30 Haziran 2012 Cumartesi
245 ) HÜRRİYET GEYİĞİ !..
"Haziranın 12 ve 13'üncü perşembe ve cuma günleri arasındaki gece, artık Selaniği, ailemi, maddi geleceğimi terk ederek, sadece halkın içinden bir birey gibi, hükumetin bütün güçlerine karşı, açıkça ve silahlı olarak isyan ilan ediyordum. Önce Allah'a ve Peygamber'e, sonra da cemiyetimizin örgütü ile, hükumet zulmünden bıkmış olan millete, güvenim tamdı. Vatanın geleceğini, çok parlak görüyor, bunun için, benim maddeten kararan geleceğimin bu karanlığına önem vermiyordum.."
Artık karar verilmişti. Enver, emel yolculuğuna çıkacaktı. Dağlar yolunu tutacak ve orada isyan bayrağını açacaktı. Bu hareketinden, cemiyetin merkez yönetimi ve yakın arkadaşları haberliydi. Rahmi Bey ( sonradan İzmir Valisi), Tikveş'e gitmesini, orada çalışmayı tavsiye ediyordu. Kendisi Manastır'a gitmek istiyordu..
Enver'in kendine, kimliğini saklamak gerektiğinde kullanmak üzere seçtiği takma ad malumdur : Suavi !.. Şöyle anlatır : "Merhumun cesaretine daima hayrandım. Ben de aynı adı, takma ad olarak almıştım. Genel Merkez evrakına imza atarken hep bu adı kullanıyordum. Gene öyle yapacaktım. Bu adı, dört köşe, kufi bir yazıyla yazardım. Suavi merhumun istibdat duvarına çaktığı çivi, benim bu duvara tırmanmama yardım edecekti.."
Suavi ; 20 Mayıs 1878'de, Çırağan Sarayını basarak, Abdülhamid'i devirip yerine V. Murad'ı geçirmek için yaptığı eylem sırasında öldürülmüş olan Ali Suavi idi..
O gece önce Fethi Bey (Okyar) ile biraz Olimpos gazinosunda otururlar. O sırada Manastır'dan gelen Resneli Osman Efendi (Niyazi Bey'in kardeşi olsa gerek) ile görüşürler ve sonra da aynı gece, Talat Bey ile buluşurlar. Cemiyet kasasından Enver Bey'e 10 lira verilir.. Yanında küçük bir tabanca ile Selanik'ten ayrılışını şöyle anlatır : "Vardar kapısından çıkarken nişanlarımı söktüm. Küçük bir üzüntü hissettim. Artık belki de eski hayallerim gibi, iyi bir asker olamayacaktım. Ve bu andan itibaren bir hiçtim. Kim bilir hangi kurşunla ve nerede vurularak, bir yerlerde kalacaktım. Bir asi diye cesedim, bir köşeye atılacaktı. Ama bir gün gelecek, beni elbette, rahmetle ananlar da bulunacaktı. Artık hayatla irtibatım kalmamış gibiydi.."
Kolağası Niyazi Bey'e göre, bu genel isyan Resne'de başlamalıydı. Çünkü Bulgar Makedonya Komitesi de önce Resne'de kurulmuş ve ilk Bulgar isyanı Resne'den başlamıştı. 20 haziran ( 3 temmuz ) cuma günü, herkesin cuma namazıyla meşgul olduğu bir saatte, kışla önünde toplanan isyan kafilesi, son hazırlığını tamamladı. Şehre hakim tepelerden birinde ve şehirden yarım saat uzak olan Resne kışlasından 160 isyancı, önde Kolağası Niyazi olduğu halde, dağlar yolunu tutarlar. Rumeli'de ayaklanma başlamıştır !..
Yola çıkarken, Bulgarca yayınladığı bildiride ise şunlar yazmaktadır : Ey Hıristiyan Vatandaşlarımız, biz de bugünkü zulüm idaresinden memnun değiliz. Memnun olmayan görüyorsunuz ki yalnızca siz değilsiniz. Biz, Avrupalıların yurdumuza göz dikmesinden, işlerimize karışmasından çekinmediğimiz için şimdiye dek milletin dayanılması güç bu durumlara katlanmasına ses çıkarmamıştık. Baskı yönetiminin günden güne gücünü artırarak Türk, Bulgar, Ulah, Rum, Arnavut yurttaşlarımızın yok olmakta olduklarını gördüğümüz için biz, yurda özgürlük güneşini getirecek, hürriyetin aydınlığını yayacak bir yönetimin kurulmasına çalışıyoruz.."
Şimdi de Resneli Niyazi'nin anılarına kulak verelim : "Yolda çeteye katılmak üzere o gün Manastır'dan birkaç gün önce kaçmış olan altı jandarma, birkaç sivil, yanlarında bir geyik olduğu halde bize katıldılar. Birliğimize kabulleri hakkında cemiyet tarafından yazılı güven belgesini gösterdiler. Tüm gözler geyiğe çevrilmişti. Jandarmalardan biri, bunun henüz iki yaşını bitirmemiş bir dişi geyik olduğunu ve Prester sırtlarında önlerine çıkan bu insancıl hayvanın okşamalara aldanarak kendilerini çekinmeden izlediğini anlattı. Herkes bu hayvanı okşuyor, seviyor, kutsallığına inanıyordu. Davranışındaki insana yakınlığı gönüllerimizi kendisine bağlayan bu sevimli yaratığı bize gönderen Tanrı'ya şükürler ediyor, bu gelişte bir hayrın, Tanrısal bir müjdenin işaretini görüyorduk. Daima önde giden ve askerin önünde sıçrayan geyik, adeta bize kılavuzluk ediyor, bir içgüdüyle bizi amacımıza doğru koşturuyordu.."
Adına türküler söylenen bu düşünce özgürlüğü savunucusuna destek verenlerden biri de Ahmet Samim'dir. Genç gazeteci, Niyazi Bey'e "Hürriyet Kahramanı" denmesinden esinlenerek, iki yüz adamına kılavuzluk eden geyiğe "Gazal-ı Hürriyet" adını koyar. Aslında gazal, ceylan anlamına gelen bir sözcüktür. Halk ise bu yanlışa düşmez, "Niyazi Bey Geyiği" adını verir !..
24 Temmuz 1908'de, Necm-i Şevket gemisinden atılan topla, Selanik şehri İkinci Meşrutiyet'in başladığından haberdar olur.. Hürriyetin ilanından sonra Manastır kentine dönen Niyazi Bey ve adamları şanlarına layık bir şekilde kahramanlar gibi karşılanırlar. Manakis kardeşlerin çektiği fotoğraflarda o gün ölümsüzleşir. Fotoğraflarda geyik, dağda olduğu gibi, özgürlük isteyen insanların önünde poz verirken görülür...
Geyiğin gerçek olduğunu duyan İstanbul halkı, Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey ve adamlarının yolunu gözlemeye başlar. Beklenen gün gecikmez ve Niyazi Bey, Abdülhamid rejiminin yıkılışının bir göstergesi olarak İstanbul'a adım atar. Kendisi el üstünde tutulurken, geyik o dönem İstanbullularının eğlenmek amacıyla gittikleri Direklerarası Meydanı'nın bir köşesinde bulunan Letafet Apartmanının bodrum katına tutsak edilir. Evet, yanlış okumadınız ; Hürriyet Geyiği ışık girmeyen, hava almayan bir bodruma kapatılır !.. Zavallı hayvan "Cemiyet-i Mukaddese" adına toplanan 1 kuruş karşılığında meraklılara gösterilir. İstanbullular, öyküsü dilden dile dolaşan geyiği görmek için apartmanın önünde kuyruk oluşturur. O kuyruğun içinde on yedi yaşında bir genç de vardır, sonradan "Karay" soyadını alacak olan Refik Halid !.. Şimdi onun anılarında neler yazdığına bakalım : "İçeriye girince yaş gübre ve mayhoşlaşmış kuru ot kokusundan genzim yandı, gözlerim sulandı. Önce karanlıktan ne tarafta durduğumu sezemedim ; loşluğa alıştıktan sonra dır ki, kenarda bir kıpırdama fark ettim. Artık iyice görüyordum : Biçareyi kalın kirli bir iple dipteki kazığa bağlamışlar. Önünde nemli ot kırpıntıları ve boyaları yer yer dökülmüş porselen eskisi, çamurlu tortu ile sıvanmış bir leğen.. Güya su kabı !..
Niyazi Bey, İstanbul sokaklarında alkışlanırken, dağların temiz havasından, berrak sularından ve çimen kokusundan uzak kalan geyik bir deri bir kemiğe dönüşür ; zamanla İstanbulluların ilgisini çekmez olur. Geyiğin gözden düşmesi yüzünden ona yapılan masraflar da gereksiz görülür.. Geyiğe ne mi olur ? Bunu da o sırada on dokuz yaşına gelmiş olan Refik Halid'den öğrenmeye devam edelim : "Rejim değişikliğinin ilk mahzuru bu Hürriyet Geyiği olmuştu. Ölmüş müydü ? Yoksa kesilip eti bir Beyoğlu lokantasına satılmış mıydı ? Bilmem. Fakat o devirde, mesela Tokatlıyan gibi maruf lokantalarda, geyik değilse de av etleri arasında karaca eti bulundurmak adetti ; belki dirisinden umduğu faydayı temin edemeyen hürriyetperverlerin bir uşağı, Meşrutiyet tarihinde yer eden şu bedbaht geyiğin ölümünden birkaç mecidiye kazanmıştır.."
9 Haziran 1910 akşamı, Bahöekapı'da üç el silah sesi duyulur. Kuruçeşme'deki bir yalıya davetli olan, gazeteci Ahmet Samim'dir bu..
Böylece, dağda Resneli Niyazi Bey ile başlayan olaylar zincirinin ilk kurbanı "Gazal-ı Hürriyet", ikincisi ise, ona bu adı veren yirmi altı yaşındaki gazeteci olur..
Resne'de, Louvre Sarayı'ndan esinlenerek yukarıda görülen saray gibi malikaneyi yaptıran Niyazi Bey, 1913 yılında karşılaştığı Binbaşı Bekir Fikri Bey'e şunları söylemiştir : "Bekir, ah Bekir !. Sen ne kadar mutlusun. Yoksunluklar içinde görevini yerine getirdin. Ben, ah, ben çok üzgünüm. Hastayım, tifoya yakalandım. Görevimi yerine getiremedim. Çok üzgünüm !.."
Niyazi Bey, Balkan Savaşı'ndan dolayı düşman Çatalca'ya kadar dayandığı için, Arnavutluk'un Avlonya limanından İtalya'ya, oradan da İstanbul'a geçmek niyetindedir.
Tarihlerden 29 Nisan 1913 günü, vapur iskelesine sivil giyimli sekiz kişi gelir. İçlerinden biri bilet almaya gider. Tam bu sırada üç el silah atılır ve iki kişini yere düştüğü görülür. Birkaç el daha silah atılır.. Herkes çil yavrusu gibi kaçışır.. Yerde yatanlardan birisi Niyazi Bey'dir.. Kendi koruması tarafından vurulduğu için, "Ne şehittir, ne de gazi ; pisi pisine gitti Niyazi" deyimi halkın hafızasına kazınmış olsa da, ölümünün üzerindeki sır perdesi hala kalkmış değildir..
MANASTIR ASKERİ İDADİSİ
( ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR VE SUNAY AKIN YAZILARINDAN ALINTILAR YAPILARAK DERLENMİŞTİR..)
28 Haziran 2012 Perşembe
244 ) İNANCI İÇİN YAKILANLAR !..
Geçmiş yıllardan birinde, bir televizyon programında bir tarih profesörü şöyle demişti : "Hıristiyanlar, Engizisyon Mahkemeleri kararıyla çatır çatır insanları yakarken, Osmanlılar kimseyi inançlarından dolayı yakmamıştır."
Ama ne yazık ki Osmanlılar da inançlarından dolayı Hurufileri, üstelik de din adamlarından fetva alarak yakmışlardı.
Bu yanlış, tarihe dinci ve milliyetçi gözlüklerle bakan "resmi tarih" anlayışının Müslümanlığı korumak ve yüceltmek kaygısından kaynaklanıyordu. Oysa Müslümanlık da Türklük de, tarihi saptırarak korunmaz ve yüceltilmez.. Tam tersine, bu inançlar ya da ideolojiler adına tarihin saptırılması, o inanç ve ideolojilere zarar verir. Üstelik o çağ, din-tarım imparatorlukları çağıdır ve dinler ile mezhepler siyasal parti işlevi gördükleri için, "inanç alanında" gibi görülen pek çok karar ve eylem, aslında "siyasal"dır, yönetime ilişkindir ve imparatorlukların güvenlikleriyle ilgili olarak alınmış ve yapılmıştır.
Hurufilerin yakılması da böyle "imparatorluğun selameti" ile ilgili bir karar ve eylemdir. Bu eylemin altında, inanç sorunu değil, Hurufilerin saraya sızması sonunda ortaya çıkan bir siyasal sorun vardır...
"Huruf" Arapça'da "harf" sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflerin Allah'ın görüntüsü olduğu inancı üzerine kurulu bir mezheptir.
Hurufilere göre varlık ses ile oluşur. Ses, asıl yaratıcı alemden, madde alemine gelen ve madde biçimine bürünen her şeyde vardır. Cansızlardaki ses, birbirine vurulduğu zaman açığa çıkar, canlılarda zaten vardır, insanda ise tam olgunluğa erişir...
Söz, sesin hem olgunlaşmış hali hem de amacıdır. Söz ise harflerden meydana gelir. Bu nedenle Hurufi inancı, harflerin mukaddes niteliğine dayanır.
Arap alfabesindeki 28 harf ile Fars alfabesindeki 32 harfi Allah'ın yeryüzündeki varlığı, işareti olarak kabul eder. Fars alfabesindeki 32 harfin insanın yüzünde bulunduğuna inanır.
1339 yılında Horasan'ın Esterabad kasabasında doğan, kendini son peygamber olarak ilan eden Şihabeddin Fazlullah tarafından 1386 yılında kurulan mezhep, genel olarak tasavvuf ve Bektaşilik inancı çerçevesinde incelenmiştir..
Fazlullah, evrenin özünün ve gerçeğinin kendi kişiliğinde göründüğünü öne sürmüş ve son peygamber olduğu iddiasında bulunmuştur. Hurufi inancına göre, evren sonsuzdur ve sürekli hareket içindedir ; doğal olaylar da bu hareket sonucunda ortaya çıkar. Bu inançları ile Hurufiler diyalektik düşünceye yakın bir yaklaşım sergiler.
Hurufilere göre madem ki Allah kendini peygamberleri aracılığıyla gösterir, her peygambere gelen harfler zamanla artar : Hz. Adem'e 9, Hz. İbrahim'e 14, Hz. Musa'ya 22, Hz. İsa'ya 24, Hz Muhammed'e 28 ve son peygamber Fazlullah'a 32 harf malum olmuştur.. Bu sayılar, her bir peygambere gönderilen ayetlerin yazılmış olduğu dilin alfabesindeki harflerin sayılarıdır...
Kendisine en çok simge yollanan son peygamberin, kendinden önce gelenlerin bütün bilgilerini çözmesi ve onların ötesine geçmesi doğaldır. Hurufiler bu inançlarıyla insanın yüzünde de Allah yazıldığını düşünürler. Bu inanca göre ; burun kemiği "elif", burnun iki tarafı "lam", gözler de "ha" harfi olarak, insanın yüzünde iki taraflı simetrik bir biçimde Allah yazar...
Fazlullah 1394 yılında Şeyh İbrahim adlı bir din adamının fetvasıyla öldürülmüş, cesedi sokaklarda sürüklenmiştir. Ama bu, Hurufiliğin yayılmasını durduramamıştır. 14. yüzyılın ikinci yarısında Irak'ta, Azerbaycan'da ve Anadolu'da hızla yayılan Hurufilik, kurucusunun ölümünden sonra da kurucunun halifeleri tarafından yayılmaya devam etmiştir. Ünlü şair Nesimi de Fazlullah'ın halifelerinden biri olup bu yayılmada üstün sanatıyla önemli bir rol oynamıştır.
Nesimi, Mısır Çerkez Kölemenleri Hükümdarı El Müeyyed Şeyh'in emriyle 1418 yılında Halep'te öldürülmüş ve derisi yüzülerek yedi gün teşhir edilmiştir. O dönemde her yeni mezhep, mevcut iktidarın ideolojisine bir siyasal muhalefet anlamını taşır ve ölümle cezalandırılırdı..
Hurufiler, Müslümanlarla birlikte Hıristiyanları da etkileyerek geliştiler. Harflere dayalı yorumları, Hıristiyan inancını da kapsayan bir nitelik taşıyordu ve Fazlullah, Hz. İsa'nın yeniden dünyaya döneceğine inananlar tarafından da bu dönüşü simgeleyen peygamber olarak kabul görüyordu.
Hurufiler, kurdukları inanç sistemiyle iktidarı da ele geçirmek istiyorlardı. Zaten o dönemde her yeni mezhebin mevcut iktidara karşı siyasal bir seçenek oluşturmak için ortaya çıktığı bilinen bir şeydir..
Fazlullah'ın öldürülmesinden sonra İran'da çeşitli isyanlar çıkar ve bu isyanların kanlı bir biçimde bastırılmasıyla Hurufiler yavaş yavaş Anadolu'ya kaymaya başlarlar.. Yayılmaları ve etkileri gittikçe artar ve sonunda, Fatih Sultan Mehmed zamanında Saray'a da sızarlar. Aile üyelerini etkileyerek padişaha ulaşmaya çalışırlar ve bu çabalarıyla, büyük olasılıkla, Fatih'in de ilgisini çekmiş olabilirler...Fakat Saray'a sızmaları onları iktidara değil, Alevilerin içine taşıyacaktı..
Durumun ciddiyetini Vezir-i Azam Mahmud Paşa'dan öğrenen, o zamanlar Edirne'de Üçşerefeli Camii'nde müderrislik yapan Müftü Fahreddin-i Acemi derhal harekete geçer.. Hem Hurufilerin yakılmaları için fetva verir, hem de kendisi bizzat diri diri ateşte yakılmalarını gerçekleştirir !..
Daha sonra gerek 2. Bayezid gerekse Kanuni Süleyman dönemlerinde de çeşitli baskı ve sürgün cezalarına uğramışlarsa da, Hurufiliğin yayılması engellenememiş, Hurufiler ve Hurufilik, Bektaşi-Alevi kültürü içinde yaşamaya devam etmiştir..
"Resmi tarih" inkar etse ya da görmezden gelse de, gerçek olan bir şey vardır : Osmanlı tarihi bir din-tarım imparatorluğu tarihidir ve bu tür imparatorluklarda egemenliğin dine ve geleneğe dayandığı bilindiğinden, bütün mezhep ve inanç kavgalarının kanlı bitmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Tarihe ve bilime aykırı olan bu davranış, artık egemenliğin halka, millete dayalı olarak kullanıldığı günümüzde, hala din ve mezhep duygularını siyasal iktidar için sömürmektir.
Unutulmamalıdır ki, bu davranış çağımıza göre sadece gericilik değil, aynı zamanda Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas olaylarında görüldüğü gibi sonucu kanla gelen bir inanç tahrikçiliğidir de...
Hurufilerden söz edince Karmatiler de anılmazsa olmaz.. İslam tarihinin ne denli çapraşık, ne denli kanlı ve çatışmalı olduğunu vurgulayan, İsmailiye mezheplerinden biridir Karmatiler..
Karmatiler, 9. yüzyılda ortaya çıkmış olan ilk İslam komüncüleridir. Yani Anadolu'da Fetret Devrinde önem kazanan Şeyh Bedreddin hareketinin, Hurufilik gibi mezhep mensuplarının ataları..
Karmatilik, gizli bir örgüt : Tarihteki ve günümüzdeki bütün gizli örgütlerin anası ; Hasan Sabbah'ın Haşşaşinler'ine de kaynaklık ediyorlar.. Ahilik de bunlardan geliyor.. Arap Yarımadası'nın güneyinde korsanlık yapıyorlar. Zenginden alıp yoksula vermek, genel uygulamaları.. Bu açıdan Robin Hood'un da ataları !..
930 yılında Mekke'yi fethedip Hacer-i Esved'i kaçırıyorlar. Karmatilerle başa çıkamayan Abbasiler, Selçuklu Sultanı Melikşah'dan yardım istemek zorunda kalıyorlar.
İçki haram değil, şarap içiyorlar, güneş doğmadan iki rekat, güneş battıktan sonra da iki rekat namaz kılmanın, yılda iki kez oruç tutmanın yeterli olduğuna inanıyorlar. Kıbleleri Mekke değil, Kudüs..
İslam tarihinde daha nice garip ve anlaşılması zor mezhep var. Devletin mezhebi tabii bütün bunlara kuşkuyla bakıyor ve eline fırsat geçer geçmez, derhal ortadan kaldırıyor, çünkü mezhep farkı o zaman için siyasal muhalefet anlamını taşıyor.
Osmanlı'nın Hurufileri yakmış olması, dönemin siyasal gerçekleri çerçevesinde son derece doğal bir eylemdir, asla imparatorluğun suçlanmasına yol açamaz..
Bu konularda en güvenilir kaynak "İslam Ansiklopedisi"dir. Ayrıca İsmet Zeki Eyüboğlu'nun "Tasavvuf, Tarikatlar, Mezhepler Tarihi" adlı kitabına, Abdülbakıy Gölpınarlı'nın "Şiilik" adlı eserine ve Faik Bulut'un kitaplarına bakılabilir...
( "Tarihimizle Yüzleşmek" EMRE KONGAR )
25 Haziran 2012 Pazartesi
243 ) İSTANBUL'DA İLK DENİZALTILAR !..
E 11
Her ne kadar "Çanakkale geçilmez" diyorsak da, işgal güçleri Boğaz'ı geçmeyi başarmışlardır !. Üstelik, İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sırasında saldırıya uğrayan, bombalanan bir kenttir. Bunu başaran da, uçak ile birlikte İkinci Dünya Savaşı'nın en güçlü silahı olacağını o günlerde tüm dünyaya kanıtlayan denizaltılardır..
Daha savaşın ilk günlerinde, N. Holbrook komutasındaki E 11 denizaltısı, 13 Aralık 1914'de, Çanakkale Boğazının mayın sahalarını geçer .. Bataryaları yenilenmiş olan denizaltının asıl amacı, Yavuz ve Midilli zırhlılarını aşırtma atışlar ile batırmaktır. Bu iki gemi yoktur ama, Mesudiye zırhlısı vardır !.. E 11 denizaltısı saat 12'de yenilecek öğle yemeği için mürettebatı toplu olarak geminin alt kısmında bulunan zırhlıyı, saat 11:58'de, yaklaşık 800 metreden torpiller.. Bu atışla isabet alan geminin yemek salonunda bulunan makine subayları feci şekilde hayatlarını kaybederler. Denizaltıdan gönderilen ikinci torpido ile Mesudiye sulara gömülür.. 10 subay ve 15 er şehit olur.. Bir denizaltının, bir düşman savaş gemisini batırmasının ilk örneğidir bu !.. Osmanlı Donanması da savaştaki ilk kaybını verir böylece..
Holbrook E 11'de ; aldığı Victoria Nişanı
Holbrook'un, bu başarısı nedeniyle aldığı Victoria Nişanı, hem donanmanın hem de denizaltı filosunun aldığı ilk nişandır.. Mesudiye zırhlısı ise şu anda Sarısığılar mevkiinde, 9-12 metre derinliktedir..
Mesudiye
Denizaltı tacizleri daha sonraki yıllarda da devam eder. Binbaşı Martin Nasmith komutasındaki İngiliz E 11 denizaltısı, Çanakkale'yi geçerek Kız Kulesi yakınlarında pusuya yatar. O sırada, Karaköy rıhtımında bir nakliye gemisine Çanakkale'ye götürmek üzere asker ve cephane yüklenmektedir. Sudan çıkan E 11'den iki torpil atılır İstanbul'a.. Torpillerden biri rıhtıma çarparken, öteki, gemiyi havaya uçurur. Bu saldırı, büyük bir haber olarak yer alır İngiliz gazetelerinde ; cephane yüklü geminin infilak ettiği ve İstanbul'un bundan büyük zarar gördüğü yazılır. Oysa ki, Nasmith'in torpidosu nakliye gemisine değil, ona bağlı olan bir mavnaya isabet etmiş ve onu batırmıştır !.. İngiliz binbaşı kaçmak isterken, denizaltısının Salacak kıyılarında karaya oturmasına engel olamaz. Bu zor durumdan kurtulmayı başaran E 11, Marmara Denizi'ne açılarak orada gizlenir. Ertesi gün İstanbul'a geri dönen Nasmith, saldırının kentte yarattığı korkuyu gözlemler : Gemi seferleri iptal edilmiş, Haliç zincirle kapatılmıştır. E 11 kaptanına yapacak bir tek şey kalmıştır : Denizaltının periskobundan fotoğraf çekmek !. O da öyle yapar ve böylelikle İstanbul'un tarih boyunca çekilen en ilginç fotoğrafları çıkar ortaya..( Aşağıdaki fotoğraf )
E 14
Henry Stoker komutasındaki AE-2'nin, mayınlarla döşeli zorlu Çanakkale Boğazı'nı geçtiği 25 Nisan 1915 tarihinden sonra, iki İngiliz denizaltısı E 11 ve E 14 de aynı yolu izleyerek Marmara Denizi'ne ulaşır. Savaş boyunca, Çanakkale'yi 9 İngiliz ve 1 Fransız denizaltısı geçmeyi başaracaktır..
Stoker, Marmara'da E-14 ile karşılaşınca çok sevinir, çünkü elinde kalan tek torpido ile İstanbul'a saldıramayacağını çok iyi bilmektedir. Ne var ki İngiliz Kaptan Boyle, Stoker'a torpil vermeyi reddederek, ertesi gün tekrar buluşmayı teklif eder. Bu karşılaşma, AE-2'nin de, İstanbul'un da kaderini değiştirecektir !.
Sultanhisar
İstanbul'a saldırmakta kararlı olan Stoker, Boyle ile buluşma yerine geldiğinde "Sultanhisar" adındaki torpido botuyla karşılaşır. Bundan sonrasını, denizaltıya burnuyla çarpan geminin kaptanı Ali Rıza Bey'in 1947'de yayımlanan "AE-2 Denizaltı Gemisini Marmara'da Nasıl Batırdım ?" adlı kitabından okuyalım :
"Bütün askerler, birer birer denize atlıyorlardı. Geminin üzerinde yalnızca süvarisi olduğunu öğrendiğim bir subay kalmıştı. Bu kahraman subay, sulara karışmakta olan gemisini terk etmiyor ve Marmara'nın mavi sularına gömülmek üzere olan selam resmini yerine getiriyordu. Vatan sevgisinin bu güzel tecellisi, hepimizi duygulandırmıştı. Hepimiz yenik düşmanın karşısında aynı saygıyı duyarak namağlup armadanın sulara karışan bayrağını selamlıyorduk.."
AE-2
Batışının ertesi günü olan 1 Nisan'da, AE-2'de görevli Avustralyalı denizciler kendilerini esir alan Sultanhisar gemisiyle İstanbul'a getirilirler. Henry Stoker ve arkadaşları, esnafın kapı önüne çıktığı ve çocukların boğaz kesme işareti yaptıkları bir yol boyunca yürütülerek, Fred ve Elizabeth Bernchley adlı iki gazetecinin yazdığı "Stoker'ın Denizaltısı" adlı kitapta tarif edilen şu binaya konulurlar :
"İki tane saati olan -biri Türkiye, diğeri İngiliz zamanını gösteriyordu- kışlanın büyük kemeraltı yolundan geçtikten sonra, mürettebata kışla hapishanesi olduğu anlaşılan büyük bir odaya girmeleri söylendi. Nöbetçiler, sigara ve çay getirdi."
Giriş kapısında iki saat bulunan bu yapı, şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin Birinci Dünya Savaşı yıllarında Harbiye Nezareti olarak kullanılan binasıydı !.. Esirler, üniversitenin Beyazıt Meydanına açılan tarihi kapısının altından geçirilerek hücreye konulmuşlardır..
Birinci Dünya Savaşı sırasında yalnızca düşman denizaltıları gelmez İstanbul'a. Müttefiğimiz olan Almanlar da Kaptan Hersink komutasındaki U-21 denizaltısını Çanakkale'ye gönderirler. 24 Mayıs 1915 tarihinde
U-21'in saldırıları sonucunda "HMS Triumph" ve "HMS Majestic" adlı İngiliz savaş gemileri denizin dibini boylar. Bu durum karşısında İngilizler, aralarında kraliçelerinin adını taşıyan "HMS Queen Elizabeth"in de bulunduğu donanmayı geri çekmeye karar verirler. İngiliz deniz istihbaratında görevli olan Compton Mackenzie, alınan bu kararı, "İngiliz Kraliyet Donanması tarihindeki en utanç verici manevra" olarak yorumlar...
Her ne kadar "Çanakkale geçilmez" diyorsak da, işgal güçleri Boğaz'ı geçmeyi başarmışlardır !. Üstelik, İstanbul, Birinci Dünya Savaşı sırasında saldırıya uğrayan, bombalanan bir kenttir. Bunu başaran da, uçak ile birlikte İkinci Dünya Savaşı'nın en güçlü silahı olacağını o günlerde tüm dünyaya kanıtlayan denizaltılardır..
Daha savaşın ilk günlerinde, N. Holbrook komutasındaki E 11 denizaltısı, 13 Aralık 1914'de, Çanakkale Boğazının mayın sahalarını geçer .. Bataryaları yenilenmiş olan denizaltının asıl amacı, Yavuz ve Midilli zırhlılarını aşırtma atışlar ile batırmaktır. Bu iki gemi yoktur ama, Mesudiye zırhlısı vardır !.. E 11 denizaltısı saat 12'de yenilecek öğle yemeği için mürettebatı toplu olarak geminin alt kısmında bulunan zırhlıyı, saat 11:58'de, yaklaşık 800 metreden torpiller.. Bu atışla isabet alan geminin yemek salonunda bulunan makine subayları feci şekilde hayatlarını kaybederler. Denizaltıdan gönderilen ikinci torpido ile Mesudiye sulara gömülür.. 10 subay ve 15 er şehit olur.. Bir denizaltının, bir düşman savaş gemisini batırmasının ilk örneğidir bu !.. Osmanlı Donanması da savaştaki ilk kaybını verir böylece..
Holbrook E 11'de ; aldığı Victoria Nişanı
Holbrook'un, bu başarısı nedeniyle aldığı Victoria Nişanı, hem donanmanın hem de denizaltı filosunun aldığı ilk nişandır.. Mesudiye zırhlısı ise şu anda Sarısığılar mevkiinde, 9-12 metre derinliktedir..
Mesudiye
Denizaltı tacizleri daha sonraki yıllarda da devam eder. Binbaşı Martin Nasmith komutasındaki İngiliz E 11 denizaltısı, Çanakkale'yi geçerek Kız Kulesi yakınlarında pusuya yatar. O sırada, Karaköy rıhtımında bir nakliye gemisine Çanakkale'ye götürmek üzere asker ve cephane yüklenmektedir. Sudan çıkan E 11'den iki torpil atılır İstanbul'a.. Torpillerden biri rıhtıma çarparken, öteki, gemiyi havaya uçurur. Bu saldırı, büyük bir haber olarak yer alır İngiliz gazetelerinde ; cephane yüklü geminin infilak ettiği ve İstanbul'un bundan büyük zarar gördüğü yazılır. Oysa ki, Nasmith'in torpidosu nakliye gemisine değil, ona bağlı olan bir mavnaya isabet etmiş ve onu batırmıştır !.. İngiliz binbaşı kaçmak isterken, denizaltısının Salacak kıyılarında karaya oturmasına engel olamaz. Bu zor durumdan kurtulmayı başaran E 11, Marmara Denizi'ne açılarak orada gizlenir. Ertesi gün İstanbul'a geri dönen Nasmith, saldırının kentte yarattığı korkuyu gözlemler : Gemi seferleri iptal edilmiş, Haliç zincirle kapatılmıştır. E 11 kaptanına yapacak bir tek şey kalmıştır : Denizaltının periskobundan fotoğraf çekmek !. O da öyle yapar ve böylelikle İstanbul'un tarih boyunca çekilen en ilginç fotoğrafları çıkar ortaya..( Aşağıdaki fotoğraf )
E 14
Henry Stoker komutasındaki AE-2'nin, mayınlarla döşeli zorlu Çanakkale Boğazı'nı geçtiği 25 Nisan 1915 tarihinden sonra, iki İngiliz denizaltısı E 11 ve E 14 de aynı yolu izleyerek Marmara Denizi'ne ulaşır. Savaş boyunca, Çanakkale'yi 9 İngiliz ve 1 Fransız denizaltısı geçmeyi başaracaktır..
Stoker, Marmara'da E-14 ile karşılaşınca çok sevinir, çünkü elinde kalan tek torpido ile İstanbul'a saldıramayacağını çok iyi bilmektedir. Ne var ki İngiliz Kaptan Boyle, Stoker'a torpil vermeyi reddederek, ertesi gün tekrar buluşmayı teklif eder. Bu karşılaşma, AE-2'nin de, İstanbul'un da kaderini değiştirecektir !.
Sultanhisar
İstanbul'a saldırmakta kararlı olan Stoker, Boyle ile buluşma yerine geldiğinde "Sultanhisar" adındaki torpido botuyla karşılaşır. Bundan sonrasını, denizaltıya burnuyla çarpan geminin kaptanı Ali Rıza Bey'in 1947'de yayımlanan "AE-2 Denizaltı Gemisini Marmara'da Nasıl Batırdım ?" adlı kitabından okuyalım :
"Bütün askerler, birer birer denize atlıyorlardı. Geminin üzerinde yalnızca süvarisi olduğunu öğrendiğim bir subay kalmıştı. Bu kahraman subay, sulara karışmakta olan gemisini terk etmiyor ve Marmara'nın mavi sularına gömülmek üzere olan selam resmini yerine getiriyordu. Vatan sevgisinin bu güzel tecellisi, hepimizi duygulandırmıştı. Hepimiz yenik düşmanın karşısında aynı saygıyı duyarak namağlup armadanın sulara karışan bayrağını selamlıyorduk.."
AE-2
Batışının ertesi günü olan 1 Nisan'da, AE-2'de görevli Avustralyalı denizciler kendilerini esir alan Sultanhisar gemisiyle İstanbul'a getirilirler. Henry Stoker ve arkadaşları, esnafın kapı önüne çıktığı ve çocukların boğaz kesme işareti yaptıkları bir yol boyunca yürütülerek, Fred ve Elizabeth Bernchley adlı iki gazetecinin yazdığı "Stoker'ın Denizaltısı" adlı kitapta tarif edilen şu binaya konulurlar :
"İki tane saati olan -biri Türkiye, diğeri İngiliz zamanını gösteriyordu- kışlanın büyük kemeraltı yolundan geçtikten sonra, mürettebata kışla hapishanesi olduğu anlaşılan büyük bir odaya girmeleri söylendi. Nöbetçiler, sigara ve çay getirdi."
Giriş kapısında iki saat bulunan bu yapı, şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin Birinci Dünya Savaşı yıllarında Harbiye Nezareti olarak kullanılan binasıydı !.. Esirler, üniversitenin Beyazıt Meydanına açılan tarihi kapısının altından geçirilerek hücreye konulmuşlardır..
Birinci Dünya Savaşı sırasında yalnızca düşman denizaltıları gelmez İstanbul'a. Müttefiğimiz olan Almanlar da Kaptan Hersink komutasındaki U-21 denizaltısını Çanakkale'ye gönderirler. 24 Mayıs 1915 tarihinde
U-21'in saldırıları sonucunda "HMS Triumph" ve "HMS Majestic" adlı İngiliz savaş gemileri denizin dibini boylar. Bu durum karşısında İngilizler, aralarında kraliçelerinin adını taşıyan "HMS Queen Elizabeth"in de bulunduğu donanmayı geri çekmeye karar verirler. İngiliz deniz istihbaratında görevli olan Compton Mackenzie, alınan bu kararı, "İngiliz Kraliyet Donanması tarihindeki en utanç verici manevra" olarak yorumlar...
23 Haziran 2012 Cumartesi
242 ) BİR BÜYÜKELÇİNİN RUSYA MACERASI !..
Ankara Hükumetinin ilk Moskova Büyükelçisi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa heyeti ile, Sovyet Rusya'da antlaşma imzalayacak olan Yusuf Kemal heyetini götüren tren, Bakü'den Moskova'ya on bir günde gidebilmiş. Zaten uzun olan yolun bu son bölümü, pek güvenli değilmiş. Büyükelçimizin yanına, Yüzbaşı İdris Çora komutasında, sekiz Türk neferi verilmiş. Rostov'dan geçerken, Sovyet Hükumeti de trene bir makineli tüfek takımı yerleştirmiş. Ayrıca Kuzey Kafkasya'dan sonra katarın önüne zırhlı bir kılavuz treni konmuş. Bu önlemlere rağmen, Türk Büyükelçisi ve Bakanlar ciddi bir tehlike atlatmışlar..
Sovyet Hükumeti, Rusya içinde güvenliği henüz tam olarak sağlayamıyor. Rejime karşı, silahlı direnişler yer yer devam ediyormuş. Çoğu köylülerden oluşan büyük çeteler kol geziyor ; köyleri, kasabaları basıyor, yolcu trenlerini vuruyormuş. Bizimkilerin yolu üzerinde de böyle çeteler varmış. Zeloni adı verilen bu çetelerden biri, bin mevcutlu Mahno çetesiymiş. Voronoj havalisinde de bir öğretmenin komutasında bir başka çete dolaşıyormuş. Marusia adlı yaman bir kadının çetesi de Rezan yöresini kasıp kavuruyormuş..
Kursak'tan sonra bir istasyonda, öndeki zırhlı tren bizimkilerden ayrılmış, yalnız başına ilerideki istasyona gitmiş. Bizimkiler neden sonra hareket etmişler. Ama biraz sonra heyetlerimizi götüren katar birdenbire durmuş. Katar şefi : "İleride, mevcudu kalabalık bir çetenin yolu tahrip ettiğini sanıyoruz. Bizden ayrılan lokomotif yolu muayene edecektir. Eğer tahrip olunmuş ise geri döneceğiz" demiş.
Şefin bu açıklaması üzerine, trendekiler de hemen savunma önlemleri almışlar. Vagonun pencerelerini eşyalar ile kapatıp sipere yatmışlar. Rus makineli tüfek takımı ile bizim ufak mangamız da trenden inmiş ve etrafı kolaçan edip mevzilenmişler. Bir süre böyle tetikte beklemişler. Sonra lokomotif tekrar gelip trene bağlanmış ve yola devam edilmiş. Sonradan öğrenilmiş ki, o büyük çetelerden biri bizimkilerin yolunu kesmek istemiş, ama zırhlı treni görünce çarpışmayı göze alamamış..
Yusuf Kemal Bey ile birlikte, ikinci delege olarak, aynı trenle Moskova'ya gitmekte olan Dr. Rıza Nur, trenin Rostov'da üç gün durduğunu anlatır. Bunun sebebi, istasyon şefinin Ermeni olması, Türklere olan düşmanlığı nedeniyle de engellemeye, geciktirmeye çalışmasıdır !.. Sonunda bizimkiler Moskova'ya telgraf çekerler. Moskova özür diler.. Tren, özel bir tren olarak yola çıkarılır. Bu defa silahlı çetelerin saldırısıyla burun buruna gelirler. Bizimkilere musallat olmaya kalkışan da Marusia adlı korkunç dişinin başında olduğu çeteymiş !.. Rıza Nur, aynen şöyle anlatır :
"Gidiyoruz. Bir ara yolun ortasından geri geri gitmeye başladık. Sebebini anlayamadık. Herhalde mühim bir sebep olacak. Arkadaki istasyona gelip başka bir hatta geçerek Moskova'ya doğru yollandık. Onun da sebebini öğrendik : Bir süredir, Harkov çevresinde bir Rus kadın türemiş, başına adamlar toplamış. Öteyi, beriyi, trenleri basarmış. Erkeklerin tenasül uzuvlarını kontrol eder, sünnetli bulduğunu Yahudi diye kesermiş. Bizden evvel hareket eden bir treni basmış, bizim trene haber yetişmiş ve trenimiz geri kaçmış. Maazallah büyük bir beladan kurtulmuşuz. Karı bizi de kontrol edecek, sünnetli bulacak, kıtır kıtır kesecek !.. Müslümanız desek dinlemeyecek. İkisi de aynı şekildir. Bize belalar varmış ! Ne felaketli bir işe girmişiz ! Vatan yolunda bir tehlikeden öbürüne koşup duruyoruz. Aslında Yahudiler 'Lecan' denilen haşefenin altındaki deriyi keserler, Müslümanlar ise kesmez. Bunu herkes bilmez, hatta hekimler bile. Ben iyi bilirim, uzmanım ve burada olmam bir nimet. Ama o anda çetebaşı karıya bunları anlatmanın ve gösterip bizimki başka diyerek kandırmanın imkanı var mı ? Ne ise, verilmiş sadakamız varmış.."
Bu belayı da sağ salim atlattıktan sonra, büyükelçimiz ve yanındakiler, nihayet 19 Şubat akşamı Moskova'ya varırlar. Ali Fuat Paşa, Ankara'dan yola çıktığı 1 Aralık 1920 gününden tam seksen gün sonra, Moskova'ya varmıştır.Oysa, Jules Verne'in kitabındaki kahramanlar, bu kadar gün içinde dünyayı dolaşır !..
Sovyet başkentine ayak bastıkları gün hava sıcaklığı sıfırın altında 27 imiş !.. O dondurucu soğuğa rağmen büyükelçimizi büyük bir kalabalık istasyonda karşılar..
Sovyet Hükumeti bu kez iddialıdır, altı ay önce Bekir Sami Bey heyetine karşı gösterdiği soğuk davranışını affettirecek, unutturacaktır.. Belki bu nedenle ölçüyü kaçırırlar. Büyükelçi Ali Fuat Paşa'ya olağanüstü bir itibar gösteriyor. İstasyonda, bir tören kıtası hazırlanmıştır. Büyükelçimiz kıtayı selamlar. Heyetlerimizi götürmek üzere otomobiller dizilmiştir. Bunlardan birine Ali Fuat Paşa, Yusuf Kemal Bey, Dr. Rıza Nur binerler. Öteki otomobillere, heyetlerdeki öteki görevlilerimiz binerler ve yola çıkarlar. Bundan sonrasını Ali Fuat Paşa şöyle anlatır :
"Kalmamız için ayrılmış olan binaya kadar, yol boyunca, Moskova askeri garnizonu merasime çıkarılmıştı. Otomobilimiz yavaş yavaş ilerliyordu. Bazen yere inerek kumandanların selamlarına karşılık veriyorduk. Bandolar devamlı olarak marşlar çalıyorlardı. Törene katılan kıtaların bir tümenden daha fazla olduğu anlaşılıyordu... Her tür protokol ve uluslararası kuralların üstünde, örneği az görülen bir tören yapıldığı muhakkaktı. Çok duygulanmıştık.."
ÇEKA arması Dzerzhinskiy (1917-1926) ÇEKA Başkanı
Bir aya kalmadan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması imzalanır.. İkili ilişkiler pek güzel gitmektedir.. Ama bir sonraki yıl, büyükelçilik personeli, ÇEKA'nın (Sovyetler Olağanüstü Polis Örgütü) kaba bir saldırısına uğrar. Ali Fuat Paşa, saldırıyı protesto ederek Moskova'yı terk etmek zorunda kalır.
ÇEKA, o yıllarda ülkede bir terör havası estirmektedir. Herkesten kuşkulanmakta, her tarafı kasıp kavurmaktadır. Rıza Nur hatıralarında, orada gördüklerini anlatırken der ki :
"Halkta kara sefalet var. Hükumette aksine büyük bir şiddet var. ÇEKA diye bir şey var. Birini yakalıyor, sorguluyor, hüküm veriyor, sonra da tabancasını çekip öldürüyor. Yani bu adam hem polis ve jandarma, hem sorgu hakimi, hem hakim, hem de cellat. Hepsi birden. Böyle adalet, hiçbir yüzyılda, hiçbir yerde görülmemiştir. Hükümleri de genellikle de idamdır.. Moskova'da bulunduğum süre içinde, diplomatik dokunulmazlığıma rağmen, kendimi kurulmuş bir cehennem, patlayacak bir bomba üstünde oturuyorum zannettim. Bu, memleket değil, cehennem.."
İşte bu ÇEKA, 21 Nisan 1922 akşamı, askeri ataşelerimizin oturdukları apartmanı basıyor. Apartmanda dört askeri ataşemiz vardır : Binbaşı Ziya (Ekinci), Yüzbaşı Saim (Önhon) ve eşi Münire Hanım, Yüzbaşı İdris Çora ve Yüzbaşı Emin Beyler. Apartmanda ayrıca Orşevski adlı bir Rus subayı da ziyaretçi olarak bulunmaktadır. Saat 18:30'da, dokuz ÇEKA polisi, ellerinde silahlar, kapıyı tekmeleyip hışımla apartmana dalıyorlar. Başlarında ÇEKA Komiser Yardımcısı Smirnov vardır. "Davranmayın, haydutları arayacağız" diyorlar. Evin telefonu da önceden kestirilmiştir. Ne evden dışarıya, ne de dışarıdan eve telefon edilemiyor. Eşkıya gibi dokuz adam, evin altını üstüne getiriyor, her tarafı didik didik ediyorlar. Resmi ve özel evrakı, subaylarımızın tabancalarını, bazı değerli ufak tefek şeyleri bir çantaya tıkıyorlar ve çantayı mühürlüyorlar. Sabaha karşı saat 02'de evden çıkıp gidiyorlar. Yüzbaşı Emin Bey'i de birlikte götürüyorlar.
Büyükelçi Ali Fuat Paşa, olayı öğrenir öğrenmez, hemen o gece, Başkatip Aziz Bey'i Rus Dışişleri Bakanlığına koşturuyor. Başkatip, kimseyle görüşemiyor, ancak Dışişleri Müsteşarı Karahan'la telefonda bir görüşme yapabiliyor. Karahan, ertesi gün saat 11:00'e kadar bu olayı çözeceği sözünü verir. Ama ertesi gün ses seda çıkmaz. Bunun üzerine büyükelçimiz, 22 Nisan günü Dışişlerine ilk notayı verir. Yüzbaşı Emin Bey ve çantanın iadesini, çantanın içindeki evrakın incelenmesi için bir Sovyet görevlinin gönderilmesini ve bu tür olayların bir daha tekrarlanmaması için güvence istemektedir. Bu durum devam ederse görevini yapamayacağını ve Türkiye'ye geri dönmek zorunda kalacağını da ilave eder..
Rus polisi, yumuşayıp özür dileyeceği yerde, daha da sertleşir. Polis merkezinde altı yedi kişi Emin Bey'in üzerine çullanır, sille tokat elindeki çantayı alır, kendisini de kapı dışarı ederler !.. Ali Fuat Paşa, bu defa daha sert bir nota verir. Dokunulmazlığımıza saygı gösterilmediğini, Devletler Hukuku kurallarının ayaklar altına alındığını, bir askeri ataşemizin polislerce dövüldüğünü ve yaralandığını anlatır ve bunu "en şiddetli biçimde protesto" ederek suçluların cezalandırılmasını ister. Sonra da bazı çalışma arkadaşlarıyla birlikte memlekete döneceğini de bildirir.
Bu arada Ruslar, büyükelçiliğimizin Ankara ile telgraf haberleşmesini on gün boyunca engellerler. 22 Nisan tarihinden 2 Mayıs'a kadar büyükelçinin çektiği bütün telgrafları durdururlar. Buna karşılık Rus Dışişleri, olayı kendilerine göre çarpıtarak Ankara'ya duyurur. Ali Fuat Paşa'nın ilk telgrafı ise ta 3 Mayıs günü Ankara'ya ulaşır ve Türk Hükumeti ancak o zaman işin aslını öğrenir. Aynı gün Dışişleri Bakanlığımız, Rus elçiliğine bir nota verir ve özetle şunları bildirir :
"Rus memurlarının davranışı, her türlü Devletler Hukuku kuralına aykırıdır. Çantanın iade edilmeyerek zorla alınması ve memurumuzun dövülmesi ise saldırıyı daha da şiddetlendirmiştir. Bu durumda Türk Büyükelçisi, Moskova'da bırakılamaz. Özür dilenmez ise büyükelçimiz geri dönecektir. Türkiye, suçluların şiddetle cezalandırılması için ısrar etmektedir. Yoksa bu, Rus Hükumetinin Türkiye ile dostluk politikasına son vereceğine delalet edecektir. Türk Dışişleri Bakanlığı bu vehim olayı şiddetle protesto etmektedir" ..
Ali Fuat Paşa, 10 Mayıs 1922 günü dört ataşe ve on kadar erle, Moskova'dan ayrılır, 2 Haziran'da geldiği Ankara'da, aynı akşam Gazi'nin konuğu olur. Mustafa Kemal Paşa şunları söyler :
"Batılılar, gaflet edecek olurlarsa, eskisinden daha kuvvetli emperyalist bir Rusya meydana çıkabilir.. Sovyet Rusya ile daima iyi komşu olmaya gayret etmeliyiz.. Fakat ne haklarımızdan en küçük bir şey feda etmeliyiz ve ne de oyunlarına kapılmalıyız.."
( "Bizim Diplomatlar", Bilal N. Şimşir )
18 Haziran 2012 Pazartesi
241 ) BİR PADİŞAH ZİYARETİ !..
İzmir'i 1849 yılında ziyaret eden Abdülmecid'den sonra Sultan Abdülaziz de, 20 Nisan 1865 günü İzmir'e gelmiştir. Bu ziyaretin İzmir'le Bornova arasında gelişen bölümünü L. Gardey, "Voyage du Sultan Abd- ul- aziz, de Stamboul au Caire" adlı kitabında şöyle anlatıyor :
"Hafif eğimli güzel bir sırta dayanmış ve daha güzel bir düzlüğü gören, sık ağaçların gizlemiş olduğu Bornova, nihayet kendisini gösterdi. Bornova'ya her yanımız toz içinde ulaştık. Bizi konuk edebilmek için çekişen çok zarif villalar içinden, İzmir'in en eski İngiliz tacirlerinden biri olan M. Whittall'a ait olanını seçtik. Villanın giriş kapısı, iki sıra halinde oraya yığılmış bir karşılayıcı kalabalığıyla kendisini belli etmişti. Her yerde olduğu gibi orada da, Türk ve Hıristiyan çocukları, imamlar ve papazlar, Padişahın sağlığına dua etmekteydiler..
Güzel hanımlardan oluşan bir grup, bahçe duvarıyla giriş kulübesinin üstünde toplanmıştı. Yaşa sesleri ve bahçenin orasında burasında gizlenmiş müzisyenlerin çaldığı havalar arasında, Sultan, arabasının içinde sağını solunu selamlayarak bahçe kapısından geçti. İndiğinde yörenin güzel kızlarından biri Sultanın geçtiği yere bahar çiçekleri, bir diğeri de günlükler serpmekteydi... Sultan, kendisine ikram edilen dondurmayı yiyerek dinlenirken, salonun masaları üzerinde gelişigüzel duran değerli bibloları ve eserleri dikkatle incelemeye koyuldu... Doğrusu, biraz da Türkçe bilse ev sahibinin mutluluğuna sınır olmayacaktı ve kendisine nasıl olup da tek kelime Türkçe konuşamadığı sorulduğunda, yanıtı, 'ancak elli yıldan beri İzmir'deyim, Türkçe öğrenmeye hiç vakit bulamadım' oldu !..
Sultan akşam yemeğindeyken kendisine eşlik eden Fuat ve Mahmut Paşalar, yanlarında Komiser Reşat Bey olduğu halde, İzmir ve çevresinin en güzel ağaçlandırılmış, en konforlu evlerinden biri olan Yusuf Efendi'nin villasına gittiler. Yusuf Efendi, kentin ileri gelen Ermenilerinden biri ve bu soylu misafirleri konuk etme şerefine nail oldu..
Daha sonra konukseverliği nedeniyle M. Whittall'a teşekkür ederek oradan ayrılıyoruz.. Aslında, o sırada hayli güzel olan Bornova yolu, Kahire'de olduğu gibi, iki yanına dikilecek sıra sıra ağaçlarla ve bunların gölgeleriyle çok daha güzelleşebilecekti. Sultan'ın bu düşüncesi, ileride gerçekleşecekti..
Daha sonra, Bahriye Nazırı Mahmut Paşa, Sultan adına ve Sultanın emriyle, Peykizafer zırhlısında ( Sultaniye yatı olması gerek), yabancı konsoloslar ve yabancı savaş gemilerinin komutanları ve kentin diğer ileri gelenleri onuruna bir şölen düzenledi.. Şölen son derece şaşaalı ve samimi geçti. Havai fişek gösterileri limanı ve sahili gündüz gibi aydınlatırken, Sultanın, Peykizafer'e getirtme inceliğini gösterdiği İmparatorluk Orkestrası, günün marşlarını ve 'Norma'dan, 'Sevil Berberi'nden güzel parçalar çalmaktaydı..
Ertesi gün, Konak'ta, İzmir kentinin gereksinimlerini saptamak üzere oluşturulan özel bir büro, dünden beri çalışmalarını sürdürmekte ; Sultan bunları, elden geldiğince karşılamak istiyor..
Gerçekleştirilmesi planlanan şeyler yalnızca demiryollarının ya da inşa edilmekte olan katedralin tamamlanması ya da Bornova yolunun güzelleştirilmesi gibi konularla sınırlı kalmayıp daha pek çok şeyi de kapsayacak.. Sultanın ele aldığı bağışların dökümü şöyle açıklanmakta :
Müslümanlara : Okul ve camilerin tamiri, askeri okul, tekkeler, hastaneler, zaptiyeler, askerler, fakirler ve Konak çalışanları için 345.000 kuruş... Katoliklere : Katedral, Propaganda Koleji, Saint Maria Okulu, St. Antoine, St. Rock, Latinlerin ve Mechitaristlerin hastaneleri, Hıristiyan Doktrini rahipleri ve İyiliksever Hemşire- rahibeleri için : 120.000 kuruş... Rumlara : 80.000 kuruş...Ermenilere : 65.000 kuruş... Musevilere : 40.000 kuruş... Protestanlara : 15.000 kuruş..
Bunların dışında ; demiryolu personeline : 100.000 kuruş, Bornova yolu ve yeşillendirilip ağaçlandırılması için : 10.000 kuruş, Jokey Kulübüne : 25.000 kuruş ve çeşitli giderleri için Vali Kayserili Ahmet Paşanın emrine : 180.000 kuruş bağışlanıyordu...
Daha sonra, cuma günü, Sultan, maiyeti ile birlikte Hisar Camii'ne gidip namazını kıldı. Bunu duyan büyük bir kalabalık, bu nedenle, caminin çevresini ve Sultanın geçeceği yolları erkenden doldurmuştu. Camiden çıkıldıktan sonra, Türk ve Ermeni mahallelerinden ve Kervan Köprüsünden geçilerek, İyonya'nın parlak güneşi altında, zevklerimizi taçlandırmaya layık bir yere gidildi. Burası, 'Büyük Cennet- Le Grand Paradis- Paradiso' diye bilinen bir yerdi.. (Bugünkü Şirinyer )
Burada, Jokey Kulübünü destekleyen büyük bir kalabalık, en candan gösterileriyle bu gibi yararlı kuruluşlara önderlik etmek isteyen Sultanı alkışlarla karşıladı.. Daha sonra, çeşitli atlı gösteriler büyük bir ilgiyle izlendi ve büyük bir başarıyla tamamlandı. Yarışı kazananlar arasında Whittall' lardan birinin adı da ilan edilmişti. Şeref ödülü ise, İzmir'in gurur duyduğu bu ünlü konuğu ağırlamak için elinden gelen her çabayı göstererek bunu hak etmiş olan, Jokey Kulübü Başkanı ve Fransız Konsolosu Kont Bentivoglio d'Aragon'a verildi..
Sultan bu arada, kontu çadırına davet ederek duyduğu memnuniyeti iletti ve kendi Arap atlarından birini Konta hediye etti. Yarışlardan sonra, Padişah Buca'ya giderek orada M. Baltazzi' nin (Baltacı) villasında bir süre dinlendi..
Abdülaziz'in Whittall Köşküne yaptığı ziyaret "Scarp- book 1899-1922, A Village Near Smyrna" adlı kitapta da şöyle aktarılıyor :
"Sultanın ziyareti öncesinde ; hizmetçi, uşak, aşçı ve benzeri kişilerden oluşan kalabalık bir grup köşke geldi. Yine Sultanın eşya ve yiyeceklerini taşıyan bir deve kervanı da Dışişleri Bakanı Fuad Bey ve kurmaylarının eşliğinde buraya gelmişti.
Sultanı, ev sahibi adına, Whittall'ların iki gelini bahçe kapısında karşıladı. Kendisine gümüş bir tepside evin anahtarını sundular. Hanımlardan birinin üstünde, üzerinde altın yaldızlarla Osmanlıca yazılar işlenmiş bir ceket vardı. Bu yazılar herhalde Osmanlı'ya ya da İslam'a methiyeler içeriyordu, çünkü Sultan bu jestten çok memnun kalmıştı...
Abdülaziz köşkte bütün gün kaldıktan sonra, akşam güneşin batışında Sultaniye yatına döndü. Sultan köşkte yemeğini yalnız yerken, kendisine eşlik edenler ve davetli olan seçkin kişiler evin dışındaki bir kameriyede ağırlanmışlardı. Daha sonra Abdülaziz, köşkün geniş bahçesini dolaştı ve birkaç yıl önce inşa edilmiş olan kiliseyi görmek istedi..
Abdülaziz İstanbul'a döndükten sonra Fuad Paşa eliyle, kendisini karşılamış olan hanımlara güzel birer elmas gerdanlık ( Whittall ailesi üyelerinin söylediklerine bakılırsa, değerli incilerden birer broş ) hediye etmiş, ayrıca ev sahibini de 4. dereceden Osmanlı Mecidiye nişanı ile ödüllendirmişti...
Abdülaziz ve Abdülhamid, çocuklarıyla...
16 Haziran 2012 Cumartesi
240 ) BABALAR GÜNÜ !..
"Hayat, çağlayarak akan bir nehir gibi.. O azgın suların içindeyizdir bazen ve ne kadar yol katettiğimizi anlayamayız bile.. Sonra, sakinleşir sular, biz de kıyıya çıkar ve akıp durmaya devam eden nehri kıyıdan izlemeye başlarız. çaresiz... Gün gelir, kuruyunca görünür nehrin yatağı.. Taşları, tümsekleri, inişleri çıkışları, kederleri sevinçleri hep sular çekildiğinde fark ederiz.." diyor özetle, bir yazısında Ali Kırca
Düşünüyorum da, babasız büyümenin rantını ömrüm boyunca yemişim !.. Birçok başarısızlığımın kalkanı olarak en başta kendime karşı kullanmışım.. Oğullarıma karşı, yapabildiklerimin dışında, yapamadığım onca şeyin bahanesi olarak öne sürmüşüm..
Bunun altında, model olarak faydalanabileceğim bir kişinin olmaması mı yatıyor ?.. Çünkü kötü bir baba bile insana en azından nasıl olunmaması gerektiğini öğretir ..
Her şeye rağmen, gerçekten de kolay değil.. Babamın kokusunu hiç koklayamadım, kucağına hiç çıkamadım, yanağından hiç öpemedim.. Elimden tutup beni hiç sinemaya, maça götürmedi, gururla arkadaşlarına "benim oğlum" diye göstermedi, en kritik kararlarımda bana ortak olmadı.. Bu yüzden de arkadaşlarımın "babalı" hatıralarını, bir şeyler öğrenebilmek ve baba hasretimi dindirebilmek için, onlara fazla fark ettirmeden büyük bir merakla dinledim hep..
Bazen de düşünürüm.. Hiç tanıyamadan kaybetmek mi daha iyi, yoksa tanıyıp da bazı şeyleri tattıktan sonra mı kaybetmek daha iyi ?.. Bence ikincisi tabii ki !..
"BABADAN OĞULA
Eve dönmez bir akşam ;
ve gün yüzlü çocuğu,
sorar : Nerede babam ?
Bakarlar, oldu bitti ;
gelir derler çocuğa,
baban attaya gitti.
Uzar gider bu atta ;
ve neler neler olmaz
ve kim bilir ve hatta .
Bir mahşer gerisinde ;
babası döner bir gün,
oğlunun derisinde.." NECİP FAZIL KISAKÜREK
"BABALAR GÜNÜ !...Her özel günün altında yatan ticari kaygıdan nasibini almış bir gün.. "Sevmek, saymak" ana fikrinin ille de hediye almakla bağdaştırıldığı gün.. Belirli bir yaşa kadar ; bir babaya, babanın parasıyla anne tarafından seçilen hediyelerin çocuklar tarafından verildiği gün !.. Anneler Günü olur da, Babalar Günü olmaz mı mantığıyla icat edilmiş bir gün..Babalar üzülmesin, onları da unutmadık dercesine.."
İnternette dolaşan bazı görüşler böyle !..
Hiç Babalar Günü hediyesi alacak bir babam olmadı diye mi paylaştım bu görüşleri ?!..Ama ne yapayım ?.. Anneler Günü için yazılanlar, Babalar Günü'nde yazılamaz zaten.. Doğuran, emziren ve büyüten annelik ne kadar evrensel ve genelse ; dünyaya getirme sürecinin başlangıç anı dışında ortada görünmemesi bile mümkün olabilen babalık, o kadar tekil ve özeldir.. Oysa herkes babasını kendi beyninde ve yüreğinde yaratır ve yaşatır.. Anne sevgisini paralel sokaklarda süren bir yolculuk gibi düşünürsek ; baba sevgisini , sokakları zikzaklarda kesişen ya da uzaklaşan bir şekil olarak kabul edebiliriz..
Çok sevdiğim bir CAN DÜNDAR yazısını izninizle tekrar paylaşıyorum..
TÜM BABALARIN ve BABA ADAYLARININ "BABALAR GÜNÜ" KUTLU OLSUN...
BABALAR VE ÇOCUKLAR
Evlatlar açısından babalık üç döneme ayrılır : İlki "Benim babam gibisi yok" dönemdir. Babamızın her şeyi bildiğini, herkesi yenebildiğini, her engeli aşabildiğini düşünür, buna yürekten inanırız. İkinci dönem biraz daha büyüyüp, başkalarının babalarıyla tanıştığımız ve kendimizinkiyle kıyasladığımız dönemdir : "Falancanın babası oğluna şunu almış", "filanca kızına şöyle davranmış" diye yakınır çocuklar... Üçüncü dönem "Eksiği, fazlası vardı, ama çok iyi adamdı" dönemidir. Bu cümleyi genellikle bir pişmanlık ifadesi izler : "Keşke hayatta olsaydı da boynuna sarılabilseydim, akıl danışabilseydim."
Babalar açısından evlatla ilişkiler de üç döneme ayrılabilir : İlki "Yavruma canım feda" dönemidir. Her baba, bebeğini ilk kucağına aldığında avucunu dolduran sıcaklığı başka hiçbir sevginin yaratamayacağına inanır. Artık çocuğu için yaşayacaktır. İkinci dönem "hiç vaktim yok ki" dönemidir. Bebeklik devrinin tatlı neşesi, yerini uykusuz gecelere, dur durak bilmez bir ilgi talebine bırakır ve baba yeniden işlerine gömülür. Ömrünü adamaya söz verdiği evlatla akşam sofrada ya da televizyon karşısında birlikte olabilir ancak.. Ve son dönem : Artık evladını sevmeye vakti vardır, lakin seveceği evlat çoktan yuvadan uçmuştur. Bir zamanlar cıvıl cıvıl şakıyan çocuk odasının derli toplu sessizliğine bakıp "keşke ona daha çok vakit ayırabilseydim" diye iç geçirir..
İkinci dönemi yaşayan babalar ve çocuklara tavsiyem, üçüncüyü yaşamamak için birinciye dönmeleridir... "Keşke" leri aşmanın yolu, baba-çocuk ilişkilerinde balayı yıllarının heyecanını diriltmekten geçiyor.
Son zamanlarda hangi eve gitsem çocuk odasında yığınla oyuncak görüyorum. Oyuncaklar... Çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşılık verdiğimiz rüşvetler.. Oysa oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların.. Tıpkı babaların hediyeden çok, ziyaretine gelip onlarla dertleşecek çocuklara ihtiyacı olduğu gibi..
Hayatın akışı böyle..
Yeter ki, "keşke" ler olmasın finalde..
Bütün babalara sevgilerle..."
14 Haziran 2012 Perşembe
239 ) ENDÜLÜS'TE SON RAKS !..
Endülüs çok güçlü bir devletti ancak iç çatışmalar ülkeyi zayıflattı. Etnik olarak Berberi-Arap, tarihi olarak Emevi-Abbasi çatışmalarının sonu gelmedi. Mezhep çatışmaları da had safhaya ulaştı. Tüm İslam coğrafyasının aksine Maliki mezhebi Endülüs'te en çok taraftarı olan mezhepti. Bunun nedeni, Abbasi hilafetine duyulan düşmanlıktır. Endülüs'te önceleri Evzai mezhebi üstündü, fakat Hicri 200'lerden sonra Maliki mezhebi hakim olmaya başladı. Malikiliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin öğrencilerinden biri olan, Ziyad bin Abdurrahman olmuştur. Endülüs Emevi Devleti'nin Abbasilerle kötü ilişkileri, onların, Maliki mezhebini devletlerine hakim kılmalarına neden olmuştur..
1009'da ülke iyice karışmıştı. İhtiraslı iktidar mücadelelerine konu olan Endülüs Emevileri Halifeliği 1031'de sona ermiş, yerine Tavaif-i Müluk denilen on dört küçük sultanlığa bırakmıştır. Sevilla ( İşbiliyye ), Cordoba
( Kurtuba ), Toledo ( Tuleytule ), Badajoz ( Batalyavs ), Zaragoza ( Sarakusta ) tek tek Haçlı koalisyonu tarafından yok edilir.. En son Granada (Gırnata) kalmıştır ve hala çok güçlü bir devlettir..
Bu devirde Fatımiler de Septe civarını ellerine geçirmişler ve bağımsız özerk bir bölge kurmuşlardır. Kuzey Afrika'da da Fatımiler, Sanhacalar, İdrisiler çok güçlüdürler ve Endülüs'e baskı yapmaktadırlar. Abdülmümin reisliğindeki Muvahhidler ( Kuzey Afrika kökenli Berberi Müslümanlar ), Tunus ve Fas'ı ele geçirip, 1161 yılında İspanya'ya geçerler. İşbiliyye'yi ( Sevilla ) başkent yaparlar. Endülüs'teki Sünni Müslümanların tepkisini, Şii Fatımiler ve Hıristiyanlarla ittifak kurarak bastırırlar.
Museviler bu dönemde Endülüs'te çok rahattırlar. İlim ve sanat alanlarında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ayrıca Endülüs ordusunda paralık askerlik de yapmaktadırlar.. ( Mehmet Özdemir, "Endülüs'ün Yıkılış Süreci Üzerine Mülahazalar". A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1997 , Sayı : 36, s.236-240 )
İstanbul'un fethiyle gelişen Türk yayılışı karşısında Gırnata'nın kendileri için tehlikeli bir durum arzedeceğini hisseden Katolik krallar, bölgenin Müslümanlardan arındırılmasına büyük bir önem verirler. 1469 yılında IV: Henry'nin kız kardeşi, Kastilla Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand evlenirler ve ülkelerini birleştirirler..Bu evlilik Museviler ve ülkede Hıristiyan kimliği ile yaşayan Musevi dönmeleri tarafından da desteklenir. Ferdinand ve Isabella iki ayrı krallık olarak birleşirler. Ayrı kraliyet konsülleri vardır ve konsüllüklerdeki en önemli görevler yine Musevi dönmelerin elinde bulunmaktadır. ( Mayer Kayserling, "Christopher Columbus and the Participation", s.25-28 )
Bu ittifak on sene ( 1481-1492) gibi kısa bir sürede Gırnata'nın hakimiyetini tümüyle ele geçirir. Endülüs 1492 yılında tamamen yok olur.. İslam'ın hükmü geçmez olur.. Böylece Müslümanlar Katolik kralların insafına terk edilirler. İşkence ve sürgün dönemi başlar..
Endülüs'ten Müslümanların haricinde Museviler de sürgün edilir. Bu sürgün olayının altında başka nedenlerin ( özellikle Türk Musevileri Başhahamı İshak Saffeti'nin mektubu ) olduğuna dair kuvvetli kanıtlar vardır.. Tarihi kaynaklar incelendiğinde Musevilerin İspanya'dan sürülmelerinin ardındaki birinci derecedeki gücün, yine bu ülkedeki üst makamları ele geçirmiş olan Museviler olduğu görülmektedir. İspanya'da, başpiskoposluk başta olmak üzere devletin yüksek makamlarını ele geçiren Museviler kendi dinlerine gizliden gizliye bağlı kalmakta, İspanya Kilisesini Hıristiyan görünerek ellerine geçirirken de bu bağlılıktan bir şey kaybetmezler..
( Frederic David Mocatta, "The Jews of Spain and Portugal and the Inquisition" , s.70 )
Sadece dini mevkiler de değil, ülkedeki birçok makamın Musevilerin elinde olduğu görülmektedir. Örneğin Hazine Bakanı Aragon, Saragossa'da sinagogu olan bir Musevi dönmesidir. ( Kayserling, a.g.e., s.36 ) Hatta vergi memurlarının pek çoğu yine dönme Musevilerdir. ( Jean Plaidy, "The Rise of Spanish Inquisition", 1975 , s.107 )
İspanya sürgünlerinin baş sorumlusu Engizisyon'un başkanı Rahip Torquemada'nın da Musevi dönmesi olması ve kraliçeyi Musevilerin ülkeden çıkartılmaları için ısrarla zorlaması, en dikkat çekici konulardan biridir...( Plaidy, a.g.e., s.125 )
Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, Kilisenin zorla din değiştirme olayında yekvücut olmadığını örneklerle açıklar. Özellikle Gırnata Başpiskoposu zorla din değiştirtmeye karşı çıkar : "Çok doğru, Katolik kralların günah çıkaran papazı Hernando de Talavera iyi ve hoşgörülü bir adamdır. Heyhat !. Çok geçmeden yerini Jimenez de Cisneros alır. Bu adam Gırnata'ya 1499 yılında gelir. Yaptığı ilk iş, on bir bin Müslüman'ı Katolikliğe döndürmektir.." ( Rodrigo de Zayas, "Endülüs'ten İspanya'ya", s.14 )
Kraliçe Isabella'ya Engizisyon kurması ve Musevileri göç ettirmesi konusunda destek veren Museviler yalnızca Torquemada ile kalmamaktadır : "Alonso de Spina 1460'da, dönmelerin ikiyüzlülüğüne dikkat çeken oldukça sert bir doküman yayınladı. Ama ilginç olan, kendisinin de bir dönme olmasıydı.. Alonso de Spina, dışta Hıristiyan görünüp, gizlice Museviliği uygulayan dönmelerle ilgilenmesi için Castil'de Engizisyon kurulmasını istedi.." ( Plaidy, a.g.e., s.107 )
Sürgünün Musevi liderlerce provoke edilmesi olasılığını destekleyen en önemli sebep Osmanlı'ya göçün gerçekleştirilmesidir. O dönemde, Osmanlı Devleti Avrupa'nın en güçlü devletidir. Yunan ve Bizans döneminden kalan az sayıda Musevi, Osmanlı topraklarında son derece iyi şartlar altında yaşamaktadırlar. Musevilerin Kudüs'e ulaşmaları, Osmanlı Devleti'ne yerleşmelerine bağlıdır. Elbette yüz binlerce Musevi'nin kendiliğinden Osmanlı Devleti'ne yerleşmesi olası değildir ; bunun makul bir nedeni olması şarttır.. Bütün bunları göz önünde bulundurunca, İspanya sürgününün perde arkası daha iyi anlaşılır. Endülüs Musevileri evlerini, işlerini, eşyalarını bırakıp, yeni ülkelerde, hiç tanımadıkları topraklarda ev ve iş kurmak, hayata yeniden başlamak zorunda kalırlar. Elbette ki, çok büyük zorluklar, güçlükler yaşarlar. Onların yaşadıkları bu zorlukların sorumlusu, sadece Katolikler değildir ; bizzat kendi ırkdaşları, kendi dindaşları olan Musevilerdir..
Sonuçta üç yüz bin civarında Musevi çeşitli ülkelere dağılırlar. 1492'de Sefardi ( İbranice'de İspanya ) diasporasının büyük kısmının gittiği yer Osmanlı Devleti olur. Doksan bin kadar Sefarad Musevisi Osmanlı topraklarına yerleşir. Portekiz'e giden diğer bir bölüm ise, Portekiz'in İspanyol egemenliğine girmesinden sonra, 1497'de Osmanlı topraklarına göçerler..
İslam hukukuna göre, Müslümanlar ile barış yapan ve İslam'ın egemenliğini kabul eden gayrimüslimlere "zimmı" adı verilir.Osmanlı Padişahı II. Bayezid, 1492 senesi ilkbaharında İspanya'dan çıkarılan Musevileri zimmet akdinin hükümlerine uymak şartıyla Osmanlı ülkesinin belirli yerlerine ve özellikle de Selanik, Edirne, Ağriboz'a bağlı Livadiye ve Tırhala çevresine yerleştirmiştir.. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti, Sefarad Musevilerinin en yoğun yerleştikleri yer haline gelir. Selanik ise, Avrupa'daki bu en büyük Musevi topluluğunun merkezi olur. Osmanlı topraklarındaki Musevi nüfusu da kısa süre içerisinde yüz binlerle ifade edilen bir sayıya ulaşmıştır..Selanik'teki Musevi nüfusu o kadar artar ki, diğer milletler (Türkler, Bulgarlar, Rumlar vs. ) bu şehirde azınlık durumuna düşerler. Museviler, Osmanlı Devleti bayrağı altında Avrupa, Asya, Afrika hatta Hindistan'a kadar rahatlıkla ticaret yapabilmektedirler. O kadar güçlenirler ki, Papa'nın İtalya'da bulunan Maron Musevilerine yaptığı baskılar dolayısıyla bir keresinde İtalya'ya ambargo uygulayıp ticari açıdan bu devleti zor durumda bırakırlar.. İstanbul, Selanik, Bursa, Edirne, Halep, Kahire, İskenderiye, Ankara, Amasya, Tokat, Trablusgarp, Şam, Sofya, Vidin, Manastır, Üsküp, Gelibolu gibi yerler önemli Musevi ticaret merkezleri haline gelirler.. ( Aryeh Shmuelevitz, "The Jews of the Ottoman Empire in the late 15. - 16. Centuries", 1984 , s. 128-130 )
Türkler ve Museviler tarihleri boyunca hiç savaşmamıştır. Ayrıca Museviler çok zor bir durumdan Türklere sığınarak kurtulmuşlardır. Bu nedenle her iki taraf da birbirlerine dostça yaklaşır. ( Joseph Nehama, "Historie des Israelites de Salonique", c.6, s.427 )
Gelelim Endülüs Müslümanlarına... Geniş çaplı tasfiye sonucu, İspanya'daki üç milyon Müslüman'ın çoğu öldürülür, geri kalanı da ülkeden çıkartılır.
"Krallığın her yanından toplanan Müslümanlar, yaya olarak limanlara getirilirler. Çoğu yollarda ölür ; açlıktan, susuzluktan ve bitkinlikten. Onları taşıtmak için Napoli'den, Ceneviz'den ve başka yerlerden kadırgalar getirtilir. Çok geçmeden askeri filolar yetersiz kalır. Bunun üzerine şahıslara ait gemiler kiralanır. Kaptanlar, Müslümanları taşımak için kelle başı ücret alırlar. Fakat İspanyol limanlarından gözle görünmez olunca onları denize atmayı ve hemen dönüp yeni bir yükleme yapmayı daha karlı bulurlar.." ( Rodrigo de Zayas, a.g.e., s.23 )
Endülüs'ten sürülen yüz binlerce Müslümandan bir teki bile Osmanlı topraklarına gelemez !..
11 Haziran 2012 Pazartesi
Fizikçi Kimdir?
fizik bir yaşamdır... |
Fizikçiler olup olmadık yerde olup olmadık zamanlarda bir gerçeğin nedenini, nasılını,oluşum sürecini,şartlarını düşünüp onu çözmeye çalışırlar . Kafaları daima problemlerle meşguldür. Onlar için somut gerçekleri incelemek daha eğlencelidir.Çünkü onları bir şekilde kanunlarla ifade edebilirler, formülize edebilirler, matematiğe dökmek isterler. Bir formülü görüp onun ne demek istediğini anlamaya çalışmayan bir fizikçi yoktur. Gördükleri bir formül onlar için adeta dile gelmiş bir çocuk gibidir. Öte yandan sevgi gibi, mutluluk gibi soyut kavramları bu şekilde anlatmaya çalışmak nafiledir. Zaten başarısız olunacağı kesindir. Onun için, akışına bırakıp, sadece hissetmeyi tercih ederler. Örneğin, Newton elmanın ağaçtan düştüğünü görmüş ve merak etmiş. Şimdilerde bu kavramı bir kanun olarak bildiğimizden, bize komik gelmesi kesin bir soruyu yöneltmiş kendisine. Elma niye yere doğru düşüyor, niye yukarı gitmiyor. Oturmuş ve bunun üstüne kafa yormuş. Elde ettiği bulguları ifade edebilmek için diferensiyel denklemleri ilk olarak o kullanmış. Oysak idi elmanın düştüğünü görüp, alsa, onu bir güzel mideye indirse, tadından aldığı keyifle mutlu olsa da kafasını bu kadar yormasa ne kadar basit olurdu değil mi? Bir diğer örnek Arşimed. Bu zatı muhterem rivayet odur ki hamamda taslarla oynarken suyun kaldırma kuvvetini bulmuştur. Bre adam ne kafayı yoruyorsun bunlara. Ne güzel sıcağı görmüşün ,suyun içindesin, gevşe rahatla kirinden pasından bir arın, kendine gel, gevşe rahatla. Ama yok illa bişiler düşünecek işte. Üstelik rivayet odur ki bulduğu bu gerçeğin heyecanıyla dışarıya anadan üryan çıkmıştır. Düşünün artık kendisini mevzuya ne kadar kaptırmış. Gene tekrarlıyorum fizikçiler çok sıkıcı insanlardır ve partilere çağrılmamalarının sebebi budur. Bu yüzden davetli listelerinin başlarında yer bulmazlar. Eğer bir fizikçi bir davetiyete listesinin en başındaysa muhtemelen bu bir parti değil konferansdır. Hiç bir partiye çağırılmadıkları için kendilerine gelen bu davetleri asla geri çevirmez, gerekirse katılamak için dünyanın öbür ucuna kadar giderler. Bu bir
238 ) BİR MEKTUBUN ANALİZİ !..
Vahdettin, San Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini 15 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.
Vahdettin'in bu mektubu ABD Ulusal Arşivi'nde, 86700 / 1788 numarada kayıtlıdır..
İşte o tarihi, aynı zamanda da ibretlik olan mektup :
"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyö Coolidge Cenablarına .
Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz buluyorum.
Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki ; İslam hilafetinin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.
Hanedanın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.
Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükumetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesileyle sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin "
Vahdettin'in ABD Başkanı'na gönderdiği mektuptan çıkan sonuçlar şunlardır :
1. Vahdettin hala Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe karıştığını ve yerine yeni bir devletin kurulduğunu kabul edememektedir. Mevcut durumu geçici görmektedir.
2. Kendi iradesiyle ülkeyi terk ettiği halde hala saltanat ve hilafet haklarının varlığından söz edebilmektedir. Ankara'da toplanan ve ulusun gerçek temsilcilerinden oluşan TBMM üyelerini fitneci olarak görmekte ve T.C.'ni tanımamaktadır.
3. Saltanat ile hilafetin ayrılmasını ve kaldırılmasını sağlayan meclis üyelerini "dini,kökeni,vatanı belli olmayan küçük bir şer zümresi" olarak nitelemektedir.
4. Vahdettin, hilafeti kaldırmanın Türk Ulusu'nun yetkisinde olmadığını, hilafet sorununun tüm İslam ülkelerinin gönderecekleri uzman kişilerden oluşacak bir meclis tarafından çözüme bağlanabileceğini iddia etmektedir. Ulus egemenliğine dayanan bir devletin var olduğunu kabul etmemektedir.
5. TBMM'nin aldığı bu kararların İslam dünyasında olumsuzluklar yaratacağı gibi "gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerinin bozulmasında" da etkili olacağını belirterek adeta "aba altından sopa" göstermektedir.
6. TBMM'nin çıkardığı hilafetin kaldırılması ve hanedan mallarına el konulmasını öngören 3 Mart 1924 tarihli yasayı "kişisel haklara indirilmiş bir darbe" olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti'ni "kişi hakları tanımayan bir devlet" olarak göstermeye çalışmaktadır..
7. Vahdettin, saltanat ve hilafet sorununun çözümlenmesi için diplomatik bir üslup ile ABD Başkanı'ndan yardım istemektedir. Yani ABD yardımıyla Türkiye'de yeniden sultan ve halife olmayı hayal etmektedir..
Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana asıl büyük hıyanetini San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.
NOT : Sinan Meydan, "Cumhuriyet Tarihi Yalanları" adlı kitabının 1. cildinde Vahdettin'i çok kapsamlı ve titiz bir şekilde incelemiş.. Aldığım diğer notları zaman içinde ve bölüm bölüm sizlerle paylaşacağım..
Vahdettin'in bu mektubu ABD Ulusal Arşivi'nde, 86700 / 1788 numarada kayıtlıdır..
İşte o tarihi, aynı zamanda da ibretlik olan mektup :
"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyö Coolidge Cenablarına .
Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz buluyorum.
Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki ; İslam hilafetinin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.
Hanedanın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.
Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükumetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesileyle sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin "
Vahdettin'in ABD Başkanı'na gönderdiği mektuptan çıkan sonuçlar şunlardır :
1. Vahdettin hala Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe karıştığını ve yerine yeni bir devletin kurulduğunu kabul edememektedir. Mevcut durumu geçici görmektedir.
2. Kendi iradesiyle ülkeyi terk ettiği halde hala saltanat ve hilafet haklarının varlığından söz edebilmektedir. Ankara'da toplanan ve ulusun gerçek temsilcilerinden oluşan TBMM üyelerini fitneci olarak görmekte ve T.C.'ni tanımamaktadır.
3. Saltanat ile hilafetin ayrılmasını ve kaldırılmasını sağlayan meclis üyelerini "dini,kökeni,vatanı belli olmayan küçük bir şer zümresi" olarak nitelemektedir.
4. Vahdettin, hilafeti kaldırmanın Türk Ulusu'nun yetkisinde olmadığını, hilafet sorununun tüm İslam ülkelerinin gönderecekleri uzman kişilerden oluşacak bir meclis tarafından çözüme bağlanabileceğini iddia etmektedir. Ulus egemenliğine dayanan bir devletin var olduğunu kabul etmemektedir.
5. TBMM'nin aldığı bu kararların İslam dünyasında olumsuzluklar yaratacağı gibi "gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerinin bozulmasında" da etkili olacağını belirterek adeta "aba altından sopa" göstermektedir.
6. TBMM'nin çıkardığı hilafetin kaldırılması ve hanedan mallarına el konulmasını öngören 3 Mart 1924 tarihli yasayı "kişisel haklara indirilmiş bir darbe" olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti'ni "kişi hakları tanımayan bir devlet" olarak göstermeye çalışmaktadır..
7. Vahdettin, saltanat ve hilafet sorununun çözümlenmesi için diplomatik bir üslup ile ABD Başkanı'ndan yardım istemektedir. Yani ABD yardımıyla Türkiye'de yeniden sultan ve halife olmayı hayal etmektedir..
Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana asıl büyük hıyanetini San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.
NOT : Sinan Meydan, "Cumhuriyet Tarihi Yalanları" adlı kitabının 1. cildinde Vahdettin'i çok kapsamlı ve titiz bir şekilde incelemiş.. Aldığım diğer notları zaman içinde ve bölüm bölüm sizlerle paylaşacağım..
CV NEDİR? NASIL HAZIRLANIR?-(hz:UĞUR KORKMAZ)
CV NEDİR, NASIL HAZIRLANIR |
Gazetelerin insan kaynakları eklerinde ve şirketlerin eleman arama ilanlarında sık sık rastladığımız iki kelime var. CV (Curriculum Vitae) Resumé |
YAYINA HAZIRLAYAN: UĞUR KORKMAZ
Etiketler:
Akadamik Fizik,
Curriculum Vitae Resumé,
CV İçin Yap ve Yapmalar,
CV NEDİR,
fizik,
fizikte iş olanakları nelerdir.,
kariyer,
meslek,
meslek seçimi,
NASIL HAZIRLANIR,
özgeçmiş,
UĞUR KORKMAZ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)