Ben bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikayesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikaye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl geçtiği halde, babamın gönlünde bu anılar hala tazeliğini korurlardı.
O tarihten otuz yıl kadar önce, 1877'de, Ruslar Tuna'yı geçince, Deli Orman da sarsılmıştı. Biz Deli Orman'danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklerlermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarmış. Avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş topraklarımız varmış..
Fakat Tuna'da harp patlayıp da Tuna'yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce, bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çevikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğramış ve parçalanmış. Benim çocukluğumdaki gibi, buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman, babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka kimse kalmamış. Kaybolanların izleri, akıbetleri hiçbir zaman belli olmamış..
Anamın göç hikayesi biraz daha kısaydı. Onun babaları Batı Trakya'nın, Bulgaristan'a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oraları elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar..
Sonraları çeşitli akrabalık bağlarıyla bağlandığımız ailelerin de hikayeleri bizimkine karıştı. Örneğin bu ailelerden biri, Bulgaristan'ı ikiye ayıran Balkan Dağlarının bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna'yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış, önceden ve gizlice hazırlanan örgüt derhal meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, subaylar ortaya çıkmış. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama, bütün ileri gelenleri birer birer öldürmüşler..
Bu hikayeyi bize anlatan kadın akrabamız kendi babasının, başı kesilirken, zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak, kendini almaya gelen isyancılara teslim olduğunu anlatırdı..
İsyancılar o sırada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kolları hücumlar, baskınlar altında sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar..
Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopup göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yenilgiler, yeni göçler olacaktı..
Mahallede herkes, bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca Hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki, bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı.
Onun mahallede bulunduğu zamanlar, gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı..
"Müslümanların evveli Şam ! Ahiri Şam !.." derdi. Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam'a kadar göçüleceğine inanırlardı.
"Edirne sudan, İstanbul ateşten batacak !.." derdi. Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi :
"İnneke Hamidün Mecid" derdi. Bunu da şöyle yorumlardı :
"Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak..Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.."
Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım'dan Dobruca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, toplu öldürmeler içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, 150-200 yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi..
Bir zamanlar bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde, yer yer tabyalar, istihkamlar sıralanıyordu. Eski imparatorluğun yeni sınırları, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde Doğu'dan Batı'ya uzanıp gidiyordu.
Oysa ki Edirne bir devlete başkent olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına, Almanya'dan İran içine, Hint denizine, Podolya'dan Ukrayna' dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki kolu ile kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu..
Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailesinin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikayesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kacak, yorgan döşek namına ne alabilirse, iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi...
Bu perişan kafileler, eski istila ordularının Balkanlar'da, Tuna'da ve daha ötede yerleşip, köy, şehir, kale kuran eski fatihlerin geri dönen çocukları, kalıntılarıydı..
Şahin atlar üzerinde Avrupa'ya giden ataların bu çocukları, şimdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, yüzyıllarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı..
Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, göçmen kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmeleri bir olurdu. O çayırlar ki, vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere ; Balkanlar'a, Tuna'ya, ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı..
Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman ; "çocuklar ! Muhacirler gelmiş !.." diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı..
Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla, bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Aramızda onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı..
Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükumete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Bir kısmı yakın yerlere dağılırdı. Bir kısmı yeniden yollara dökülürlerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirlerdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç yahut çit kulübe yaparlardı..
Böylelikle, daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına katılırlardı..
Mahalle çocukları olarak, aramızda, çetecilik oyunları oynamaya bayılırdık. Ama çetecilik oyunlarının en heyecanlısı, bizim mahallenin çocuklarıyla, bitişik Hristiyan mahalle çocukları arasında yapılanlardı. Bunlar gerçek bir çete çatışması gibi geçerdi ! Hiç beklenmedik bir zamanda patlardı. Derhal duyulurdu. Bu artık bir oyun değildi, sınır mahalleler arasında bir kavgaydı. Bütün bunlar, aynı devletin uyruğu, fakat yüzyıllardan beri birbirine kaynaşmayan ırkların çocukları arasında, ileride olacak kanlı hesaplaşmaların 1907 yılındaki küçük hazırlığıydı..
Bu gibi kavgalar, ya Rum veya Bulgar mahallesinden geçen bir Müslüman çocuğunun taşa tutulması, yahut da Müslüman mahallesine giren bir Hristiyan çocuğunun dövülmesiyle başlardı. İki tarafında namlı elebaşıları, gözü pek savaşçıları vardı. Bunlar kendi mahallelerinin, adeta talim görmüş çocuklarını takım takım etraflarına toplarlardı. Şehrin kenarına seğirtirler, savaşa başlarlardı !.. Şehir kenarındaki sırtlarda geniş Müslüman ve Hristiyan mezarlıkları vardı. Her iki taraf, arkasını kendi mahallesine, kendi mezarlığına vermeye çalışırdı..
İlk iş, yollara hakim noktaları tutmaktı. Buralara taşlar yığarak, sipercikler, barikatlar hazırlayarak toplanırdık. Nöbetçiler, öncüler yerlerini alırlardı. Keşif kolları çıkarılırdı. Yer yer taş kavgaları başlardı. Nara atanlar, "Allah ! Allah !" diye bağıranlar, borazan taklidi yapanlar, hatta uzun ve yuvarlak mezar taşlarını siperler, istihkamlar üzerine yatırarak düşmana doğru taklit toplar yerleştirenler ve "Bom ! Bom !" diye patlatanlar olurdu !..
Eğer bu çarpışmalar büyük çocukların evlerinden duyulup, iki tarafın kadınları, erkekleri mezarlıklara koşmazlarsa, bağırışmalar, söğüşmeler arasında sert bir kavgaya dönerdi. Taşlar yağar, sopalar savrulur, göğüs göğüse bir boğuşma başlardı. Hele iş uzarsa iki tarafa da imdat yetişirdi. O zaman kavgacıları ayırmak çok zor olurdu.
Bir defasında, kavgayı ayırmak için gelenler de birbirlerine girmişlerdi. Bıçaklar sıyrılmış, kafalar yarılmıştı. Yetişen polisler, artık ilerleyen akşam karanlığı içinde, tarafları kendi mahallelerine sürüklerken, her nasılsa sağdan soldan birkaç silah patlamıştı. O gece, hem Müslüman, hem Hristiyan mahalleleri, sabaha kadar silah seslerinden inledi durdu.
Sanki iki taraf da, nasıl olsa ergeç girişecekleri son ve kesin hesaplaşmaya, beklenmedik bir kıvılcımla, şimdiden başlamışlardı !..