Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar da aynı şeyi düşünmüş ve istemişlerdi. Bununla, ibadete çağrı niteliğindeki ezanın anlamının daha iyi algılanacağı görüşündeydiler. Ayrıca, Türk dilinin kullanma alanını genişletmenin, milliyetçiliğin de gereği olduğuna inanıyorlardı. Ziya Gökalp bu görüşü şiirle de ifade etmiştir :
"Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
Ey Türkoğlu, işte orasıdır senin vatanın.."
Atatürk'ün 1932'de yaptırttığı çalışma, önce, Türkçe ezanın din açısından caiz olduğu sonucunu verdi. Sonra bir komisyon kuruldu. Komisyon, ezanın Türkçe çevirisini yapacak ve bunu ahenk içinde seslendirecekti. Ezan, camilerde bu örneğe göre okunacaktı. Komisyonda Hafız Burhan, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin ünlü hafızları vardı. Önce ezanın birkaç çevirisi yapıldı. Hangisinin ahenginin daha uygun olduğuna bakıldı. Sonuçta ezanın Türkçe metni şöyle belirlendi :
"Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm :
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim , bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır.."
Bu metnin okunuşu ve söylenişi tekrar tekrar denendikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca kabul edildi. Başkanlık tüm camilere bir genelge yayınladı : "Ezan artık Arapça değil, Türkçe okunacak" talimatını verdi. Arapça okuyanların bunun cezasını göreceği bildirildi. Genelgenin tarihi 18 Temmuz 1932 idi..
O günden sonra Türkiye, Ziya Gökalp'in şiirindeki gibi, camilerinde Türkçe ezan okunan bir ülke haline geldi..
Buna yer yer tepkiler de ortaya çıktı. Atatürk devrimlerine zaten tümüyle karşı olan gruplar, bunu rejime karşı muhalefet etmenin gerekçelerinden biri haline getirdiler. Ülkede yer yer Arapça ezan okuma girişimleri kendini gösterdi. Bunu yapanlar ceza gördü..
Cezalar, mahkemelerde Ceza Kanunu'nun 526'ncı maddesine göre veriliyordu. Gerçi maddede "Arapça ezan okumak" diye bir suç yoktu. Somut olarak sayılan suçlar, maddenin 2'nci fıkrasındaydı. "Şapka Kanunu"na veya "Türk harflerinin kullanılmasına dair kanun"a muhalefet etme suçlarından ibaretti.
Maddeye göre, o suçların failleri üç aya kadar hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasına çarptırılıyorlardı. Fakat maddenin ilk fıkrasında bir "genel ifade" vardı. Arapça ezan okuyanlar, bu ifadeye göre cezalandırılıyorlardı.
"Yetkili makamlar tarafından adaletle ilgili işlemler dolayısıyla veya kamu düzeni veya genel sağlığın korunması düşüncesiyle KANUN VE NİZAMLARA AYKIRI OLMAYARAK VERİLEN BİR EMRE İTAAT ETMEYEN VEYA BU YOLDA ALINMIŞ BİR ÖNLEME UYMAYAN KİMSE (... ) bir aya kadar hapis veya 50 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılır.."
Bu hafif para cezasına rağmen, çoğunlukla gene de caydırıcı oluyordu. Çünkü karakola, jandarmaya götürülüp haklarında soruşturma açılmasını istemeyenler çoktu..
1941'e kadar 8-9 yıl böyle devam ettikten sonra, para cezasına çarptırılanlardan biri, ya da avukatı, "Bu ceza kanunsuzdur" gerekçesiyle Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay da durumu inceledikten sonra başvuruyu haklı bulup, mahkeme kararını bozdu !..
Yargıtay'ın bu bozma kararı ilginçti. Ayrıca tek parti dönemindeki adalet sisteminin ( en azından bazı konularda ) hükumetten ne kadar bağımsız olduğunu göstermesi açısından da ilginçti...
Ceza kararını veren mahkeme, Yargıtay'ın kararına uydu. Bunun duyulması üzerine diğer mahkemeler de Arapça ezan okuyanlara ceza vermemeye başladılar. Arapça ezan okuma fiilleri de giderek arttı.
1941 yılında bu duruma bir çare arayan hükumet, yaptığı kısmi bir Ceza Kanunu değişikliğinin içine, bu konuyu da aldı. 526'ncı madde içindeki somut suç tanımlarının arasına "Arapça ezan okuma"yı da koydu. 1941 Meclisi'nde bu madde aynen kabul edildi. Şimdi bu yasağın artık yasal bir dayanağı da olmuştu..
1950 yılındaki yasağı kaldırma girişiminin hedefine varması da ; TCK 526'ncı maddeye, 1941 yılındaki kanun değişikliğiyle eklenen "...VEYA ARAPÇA EZAN VE KAMET OKUYANLAR.." ibaresinin maddeden yeniden çıkarılmasıyla mümkün olacaktı..
Adnan Menderes hükumeti, bunun için kısacık bir kanun tasarısı hazırladı. Bunu en kısa zamanda Meclis'ten geçirmek istiyordu, çünkü ramazan yaklaşmıştı !..
Tasarıyı yaşlı-genç tüm bakanlar benimsemişti. Fakat bir de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın önceden onayının alınması gerekiyordu.
Celal Bayar, artık Demokrat Parti'nin resmen genel başkanı değildi, ama fiili liderliği devam ediyordu. Ayrıca, cumhurbaşkanı olarak, Bakanlar Kurulu'na her istediğinde başkanlık etme yetkisi vardı. Bayar, bu gibi konularda dikkatli davranıyordu. Bir kere, Atatürk'ün son başbakanıydı.. O'na bağlılığını her fırsatta belirtiyordu. O'nun koyduğu kuralları bozacak politikalar izlenmesini istemiyordu. İkincisi : DP'yi kurarken Cumhurbaşkanı İnönü ile aralarında sözlü bir anlaşma olmuştu ; CHP de DP de, "Atatürk İnkilapları"nın zedelenmemesine dikkat edeceklerdi..
Bu bakımdan, başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen Bakanlar Kurulu üyeleri biraz endişeliydiler. Bu girişimi, onun durdurabileceğini düşünüyorlardı.
Bayar, tasarının konuşulacağı gün Bakanlar Kurulu'na geldi. Başkanlık koltuğuna oturdu. Başbakanın konuyla ilgili sunuşunu dinledi..
Sonra ne yaptığı, "Cumhuriyet" başyazarı Nadir Nadi'nin "Perde Aralığından" adlı kitabında var. O toplantıda bulunan Sağlık ve Sosyal Bakanı Nihat Reşat Belger'in anlattıklarına dayanarak...
"Bayar'ın başkanlığında toplanan hükumet, Arapça ezan yasağının kaldırılmasını konuşmaktadır. Bu, DP iktidarının ilk icraatlarından biri olacaktır ve genç-yaşlı bütün Kabine üyeleri Menderes'i desteklemektedir. Yalnız, Bayar, dalgın ve düşüncelidir.. Bir aralık, ' Yahu arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu azap duymaz mı ? ' sorusunu ortaya atarak yüreğini burkan tereddüdü açığa vuruyor.
Bakanların duygularını yansıttığına güvenen Nihat Reşat oturduğu yerden söze karışıyor : 'Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim !..'
Ve derhal yatışan Bayar, toplantıya hakim olan neşeli havaya katılıyor.."
Nihat Reşat Belger, Ata ile..
Tasarı Bakanlar Kurulu'ndan böylece geçtikten sonra hemen Meclis'e sevk edildi. Önce DP grubunda alkışlar arasında onaylandı. Adalet Komisyonu'nda da hızla görüşülüp kabul edildikten sonra Meclis Genel Kurulu'nun 16 Haziran günkü gündemine girdi..
Her şey iki gün içinde olup bitmişti !..
Şimdi de CHP'yi bir sıkıntı sarmıştı !..
"Arapça ezan isteyenler dindardır, Türkçe ezanda direnenler dinsizdir" kampanyası karşısında parti şaşkın durumdaydı. Zaten "dinsizlik" suçlamasından da, "komünistlik" suçlamasından da, iktidardayken bile çok çekmişti CHP ve CHP'liler... Bu suçlamaların verdiği kompleksler altında, dindarlıklarını ve komünizm karşıtı olduklarını kanıtlama gayreti içine düşmüşlerdi..
Bunun ilk sonucu, Köy Enstitüleri gibi büyük bir atılımın, hem de kendi eserleri olmasına rağmen, ödün olarak verilmesiydi. Komünist olmadıklarını böylece kanıtladıkları (!) halde, sonuç bekledikleri gibi olmamış ve seçimi yine de kaybetmişlerdi.. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrası, "üzerimizdeki dinsizlik damgasını silemedik. Seçimi de o yüzden kaybettik.." görüşü CHP içinde baskındı..
O günlerin CHP Grup Başkanvekili olan Faik Barutçu şöyle anlatıyor :
"İnönü'nün telkinleri para etmemişti. Neredeyse, çoğunluk, Türkçe ezan okumanın hata olduğunu itirafa kadar gidecek, Demokratların teklifini büyük bir istekle kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve bilinç meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini, bu yüzden Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.."
Ama partinin artık bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu
17 Haziran 1950 günkü gazetelerin manşetleri artık şu şekildeydi :
( Altan Öymen'in "Değişim Yılları" kitabından alıntılar yapılmıştır.. )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder