7 Ekim 2012 Pazar

280 ) TOPRAK REFORMU !..

 

   Şurası bir gerçek ki, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bütün kendinden önceki devirlerden, yalnız taş taş üstünde tutunamayan bir ülke değil ; baştan başa boş, bakımsız, kimsesiz topraklar da devraldı. Ama bu boş ve bakımsız tarlaların üstünde de, hala bir tapu yağması, sinsi sinsi, köylünün aleyhine devam edip gidiyordu..
   Yeni hükumete ; var olan kötü şartları ülke yararına, köylü yararına değiştirmek, toprakla ilgili ilişkileri hem teknik, hem sosyal bakımdan, temelden ve yeniden kurmak görevi düşüyordu. Yüzölçümü 750 bin km2'ye varan ve kurtarılan "son topraklar" üzerinde, sayıları yaklaşık 12 milyonu bulan yorgun, güçsüz ve yoksul "son Türkler" Mustafa Kemal ve O'nun başbakanı İsmet Paşa'dan bir mucize bekliyorlardı.. Özetle her şeye kökten başlamak, her şeyi yeniden düzenlemek gerekiyordu. Her şeyin başında da toprak, çiftçi ve tarım politikası geliyordu.  Elde, tümü ancak 130 milyon lirayı zor bulan acıklı bir bütçe vardı ; ama yapılması milyarlar isteyen hesapsız işler de sırada bekliyordu..
   İşte bu bütçenin gelirinin % 21,3'ü köylünün sırtına yüklenmiş olan aşar vergisinden geliyordu. Bu bütçe, Cumhuriyet'in ilk yılında bile, 50 milyon lira açıkla onaylanmıştı. Ve bu zavallı bütçeden, bir gün gelecek, örneğin 1932 yılında, 169.354.000 liralık gelirinden tam 49.705.000 lirası, yani neredeyse üçte biri, eski Osmanlı borçları (düyunu umumiye) olarak yabancılara ödenecekti !..  
   İşte bu hazin şartlar içinde İsmet Paşa hükumeti, inanılamayacak kadar cesur bir karar verdi ve 27 Şubat 1925 tarihli bir kanunla, çiftçinin sırtındaki aşar vergisi kamburunu kaldırdı !.. 1926 bütçesinde artık aşar geliri yoktu !.. Ardından gelen 1929 dünya ekonomi krizine rağmen de geri adım atılmadı...  
   Aslında elde edilen ürünün onda biri olarak alınan, Osmanlı'nın son döneminde sekizde bir olarak mültezimler eliyle toplanan vergi yüzünden çiftçi baskı ve zulüm altında inlemişti. Verginin bir kusuru daha vardı.. Aşar, bir kazanç vergisi değildi. Çünkü arazinin gayri safi hasılatı üzerinden alınır, masraflar hesaba katılmazdı. Bu yüzden aşar, bazen karın tamamını, hatta sermayenin de bir kısmını alır götürürdü.. Bunun sonucu olarak da, köyde bir sermaye birikimi olmuyordu. Şehir ve kasabalarda ise ağa ve diğer ileri gelenler, hem hükumet memurlarıyla anlaşarak ucuza getirdikleri aşar işleriyle köyü soyuyor, köylüyü zorla kendilerine bağlıyorlardı ; hem de aşar mevsiminde toptan derledikleri hububatı ellerinde tutarak, bunu pazara parça parça ve talebin arttığı zamanlarda sürerek, ayrıca kazanç sağlıyorlardı..
   Atatürk bir nutkunda ; "Toprak kanununun bir neticeye varmasını, Meclis'in bu konuda gayret göstermesini beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, ne olursa olsun, lazımdır. Vatanın sağlam temel ve imarı bu esastadır.." demişti.. 
   Ama ne yazık ki, 1923 ile 1938 arasında bu konuda fazla bir şey yapılamadı.. Yapılanlar ise kaba taslak şöyleydi :  Köylüye 200.162 liralık pulluk dağıtıldı.. Yüksek Orman Mektebi 166 mezun verdi.. Üç yerde birer Orta Ziraat Mektebi ve 1933'de Ankara'da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. Biraz tohum ıslahı, biraz fidan dağıtımı, inekhane vb. .. İşte o kadar.. Köyün sosyal yapısında etkileri olacak bir harekete geçilmedi.
   İskan işleri ise yalnızca hazin bir başarısızlıktı, bir sahipsizlikti..Gerçi zaten harap olan Türkiye 1923-1937 arasında Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya'dan 771.611 göçmen kabul etmek zorunda kaldı. Ama bunun yanı sıra, yalnızca yurdumuzu terk eden Rumların bıraktıkları köy ve topraklar, bunların çok daha fazlasını yerleştirmeye ve barındırmaya yeterdi ; ama iş öyle olmadı ve yerleştirme işi, bu on beş yıllık dönemde, sahipsiz bir düzen içinde eridi gitti !..
  
   Türkiye'de ilk Ziraat Sayımı 1927 yılında yapıldı. Faydalanma şekilleri bakımından arazi dağılımı şöyleydi :
Ekilebilir arazi     : 231.500.000 dönüm
Ormanlar            : 139.487.000     "
Meralar              :  269.409.000    "
Dağ,taş (yararsız) :102.234.000     "
Bataklık ve göller :   13.629.000    "

   Ekilebilir arazi durumundaki 231.500.000 dönümden ancak 43.637.727 dönümü ekiliyordu. Yani ülke yüzölçümünün % 4,86'sı !..  Bu, ekilen arazinin dağılımı da şöyleydi :
Hububat    : % 89,5  ( 39.093.220 dönüm )
Bakliyat    :  %  3,9   (   1.740.093    " )
Sınai bitkiler ve diğer bağ-bahçe : % 6,6 ( 2.804. 104 dönüm )

   Bu tablonun özeti şuydu : TOPRAKLARIMIZ BOŞ VE EKİLMEYE MUHTAÇTIR !..
   1944'de, "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu"na gidilirken durum şöyleydi : Öküzle veya bir çift atla çalışıp geçinmek zorunda bulunan, yani ancak 75 dönüme kadar toprağa sahip olan çiftçi aileleri ; bütün çiftçi ailelerinin % 75,5'u, yani aşağı yukarı bütün ailelerin dörtte üçüdür ki, bunlar bütün zirai toprakların ancak %29,4'üne sahiptirler !...


 
   1 Ocak 1945'de hükumetin toprak reformu yasa tasarısı Meclis'in önüne geldiğinde, hemen parti içinde engelleme ve eleştirilere hedef oldu. Bernard Lewis'in ifadeleriyle, bu yasa tasarısının hedefleri şunlardı :
"Toprağı hiç olmayan ya da çok az olan köylülere toprak ve tarım aletleri vermek, ülkenin ekilebilir topraklarının tam ve verimli kullanımını sağlamaktı. Yöntem ; 20 yıllık faizsiz kalkınma kredisi ve diğer maddi yardımlarla birlikte bu köylülere toprak vermekti. Bu toprak, kullanılmayan hazine arazileri, belediyelere ve devlete ait diğer topraklar, tarıma uygun duruma getirilen araziler, sahibi belirsiz topraklar ve özel kişilerden müsadere edilecek araziler olacaktı. Bu son kategori için, 500 dönümden büyük bütün araziler devletleştirilecekti. Bunun bedelleri değişen ölçülerde ödenecekti. Elde bulundurulan arazi ne kadar büyükse, oranlar o kadar küçük olacaktı. 20 yıl içinde, % 4'ü hazine bonosu olmak üzere taksitler halinde ödenecekti. Yasa, bu tasarıyla elde edilen toprakların mirasçılar arasında bölünemeyeceğini de şart koşuyordu. Kırsal nüfusun yaklaşık üçte birini ( 5 milyon kişi ) , tam uygulandığında, Türkiye'yi bağımsız bir küçük mülk sahibi köylüler ülkesine dönüştürecek önemli bir devrime yol açacak olan bu yasadan yararlanacağı tahmin ediliyordu.."
  
   Üç aydır didiklenen tasarı soysuzlaştırılmak üzereydi. İnönü ve Saracoğlu telaşlıydılar. O günlerde Kütahya mebusu Alaattin Tiritoğlu, söz yarışları içinde bunalan komisyonu, Londra'da herkesin istediğini rahatça söyleyebildiği "Hyde Park"a benzetmişti !.. Başvekilin kulağına giden bu söz, onu sinirlendirdi. İşte bu sırada Tiritoğlu'nu bir akşam Çankaya'ya çağırdılar. İnönü gene bu konuyu açtı. Sonunda ve o gece orada tasarıyı kurtarmak endişesiyle bir madde hazırlandı. Tiritoğlu'nun müsveddesini yaptığı bu madde üstünde İnönü'nün kendi yazısıyla yaptığı değişiklikleri taşıyan müsvedde şimdi eldedir. Bu madde, 17. madde olarak kanunda yer alacaktı. Madde şudur : "Topraksız veya az topraklı olan ortakçılar, kiracılar veya tarım işçileri tarafından işlenmekte bulunan arazi, o bölgede, 39. madde gereğince dağıtılmaya esas tutulan miktarın 3 katı ve kendi seçtiği yerde sahibine bırakılmak şartıyla, yukarıda yazılı çiftçi ve işçilere dağıtılmak suretiyle kamulaştırılır. Sahibine bırakılacak arazi 15 dönümden aşağı olamaz. Bu madde hükmünün uygulanmasında 15. ve 16. madde hükümleri işlemez. Geçici mevsim işçileri hakkında bu hüküm uygulanmaz."
   Uygulanma kabiliyeti şüpheli olmakla beraber bu madde, devrimci bir karakter taşıyordu. Parti idare heyeti üyelerine ve çok sayıda mebusa imzalattırılması işleri de biraz baskılı geçti. Bu nedenle bu madde, bazıları için bir "İnönü'nün diktası" havasını taşıyordu. Başvekil Saracoğlu bu madde için, "İşte toprak reformu dediğin böyle olur" diyordu.. İş, bunu Meclis'ten geçirmeye kalıyordu. İnönü maddeyi Meclise açıkça telkin etmekten çekiniyordu. Fakat İnönü'nün yakınlarından olan Fikret Yüzatlı etrafa onun adına şu sözleri yayıyordu : "Reformda ısrar edin. Toprak kanununu istemeyen parti, benim partim değildir !.."
   Sonunda maddeyi Meclise getirmeden önce ve dolambaçlı çabalarla milletvekillerinin büyük çoğunluğuna imzalattırmak mümkün oldu. Böylece kanun 11 Mayıs 1945 tarihinde çıktı. 15 Haziran 1945'de 4753 numara ile yayınlandı..
   Fakat 17. madde asla uygulanmadı. Kanunun diğer pek çok maddeleri de kağıt üzerinde kaldı. Ege'den Adnan Menderes, Çukurova'dan Cavit Oral ve orta yayladan Emin Sazak, güneydoğudan Şeref Uluğ ve çevreleri sonuna kadar bu kanuna muhalif kaldılar. Kanun çıktığı zaman ise artık, Mecliste ve memlekette çok partili rejim çabaları başlamıştı. Bayar, Menderes ve arkadaşları DP'yi kurdular. DP'ye önemli katılımlar oldu her yerde. CHP'de kalan toprak kanunu muhalifleriyse pek çabuk kazan kaldırdılar. Ölü doğan kanunun derhal tadiline girişildi. Bu arada garip bir şey de oldu : Bu kanunu getiren ve onun ideolojisini savunan Ziraat Vekili Şevket Raşit Hatiboğlu, Ağustos 1945'de vekaletten ayrılmak zorunda kaldı. Fakat yerine, hiç beklenmediği halde, 4753 sayılı kanunun baş muhalifi ve bizzat büyük bir toprak sahibi olan Cavit Oral Ziraat Vekili oldu !.. Artık bu hareketin sonu belli olmuştu !..
   Nitekim Cavit Oral'ın hazırladığı tadil kanunu Meclise getirildi. 4753 sayılı kanun zaten uygulanmıyordu. Nihayet, aradan biraz zaman geçince, 27 Mart 1950'de "Çiftçiyi topraklandırma hakkındaki 4753 sayılı kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesine ve bu kanuna bazı maddeler ve geçici maddeler eklenmesine dair" olan 5618 sayılı kanun çıkarıldı. İş, atılımcı ruhundan sıyrıldı ve bu öykü de böylece bitti.
   Bu geriye çekilişi yaparken, CHP'nin bazı ileri gelenleri, yakında gidilecek seçimlerde toprak ağalarının ve onların emrindeki kalabalıkların CHP'ye oy vereceklerini sanmışlardı. Gerçi, bu tadil kanununun yayınından 45 gün sonra yeni seçimler yapıldı. Ama sonuçlar, bu küçük hesapları tamamen altüst etti ve 14 Mayıs 1950'de CHP, iktidarı kaybetti...

    NEDEN BAŞARISIZ OLDU ?...

   Atatürk, devrimci yönleri ve hareketleri nutuklarında işaret etmek, örneğin köylüyü "efendi" ilan ederek tarımsal politikanın devrimci yönünü ve esaslarını göstermekle beraber, bu işaretlerinden sonra hükumetin icraatına fazla müdahaleden çekindi..
   Atatürk rejimi, bir doktrin rejimi değildi. Atatürk doktrinden daima çekindi. Halk Partisi kurulurken ona : "İyi ama Paşam, bu partinin doktrini yok ? " diyen Yakup Kadri'ye : "Elbette yok çocuğum, eğer doktrine bağlanırsak devrimi dondururuz.." diye karşılık veriyordu.
   Bu böyle olunca da Halk Partisi, doktrinsiz bir parti olarak doğdu. Daima öyle kaldı. Daha doğrusu Türkiye'de, ilk devrim atılımları dışında, gerek Atatürk'ün, gerek İnönü'nün başkanlıkları zamanında CHP hiçbir zaman tam anlamıyla ilerici, sürükleyici bir öncü örgüt durumuna gelemedi. Hiçbir zaman ideolojisini düzenleyemedi. Bu türlü düzenleme girişimlerine daima çekingen veya karşı oldu. Böyle olunca da parti içinde partiyi sürükleyen ve parti şeflerinin yön saptayıcı sloganlarını, örneğin köylüyü toprak sahibi kılmayı, kendilerine iman ve akide haline getirerek bu uğurda mücadele eden öncü ve güçlü bir kadro yetişmedi.
   Gerçi toprak reformu için mutlaka doktrinci bir partinin iktidarı şart değildi. Toprak reformu yapan ülkelerde bu ıslahatı her zaman doktrinci veya otoriter rejimler başarmamıştır. Ama Türkiye Cumhuriyeti öyle yeni bir devlet düzeniydi ki, bu düzende Kurtuluş Savaşını başaranlar, barış döneminde de tabiatıyla rejimin önderleri ve yöneticileri oldular. Rejim de doğal olarak şef ve otoriter hükumet rejimi oldu. O halde her şey şeften, partiden ve parti üyelerinin oluşturduğu Meclisten gelecekti. Ama ne var ki çarklar işte bu noktada eksik ve çelişmeli çalışıyorlardı. Atatürk isteyince, millete şapka giymeyi küfür sayan sarıklı hocalar ve hatta fesli, kalpaklı beyler, bu kanunu elleriyle alkışlıyor, fakat kalben yeriyorlardı. Ama ne var ki, şef bunu böyle istemişti ve onun dediği olacaktı.
   Ortaya atılan birkaç idealistin çabaları, bin bir direniş, bin bir tahrik ve bin bir oyunla boğuluyordu. Her ne kadar eksikli olsa bile örneğin 1945'de çıkarılan kanun, az sonra bozuluyor ve daha garibi olarak da, bu işi ideal edinmiş bir vekil yerini terk etmek zorunda kalarak, onun yerine, toprak reformuna, hatta basit ıslahata kökten karşı olan ve bütün karşı olanların sözcülüğünü yapan bir toprak beyi, pekala gelebiliyordu. Çünkü toprak ıslahatı ve topraksız köylü bırakmamak, köylüyü efendi kılmak gibi sözler ve sloganlar, partinin aktif kadrosunu oluşturan parti grubunun ruhuna sinmemişti. Şuuruna inmemiş, yerleşmemişti. Bu parti ıslahat yolunda yeteri kadar öncü mücahitlerini vermemiş, yetiştirememişti. .. Çünkü, parti, sözün tam anlamıyla parti değildi ve hiçbir zaman da olmamıştı. Bu parti ancak şef isterse ve bu isteğini, örneğin saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi biraz da dikta haline getirirse her şeyi yapardı. Ama artık şef, 1923 ve 1924'deki şefin gücünde değildi. Böyle olunca da, şef işlerin akışını, şekillerin tartışmalarına bırakınca, her şey ister istemez, demagogun ve arkasındakilerin dediği gibi oldu..      
   
( Şevket Süreyya Aydemir, "İkinci Adam" C.2 ; Ş.S.Aydemir, "Menderes'in Dramı" ; İsmail Hüsrev, "Türkiye Köy İktisadiyatı" ; Ş.S.Aydemir, "Tek Adam" c.3 ; Feroz Ahmad, "Demokrasi Sürecinde Türkiye, 1945-1980" ) 
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder