11 Ekim 2012 Perşembe

282 ) BALKAN HARBİ ...



   Yakın tarihimizdeki Balkan Savaşı, "Balkan Faciası" diye anılır. Bu ifade doğrudur. Öncelikle, bu savaşa sahne olan yerlerdeki Türk halkı için bir faciadır. Sonra da askeri bakımdan, ayrıca bir yönetim faciasıdır ; yüz kızartıcı bir bozgundur...
   Sorumluluğu başkomutandan, genelkurmay başkanından, en küçük kumanda kademelerine kadar inen gerçek şudur ki, imparatorluk bu savaşa ne manen, ne de maddeten hazır değildi. Ve hazırlıksızlığın başında, Rumeli'deki asker ve silah eksikliği gelmiyordu. Her ne kadar savaş başlamadan az önce yaklaşık 80.000 talimli asker terhis edilmişti, bazı bölgelerde birlikler "bir deri bir kemik kalmıştı" ; ama buna rağmen asker ve silah açısından durum, karşı kuvvetlere nazaran pek de aleyhimizde sayılmazdı. Yayınlanmış olan belge, eser ve anılar da bu gerçeği ortaya sererler..
   Şeyhülislam Cemalettin Efendi "Hatırat"ında, bu terhisten Kabinenin haberli olmadığını yazar. Ama terhis kaçınılmazdı. Çünkü askerlerin terhis zamanı gelmiş, hatta geçmişti. Makedonya ve Arnavutluk'taki hareket ve isyanlarda yorulmuş, yıpranmışlardı. Zaten yer yer direnişe, silah bırakmaya bile başlamışlardı. Gerçi bu terhis edilen askerlerin bir kısmı yollardan çevrilerek Rumeli'ye sevk edildiler. Ayrıca 100.000 kadar redif de seferber edildi. Ama kumanda laçka olduktan sonra, askerin az ya da çok olması neyi değiştirir ki ?..
   Balkan Savaşı'nda Doğu ( Şark ) Ordusu Kumandanı Abdullah Paşa, "Hatıralar" adlı kitabında şunları yazar : "Orduyu mağlup eden asıl neden, Osmanlılık vasıflarının soysuzlaşması değil, ordunun savaşma yeteneğine sahip olmamasıydı. Çünkü Abdülhamid devrinde, ordunun ıslahından çekinilmiştir. Buna karşılık, hırslı komşularımız, bu konu üzerinde aralıksız çalışmışlardır. Devlette yönetim boşluğu nedeniyle patlayan isyanlar da, ordunun dağınık bulunmasına ve talim-terbiyeden yoksun kalmasına neden olmuştur. Bu yüzden, istibdat devrinde ordu, savaş değerinden yoksun, donmuş bir yığından başka bir şey değildi.."
   Balkan devletlerinin ekim ayı başında başlayan seferberlikleri, ekim ortasında bitmişti ve savaşa girecek birlikler, plana göre yerlerini almışlardı. Buna karşılık Osmanlı ordusu savaş seferberliğini hiçbir surette tamamlayamadı. Ayrıca ortada, Balkanlar'da patlayabilecek bir savaş için uygulanması gereken ve tabii ki çok önceden hazırlanmış olup, değişen durumlara göre revize edilen genel harekat planı veya planları da bir türlü bulunamadı !..
   Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa ise Yemen'de bulunuyordu. Yerine bıraktığı Hadi Paşa savaşı, henüz savaş başlamamışken, kendi ruhunda ve imanında kaybetmişti. 3. Ordu hala disiplinsizliğin, başsızlığın ve gayesizliğin içindeydi. Bu ordu, daha silah patlamadan dağılma durumundaydı bile denilebilir !. Halbuki karşı ordular, bir ideal ve ülkü uğruna savaşa giriyorlardı..
   Balkan Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Genelkurmay karargahında görevli bulunan Pertev Paşa, "Karargah-ı Umumi" adlı eserinde, hazin açıklamalarda bulunur. Bu açıklamalar, ordunun beyni olan genel karargahın içler acısı durumunu gözler önüne serer. Bütün orduların örgütlenme, yönetilme ve harekat merkezi olan genel karargahın başında bir genelkurmay başkanı yoktur !. Bu yüzden de, savaş başladığında, bu savaş için hazırlanmış olması gereken planları bir türlü bulunamaz !..
   Harbiye Nazırı Nazım Paşa, daha çok bir kabadayı görünümündedir. Kafasında Sofya'ya girmek hayalleri vardır. Trakya Ordusu subaylarına, zaferle Sofya'ya girerlerken giymeleri için, tören giysilerini yanlarına almalarını haber eder !.. Ama savaş sırasında bir ara, kumanda etmek için gittiği Trakya savaş alanından, ancak İstanbul'a dönecek kadar zaman bulabilir !..
   Örgüt laçka, kumanda kadrosu ümitsiz ve imansız, genel karargah başsız, Kabine tükenmiş ve devlet şaşırmıştır. Moral sıfırdır...
   Balkan Savaşı'na Osmanlı işte bu şartlar ve hava içinde sürüklenir. Bu şartlar altında sürüklenilen bir savaşın sonucu da kolaylıkla tahmin edilebilir..


   Balkan Savaşı, 16-17 ekim 1912'de başladı.. 29 ekim ve 2 kasım tarihleri arasında geçen Lüleburgaz muharebesi ise tam bir karışıklık idi. Çünkü savaşın başlangıcından on beş gün sonra bu muharebe, aslında bitmişti denilebilir !..
   Bulgar ordusu bu on beş gün içinde kendi topraklarından yürüyüşe geçmiş, sınırları geçmiş ve ciddi bir muharebe yapmadan, bozulan ve dağılan ordu ve kumandanlarının peşinden Lüleburgaz'a kadar ulaşmıştır.. Osmanlı ordusu sanki, hiçbir kumanda zincirine tabi değildi. Ne yapacağını, nereye gideceğini tayin edemiyordu. Açtı.. Ordu ve kolordu kumandanları bile yiyecek bulamıyorlardı. İşte bu insan karışıklığı, Lüleburgaz sahralarına inen Bulgarlarla soğukta, çamurda şöyle böyle çarpışacaktı. 2 kasımda ise bu perişan kalabalığın artıkları, şekilsiz bir sel halinde ve bütün toplarını terk ederek İstanbul yönünü tutacaktı..
   On beş gündür ayakta ve yürüyüş halindeki Bulgar ordusu da girdiği köy ve kasabalarda soğuktan, çamurdan ve yorgunluktan yerlere serilecek, kaçanları izleyemeyecektir. Bu sayededir ki ; İstanbul önünde Çatalca'da şöyle böyle bir yığınak yapılabilecek, bir direnişe geçebilecekti.. Ama sonuç belli olmuştu : Osmanlı ordusu yenilmişti, Bulgarlar ise galip gelmişti.. Nitekim aylarca süren karşılıklı çatışmalar sonunda Osmanlı Devleti, bu sonucu kabul edecekti...


   Bulgaristan'ın ana davası Osmanlı'yı yenmekti ama diğer önemli bir dava da, Makedonya'da kendisine vaat edilmiş topraklar gibi saydığı yerleri Sırplara ve bilhassa Yunanlılara kaptırmamaktı. Bu yüzden üç tugaylık 7. Tümeni, daha savaştan önce Makedonya yönüne ayırmak zorunda kaldı. Yine üç tugaylı 2. Tümeni ve bir süvari tugayı da Batı Trakya'ya yönlendirildi. Çünkü burada da Yunanlılar toprak peşindeydi.
   General Savof kumandasındaki kuvvetler, 22 ekimde dört koldan Kırklareli üzerine yürüdüler. Önce Kırklareli'nin kuzeyinde hafif bir muharebe oldu. 23 ekimde daha şiddetlice bir çarpışmada Osmanlı askeri geriledi. Ertesi gece Bulgarlar, başarılı bir hareketle Türk savunma hattının yan gerisine akınca, Kırklareli'de panik başladı ve merkez, savunulmadan terk edildi. Geri çekiliş, daha ilk günde düzenini kaybetti ve başıboş bir göçe dönüştü !.. Savaşın daha yedinci gününde İstanbul yolu artık düşmana açıktı !..
   Mehmet Ali Nüzhet Paşa şunları anlatıyor :
"...Bu beklenmeyen geri çekilme dolayısıyla Kırkkilise'de ve çevresinde toplanmış olan bütün birlikler çözüldüler ve karmakarışık olarak yerlerini terk ettiler. Bir kısmı Pınarhisar, bir kısmı Babaeski yönüne kaçıyorlardı. Toplarını, arabalarını, yedek cephane ve malzemeyi hep yollarda terk ettiler.."
   İşte bozgundan bir enstantane daha.. Bu bozulup kaçış sırasında bütün toplarını yollarda bırakıp, ta Çerkezköy istasyonuna kadar kaçan bir topçu kumandanı, orada fazladan bir de başkumandan vekilinin karşısına çıkmış, yollarda topları bıraktığını ama atlara atlayıp kendilerinin kurtulduğu müjdesini vermişti !.. Bu değersiz adam, gerçi hakaret görmüştü ama kurşuna dizilmekten kurtulmuştu..
   Bulgarların üç tümeni de Edirne'yi kuşatmaya başladılar. Ordu Kumandanı Abdullah Paşa'nın Edirne'de bıraktığı 30.000 asker, burada mahsur kaldı. Böylece Edirne ile İstanbul arasına da girilmişti. İşte burada kader tayin edici bir savaş olacaktı : Lüleburgaz Muharebesi..
   Değerli askeri yazar ve bilhassa Balkan Savaşı hakkında iki ciltlik bir eseri olan, konferanslar veren, bu konuda uzman olarak tanınan Bursalı Mehmet Nihat Bey ; 2. Ordunun Edirne ve Kırklareli arasında, bozulmamış olarak yer almamasını, vatana ihanet olarak kabul eder..
   İnsanı üzen başka gerçekler de vardır.. Bulgar askeri hep beklemediği başarılar elde ediyordu. Ayın 24'ünde Savof kumandasındaki Bulgar 3. Ordusu, şiddetle savunulacağını sandığı Kırklareli üstüne dikkatli ve tereddütlü bir şekilde adım adım yürürken, Kırklareli'nin tamamen boşalmış ve Osmanlı kuvvetlerinin ortada iz bile bırakmadan çekilip gittiğini görünce şaşırmıştı. Türk piyadesinin kaçışı, Bulgar süvarisinin ilerleyişinden daha hızlıydı !..
  
   Gelelim Lüleburgaz Muharebesine.. Bu muharebe, elli kilometre genişliğinde bir alan üzerinde cereyan etmişti. Bu kadar geniş bir cephe, Birinci Dünya Savaşı için bile önemli sayılabilecek bir savaş alanıydı..
   Savaş başlarken Osmanlı ordusu Vize-Lüleburgaz hattını işgal ediyordu. Karadeniz'de Midye'ye çıkarılan yardım kuvvetleri de Vize'ye doğru hareket halindeydi. İstanbul'a Anadolu'dan kuvvetler getiriliyordu. Kırklareli felaketine rağmen elde oldukça önemli kuvvetler vardı. Bütün bu kuvvetler, bu sefer iki ordu halinde örgütlendiler. I. Doğu Ordusuna gene Abdullah Paşa kumanda edecekti. II. Doğu Ordusunun başına Ahmet Muhtar Paşa getirildi. Başkumandan Vekili karargahını Çerkezköy'de bulunduruyordu..
  Lüleburgaz-Vize, daha doğrusu Lüleburgaz-Pınarhisar arasında cephe tutan Osmanlı ordusu için en kötü olasılıklar şunlardı : Ya güneye, Marmara kıyılarına sürülerek İstanbul'la bağlantısı kesilecek ve orada dağılmak veya esir olmak durumuna düşecekti.. Ya da doğuda Istranca dağlık bölgesine sürülecek ve gene İstanbul'la bağlantısı kesilerek aynı akıbete uğrayacaktı..
   O halde Lüleburgaz muharebesinden iki şey beklenebilirdi : Birincisi, Bulgar ordusunu geriye iterek Kırklareli'yi kurtarmak.. İkincisi de, Kırklareli-Edirne dayanaklarına arka vererek, Anadolu'dan gelecek takviyelerle savaşı sürdürebilmek..
   Fakat 4-5 gün süren Lüleburgaz Muharebesi ; her iki tarafın büyük kayıplar vermesi, Osmanlı ordusunun yenilgisi ve İstanbul üzerine çekilmesi ile bitti. Bu arada Osmanlı ordusu, hemen bütün toplarını ve ağır malzemesini kaybetmişti. Yönetim zafiyeti bu savaşta da görülmüş, bilhassa açlık orduyu kırmıştı. Halbuki mevsim, köy ambarlarının dolu olduğu mevsimdi. Harmanlar kaldırılmış durumdaydı.. Zaten Doğu Trakya bir zahire ambarıdır. Hele Balkan Savaşı öncesinde buradaki Rum, Bulgar köyleri, yüz yıldan beri devşirilmedikleri, askere de gitmedikleri için ; zengin, tarımcı köylerdi. Demek ki seferberlik öncesinde ve seferberlik günlerinde, Edirne'de olduğu gibi buralarda da erzak tedarikine gereken önem verilmemişti. Nitekim kolordu kumandanlarından Yaver Paşa, Çerkezköy'de başkumandan vekaletine çektiği telgrafta, kendisi de dahil olduğu halde, askerinin açlığından, Lüleburgaz'da erzak bulamadıklarından bahseder..
   Biraz da Batı Cephesinden bahsedelim..Bu sahne, Makedonya'nın kuzey kesimine düşen Koçana berisinde, Domuz ovasında cereyan eder.  Orada da Bulgar kuvveti ile karşılaşılmıştır. Kırklareli kuzeyinde bir gün önce hiç de bozgun işareti vermeyen oldukça şiddetli bir muharebe cereyan ettiği gibi, burada da başarılı bir çarpışma geçer. Askeri cepheden yaramayacağını anlayan düşman, Kırklareli'de olduğu gibi burada da, gece yön değiştirir. Batarya mevzilerine saldırır, fakat sökemez. Ama ertesi gün, hatta saldırılar bile yokken, asker arasına "düşman süvarisi geliyor" lafları, haykırışları yayılır. Halbuki disiplinli piyade karşısında süvari hücumu, en zayıf tehlikedir..
   Selanikli Bahri, "Balkan Harbi'nin Garp ordusu" adlı eserinde şunları yazar :
"Büyük ağırlıklarla, hafif topçunun cephane kollarının, daha geride İştip yönüne hareketi emredildi. İşte bu sırada ' düşman süvarileri geliyor ! ' sözleri askerin arasına yayıldı. Ağırlıkların geri gönderilişi de bozulan morali iyice bozdu. Yola düzülen ağırlıklarla, çok sayıda asker de kaçmaya başladı. Bazen bir beygiri dört asker, bir arabayı on asker götürüyordu !.. Hatta bu arada geri çekilme için emir verildiği sözleri de yayıldı. Halbuki böyle bir emir yoktu. Fakat ardçı kuvvetten başka bütün birliklerin yerlerini terk ederek İştip caddesine indikleri görülüyordu. Topçular da hayvanlarını koşarak yola çıkmaya hazırlanıyorlardı.  İşte o sırada ve karmakarışık yola dökülen düzensiz birlikler arasından birkaç el silah atıldı. Ve bu, ovadaki 5-6.000 kişilik kuvvetin bozgun işareti oldu. Düşman süvarisi geliyor feryatları ile alabildiğine koşmaya başlayan askerlerin etrafa korku yayan hareketleri, tekerlekleri dingillerine kadar, sürülmüş tarlalara saplanan topların bata çıka götürülüşleri, ağırlıkların arasına karışan askerlerin koşuşmaları, önü alınamayacak kadar korkmuş bir bozgunun başladığını gösteriyordu. Artık söz, ayağa düşmüştü.."
   Evet, söz, ayağa düşmüştü. Çünkü ortada kumandan yoktu !. Baş yoktu !. Kumanda zinciri kırılmıştı.. Halbuki bu kaçanların üstünde, hiçbir düşman şarapneli patlamıyordu. Arkalarından düşman topu, tüfeği ateş etmiyordu. Düşman süvarisi görünmüyordu. Hatta görünse bile bu kaçanlara yetişmesi için çok zaman isterdi. Kaldı ki arkada ardçı kuvvetler de vardı. Ve bunlar henüz bozulmuş, çekilmiş değillerdi. Ama ne var ki bozgun başlamıştı..
   Selanikli Bahri anlatmaya devam ediyor : "Hepimiz, bir bela seli gibi akıp giden bu cereyana kapılmıştık. Düşman süvarisinin böyle az zaman için bizi izleyemeyeceğini, arkamızda ardçı kuvvetler bulunduğunu, hem askere söylüyor, hem de onlara hiçbir etki yapmayan bu söylemlerimize rağmen, biz subaylar da bu sele kapılmış, onlarla birlikte kaçıyorduk.. Sekiz on metre genişliğindeki İştip-Koçana şosesi ; insan, hayvan, top ve cephane arabalarıyla dolmuştu. Topçuların bütün hızlarıyla alabildiğine ezip, çiğneyip geçtikleri askerler ve hayvanlar kanlar içinde yerlere serilmiş yatıyorlardı. Top tekerlekleri tarafından beyinleri ezilmiş askerlere, bacakları kırılmış hayvanlara sık sık rastlıyorduk.. Bir sürü insan ve hayvan, birbirlerine karışarak, tam bir sürü halinde kaçışıyorlardı. Öyle ki, bu kaçanlar sürüsü içinde, 8 saat olan Koçana-İştip yolunu, üç saatte almıştık !.. Hatta askerlerin, hayvanların dörtte üçü, İştip'te beklemeyerek, Köprülü yolunu tutmuşlardı. Ben eminim ki, tarih böyle bir bozgun görmemiştir.."
   Batı Ordusu Başkumandanı Ali Rıza Paşa, hemen bütün Makedonya'yı tam bir bozgun içinde terk edip Manastır'a sığınırken : "Manastır, ikinci bir Plevne olacaktır ! "demiştir. Ama dört gün sonra Manastır artık düşman elindedir !.. Ve ondan sonra Ali Rıza Paşa'nın adı bile duyulmaz.. Balkan Harbi'nin bir kalemde tasfiye ettiği eski kumandanlar nesline o da karışır gider..
 
   Rahmi Apak, "Yetmişlik Bir Subayın Hatıratı" adlı eserinde şunları paylaşır :
"Türk ordusunda savaş kavramını bilen kumandan yok gibiydi. Örneğin Batı Ordusunda Merkez Grubu Kumandanı Zeki Paşa, iyi bir askeri akademi hocasıydı. Ama savaş adamı değildi. Halim selim, yumuşak huylu, nazik bir adamdı.. Ve o kadar..
   1878 yılından beri Osmanlı ordusu savaşı unutmuştu. Abdülhamid devrinde ordu, savaş için yetiştirilemiyordu. Meşrutiyet'ten sonra orduya el atılmıştı, ama canlanma yetersizdi. Alayları, taburları, tümenleri, hatta daha yukarı birlikleri yönetecek kumandan yoktu.. 
   Komanova ilerisinde Sırplarla ilk temas kurulduğu zaman çıkan çatışmada kuvvetli darbeler vurulmuştu. Akşama kadar muharebenin gidişi lehimize görülüyordu. Gece basınca bazı tümen kumandanları ve diğer kumandanlar, muharebe alanını terk ederek Komanova kasabasına rahat etmeye gittiler !. Hatta bazı tümen kumandanları, kendilerine tebliğ edilen paşalık rütbesi işaretlerini diktirmek için, gece yarısı terzileri çağırtmışlardı !. Redif alayı ve tümenleri ise, daha o gece dağılmışlardı..
   Manastır'daki tutumu ilk günden beğenmemiştim. Çünkü ordu ve kolordu karargahları, savaş alanlarını bırakıp geceleri şehirde kalıyorlardı. İrtibat subayları ve yaverleri de onlarla birlikte gidiyorlardı. Ertesi sabah atlarına binerek ileri hatlara geliyorlardı. Birçok kumandan ve subaylar birliklerini kaybetmişlerdi. Bunların işi gücü, başıboş dolaşmak ve gelip muharebeyi seyretmekti."
   Bu satırlar da yine Selanikli Bahri'den :
"Savaş süresince, bir 'süngü tak ! ', bir ' Hücum ! ' borusunun çalındığını ; askerin bir defa olsun 'Allah Allah' diyerek ileri atıldığını gören göz, duyan kulak varsa meydana çıksın. Rumeli'nin o temiz topraklarında, usulünce on adımlık bir geri çekilme bile yapamadığımıza kıyamete kadar yanmalıyız.. Araziden yararlanmayı, silahını kullanmayı bilmeyen askerler, her taburun yaklaşık dörtte üçünü oluşturuyordu. Verilen 400 metrelik nişangaha 2000 metrelik nişangah düzenlemeye uğraşan, fişeği namlunun ucundan tüfeğe sokmaya çalışan askerlerin, orduda asker olarak bulunmalarına gülmek mi, ağlamak mı gerekiyordu bilemiyorduk.. Özetle biz, muharebeyi Balkan Harbinden sonra öğrendik !.."
   Zaten Manastır artık arkalarda kalınca, bu bozulan, kaçan kafileler, nereye gideceklerini de bilemezler !.. Her kafadan bir ses çıkar. Herkes bir başka yönü önerir. İş zıvanadan çıkar.. O zaman içlerinden biri çıkar, "En iyisi, Kur'an'ı açıp fala bakmaktır !. Gideceğimiz yönü ona göre tayin edelim, o yöne yürüyelim !.." der. Demek ki iş artık Allah'a kalmıştır !.. Kur'an açılır, niyet bağlanır, sayfa çevrilir ve çıkacak surenin anlamından, kumandanlar ne yapılması gerektiğini anlamaya çalışırlar !.. Bu olaya tanık olup hatıralarında anlatan Rahmi Apak'a göre bu olay, kurmaylık tarihine geçmelidir !..
   Fakat bu olup bitenlere galiba Allah da, Peygamber de dargın olacaklar ki, Kur'an sayfaları da onlara bir şey söylemez. O zaman gelişigüzel bir yürüyüş başlar. Ve ertesi günler, beklenmeyen bir şeyler olur. Bu Osmanlı birlikleri, daha on gün önceye kadar kendileri ile asi diye savaştıkları, silahlarını topladıkları, asıp kestikleri Arnavutların kucağına düşerler !.. Bu sefer silahlarını onlar teslim ederler. Çünkü o sırada Güney Arnavutluk bağımsızlığını ilan etmiştir !.
   Rahmi Apak'ın, "Abdülhamid devrinde ordu, savaş için yetiştirilmiyordu" sözleri aslında doğrudur. Kurmay okulları, harp okulları zayıftı. Talim için tam teçhizat yoktu. Mekanizmaları üstünde olan silah, gerçek süngü ve gerçek cephane bulundurulmuyordu. Manevralar yapılmıyordu. Strateji dersleri için tatbikat yapılmıyordu. Bu nedenlerle, bu okullar, yetişmemiş subaylar yetiştiriyordu !. Bunlar ; sağlam, temiz fakat tam subay niteliği kazanamamış insanlar olarak birliklere dağıtılıyordu. Bilgileri kıttı.. Örneğin 1906'da kurmay okulunu bitirip, topçu kurmay yüzbaşı olarak Edirne 2. Orduya gönderilen İsmet ( İnönü ) Bey, topçu okulunda ilkel mantelli toplar üzerinde ve Haliç'teki topçu okulu bahçesinde talim gördüklerini, tatbikat ve manevra yapmadıklarını ; Edirne'de ilk defa, yeni satın alınmış, seri ateşli bir batarya gördüğünü, ama bunu da kimsenin kullanmasını bilmediğini anlatır..

Selanikli Bahri, anılarıyla içimizi acıtmaya devam ediyor :
"Balkan Harbinde birçok yerlere, daha barış zamanında, çok miktarda erzak depo edilmişti. Bazılarına da, seferberliğin ilanından sonra depo edildi. Buna rağmen ordu, harekat sırasında hesapsız sıkıntılar çekti. Açlıklara uğradı. Çünkü bunlar bu depolardan, gerekli yerlere sevk edilememişti. Örneğin Komanova muharebe alanında böyle oldu. Halbuki Komanova'dan çekilirken, istasyonda vagonlarla un, arpa, fasulye, pirinç terk edildi ve bunların hepsi Sırpların eline geçti !.. Koçana düşmeden önce, Selanik'ten geçilerek İştip'e sevk edilen 1.400 asker kışla meydanında 'Bize silah verin' diye bağırıp çağırıyorlardı. Anadolu ihtiyat erleriydi bunlar.. Selanik bunlara silah ve elbise vermeden hepsini buraya sürmüştü. İştip'te ise tek silah, tek kat elbise yoktu. Bu durum karşısında, hepsi de güçlü kuvvetli bu Anadolu çocukları, bu hale neden olanlara lanetler okuyarak, aç ve çıplak ve de silahsız, geriye doğru yollara düşmüşlerdi.  Halbuki bunlardan birer silahı esirgeyen Selanik Kumandanı Kara Tahsin Paşa, Selanik'i tek kurşun atmadan Yunanlılara terk edince, Selanik depolarında saklanan 80.000 mavzer tüfeğini, düşmana terk etmiştir !.."

   Tüm bu anlatılanlar üzerine daha fazla yorum yapmaya gerek var mı ?..                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder