22 Haziran 2013 Cumartesi

375 ) İNÖNÜ TÜRK MİLLETİNİN ERKEKLİĞİNİ NASIL ÖLDÜRDÜ !..



  İkinci Dünya Savaşında savaş, artık tam bir ulusal güç savaşı haline gelmişti. Bu ulusal güç, ancak kuvvetli müttefikler tarafından desteklenme oran ve olanaklarına göre işleyebilmiştir. Bu sebeple bir ülke ve bir ordunun savaş gücünü artık, gizli kasalardaki planlar ve hatta silah, cephane yedeklerinden çok ; hiçbir şekilde gizlenmesi olası olmayan ekonomik gücü, örneğin akaryakıt depolarının kapasitesi tayin etmektedir. İş bu yönden ele alındığı zaman, hemen bütün eksiklerini dışarıdan tamamlayan Türkiye gibi açık ve az gelişmiş ülkeler için, aslında hiçbir zaman, bir askeri sır yoktur.. İkinci Dünya Savaşı başlangıcında Türkiye'nin bu açıdan durumu, cesaret verici değildi. Öyle anlaşılıyordu ki, ülke bir savaşa sürüklenirse, hemen birkaç hafta içinde savaş, modern bir savaşın gerek ve olanaklarını kaybedecektir. Bizim için, gene Birinci Dünya Savaşının veya Kurtuluş Savaşının "kanının son damlasına kadar"  dayanmak formülünde ifadesini bulan yiğitlik manzarasına dönecektir..
  Şevket Süreyya Aydemir önce Ankara İktisat İşleri Müdürü, sonra İktisat Bakanlığının Sanayi Tetkik Dairesi Başkanı, sonra da aynı zamanda ülkenin İaşe İşleri Müsteşar Yardımcısı olarak, sivil ve askeri bütün yönetim cihazları ile olan doğrudan temasları ve işbirliği çalışmaları yapmıştır. Bu sayede gerek halk, gerek ordu gereksinimleri bakımından, çok yararlı bilgi sahibi olmuştur.
  Bu arada gerek Başbakanlık makamı ve Koordinasyon Heyeti ile doğrudan temaslar, gerek Milli Savunmanın ilgili daireleri veya bizzat Milli Savunma makamında ilgililerle yapılan temas ve çalışmalar sonucunda şunu anlamıştır :
Ülke, bir savaş olasılığı karşısında, hemen her cephesi ile halsiz ve yetersizdir !..
  Cumhuriyet ; eski saltanat idaresinden ancak ; ekonomik esaret şartları ile, ekonomik ve mali perişanlık, yokluk, cihazsızlık ve bir de ağır borçlar devralmıştı.. Türkiye zaten gümrük bağımsızlığına ancak 1929 yılı Ekim ayında kavuşmuştu. Halbuki tam o sırada dünya ekonomik krizi patladı. Bazı tarımsal ihraç mallarımızın fiyatları % 90 oranına kadar düştü. Buna rağmen, ne yapılmışsa gene bu kriz dönemi ile, onu izleyen ve İkinci Dünya Savaşına çıkan 1930-1938 arasında yapılmıştır.. Demiryollarının inşasına devam edilmiş, yabancı şirketler devletleştirilmişti. Türkiye'de ilk defa bir sanayi siyasetine geçilmiş, yeni fabrikalar kurulmuştu. Bu arada bir de "İmalatı Harbiye Sanayii" geliştirilmişti. Bütçe dengesi, Türk parası değerinin korunması, dış ticaret dengesi hep bu yıllarda sağlandı..
  Fakat ne var ki, yatırımlar elbette ki yetersizdi. Tarımsal hammadde ihracatçılığına dayanan döviz potansiyelimiz yetersizdi. Dış yardımlar ve borçlar ise mümkün olmuyordu..
  Türkiye'deki bütün akaryakıt tanklarının mal depolama kapasitesi ancak 100.000 tondan ibaretti. İstanbul, İzmir ve İskenderun'daki bu depolarda yapılan incelemeler şunu gösteriyordu ki ; bu depolar hiçbir zaman bu kapasiteyi tam kullanamazlar.. Nitekim savaş içinde ülkede, akaryakıt stoku, ihtiyaca göre, bazen bir haftalık, hatta daha az seviyeye kadar düşmüştü. Herhangi bir savaş durumunda, ordu da, akaryakıt bakımından halk kadar sıkıntı çekecek durumdaydı. Ordunun geniş tahkimat projeleri de, örneğin Çakmak Hattı tahkimatı, demir ve çimento bakımından sıkıntılı durumdaydı. Çünkü, ülkenin bütün çimento üretimi yılda en fazla 380.000 tondan ibaretti. Bu üretimi sağlayan "iki buçuk" çimento fabrikasının hepsi de İstanbul'da ve kolayca bombalanacak yerlerdeydi..
  Ülkede inşaat demiri yapacak Karabük tesisleri ise, henüz işe açılmamıştı. Ülkede bütün pamuklu üretimi, kişi başına yılda ancak 6 metre idi !.. (Örneğin Macaristan'da bu, 55 metre idi)  Şeker üretimi kişi başına 4 kilo idi. (Balkan ülkelerinde ortalama 14 kilo).. Köselelik deri dışarıdan geliyordu.. Petrol ve demir üretimi yoktu. ( Karabük'te birinci yüksek fırın 11 Eylül 1939'da açıldı).. Buğday ve yem bitkileri yetersizdi. Motorlu araçlar az ve çok çeşitliydi. Orduda birbirinden farklı sadece 28 kamyon vardı !.. Savaş sanayii bakımından, Türkiye'nin yeterli bir savunma potansiyeline hiçbir şekilde sahip olmadığı da açıkça bilinen bir şeydi.. 
  Her şey onu gösteriyordu ki, eğer Türkiye bir savaşa sürüklenmek zorunda kalırsa, çok ağır problemlerle karşılaşacaktı. Her ne pahasına olursa olsun bir savaşın dışında kalınmalıydı..
  Halk ve hele ordu ihtiyacındaki eksikliklerin müttefiklerce ikmali yolunda yapılan sonu gelmez girişimlerin verdiği sonuçlar ise, savaş içinde bütün ilgilileri düşündürüyordu.  Örneğin İzmir'e bir gemi buğday veya İskenderun'a bir akaryakıt tankerinin vardığı haberini alabilmek için haftalarca çekilen sinir gerginliklerinin haddi hesabı yoktu.. 
  Müttefiklerin aslında Türkiye'yi beslemek, donanımını takviye etmek gibi bir görevleri yoktu. Onlarla zaten ancak dünya savaşı başladıktan sonra müttefik olunmuştu. Ama onların da istediği gibi ve istedikleri anda savaşa girilecekse, bu ikmal şartlarının Türkiye lehine düzenlenmesi gerekiyordu..
  Kaldı ki böyle bir savaşa girildiğinde yeni sorunlarla da karşılaşılacaktı. Parmakla sayılacak kadar az olan sanayi merkezleri ilk anda tahrip edilebilirdi. Tek bir kömür havzası vardı ve bu havza, eski, hurda tesislerden kurtarılarak, tek bir elektrik santraline (Çatalağzı) bağlanmaya çalışılıyordu. Hepsi ancak 100.000 ton depolamak gücünde ve hiçbir zaman dolu olmayan üç akaryakıt tank merkezinin bir anda tahribi mümkündü. 
  Türk ordusunun silah ve cihazlanma durumu ve özellikleri, hatta savaşın başladığı günlerde de müttefikler için henüz malum değildi. Çünkü savaştan önce Fransa, İngiltere ve o ülkelerin sınai üretim ve ikmal şartları ile silah tiplerine uygun ilişkilere girilmemişti. Savaş başladıktan sonra ise, bir muharip ordunun, o güne kadar alıştığı malzeme ve silah, tip ve kaynaklarından başka türlü tip ve kaynaklarla beslenmesi ; bu ordunun yeniden silahlandırılması, elbette ki büyük problemdi. Kaldı ki bu donatım ve beslenme için de, yollar açık değildi...

    

  İşte bütün bu olasılıklar karşısında Türk Hükumeti ve İnönü için açık kalan tek yol, bütün zekasını ve olanakları kullanarak, işi duygusallık meselesine dökmeden, kendi kabuğu içinde vaziyet almaktan ve savaş dışında kalabilmenin çarelerini aramaktan ibaretti. Nitekim öyle de oldu.. 
  Gerçi TBMM'de de savaş için nutuklar verilmiştir. Bir aralık İnönü'ye Demokrat Parti iktidarı sırasında muhalifleri tarafından ve onun savaş dışında kalmak başarısını küçültmek için :
"- Milletin erkekliğini öldürdüler !.."
şeklinde taşlamalar yapıldı. Üçlü ittifakın görüşmeleri sırasında kendi Halk Partisi saflarından da, savaşı özleyen ateşli nutuklar çekilmişti. Örneğin Ankara'da 15-20 Kasım 1943'de gerçekleşen Tarih Kongresi günlerine ait şöyle bir olaydan bahsedilir. Kongrede bulunamayan İnönü, Çankaya Köşkünde bir kongre heyetini kabul ederek şöyle hitap ediyor :
"Arkadaşlar, görüyorsunuz, İngiltere, Alman bombalarının yağmuru altındadır. İngiliz milleti, vatanlarının menfaati namına buna tahammül ediyor. Orası gibi Almanya da İngiliz bombalarının yağmuru altındadır. Aynı şekilde Almanlar da vatanlarının menfaati namına buna tahammül ediyor. Gün pek yaklaşmıştır. Türk milleti de vatanının menfaati namına bu savaşa girmek üzeredir. Milli menfaatimiz bunu emrediyor. Milleti bu zarurete şimdiden hazırlamalısınız. Türkiye bu savaşa katılacaktır.."

  Bu beyanları nakleden ve dipyazıda işaretlenen, 11 Haziran 1954 tarihli D.P. neşriyatı, propaganda broşürüne göre, daha sonra konu Millet Meclisine de getirilmiş ve gizli oturumda çoğunluk, Türkiye'nin de savaşa girmesi tezini savunmuştur. Ancak buna Fuat Köprülü karşı çıkmış ve keza Mareşal Fevzi Çakmak da ayrıca, savaşa girmek çabalarının karşısında olmuştur.

    

  Özetle, gerçek öyle görünüyor ki, İnönü'nün şartları yakından bilmekten ve savaşın ne olduğunu yakından tanımaktan gelen mantığı onun hem kendini, hem etrafındakileri gözü kapalı maceralardan kurtarmıştır. Soğukkanlılık ve mantık, İnönü'de daima duygusallık ve heyecana üstün gelmiştir...    




( ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "İkinci Adam" adlı eserinin ikinci cildinden derlenmiştir.)
       
      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder