Tepede, Rus yazlık Sefareti
"Altı Büyükler"in İstanbul'un Beyoğlu bölgesindeki sefaret binaları, birbiriyle yarış eder gibi yapılmış görkemli binalardı. Her biri bir tepeye yerleşmişti. İngiltere'nin Tepebaşı'nda bir saray büyüklüğündeki binasının adı "Pera House" idi. Cumhuriyetle yönetilen Fransa'nın Nur-ı Ziya Sokağı'ndaki binasının ise, sadece kendisi saray gibi değildi, adı da saraydı : "Palais de France". Rus Sefareti binası bugünkü İstiklal Caddesi'nin Tünel'e yakın bölümünde, eski Rus mimarisini temsil ediyordu. Almanya bu yarışa en sonra, 1877'de katılmış, fakat Gümüşsuyu'ndaki geniş bir arazide en büyük ve yüksek binayı yaptırmıştı..
Sefaretlerin hepsinin deniz manzaraları muhteşemdi. Fakat bir de Boğaz'da Tarabya'da, çoğu sultan tarafından hediye edilmiş araziler üzerinde yazlıkları vardı. Yaz aylarını orada geçirirlerdi.
Avusturya-Macaristan'ın yazlığı ise Yeniköy'de idi..
Cumhuriyet'ten sonra sefaretlerin Ankara'ya geçmesi, bu yüzden uzun sürmüştür. Büyükelçiler bu rahatlarını bozmaya kolay razı olmamışlardır. İstanbul'da oturup yeni başkente arada sırada gitmek gibi bir yol izlemişler, Ankara'ya tamamen yerleşmek istememişlerdir. Sonunda buna mecbur olmuşlardır ama, uzun süre direnmişlerdir..
İngiltere Sefareti
"Altı Büyükler"in İstanbul'daki temsilcisi büyükelçiler birbirleriyle çok sıkı bir rekabet halindeydiler. Osmanlı Devleti'ne kim daha fazla talep kabul ettirecek, devletin yönetiminde kimin etkisi daha fazla olacak diye yoğun bir kulis faaliyeti içindeydiler.
Sonradan açıklanan diplomatik yazışmalar ve anılar da gösteriyor, bu kulis faaliyetine devletin içinden yardımcı olan Osmanlı vatandaşları da vardı. Zaten büyükelçilerin hükumet erkanını ziyaret etmelerinden çok, bazı sadrazamlar dahil, hükumet erkanının büyükelçileri ziyaret etmesi adet haline gelmişti..
Çünkü sadrazam olmaları veya kalmaları, bazı hallerde o büyükelçilerin tutumuna bağlıydı. Şu cümleler Sultan Abdülhamid' aittir :
" (Sadrazam değiştirmelerim) kurban vermeye mecbur olduğumu hissetmeme bağlıdır. Bazen İngiltere'yi yatıştırmak için Kamil'i (Sadrazam Kamil Paşa'yı) kullanmam icap ediyor, bazen de ihtiyar kurt Küçük Said'e (Sadrazam Said Paşa'ya) ihtiyaç oluyor.."
Bu ortam içinde Babıali'de sadrazam adayları arasında, büyükelçiliklere sadece ziyarete değil, gece yatısına gidene de rastlanmıştı !.. Sadrazamlığa birkaç defa atanan Said Paşa, bir ara padişahın kendisine kızdığı ve fena muamele edeceği kanısına vararak İngiliz Sefaretine sığınmıştı. Bu"eylem"ini anılarında anlatırken, amacının yurt dışına çıkmak olduğunu, bunun engellenmesini önlemek için bir sefarete sığınması gerektiğini yazar ; Fransa ve Rusya sefaretlerine de sığınmasının mümkün olduğunu, fakat İngiltere'yi tercih ettiğini belirtir..
Orada altı gün kalmış ve en yüksek protokol uygulamasıyla misafir edilmiştir. Altı günün sonunda da ancak, padişahın gönderdiği "Feraşet Vekili" nin gelip İngilizlerin önünde Padişah adına verdiği güvence üzerine, evine dönmeyi kabul etmiştir.
Bu, Said Paşa'nın anlatımıyla şöyle olmuştur :
"Feraşet Vekili (Padişahın halifelik görevlerini yürüten zat) koltuğunda Kur'an-ı Kerim olduğu halde İngiltere Elçiliğine gelmiş. Baştercüman aracılığıyla bana görüşmek için haber yolladı. Başta ben görüşmeyi kabul etmek istemedim. Fakat yanında Kur'an-ı Kerim bulunduğunu düşününce, buna hürmet olarak, kabule karar verdim.. Görüşmemiz sırasında Elçilik Başkatibi Mösyö Elliot ve yine elçilik görevlilerinden bazıları da yanımızda bulundular. Feraşet Vekili Esad Efendi şöyle konuştu : 'Efendim, Padişah Hazretleri abdest alarak Kıble tarafına yöneldi, Ben de emirleri üzerine abdest tazeleyerek, onunla birlikte Kıble'ye döndüm. Padişah Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'e el basarak, evinize döndüğünüz taktirde size hiçbir zarar vermeyeceğine, zarar getirilmeyeceğine, ezada bulunulmayacağına yemin etti. Bu Kur'an-ı Kerim ki, işte burada da öpüp onu tazim yerine koyuyorum (saygı gösteriyorum, ululuyorum) . Buna el basarak Halife'nin Kıble'ye karşı yemin etmiş olduğunu, Padişah Hazretleri adına size bildiririm. '
Esad Efendi'nin bu yeminini sefaret başkatibi, amiri olan İngiltere Elçisine bildirdi. O da arkadaşlarına ; yani Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa ve Rusya elçilerine yazılı olarak haber verdi.."
Said Paşa evine ancak bundan sonra döndü. Ve işin ilginç yanı şu ki, o vakitten sonra, dört defa daha sadrazamlığa getirildi !..
ÖZETLE : OSMANLI DEVLETİ'NİN O ZAMANLARDAKİ DEVLET BÜYÜKLERİNİN "BÜYÜKLÜK"LERİ, ÇOĞU HALDE, PADİŞAHLARDAN ÇOK BÜYÜKELÇİLERİN GÜCÜNE DAYANIYORDU !..
Alman Sefareti
Büyükelçilerin taleplerini öne sürerken ellerinde tuttukları en güçlü silah, Osmanlı Devleti'ne ve devlete resmen bağlı olan özerke yönetimlerine verdikleri borçlardı. 19. yüzyılın son çeyreğinde Fransa'nın Tunus'u, İngiltere'nin Mısır'ı ellerine geçirişinde bunun doğrudan doğruya rolü vardı. Doğu Anadolu'da ve Balkanlar'daki toprak kayıplarında da, dolaylı etkisi olmuştu.
Bunlara karşı Osmanlı Devleti, yani devletin mutlak hakimi Sultan Abdülhamid ne yapıyordu veya yapabiliyordu ?..
Şunu yapabiliyordu : Büyük devletlerin karşılıklı çıkarlarını birbiriyle dengeleyerek, imparatorluğunun çöküşünü olabildiğince ertelemeye çalışıyordu.
Abdülhamid'in dış politikasını başarılı bulanların gerekçesi, bu dengeleme ve erteleme gayretleridir. Fakat bu, hiç kimsede, bir gün gelip de o çöküşün duracağı umudunu uyandırmıyordu.
Siyasette sessizlik vardı 1876'da Meşrutiyet'in rafa kaldırılmasıyla baslayan baskı rejimi, giderek koyulaşmış, sansür ve jurnalcilik inanılmaz boyutlara varmıştı.
Geçim güçlüğü ülkenin her köşesini zorluyordu. Fakat bundan şikayetler basına yansımıyordu. Gazete ve dergiler, şikayetlerden söz etmek şöyle dursun, ülkenin Abdülhamid sayesinde çok iyi durumda olduğunu öne süren ısmarlama yayınlar yapmaya devam ediyordu.
Tabii bunları okuyanlar da çok azdı, okuyanlar arasında bunlara inananlar da. Ama düzen, böyle bir düzendi. Başkalarıyla birlikte kendi kendini de aldatarak "durumu idare etme" düzeni idi. Veya eski deyimle, "idare-i maslahat" dönemi..
Avrupa'nın altı büyük devleti arasındaki güçlenme yarışı, aralarındaki barışı bozmaksızın sürerken, Osmanlı Devleti böyle bir güçsüzleşme süreci içindeydi.
(ALTAN ÖYMEN'İN , "BİR DÖNEM BİR ÇOCUK" ADLI KİTABINDAN...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder