi ve coğrafi bilgiler vermiştir.
Mısır, Osmanlı topraklarına katılınca 1517’ de İskenderiye’ ye bir filo ile giden Yavuz Sultan Selim ile şahsen tanışma fırsatını bulan Piri Reis, daha önceleri hazırladığı dünya haritasını padişaha hediye etmiştir. Mısır seferinden sonra tekrar Gelibolu’ ya dönen Piri Reis burada bilimsel çalışmalarına devam etmiştir.
1520 tarihinde Yavuz Sultan Selim’ in ölümü ile oğlu Kanuni Sultan Süleyman Osmanlı tahtına geçmiştir. O’ nun padişahlığı, Osmanlı Devleti’ nin büyük fetihler dönemidir. Bu dönemde Rodos’ un fethini gerçekleştiren büyük donamada Piri Reis de görev almıştır. 1524 tarihinde sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’ nın Mısır’ a gitmesi sırasında, Piri Reis’ in O’ na eşlik etmesi emrini padişah vermiştir. Fırtınaya yakalanan donanma, yoluna devam edemeyerek Rodos’ a sığınmak zorunda kalmış; bu durum, Piri Reis’ in sadrazam Pargalı İbrahim Paşa tarafından daha yakından tanınmasına neden olmuştur. Piri Reis Bahriye kitabı hakkında sadrazama bilgi verir. Bu kitabın önemini anlamış olan sadrazam, O’ na hazırladığı bu çalışmalarının kitap haline getirilmesini önermiştir. Piri Reis, Gelibolu’ da yeniden çalışmalarını geliştirerek, Pargalı İbrahim Paşa aracılığıyla padişah Kanuni Sultan Süleyman’ a takdim eder.
Bu tarihten sonra Piri Reis’ i yeniden devlet hizmetinde görüyoruz. Hint Beylerbeyliği (Kızıl Deniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi Amiralliği) ve daha bir çok önemli denizcilik görevlerinde bulunmuştur.
1552 yılında ikinci kez çıktığı Mısır Seferi, O’ nun sonunu acı bir şekilde getiren gelişmelere neden olmuştur. Bu seferin son durağı Basra’ dır. Piri Reis gemilerinin ihtiyaçlarını gidermesi, onarım ve bakımlarının yapılması ve askerlerin dinlenmesi için donanmayı Basra’ da bırakarak ganimet yüklü gemilerle Mısır’ a gelir. Basra Beylerbeyi Kubat Paşa ile Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa’ nın tutumları nedeniyle; Piri Reis bu davranışından dolayı hapsedilerek Kanuni Sultan Süleyman’ a şikayet edilmiş, sonuçta hizmette kusur ile suçlanarak 80 yaşını aştığı bir dönemde 1554 yılında idam edilmiştir.
Piri Reis, denizcilik alanında zamanının en önemli bilim adamları arasında yer almıştır. Ana dili dışında Rumca, İtalyanca, İspanyolca hatta Portekizce bildiği anlaşılıyor. Dünya haritasını hazırlarken, bu dillerdeki eserlerden yararlandığını kendisi yazmıştır.
Eserleri:
“KİTAB-I BAHRİYE” (Ege ve Akdeniz kılavuzu): Piri Reis değişik zamanlarda Ege, Adriyatik, İtalya, Fransa, İspanya ve Tunus limanlarında inceleme yapma fırsatı bulmuştur. Buralara ilişkin notlarında tarihi, coğrafi ve denizleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Bahriye kitabı 1521 ve 1525 tarihlidir. Asıllarından kopya edilmiş nüshaları İstanbul, Berlin, Dresden, Bolonya, Paris, Viyana ve Londra’ daki özel ve devlet kütüphanelerinde bulunmaktadır.
“DÜNYA HARİTASI” 1513 tarihinde I. sini, 1528 tarihinde de 2. sini hazırladığı dünya haritaları, renkli olarak ve deri üzerine yapılmıştır. Bugün asıl ve kopyaları parçalanmış halde nüshaları mevcuttur.
Hazırlayan:
Dr. Nuri OLUR
Isaac Newton Kimdir? , Yerçekimi Kuvvet Kanunu, Eylemsizlik Prensibi
Bir çiftçi olan babası, Newton doğmadan üç ay önce öldü. On iki yaşında Grantham’da King’s School’a yazılan Newton, bu
Salgından korunma amacıyla annesinin çiftliğine sığınan Newton, burada geçirdiği iki yıl boyunca en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. 1667′de Trinity Kollej’e öğretim üyesi olarak döndüğünde diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmış, beyaz ışığın renkli bileşenlerine ayrıştırılabileceğini saptamış ve cisimlerin birbirlerini, uzaklıklarının karesi ile ters orantılı olarak çektikleri sonucuna ulaşmıştı. Çekingenliği yüzünden Newton her biri bilimde devrim yaratacak nitelikteki bu buluşların çoğunu uzun yıllar sonra (örneğin türev ve integral hesabı 38 yıl sonra) yayımlamıştır.
Lisansüstü çalışmasını ertesi yıl tamamlayan Newton 1669′da henüz 27 yaşındayken Cambridge Üniversitesi’nde matematik profesörlüğüne getirildi. 1671′de ilk aynalı teleskobu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society üyeliğine seçildi. Royal Society’ye sunduğu renk olgusuna ilişkin bildirisinin eleştirilere hedef olması, özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle eleştirilmesi üzerine Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyla ilişkisini kesti.
1675′de optik konusundaki iki bildirisi yeni tartışmalara yol açtı. Hooke makalelerdeki bazı sonuçların kendi buluşu olduğunu, Newton’un bunlara sahip çıktığını öne sürdü. Bütün bu tartışma ve eleştiriler sonucunda 1678′de ruhsal bunalıma giren Newton ancak yakın dostu ünlü astronom ve matematikçi Edmond Halley’in çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.
Cambridge Üniversitesi’nde Katolikliği yaygınlaştırma ve egemen kılma çabalarına karşı başlatılan direniş hareketine öncülük eden Newton, kral düşürüldükten sonra 1689′da üniversitenin parlamentodaki temsilciliğine seçildi. 1693′de yeniden bir ruhsal bunalıma girdi ve yakın dostlarıyla, bu arada Samuel Pepys ve John Locke ile arası bozuldu. İki yıl süren bir dinlenme döneminden sonra sağlığına yeniden kavuştuysa da bundan sonraki yaşamında bilimsel çalışmaya eskisi gibi ilgi duymadı. Daha sonra 1699′da Fransız Bilimler Akademisi’nin yabancı üyeliğine 1703′de Royal Society’nin başkanlığına seçildi.
Gelmiş geçmiş bilim adamlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen Newton, matematik ve fizikte çok önemli buluşlar gerçekleştirdi. Matematikte (a+b)ª ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel iki terimli teoremini buldu. Newton’un bilime en büyük katkısı mekanik alanındadır. Merkezkaç kuvveti yasası ile Kepler yasalarını birlikte ele alarak kütle çekim yasasını ortaya koydu. Newton hareket yasaları olarak bilinen eylemsizlik ilkesi, kuvvetin kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden yasa ve etki ile tepkinin eşitliği fiziğin en önemli yasalarındandır.
Newton yaptığı çalışmalarda bazı hesaplamaların içinden çıkamayınca kendi bulduğu formüllere uyması için bazı varsayımlar ortaya atmak zorunda kalmıştır. Kendisi de bu varsayımların hatalı olduğunu bilmesine rağmen bunları kullanmak zorunda kalmış. İlerleyen yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla Newton’un bu hataları tespit edilmiştir. Ama yine de yaptığı çalışmalara kıyasla bunlar göz ardı edilmiştir…
Alıntı
202 ) GÖNÜL İÇKİ İSTER, TARİH BAHANE !.. ( 1. )
Bizim toplumumuz, ezelden beri içkiyi sevmiş ve de bunu pek gizlememiştir. Domuz haram, salyangoz Müslüman mahallesine girmeyecek bir nesne sayılmış ; ama domuz kadar haram ( ! ) olan içkinin keyfinden vazgeçilmemiş.. Alkol yasağı İstanbul'da en az uyulan Müslüman geleneği olmuş yüzyıllar boyu..
Yahudiler şarabı genellikle Almanya ve İspanya'dan ithal ediyorlardı ama en çok rağbet görenler, Girit ya da Sisam gibi Ege adalarında üretilen ve klasik çağlardan beri beğenilen tatlı şaraplardı. Ayrıca Boğaz kıyılarında, hatta Müslüman vakıflarına ait alanlarda bile, üzüm yetiştirilir ve şarap üretilirdi.
Haliç kıyılarında, kötü nam salmış meyhanelerin görünmeye başlaması, II. Bayezid (1481-1512) dönemine kadar uzanır.
Şarap zevki ülkede iyice yaygınlaşınca, Kanuni Süleyman 1555 yılında içkiyi Müslümanlara yasaklamış, hatta İstanbul'a şarap yüküyle gelen gemileri yaktırmıştı..
İçki yasağı şiddetle uygulanmasına rağmen, Osmanlı ordularının giriştiği savaşlarda bir zafer kazanıldığı gün "Zafer günü" olarak ilan edilir, kutlamalar üç gün üç gece devam eder ve bütün esnaf, tüccar dükkanlarını üç gün boyunca gece gündüz açık tutardı. Şenlikler düzenlenerek kutlanan zafer günlerinde içki yasağı da kaldırılır serbestçe içebilen Osmanlı Türkleri de ölçüyü kaçırıp sarhoş olurlardı..
O dönemlerde bira üretiminin yapıldığı, Arap Şerbeti (Müselles) , Rus ve Polonya votkası, bal şarabının da adı en çok içilenler arasında olduğu tarihçiler tarafından belirtilmektedir.
Arap Şerbeti de denilen Müselles ; üzüm şırasının üçte biri kalacak şekilde kaynatılmasıyla elde edilirdi. Arapça bir sözcük olan müsellesin anlamı da zaten "üçe katlanmış, üçle çarpılmış" idi.. 1554-1564 yılları arasında İstanbul'da görevli olan Alman elçisi Busbecq, bu içkinin nasıl yapıldığını anlatır : "Anlatmadan geçemeyeceğim bir içki vardır. Üzümleri alırlar, iyice ezerler ve tahtadan bir kaba koyarlar. Üzerine sıcak su dökerek iyice karıştırırlar. Sonra bu kabın üzerini iyice örter ve iki gün mayalanması için bırakırlar. Eğer mayalanma olayı uzun sürerse biraz şarap ilave ederler. Böylece üç dört gün içinde, bilhassa bol karla soğutulursa, pek lezzetli bir içki olur.."
Müselles, yapıldıktan sonra üç veya dört gün sonra Müslümanlarca içilmezdi, çünkü yukarıda anlatıldığı gibi, bekletildiğinde dinen yasak olan şarap kadar etkili ve alkollü olurdu..
İçki yasağı döneminde bir Bektaşi Tekkesinin mahzenini basan IV. Murad, bahsi geçen müsellesi bulduğunda, şırayı neden küplerde sakladıklarını sorar.. Baba Erenlerin yanıtı kısa olur : "Padişahım, biz üzümün suyunu sıkar, sirke olsun diye küplerde saklarız ; ama artık sirke mi olur, şarap mı, orası Allah'ın bileceği iş.."
Bir de şarabı imbikten geçirerek ürettikleri, tadı konyağa benzeyen bir içki daha vardır. İçimi ağzı yakacak derecede sert olan rakının ilklerinden olan "şarap rakısı".. Bu içki, anasonsuz olup "Arak" diye adlandırılır.. İstanbul'a gelen İspanyol bir yazar, anılarında şöyle yazar : "Türklerle Rumların eğlence sofralarında, yemekten önce iki üç kadeh içme adetleri vardır. Bizdeki beyaz şarap gibi, onlarda da rakı var.."
1552-1562 yılları arasında İstanbul'da bulunan içki çeşitleri şunlardır : Gelibolu, Trabzon, Marmara, Sakız, Midilli, Girit, Eğriboz, Maldavizya şarapları, Misket şarabı, bal şarabı, Müselles ya da Arap Şerbeti, arpa suyu (bira), konyak, votka ve arak yani rakı.. Bir de Hasköy Yahudilerince hazırlanan, cine benzer, "patates ispirtosu" da meyhanelerde şarap ve midye tava eşliğinde içilirdi.
Evliya Çelebi, birçok içicinin içkiye "aslan sütü" dediğini ve 17. yüzyılda İstanbul'da yaklaşık bin dört yüz meyhane olduğunu yazar. Çelebi'ye göre, rakı üreticilerine "Arakçıyan esnafı" denirmiş. "Arak", Arapça "terleten" anlamındaki "araki" sözcüğünden türemiştir. Büyük olasılıkla "rakı" da "arak" sözcüğünden...
Rakı, 17. yüzyılda, içki yasağı döneminde, renginin sudan farksız olması nedeniyle, girmiş Osmanlı piyasasına
ama çok yaygınlaşması 19. yüzyıl başlarını bulmuş..
Rakı ilk olarak "Rakia" adıyla Osmanlı topraklarında üretilir. Yunan rakısı uzo ( Ouso) ise ; Sakız Adası Rumlarının, ürettikleri rakıya "Use Of Sultan Only" adını vermesiyle bu adı almıştır..
Sevgili Atatürk, yakın arkadaşlarıının anılarında belirttiği üzere, "Paşa Gıdası" dermiş rakıya...
( BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU )
26 Mart 2012 Pazartesi
Herkes İçin Temel Bilgisayar ve İnternet Kılavuzu
Başlıkta her şey açıkca yazıyor zaten ekstra bir şey yazmamıza gerek yok aslında. :)
Ama kısa bir özet yapacak olursam, her seviyeden bilgisayar ve internet kullanıcısına hitap eden, çok az bilgiye sahip kişileri bile iyi düzeyde bilgisayar ve internet bilgisiyle donatabilecek, her cümlesinden faydalanabileceğiniz bir çalışmadır.
Hemen ücretsiz indirin.. Çok işinize yarayacak emin olun..
Sayfa sayısı : 140 sayfa
Dosya türü : .pdf
Dosya boyutu : 10 mb
İndirme Linki: Bilgisayar ve İnternet Kılavuzu.pdf
Ama kısa bir özet yapacak olursam, her seviyeden bilgisayar ve internet kullanıcısına hitap eden, çok az bilgiye sahip kişileri bile iyi düzeyde bilgisayar ve internet bilgisiyle donatabilecek, her cümlesinden faydalanabileceğiniz bir çalışmadır.
Hemen ücretsiz indirin.. Çok işinize yarayacak emin olun..
Sayfa sayısı : 140 sayfa
Dosya türü : .pdf
Dosya boyutu : 10 mb
İndirme Linki: Bilgisayar ve İnternet Kılavuzu.pdf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)