31 Ekim 2012 Çarşamba
Colouring Pages for Shapes / Şekillerle İlgili Boyama Sayfaları
Colour the circles yellow, colour the squares red, colour the stars blue, gibi cümleler kurarak bütün şekilleri tekrar edebileceğimiz güzel bir boyama çalışması
Üçgensel Sayılar
Bir üçgensel sayı 1'den ne kadar olan n doğal sayının toplamıdır. Bu sayılara üçgensel denmesinin sebebi bir üçgen şeklinde dizilebilecek eşit çaplı topların sayılarına karşılık gelmeleridir. ninci üçgensel sayının formülü
şöyledir:
Bu formülden de görüldüğü üzere ninci üçgensel sayı aynı zamanda n + 1 elemanlı bir kümeden seçilebilecek birbirinden farklı tüm eleman çiftlerinin de sayısını verir.
İlk on üçgensel sayı şunlardır: 1 ,3, 6 ,10 ,15, 21, 28, 36, 45 ,55.
Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss 1796'da her pozitif tam sayının en fazla üç üçgensel sayının toplamı olarak yazılabileceğini kanıtlamıştır.Alıntıdır..
30 Ekim 2012 Salı
Şekillerle İlgili Faaliyet Videoları
Learn Shapes and Build a Bus
Learn Shapes and Build a Car
Learn Shapes and Build a Rocket
Learn Shapes and Build A Rocket
Çocukların yaşlarına göre şekilleri kestirebilirsiniz, ya da kendiniz hazırlayıp onlardan yapıştırmalarını isteyebilirsiniz. Hem şekilleri, hem de taşıtları öğretmek için ideal etkinlikler.
Hatta örneğin "what colour is the circle" diye sorarak renkleri de tekrar edebilirsiniz.
289 ) TÜRKÇE EZAN NASIL KONDU, NASIL KALKTI ?..
Türkiye'nin camilerinde ezanın Arapça yerine Türkçe okunması, 1932 yılında başlamıştır. Bu, Atatürk'ün talimatıyla yapılan bir çalışmanın sonucudur.
Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar da aynı şeyi düşünmüş ve istemişlerdi. Bununla, ibadete çağrı niteliğindeki ezanın anlamının daha iyi algılanacağı görüşündeydiler. Ayrıca, Türk dilinin kullanma alanını genişletmenin, milliyetçiliğin de gereği olduğuna inanıyorlardı. Ziya Gökalp bu görüşü şiirle de ifade etmiştir :
"Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
Ey Türkoğlu, işte orasıdır senin vatanın.."
Atatürk'ün 1932'de yaptırttığı çalışma, önce, Türkçe ezanın din açısından caiz olduğu sonucunu verdi. Sonra bir komisyon kuruldu. Komisyon, ezanın Türkçe çevirisini yapacak ve bunu ahenk içinde seslendirecekti. Ezan, camilerde bu örneğe göre okunacaktı. Komisyonda Hafız Burhan, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin ünlü hafızları vardı. Önce ezanın birkaç çevirisi yapıldı. Hangisinin ahenginin daha uygun olduğuna bakıldı. Sonuçta ezanın Türkçe metni şöyle belirlendi :
"Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm :
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim , bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır.."
Bu metnin okunuşu ve söylenişi tekrar tekrar denendikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca kabul edildi. Başkanlık tüm camilere bir genelge yayınladı : "Ezan artık Arapça değil, Türkçe okunacak" talimatını verdi. Arapça okuyanların bunun cezasını göreceği bildirildi. Genelgenin tarihi 18 Temmuz 1932 idi..
O günden sonra Türkiye, Ziya Gökalp'in şiirindeki gibi, camilerinde Türkçe ezan okunan bir ülke haline geldi..
Buna yer yer tepkiler de ortaya çıktı. Atatürk devrimlerine zaten tümüyle karşı olan gruplar, bunu rejime karşı muhalefet etmenin gerekçelerinden biri haline getirdiler. Ülkede yer yer Arapça ezan okuma girişimleri kendini gösterdi. Bunu yapanlar ceza gördü..
Cezalar, mahkemelerde Ceza Kanunu'nun 526'ncı maddesine göre veriliyordu. Gerçi maddede "Arapça ezan okumak" diye bir suç yoktu. Somut olarak sayılan suçlar, maddenin 2'nci fıkrasındaydı. "Şapka Kanunu"na veya "Türk harflerinin kullanılmasına dair kanun"a muhalefet etme suçlarından ibaretti.
Maddeye göre, o suçların failleri üç aya kadar hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasına çarptırılıyorlardı. Fakat maddenin ilk fıkrasında bir "genel ifade" vardı. Arapça ezan okuyanlar, bu ifadeye göre cezalandırılıyorlardı.
"Yetkili makamlar tarafından adaletle ilgili işlemler dolayısıyla veya kamu düzeni veya genel sağlığın korunması düşüncesiyle KANUN VE NİZAMLARA AYKIRI OLMAYARAK VERİLEN BİR EMRE İTAAT ETMEYEN VEYA BU YOLDA ALINMIŞ BİR ÖNLEME UYMAYAN KİMSE (... ) bir aya kadar hapis veya 50 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılır.."
Bu hafif para cezasına rağmen, çoğunlukla gene de caydırıcı oluyordu. Çünkü karakola, jandarmaya götürülüp haklarında soruşturma açılmasını istemeyenler çoktu..
1941'e kadar 8-9 yıl böyle devam ettikten sonra, para cezasına çarptırılanlardan biri, ya da avukatı, "Bu ceza kanunsuzdur" gerekçesiyle Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay da durumu inceledikten sonra başvuruyu haklı bulup, mahkeme kararını bozdu !..
Yargıtay'ın bu bozma kararı ilginçti. Ayrıca tek parti dönemindeki adalet sisteminin ( en azından bazı konularda ) hükumetten ne kadar bağımsız olduğunu göstermesi açısından da ilginçti...
Ceza kararını veren mahkeme, Yargıtay'ın kararına uydu. Bunun duyulması üzerine diğer mahkemeler de Arapça ezan okuyanlara ceza vermemeye başladılar. Arapça ezan okuma fiilleri de giderek arttı.
1941 yılında bu duruma bir çare arayan hükumet, yaptığı kısmi bir Ceza Kanunu değişikliğinin içine, bu konuyu da aldı. 526'ncı madde içindeki somut suç tanımlarının arasına "Arapça ezan okuma"yı da koydu. 1941 Meclisi'nde bu madde aynen kabul edildi. Şimdi bu yasağın artık yasal bir dayanağı da olmuştu..
1950 yılındaki yasağı kaldırma girişiminin hedefine varması da ; TCK 526'ncı maddeye, 1941 yılındaki kanun değişikliğiyle eklenen "...VEYA ARAPÇA EZAN VE KAMET OKUYANLAR.." ibaresinin maddeden yeniden çıkarılmasıyla mümkün olacaktı..
Adnan Menderes hükumeti, bunun için kısacık bir kanun tasarısı hazırladı. Bunu en kısa zamanda Meclis'ten geçirmek istiyordu, çünkü ramazan yaklaşmıştı !..
Tasarıyı yaşlı-genç tüm bakanlar benimsemişti. Fakat bir de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın önceden onayının alınması gerekiyordu.
Celal Bayar, artık Demokrat Parti'nin resmen genel başkanı değildi, ama fiili liderliği devam ediyordu. Ayrıca, cumhurbaşkanı olarak, Bakanlar Kurulu'na her istediğinde başkanlık etme yetkisi vardı. Bayar, bu gibi konularda dikkatli davranıyordu. Bir kere, Atatürk'ün son başbakanıydı.. O'na bağlılığını her fırsatta belirtiyordu. O'nun koyduğu kuralları bozacak politikalar izlenmesini istemiyordu. İkincisi : DP'yi kurarken Cumhurbaşkanı İnönü ile aralarında sözlü bir anlaşma olmuştu ; CHP de DP de, "Atatürk İnkilapları"nın zedelenmemesine dikkat edeceklerdi..
Bu bakımdan, başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen Bakanlar Kurulu üyeleri biraz endişeliydiler. Bu girişimi, onun durdurabileceğini düşünüyorlardı.
Bayar, tasarının konuşulacağı gün Bakanlar Kurulu'na geldi. Başkanlık koltuğuna oturdu. Başbakanın konuyla ilgili sunuşunu dinledi..
Sonra ne yaptığı, "Cumhuriyet" başyazarı Nadir Nadi'nin "Perde Aralığından" adlı kitabında var. O toplantıda bulunan Sağlık ve Sosyal Bakanı Nihat Reşat Belger'in anlattıklarına dayanarak...
"Bayar'ın başkanlığında toplanan hükumet, Arapça ezan yasağının kaldırılmasını konuşmaktadır. Bu, DP iktidarının ilk icraatlarından biri olacaktır ve genç-yaşlı bütün Kabine üyeleri Menderes'i desteklemektedir. Yalnız, Bayar, dalgın ve düşüncelidir.. Bir aralık, ' Yahu arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu azap duymaz mı ? ' sorusunu ortaya atarak yüreğini burkan tereddüdü açığa vuruyor.
Bakanların duygularını yansıttığına güvenen Nihat Reşat oturduğu yerden söze karışıyor : 'Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim !..'
Ve derhal yatışan Bayar, toplantıya hakim olan neşeli havaya katılıyor.."
Nihat Reşat Belger, Ata ile..
Tasarı Bakanlar Kurulu'ndan böylece geçtikten sonra hemen Meclis'e sevk edildi. Önce DP grubunda alkışlar arasında onaylandı. Adalet Komisyonu'nda da hızla görüşülüp kabul edildikten sonra Meclis Genel Kurulu'nun 16 Haziran günkü gündemine girdi..
Her şey iki gün içinde olup bitmişti !..
Şimdi de CHP'yi bir sıkıntı sarmıştı !..
"Arapça ezan isteyenler dindardır, Türkçe ezanda direnenler dinsizdir" kampanyası karşısında parti şaşkın durumdaydı. Zaten "dinsizlik" suçlamasından da, "komünistlik" suçlamasından da, iktidardayken bile çok çekmişti CHP ve CHP'liler... Bu suçlamaların verdiği kompleksler altında, dindarlıklarını ve komünizm karşıtı olduklarını kanıtlama gayreti içine düşmüşlerdi..
Bunun ilk sonucu, Köy Enstitüleri gibi büyük bir atılımın, hem de kendi eserleri olmasına rağmen, ödün olarak verilmesiydi. Komünist olmadıklarını böylece kanıtladıkları (!) halde, sonuç bekledikleri gibi olmamış ve seçimi yine de kaybetmişlerdi.. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrası, "üzerimizdeki dinsizlik damgasını silemedik. Seçimi de o yüzden kaybettik.." görüşü CHP içinde baskındı..
O günlerin CHP Grup Başkanvekili olan Faik Barutçu şöyle anlatıyor :
"İnönü'nün telkinleri para etmemişti. Neredeyse, çoğunluk, Türkçe ezan okumanın hata olduğunu itirafa kadar gidecek, Demokratların teklifini büyük bir istekle kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve bilinç meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini, bu yüzden Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.."
Ama partinin artık bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu
17 Haziran 1950 günkü gazetelerin manşetleri artık şu şekildeydi :
( Altan Öymen'in "Değişim Yılları" kitabından alıntılar yapılmıştır.. )
Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar da aynı şeyi düşünmüş ve istemişlerdi. Bununla, ibadete çağrı niteliğindeki ezanın anlamının daha iyi algılanacağı görüşündeydiler. Ayrıca, Türk dilinin kullanma alanını genişletmenin, milliyetçiliğin de gereği olduğuna inanıyorlardı. Ziya Gökalp bu görüşü şiirle de ifade etmiştir :
"Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
Ey Türkoğlu, işte orasıdır senin vatanın.."
Atatürk'ün 1932'de yaptırttığı çalışma, önce, Türkçe ezanın din açısından caiz olduğu sonucunu verdi. Sonra bir komisyon kuruldu. Komisyon, ezanın Türkçe çevirisini yapacak ve bunu ahenk içinde seslendirecekti. Ezan, camilerde bu örneğe göre okunacaktı. Komisyonda Hafız Burhan, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin ünlü hafızları vardı. Önce ezanın birkaç çevirisi yapıldı. Hangisinin ahenginin daha uygun olduğuna bakıldı. Sonuçta ezanın Türkçe metni şöyle belirlendi :
"Tanrı uludur,
Şüphesiz bilirim, bildiririm :
Tanrı'dan başka yoktur tapacak,
Şüphesiz bilirim , bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır.."
Bu metnin okunuşu ve söylenişi tekrar tekrar denendikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca kabul edildi. Başkanlık tüm camilere bir genelge yayınladı : "Ezan artık Arapça değil, Türkçe okunacak" talimatını verdi. Arapça okuyanların bunun cezasını göreceği bildirildi. Genelgenin tarihi 18 Temmuz 1932 idi..
O günden sonra Türkiye, Ziya Gökalp'in şiirindeki gibi, camilerinde Türkçe ezan okunan bir ülke haline geldi..
Buna yer yer tepkiler de ortaya çıktı. Atatürk devrimlerine zaten tümüyle karşı olan gruplar, bunu rejime karşı muhalefet etmenin gerekçelerinden biri haline getirdiler. Ülkede yer yer Arapça ezan okuma girişimleri kendini gösterdi. Bunu yapanlar ceza gördü..
Cezalar, mahkemelerde Ceza Kanunu'nun 526'ncı maddesine göre veriliyordu. Gerçi maddede "Arapça ezan okumak" diye bir suç yoktu. Somut olarak sayılan suçlar, maddenin 2'nci fıkrasındaydı. "Şapka Kanunu"na veya "Türk harflerinin kullanılmasına dair kanun"a muhalefet etme suçlarından ibaretti.
Maddeye göre, o suçların failleri üç aya kadar hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasına çarptırılıyorlardı. Fakat maddenin ilk fıkrasında bir "genel ifade" vardı. Arapça ezan okuyanlar, bu ifadeye göre cezalandırılıyorlardı.
"Yetkili makamlar tarafından adaletle ilgili işlemler dolayısıyla veya kamu düzeni veya genel sağlığın korunması düşüncesiyle KANUN VE NİZAMLARA AYKIRI OLMAYARAK VERİLEN BİR EMRE İTAAT ETMEYEN VEYA BU YOLDA ALINMIŞ BİR ÖNLEME UYMAYAN KİMSE (... ) bir aya kadar hapis veya 50 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılır.."
Bu hafif para cezasına rağmen, çoğunlukla gene de caydırıcı oluyordu. Çünkü karakola, jandarmaya götürülüp haklarında soruşturma açılmasını istemeyenler çoktu..
1941'e kadar 8-9 yıl böyle devam ettikten sonra, para cezasına çarptırılanlardan biri, ya da avukatı, "Bu ceza kanunsuzdur" gerekçesiyle Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay da durumu inceledikten sonra başvuruyu haklı bulup, mahkeme kararını bozdu !..
Yargıtay'ın bu bozma kararı ilginçti. Ayrıca tek parti dönemindeki adalet sisteminin ( en azından bazı konularda ) hükumetten ne kadar bağımsız olduğunu göstermesi açısından da ilginçti...
Ceza kararını veren mahkeme, Yargıtay'ın kararına uydu. Bunun duyulması üzerine diğer mahkemeler de Arapça ezan okuyanlara ceza vermemeye başladılar. Arapça ezan okuma fiilleri de giderek arttı.
1941 yılında bu duruma bir çare arayan hükumet, yaptığı kısmi bir Ceza Kanunu değişikliğinin içine, bu konuyu da aldı. 526'ncı madde içindeki somut suç tanımlarının arasına "Arapça ezan okuma"yı da koydu. 1941 Meclisi'nde bu madde aynen kabul edildi. Şimdi bu yasağın artık yasal bir dayanağı da olmuştu..
1950 yılındaki yasağı kaldırma girişiminin hedefine varması da ; TCK 526'ncı maddeye, 1941 yılındaki kanun değişikliğiyle eklenen "...VEYA ARAPÇA EZAN VE KAMET OKUYANLAR.." ibaresinin maddeden yeniden çıkarılmasıyla mümkün olacaktı..
Adnan Menderes hükumeti, bunun için kısacık bir kanun tasarısı hazırladı. Bunu en kısa zamanda Meclis'ten geçirmek istiyordu, çünkü ramazan yaklaşmıştı !..
Tasarıyı yaşlı-genç tüm bakanlar benimsemişti. Fakat bir de Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın önceden onayının alınması gerekiyordu.
Celal Bayar, artık Demokrat Parti'nin resmen genel başkanı değildi, ama fiili liderliği devam ediyordu. Ayrıca, cumhurbaşkanı olarak, Bakanlar Kurulu'na her istediğinde başkanlık etme yetkisi vardı. Bayar, bu gibi konularda dikkatli davranıyordu. Bir kere, Atatürk'ün son başbakanıydı.. O'na bağlılığını her fırsatta belirtiyordu. O'nun koyduğu kuralları bozacak politikalar izlenmesini istemiyordu. İkincisi : DP'yi kurarken Cumhurbaşkanı İnönü ile aralarında sözlü bir anlaşma olmuştu ; CHP de DP de, "Atatürk İnkilapları"nın zedelenmemesine dikkat edeceklerdi..
Bu bakımdan, başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, tasarının bir an önce yasalaşmasını isteyen Bakanlar Kurulu üyeleri biraz endişeliydiler. Bu girişimi, onun durdurabileceğini düşünüyorlardı.
Bayar, tasarının konuşulacağı gün Bakanlar Kurulu'na geldi. Başkanlık koltuğuna oturdu. Başbakanın konuyla ilgili sunuşunu dinledi..
Sonra ne yaptığı, "Cumhuriyet" başyazarı Nadir Nadi'nin "Perde Aralığından" adlı kitabında var. O toplantıda bulunan Sağlık ve Sosyal Bakanı Nihat Reşat Belger'in anlattıklarına dayanarak...
"Bayar'ın başkanlığında toplanan hükumet, Arapça ezan yasağının kaldırılmasını konuşmaktadır. Bu, DP iktidarının ilk icraatlarından biri olacaktır ve genç-yaşlı bütün Kabine üyeleri Menderes'i desteklemektedir. Yalnız, Bayar, dalgın ve düşüncelidir.. Bir aralık, ' Yahu arkadaşlar, kararımızla Atatürk'ün ruhu azap duymaz mı ? ' sorusunu ortaya atarak yüreğini burkan tereddüdü açığa vuruyor.
Bakanların duygularını yansıttığına güvenen Nihat Reşat oturduğu yerden söze karışıyor : 'Büyük zaferimiz üzerine Atatürk'ün ruhu o kadarcık kusuru bize bağışlar efendim !..'
Ve derhal yatışan Bayar, toplantıya hakim olan neşeli havaya katılıyor.."
Nihat Reşat Belger, Ata ile..
Tasarı Bakanlar Kurulu'ndan böylece geçtikten sonra hemen Meclis'e sevk edildi. Önce DP grubunda alkışlar arasında onaylandı. Adalet Komisyonu'nda da hızla görüşülüp kabul edildikten sonra Meclis Genel Kurulu'nun 16 Haziran günkü gündemine girdi..
Her şey iki gün içinde olup bitmişti !..
Şimdi de CHP'yi bir sıkıntı sarmıştı !..
"Arapça ezan isteyenler dindardır, Türkçe ezanda direnenler dinsizdir" kampanyası karşısında parti şaşkın durumdaydı. Zaten "dinsizlik" suçlamasından da, "komünistlik" suçlamasından da, iktidardayken bile çok çekmişti CHP ve CHP'liler... Bu suçlamaların verdiği kompleksler altında, dindarlıklarını ve komünizm karşıtı olduklarını kanıtlama gayreti içine düşmüşlerdi..
Bunun ilk sonucu, Köy Enstitüleri gibi büyük bir atılımın, hem de kendi eserleri olmasına rağmen, ödün olarak verilmesiydi. Komünist olmadıklarını böylece kanıtladıkları (!) halde, sonuç bekledikleri gibi olmamış ve seçimi yine de kaybetmişlerdi.. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrası, "üzerimizdeki dinsizlik damgasını silemedik. Seçimi de o yüzden kaybettik.." görüşü CHP içinde baskındı..
O günlerin CHP Grup Başkanvekili olan Faik Barutçu şöyle anlatıyor :
"İnönü'nün telkinleri para etmemişti. Neredeyse, çoğunluk, Türkçe ezan okumanın hata olduğunu itirafa kadar gidecek, Demokratların teklifini büyük bir istekle kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve bilinç meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini, bu yüzden Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.."
Ama partinin artık bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu
17 Haziran 1950 günkü gazetelerin manşetleri artık şu şekildeydi :
( Altan Öymen'in "Değişim Yılları" kitabından alıntılar yapılmıştır.. )
29 Ekim 2012 Pazartesi
Dünya'nın ilk fotoğrafı
Dünya'nın ilk fotoğrafı |
Dünya'nın ilk fotoğrafı Nazi roketiyle çekildi!
Uzaydaki keşifler, İkinci Dünya Savaşı’nda geliştirilen teknolojilerin katkısı
olmasaydı belki de bugün olduğu seviyeye ulaşmayacaktı. Savaşın ardından tüm dünya Amerikaile Sovyetler arasındaki yarışa kilitlenmiş olsa da, insanlık tarihinde bir ilki Nazi roketleri başardı. Dünya’nın Uzay’dan çekilen ilk fotoğrafı bunun en büyük örneklerinden biri. Sovyetlerin 1957’de uzaya fırlattıkları Sputnik-1, bugün uzay keşfini başlatan ilk insan yapımı uzay aracı olarak kabul ediliyor.Ancak Amerikalılar, İkinci Düna Savaşı’nın sona ermesinden bir
yıl sonra uzaya bir roket yollamış ve Dünya’nın atmosfer dışından ilk fotoğraflarını çekmişti. Gizmodo sitesinin yayımladığı fotoğrafın arkasındaki başarının pek bilinmiyor olmasının belki de en büyük nedeni, uzaya yollanan roketin Nazi yapımı
V-2 roketi olmasıydı. V-2, Nazi’ler için savaşın son yıllarında kötü gidişatı değiştirebilecek bir silah olarak geliştirilmiş ve İngiltere’nin üzerine yüzlercesi fırlatılmıştı. ABD, savaş sonrasında Nazi Almanya’sının önde gelen roket mühendisleri de olmak üzere, birçok teknolojiye sahip oldu. V-2, 24 Ekim 1946’da NewMexico eyaletindeki White SandFüze Test Alanı’ndan ateşlendi ve Uzay’dan Dünya’nın ilk fotoğraflarını çekti.V-2 uzaya çıktığında, Sputnik’in atmosferin dışına gönderilmesine11, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) kurulmasına ise henüz 12 yıl vardı. ABD veSovyetlerin henüz uzay keşfini akıllarına pek getirmedikleri günlerde, Alman mühendis Freiherr von Braun, uzaya çıkacak roketleri tasarlamıştı bile.
V-2 roketi olmasıydı. V-2, Nazi’ler için savaşın son yıllarında kötü gidişatı değiştirebilecek bir silah olarak geliştirilmiş ve İngiltere’nin üzerine yüzlercesi fırlatılmıştı. ABD, savaş sonrasında Nazi Almanya’sının önde gelen roket mühendisleri de olmak üzere, birçok teknolojiye sahip oldu. V-2, 24 Ekim 1946’da NewMexico eyaletindeki White SandFüze Test Alanı’ndan ateşlendi ve Uzay’dan Dünya’nın ilk fotoğraflarını çekti.V-2 uzaya çıktığında, Sputnik’in atmosferin dışına gönderilmesine11, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) kurulmasına ise henüz 12 yıl vardı. ABD veSovyetlerin henüz uzay keşfini akıllarına pek getirmedikleri günlerde, Alman mühendis Freiherr von Braun, uzaya çıkacak roketleri tasarlamıştı bile.
BİR MÜHENDİSİN FOTOĞRAF MERAKI
ABD, Von Braun’un önderliğinde uzay keşfi alanında büyük atılımlar yaptı. Nazi’ler tarafından inşa Edilen ve fırlatılmaya fırsat
ele geçirilen V-2’ler, Amerika’ya taşındı. Von Braun ve Amerikalı meslektaşları, V-2’ler üzerinde çalışmaya devam etti. Yeni roketler tasarlandı, ele geçirilen
V-2’ler deneme amaçlı olarak ateşlendi.Von Braun ile çalışan Amerikalı mühendislerden Clyde Holliday, her 1.5 saniyede bir fotoğraf çeken 35 mm’lik bir kamera geliştirdi. Clyde dışındaki mühendisler ise fotoğraflar ilgilenmiyor amaroketlerin aerodinamik performansına odaklanıyordu. Ancak Holliday Dünya’nın atmosfer dışından görüntülenmesinin ileridebirçok alanda faydalı olacağınainanıyordu. Holliday düşüncesinde son derece haklıydı. Gizmodo’nun yorumuyla, onun bu görüşü sadece Dünya’yı çok daha hızlı ve iyi anlamamıza yardımcı olmakla kalmadı, aynı zamanda ne kadar küçük olduğumuzu da gösterdi. Dünya’nın Uzay’dan çekilen ilk fotoğrafları, ilk olarak 1950
yılında National Geographic’te yayımlandı.Holliday, dergiye, “Dünya başka gezegenlerden gelecek ziyaretçilere böyle görünecek”yorumunu yaptı. Balistik füzelerin babası kabul edilen V-2, 800 kg etil alkol + suve 5000 kg sıvı oksijeni yakıt olarak kullanıyordu. 14 metrelik devasa füze, 5700 km hızla 320 km menzile ulaşabiliyordu. 980 kgamonyum nitrattan üretilen
amatol patlayıcısı ile dolu savaş başlığı taşıyan V–2, Normandiya çıkarması
ile fırlatma tesislerinin boşaltılmasına kadar İngiltere’ye üç binden fazla fırlatıldı.
Albert Einstein’in Atatürk’e Yazdığı Mektup
Albert Einstein |
Ekselansları Atatürk
OSEBirliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Dünya Türkiye ’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler , Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe , bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler , yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.
Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi , birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları , hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek maksadıyla , hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıcagetireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum kazanç
Ekselanslarının sadıkolmaktan şeref duyan hizmetkarı
Prof. Albert Einstein
Albert Einstein 'e Ait Özlü Sözler
Albert Einstein |
''Bir peşin hükmü yok etmek, bir atomu parçalamaktan daha zordur.."
"Bir hatayı iki defa tekrarlamayan, en
"Duyabileceğiniz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakiki ilim bundan çıkar. Gönülden gelen manevi heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu
"Hayal kurma bilgiden daha önemlidir."
"Gerçek yalnızca bir illüzyondur. Ama bitmek bilmeyen bir illüzyon."
"İlimsiz din topal, dinsiz ilim kördür."
" Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını çözmüş olurduk. "
"İnsanoğlunun değeri benliğinden elde ettiği özgürlüğün derecesinde saklıdır!."
"Gençliğimizde düşüncelerimizi oluşturan tüm konular sevgiyle ilgilidir, sonraları ise tüm sevgimiz düşüncemiz olur.
"Evrenin en anlaşılmaz özelliği anlaşılabillir olmasıdır."
Shapes Song /Şekillerle İlgili Şarkılar
Şekillerle ilgili birkaç video paylaşıyorum
Bir diğer video ise şekilleri pekiştirmek için ideal
Biraz daha somutlaştırmak istersek
Kasırga isimleri nereden geliyor?
kasırga isimleri |
Pasifik ve Atlas Okyanusu'nda her yıl onlarca kasırga görülüyor. Büyüklü küçüklü tüm kasırgalar istatistiklerinin daha kolay tutulabilmesi için tek tek isimlendiriliyor. Peki bazıları çok şiddetli olan ve yüzlerce milyon dolar zarara yol açan bu kasırgaların isimleri nereden geliyor?
Kasırgalara isim vermek çok eski yıllara dayanmıyor.
İlk olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru Avustralyalı bir meteorolog, kasırgalara kadın isimleri vermeye başladı. Bu fikri benimseyen Amerika Ulusal Kasırga Merkezi, 1953 yılından itibaren uygulamayı resmen yürürlüğe koydu. 1979 yılından sonra da kadın isimlerinin yanına erkek isimlerinin eklenmesine karar verildi.
İlk olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru Avustralyalı bir meteorolog, kasırgalara kadın isimleri vermeye başladı. Bu fikri benimseyen Amerika Ulusal Kasırga Merkezi, 1953 yılından itibaren uygulamayı resmen yürürlüğe koydu. 1979 yılından sonra da kadın isimlerinin yanına erkek isimlerinin eklenmesine karar verildi.
Merkez her yıl isim tabloları oluşturuyor. 21 isimden ve 6 listeden oluşan tablo, A harfinden başlayarak Z harfine kadar gidiyor ve bu liste 6 yılda bir tekrar ediyor. Ancak herhangi bir kasırga çok sayıda can ve mal kaybına sebep olmuşsa, "efsane" yapılıyor ve ona verilim isim listeden çıkarılıp yerine yeni bir isim ekleniyor. Örneğin, 2005 yılında özellikle New Orleans eyaletinde çok ciddi zarara sebep olan Katrina listeden çıkarılan isimlerden bir tanesi. 1953 yılından itibaren ise yaklaşık 40 isim emekliye ayrılmış durumda.
Tüm kasırgalar ismini sıraya göre alıyor. Yani sırası gelen isim, bir sonraki kasırgaya adını veriyor. ABD'yi bugün vurması beklenen Sandy, 2012 yılı listesinin 18. sırasında yer alıyor. Bundan sonraki kasırgalar ise sırasıyla Tony, Valerie ve William adlarını alacak.
Bununla birlikte günümüzde birçok kişi hala kasırga isimlerinin sadece kadın isimlerinden oluştuğunu sanıyor. Sebebi ise şiddetli kasırgaların çoğunlukla kadın isimlerini almış olması. Aslında merkez 1979 yılından beri listelerinde eşit sayıda kadın ve erkek ismi kullanıyor. Yani en şiddetli kasırgaların kadınların isimlerini almış olması sadece bir tesadüf.
28 Ekim 2012 Pazar
Shapes/ Şekiller
Şekillerle ilgili güzel bir etkinlik.
Özellikle anasınıfında çocukların kendi başlarına yapabilecek olmaları da en güzel yönü:)
What is in my school bag/ Okul Çantamda Neler Var?- Kes Yapıştır Etkinliği
Merhabalar
İlk etkinliğimiz okul çantamızda neler olduğunu öğretmeyi hedefleyen basit bir etkinlik.
Ben üç sınıf için birer tane hazırlayıp grup etkinliği yapmayı tercih ettim, çünkü benim çalıştığım çocuklar makasla düzgün kesim yapabilmek için çok küçükler. Hepsini benim hazırlamam durumunda da üç sınıftaki her öğrenciye ayrı ayrı hazırlamak inanılmaz vakit istiyor. O yüzden ben önce çocuklara bu nesnelerin olduğu boyama sayfalarını dağıtıp, isimlerini öğrettim, sonra da pekiştirmek amaçlı böyle bir faaliyet hazırladım.
Her öğrenci için ayrı ayrı yapmak isterseniz A4 kağıda bir adet okul çantası çizip, onun fotokopisini çektirip nesneleri o şekilde de yapıştarabilirsiniz, ama sınıfa asmak isterseniz önce kartona bir adet okul çantası çizeceksiniz, sonra da nesneleri keseceksiniz. Yapıştırma işini sınıfta çocuklarla yapın ki nesneleri iyice öğrensinler. Örneğin benim öğrencilerim ben scissorsu yapıştırmıştım, ben paperı diyorlar:)
Öğrenilen kelimeler: school bag, crayon, pencil, scissors, glue, book, paper
Öğrencilerin yaşı, kırtasiye malzemelerine aşinalıkları göz önünde bulundurularak bu malzemeler çoğaltılabilir tabi ki.
Okul öncesi dönemde isimlerini yazmaya gerek görmüyorum, eğer okul çağındaki sınıflarda uygularsanız isimlerini muhakkak yazmalısınız, hatta çocuklara böyle bir ödev verseniz daha güzel olur:)
Bunlar da nette bulduğum birkaç çanta kalıbı.
Bunlar da nette bulduğum birkaç çanta kalıbı.
27 Ekim 2012 Cumartesi
Merhabalar
Okul Öncesi İngilizce Öğrenimi, Faaliyetler bloguna hoşgeldiniz!
Bu blogda neler mi olacak?
Okul öncesi İngilizce ile ilgili her şey!
Nette okul öncesi ile ilgili çok fazla kaynak var, fakat İngilizce öğretimi bambaşka bir alan. Örneğin benim çalıştığım kreşte vaktim kısıtlı olduğu için çoğu faaliyet İngilizce öğretimine uygun olmuyor.
Aradığımı bulamayınca çoğu zaman iş başa düştü deyip, kendim fikir üretmeye çalışıyorum, ya da nette gördüklerimden esinlenip bir şeyler geliştiriyorum.
Bu blogda da tüm bunları kaydetmek, ve sizlere fikir vermek için var.
Bir sonraki buluşmaya kadar sevgiyle kalın...
288 ) CUMHURİYET'E DOĞRU İLK KIRGINLIKLAR, İLK AYRILIKLAR !..
Kurtuluş Savaşı sonrası huzursuzluk ortamı tam olarak ortadan kalkmamıştı. Örneğin Lozan'da, antlaşmanın imza aşamasında, Başbakan Rauf Bey, İsmet Paşa hükumetten imza yetkisi istediğinde bunu geciktirip duruyordu.. İsmet Paşa da uzayıp duran konferans görüşmeleri, diğer devlet delegelerinin sıkıştırıp durmaları nedeniyle bunalıma girmişti. Bu yüzden de Başbakanlığa sert çıkışları oldu. 26 haziran tarihli bir mektubunda ;
"Bütün hareket hattının, tüm ayrıntılarıyla Ankara'dan idaresi arzu ve eğilimi ; görüşmelerin en yararlı bir şekilde idaresi ve hayırlı bir barışa varmak yetkisini buradaki delege heyetinin elinden almaktadır. Hükumetçe tercih edilen bu şekil, 93 seferinin (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) saraydan yönetimi gibidir. Bize karşı güvensizlik ve yetersizliğimiz hakkında devamlı açığa vurulan kanaat devam ettikçe, bizim aracılığımızla barış akdi ihtimal dışındadır.."
Bu telgraftan haberi olduğunda Gazi, İsmet Paşa'ya bizzat şunları yazar :
"Telgrafınızı okudum. Çok asabi yazılmıştır. Bunu gerektirecek hiçbir duygu, düşünce ve davranış yoktur. Sizi haksız buldum. İçinde bulunduğunuz zorluk ve çileler takdir edilmektedir. Bunlar, bundan sonra belki daha da artacaktır. Faaliyet sahanız sınırlı değildir. Sabırla ve soğukkanlılıkla işlerinizi iyi bir sonuca vardırmak için gayret ediniz.."
Gazi bu telgrafında, "Aradaki kırgınlıklara Ankara değil, Lozan'da her gün hile çıkaranlar etkendir" cümlesini de eklemiştir. Delege heyetinin çevresindeki bazı kişileri kastetmektedir. Bunlara, delegelerden Rıza Nur Bey'den, gazeteci Hüseyin Cahit Bey'e kadar çeşitli insanların girdiği daima söylene gelmiş, nitekim Hüseyin Cahit daha sonra oradan uzaklaştırılmıştır..
Fakat bunlara rağmen işler sürüncemede kalmaya devam eder. İnönü 18 temmuzda bizzat Gazi'ye müracaat etmek zorunda kalır. Yazısı sert olmaktan çok, şikayetçi ve kırgındır :
"Eğer Hükumet, kabul ettiğimiz şeyin kesinlikle reddedilmesi düşüncesindeyse, bunu bizim yapmamıza imkan yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul'daki yabancı yüksek makamlara tebligat yapılıp, imza yetkisini bizden almaktır. Bu durum belki bizim açımızdan dünyada bir skandal olur fakat vatanın yüksek çıkarları, kişisel düşüncelerin üstünde olduğundan, Milli Hükumet kanaatini uygular. Hükumetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır.."
Hükumet ise hala kararsızdır. Rauf Bey ve arkadaşları, imza emrini vererek bu antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınmaktadırlar. Ya da ileride bu antlaşmaya yüklenecek olanlara karşı kendilerini korumak gibi, zayıf bir ruh hali içine düşmüşlerdir. Ne Gazi'ye, ne İsmet Paşa'ya karşı kesin bir cephe alarak, İsmet Paşa'nın Lozan'da varabildiği sonuçları açıkça reddetmek cesaretini de gösterememişlerdir. Bunun daha iyisini yapabilecekleri yolunda da kesin bir açıklama veya girişimleri olduğuna dair belge yoktur. Hatta Hükumetin daha önce, Karaağaç'ın dahi Yunanlılara bırakılmasına karar verdiği de bilinmektedir !..
Kaldı ki Hükumet kendini, gereği kadar kararlı veya karar mevkinde görmüyorsa çekilebilirdi. Bu gerçi içeride ve dışarıda zararlı yankılar yapardı. Ama bunu da yapamadığına göre Başbakanın artık kesin bir davranış göstererek Lozan'da ve imza yetkisi için sıkıntılı bir bekleyiş içinde kıvranan İsmet Paşa'ya, kesin ve açık bir tebliğde bulunması gerekirdi... Bunların hiçbiri yapılmadı...
Gazi ve İsmet Paşa arasında çekilen birkaç karşılıklı telgraftan sonra, Gazi'den 19 temmuz 1923'de gelen tebliğ şöyledir :
"..18 temmuz tarihli telgrafını aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim.."
Resmi bir emir ve tebliğden çok, dostça bir hava taşıyan bu telgraf, sekiz ay süren çetin, çekişmeli, hatta tehlikeli bir işin, hem şerefli, hem korkulu mücadelesini sona erdirdi. Yeni Türkiye, imzadan sonra Uluslararası Hukuk Şekilleri de tamamlanarak, çağdaş dünya devletleri arasındaki yerini böylece almış oldu..
Rauf Bey, hayatının sonuna doğru aktardığı bazı anılarında, o günlerden bahsederken, İsmet Paşa'nın Lozan'da elde ettiği sonuçları takdir ettiğini, savunduğunu, hatta daha iyileri yapılamaz şeklinde beyanlar verdiğini söyler. Hatta bu sırada Meclis'in gizli toplantılarındaki tutanaklardan da nakillerde bulunur.. Ama bu beyanlarda garip bir tutukluk, sıkıntı havası vardır. Sanki bütün bunları istemeyerek söylüyormuş gibi bir hal göze çarpar.
İsmet Paşa'yı Lozan dönüşü karşılamaya gitmemesi ve başbakanlıktan istifa edeceği şeklindeki davranışlarına gelince ; bunlar ancak olumsuz bir iç tepkinin, olgun bir devlet adamının kendini kaptırmaması gereken insani bazı zaafların açığa vuruşu olsa gerektir..
9 Eylül 1923'de Cumhuriyet Halk Fırkası kuruldu.. 11 Eylül'de Gazi, Fırka Genel Başkanı seçildi...
13 Ekim'de, başta İsmet Paşa olmak üzere, diğer on dört arkadaşının imzaladıkları bir önerge Meclis Başkanlığına verildi, Ankara'nın başkent olması istendi. Bu, Mustafa Kemal'in çok önceden tasarladığı bir şeydi zaten..
Başbakan Fethi Bey ve bazı arkadaşları da, hükumetin alması gereken böyle bir kararı, İsmet Paşa ile arkadaşlarının bir kanun teklifi şeklinde Meclis'e götürmelerinden şikayetçi görünüyorlardı. Meclis'in içinde ise, bütün milletvekillerinin tek bir parti grubu oluşturmalarına rağmen, hemen bir takım hizipler belirmişti.. Bu hizipler, eski Başbakan Rauf Bey'i, Ali Fuat Paşa'dan boşalan Meclis İkinci Başkanlığına seçmek hazırlığındaydı. Meclis'in büyük çoğunluğu ise, İsmet Paşa'ya karşı alerji içindeydi !..
27 Ekim'de Hükumet istifa etmek zorunda kaldı. Kriz başlamıştı !..
Bu krizin başlangıcını daha eski günlere götürmek mümkündür.. Örneğin , İstanbul'un işgalden kurtuluşunu kutlamak üzere İstanbul'a giden on dört kişilik heyeti, Haydarpaşa İstasyonunda kimse karşılamaz !.. Nedeni bir türlü iyi açıklanamayan bu olay, Meclis'te büyük kaynaşmalara neden olur..
Ali Fuat Paşa'nın "Siyasi Hatıralar, Kısım II"de belirttiği bir bölüm de ilginçtir. Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanlığından ayrılıp İstanbul'a giderken Gazi'nin, kendisine, Rauf Bey'e verilmek üzere bir mesaj ilettiğini yazar. Gazi, bu mesajda, Rauf Bey'den, Meclis İkinci Başkanlığını kabul etmesini istemektedir..
Rauf Bey, kendisini istifaya zorlayan "nedenler" ortadan kalmadığı için bu teklifi kabul edemeyeceğini söyler. Bu "nedenler" pek de belli değildir. Çünkü Rauf Bey aynı gün Ali Fuat Paşa'ya şunları söylemiştir :
"Gazi Lozan'ın ikinci safhasında, eski ve çok samimi arkadaşım İsmet Paşa ile devam eden yazışmalarda çıkan anlaşmazlıkların, beni istifaya zorladığını sanarak, İsmet Paşa'yı Hariciye Vekilliğinden, dolayısıyla İcra Vekilleri Heyetinden uzaklaştıracağını söyledi. Ben, bilakis, İsmet Paşa'nın her şekilde, bu görevinde kalmasını söyledim.."
Ama her şey göstermektedir ki ; bu olayların, çatışmaların ve kırgınlıkların altında da, yalnızca ve kuvvetli bir İsmet Paşa alerjisi yatar..
İsmet Paşa'nın, "Mücadele bana karşıydı. Zaman zaman kırgınlık, kıskançlık.. Benim durumumu arkadaşlar güçlükle hazmediyorlardı.." sözlerinde, bir gerçek de yok değildir..
Özetle kriz, halledilecek gibi görünmüyordu. Gazi'ye göre, "Hırslı bir hizip, Meclis'i işgale çalışıyordu.."
Bunun üzerine Çankaya bazı önlemler düşündü ve bunları uyguladı..
Kurtuluş Savaşı sırasında Batı Cephesi Kurmay Başyaveri olup, çeşitli görevlerden sonra milletvekili ve İçişleri Bakanlığı da yapmış olan Şükrü Sökmensüer'de anı olarak kalan bir küçük cep defterini her defasında aynı heyecanla okuyan Şevket Süreyya Aydemir şunları yazmaktadır :
"Bu defter, dar, uzunca, kağıt kaplı, en basitinden, incecik bir defterdi. Zaten beş on yapraktan ibaret olan defterin ancak birkaç sayfası kullanılmıştı. Yazılar kurşun kalemle yazılmıştı. Bunlar sanki, yatağında uyku tutmayan bir insanın, gecenin kim bilir hangi geç saatinde, şöylece yatağında doğrulup da, kim bilir nereden eline geçen bu derme çatma defterciğe çiziktirdiği kısa notlar gibiydi.
Bu notlar Gazi Mustafa Kemal'indir. Cumhuriyet'in ilanına karar verdiği gece yazılmıştır. 28 Ekim günü geç vakit Gazi, toplantı halinde bulunan parti yönetim kurulu tarafından davet edilmişti. O saatler, parti grubunda krizin zirve noktasına çıktığı saatlerdir. Bir türlü kabine kurulamamaktadır. Gazi durumu görmüştür ve artık müdahale saati çalmaktadır..
Gazi ; küçük, basit not defterinin düzensiz ve dağınık durumdaki sayfalarında, işte o akşamın bu olaylarını notlandırmıştı.. O heyecan verici gecenin adeta bir öyküsüydü bu notlar..."
24 Ekim 2012 Çarşamba
287 ) YABANCI SEYYAHLARIN GÖZÜYLE OSMANLI BAYRAMLARI !..
Yabancı görgü tanıklarına göre sarayın çevresindeki birkaç top atışı bayramın geldiğini halka duyururdu. Bununla birlikte her yerde büyük bir neşe görülürdü.
Philippe du Fresne Canaye top atışlarıyla bayramın gelişinin ilan edilmesini şöyle anlatır :
"Öğleye doğru toplumun ve kainatın büyük sevincini göstermek için sarayda topların olduğu kısımda ve tophanede korkunç bir şekilde gürültülü toplar atılır, pek meşhur bayramlarda Roma'da olduğu gibi İstanbul'un vadilerinde ve tepelerinde öyle büyük bir gürültü işitilirdi ki, dünyadaki bütün topçu birliklerinin hepsinin top atışı yaptığı sanılır. "
Bayram gelmeden önce büyük hazırlıklar yapılırdı. Dükkanlar güzel kumaşlarla donanır, evler madeni pullarla veya, bayram uygun bir mevsime gelmişse, çiçeklerle ve yeşilliklerle süslenirdi. Bazıları işlemeler ve halılar sererlerdi. Bu gibi süslemeler evlerin dışından, dostlarla kahve, şerbet ve tütün içilen sofaya kadar konurdu. Top atışlarıyla bayram ilan edilince şehirde şarkılar, utlar ve diğer müzik aletlerinin sesleri işitilirdi. Bayram süresince sokaklar insanlarla dolardı. De Bruyn bunun nedenini anlatır :
"..bu zamanlarda kadınlar serbestçe sokağa çıkabilirler.. Sokaklarda binlercesi görülür. Kadınlar senenin geri kalan bütün zamanlarında daima evlerinde kapalıdırlar.."
Bayramın üç günü ( Burada Ramazan Bayramından bahsediliyor ) İstanbul'dan başlayarak bütün eyaletlerde her Türk evinde kutlanırdı. Bayramda, İstanbul'da bütün sokaklarda büyük salıncaklar kurulur, kadınlar ve erkekler salıncaklarda sallanarak eğlenirlerdi. Salıncaklar genellikle iki kişilikti. İki adam veya iki kadın olarak ikişer ikişer sallanılırdı..
Pietro de Valle, bayramda akşam şenliğinde küçük çanlar asılmış salıncaklarda sallanarak eğlendiğini ve bu salıncaklara dair gözlemlerini anlatır : "..ağaç dalları, çiçekler, neşeli renklerle boyanmış tahta, gelin teli, çiçek ve kağıt süslemeler ve diğer süsler.. her salıncak iki adam tarafından itiliyordu. Eğer yıldızları ellemek istiyorsanız sekiz adama kadar kiralayabiliyordunuz. Bir sazendeler grubu ve şarkıcılar da durmadan müzik yapıyordu. Bu delice bir eğlenceydi. Hem seyredenler için, hem de sallananlar için.. Ben de bunu denemeye düşündüm ; ve çok hoşuma gitti. Benim için yeni bir şey olduğundan salıncakta düzgün hareket edemedim ve bu da kadınları çok güldürdüğü halde çok eğlendim. Bu benim neşemi artırdı ve bu defa bilerek kötü sallandım. Sonunda onlar beni elbiselerimden tutarak durdurdular.."
Canaye ise, bu salıncakların ipten salıncaklar olduğunu ve nasıl kurulduklarını ve sallanıldığını anlatır :
"..Bütün sokaklarda üzerlerine çatallanmış tarzda kollar konulmuş gemi direklerine büyük ipler asılmış ve sarkıtılmıştı. Fransızca'da buna 'brandilloier' (İpten salıncak) denilir. Bu hizmete alışmış üç veya dört gencin yardımıyla bu iplerin üzerine oturmak ve havada sallanmak isteyenler olur. Böyleleri havada sallanmaktan yorulunca iner, bu gençler tarafından kendisine portakal çiçeği suyu, gül suyu, Lübnan ağacı veya sedir çiçeği suyu serpilir. Bu gençlere birkaç aspres (akçe) verilirse iplerle daha yükseğe kadar sallanılır.."
1678'de İstanbul'da bulunan Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn, salıncakların yeşil kurdelelerle süslü olduğunu, bunları iten iki veya dört gence, ne kadar yüksek sallanılmak isteniyorsa verilen ücretin en çok bir veya bir buçuk akçeyi geçmediğini kaydeder. Salıncakların yanı sıra, Pietro de Valle, "dev tekerlek"te çok eğlendiğini anlatır :
"Öyle hızla yukarı ve aşağı götürülmekten çok zevk duydum. Fakat tekerlek gittikçe daha çabuk dönmeye başlayınca yanımda oturan Yunanlı daha fazla dayanamadı, 'yeter, yeter' diye bağırdı.."
Bayramda yaşça ve rütbece büyüklerin elleri öpülürdü. Bayramın birinci günü devlet erkanı ve vezirler padişaha bayram tebriklerini sunarlardı. Canaye, sadrazamın ve diğer vezirlerin padişahın elini öptüklerini yazar :
"..pek büyük İmparator (İkinci Selim) yeni elbiseler giymiş olarak kendine gelen bu erkana bakar. 'Mehmed Pacha' (Sokollu) ve bütün diğerleri sonsuz sadakat ve itaatla onun ellerini öperler.."
Bayramda el öpülmesi ve ziyaret edenlere yemek verilmesi konusunda Canaye görüşlerini de belirtir :
"..bu merasimden sonra paşalar evlerine dönerler ve evlerinin bütün sakinleri tarafından aynı şekilde paşaların eli öpülür, sonra otururlar ve bayram süresince kendilerini ziyarete gelenlere yemek verirler; ve söylenir ki, paşalar yemek yemeye ve oturmaya gelen kimse kalmayıncaya kadar sofrada kalırlar. Gerçekten bu adet bana şahane ve övülmeye layık göründü ve böyle ziyafetler 'prensler' ve tebaaları arasında büyük bir geçim olduğunu gösterir.."
Bayram süresince güzel ve yeni elbiseler giyilir ve ziyaretler yapılırdı. Nointel, 9 Mayıs 1671 tarihli mektubunda bundan bahseder :
"Mösyö, bildiğiniz bayramın üç gününü Türkler ramazan ayı sırasında gereklerine tamamen uydukları orucun şiddetinden kurtulmuş olmanın sevinci içinde geçirirler. Bu günlerde gayet güzel elbiseler giyer, birbirlerini ziyaret ederler.."
Bayramlarda yerine getirilen adetler arasında el öpmeye gelen akraba ve komşu çocuklarına, hizmetkarlara bol para vermek ve Hristiyanlara da çiçek hediye etmek, yabancıların ilgisini çekmiştir. Canaye'nin bu konudaki gözlemleri şu şekildedir :
"..Fakat onlar bütün bayramlarında çok para harcarlar. Almak ve istemek konusunda hiç durmak ve ara vermek nedir bilmezler. Bu bayram günleri süresince Hristiyanlara dostluk nişanesi olarak bazı belli çiçekler sunarlar. Bayramlar onlara pahalıya mal olur, zira saymadan akçeler vermek lazımdır, para verilenler de büyük selamlamalarla 'Allah bin berichet fersen' (Allah bin bereket versin) diyerek karşılığını öderler.."
1610'da İngiliz seyyah Sandys, bayram süresince dervişlerin rastladıkları herkese lale ve diğer bazı önemsiz şeyler vererek karşılığında bahşiş aldıklarını yazar.
Bayramda üç gün süreyle yapılan eğlenceler ve şenliklerde gençler cirit oynarlar, bazıları da adalelerinin ve hünerlerinin gücünü sergileyen gösteriler yaparlardı. Bayram şenlikleri İstanbul'da geceleri limandaki ve şehrin çevresindeki bütün gemilerin aydınlatılması, ışıklarla donatılması, minarelerin ışıklandırılması ve atılan havai fişeklerle devam ederdi.. Aynı zamanda geceleri Boğaziçi'ndeki kayıklardan da havai fişekler atılırdı..
De Bruyn, kayık şenliklerini anlatır :
"..bunların içinde gördüğüm en güzel olanı su üzerinde, çekilerek patlatılan bir suni ateştir (fişek). Bu ateş birkaç piramit veya kuleden ibarettir ve çevresinde (Türklere has) büyük gürültü çıkaran müzik aletleri vardır. Küçük tamburlar, dümbelek, kudüm ve bir çeşit 'hautbois' (obua) -büyük olasılıkla zurna- ve diğer müzik aletleri arasında aynı zamanda şarkı söyleyenlerin sesleri de işitilir, böylece bir eğlence, neşe işareti kuvvetle hissedilir. Bu, kanalın (Boğaziçi) ortasında Galata ve İstanbul'un girişinde yapılır. Bu münasebetle gene burada gezintiye çıkmış olanlarla dolu sayısız kayık görülür. Bu kayıklar her birinde ışık veren bir fener bulundurmakla yükümlüdür, fakat bazı kayıklarda üç veya dört bazılarında da beş taneye kadar fener vardır. Böylelikle gecenin karanlığında görünen bu fenerler hayran olunacak bir görünüm arz ederler.."
Bir de Robert Withers'ın gözlemlerine göz atalım :
"...Türklerin bir diğer bayramı daha vardır ; buna küçük bayram denilir (?) ve diğer bayramdan üç (?) ay sonraya gelir ki bu bayramda Türkler fevkalade neşelidirler, gece gündüz eğlenirler.."
Bayram sırasında bazı Türklerin şarap içerek sarhoş oldukları ve bu nedenle, sokaklarda gezen Hristiyan ve Yahudilere sataştıkları da olurdu. 1573 yılında Canaye, bu gibi olayları önlemek için Sokollu Mehmed Paşa'nın bayramda Hristiyanların Türklere şarap satmasını pek ciddi bir şekilde yasakladığını yazar..
16. yüzyılla 17. yüzyılın başlarına kıyasla 17. yüzyıl sonlarında İstanbul'da bayramlarda asayişin oldukça bozulduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber sarhoş Türkler tarafından Hristiyanlara zarar verilmesi çoğunlukla Hristiyanların ikamet ettikleri ve meyhanelerin de çok olduğu Galata'da, bayramlardan başka zamanlarda da görülürdü...
23 Ekim 2012 Salı
21 Ekim 2012 Pazar
286 ) DEMOKRASİNİN TAŞLI YOLLARINDA !..
CHP Olağanüstü Kongresi 10 Mayıs 1946'da toplandı ve Parti kendini demokratikleştirme yoluna girdi. 1938'de Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra İnönü'nün kendisine verdiği Milli Şef unvanı kaldırıldı. Aynı şekilde Parti'nin "Değişmez Başkanı" unvanı da kaldırıldı ; gelecekte, dört yılda bir toplanacak Kongre tarafından başkan seçilecekti.
Kongre, genel seçimlerin 1947 yerine 1946'da yapılmasını da kararlaştırdı. En büyük anlaşmazlıklara yol açan karar ; herhalde, "sınıf farkı, sınıf çıkarları ve bölgecilik düşüncelerinin propagandasını yapmak amacıyla birlikler" kurmayı yasaklayan CHP tüzüğünün 22. maddesinin iptal edilmesiydi. Bu yasağı kaldırdığında CHP, sınıf çıkarları arasında denge kurmaya çalışan ve dolayısıyla da sınıf mücadelesine karşı olan bir parti olmaya devam edeceğini vurguluyordu. Böyle bir deklarasyonun anlamı açıktı. : CHP "sınıflar üstü" bir partiydi. Eğer böyle ise, DP'lilerin konumu neydi ?.. Bu soruya yanıt vermek DP'liler için kolaydı. Sınıf uyumu uydurması, kalkınma sancıları içindeki yeni bir ulus için gerekli görülmüştü. Toplumsal barışın korunması hem özel sektörün hem de devlet sektörünün yararına olmuştu ; fakat, Cumhuriyet dönemi iş mevzuatının bolca gösterdiği gibi, emeğin çıkarları ihmal edilmişti. Bir sorun hariç, bu politikayı koşulsuz desteklemek, işadamı ve sanayici grupların çıkarına olurdu ; sorun, emek mevzuatla denetim altında tutulurken, özel sektörün de, gelişmesini engelleyen yasal ve bürokratik kısıtlamalara tabi tutulmuş olmasıydı. DP'liler, bu bürokratik müdahaleyi kaldırmak istiyordu ; fakat amaçları esas olarak özel sektörün desteklediği bir sınıf partisi kurmak değildi. Böyle bir parti, Türkiye'nin mevcut siyasi ikliminde gerekli değildi. Çok partili siyasete geçişle birlikte bazı CHP'liler, kendi partilerini, ideolojik temelini yeniden değerlendirmeye zorlamak için, Türk siyaset yaşamına sınıf meselesini sokmak istediler. Tek partili dönemde, halkçılık adı altında bütün sınıfları temsil ettiklerini iddia edebiliyorlardı ; fakat yeni bir partinin meydan okuması karşısında, bazı CHP'liler de belli gruplara başvurma gereğini hissediyordu. Kendi partilerinin köylüler, işçiler, küçük çiftçiler ve küçük işadamları gibi grupların desteğini almaya çalışması gerektiğini düşünüyorlardı.
DP'liler bir sınıf partisi olarak kategorize edilmekten dolayı rahatsızdılar ; yine de, olumlu bir tavır almadan, partiler arasında hiçbir fark olmadığı iddiasına karşı savunmasız kaldılar. Bu iddiayı sürekli olarak yalanlarken, asla inandırıcı farklılıkları öne çıkaramadılar. Bu durum, DP'lileri şikayet etme, eleştirme ve iktidar partisinden ödün üstüne ödün isteme olumsuz politikasına zorladı. CHP'lileri muhalefetin hiçbir konuyu gündeme getirmeyip, hükumeti sırf eleştiri olsun diye eleştirdiğini iddia ediyordu. Partiler arası ilişkileri keskinleştiren ve demokrasi deneyimine kötü bir başlangıç olan, bu olumsuz politikaydı..
Bu olumsuz politikanın ilk belirtisi, DP'lilerin hem belediye seçimlerine hem de 1946'da yapılırsa genel seçimlere katılmayı reddetmeleri oldu. Seçimlerin boykotu, İnönü'nün CHP içindeki ılımlı grubunu kızdırdı. Çok partili siyaset denemesinin tehlikeli olacağını ve istikrarsızlığa yol açacağını iddia eden aşırılara karşı bu grup, çok partili siyaset yaşamını desteklemişti.
DP'nin siyasi stratejisi ürünlerini vermeye başladı. Muhalefet partilerinin boykot ettiği yerel seçimlerden hemen sonra, iktidar partisi genel seçimlere hazırlık açısından daha liberal önlemler aldı. Tek dereceli bir seçim sistemine geçişi sağlayan bir yasa kabul edildi, üniversitelere idari özerklik verildi ve Basın Yasası liberalleştirildi. Fakat bu ödünlerle birlikte, ılımlı CHP'lilerden "Demokratik Kargaşa" uyarısı da geldi. Bu uyarı, "toplumsal yapıda derin rahatsızlıklara neden olan ortam devam ederse, bir süre özgürlük defterini kapatıp otoriteyi baştan aşağıya tesis etmek gerekli olabilir" diyen İnönü'nün sözcüsü Nihat Erim'den geldiği için anlamlıydı.
İnönü'nün o günlerde, sadece DP karargahına birkaç jandarma göndererek yeni partiyi kapattırabileceği herkes tarafından biliniyordu. Halk, partilerin gelip geçişini görmeye alışıktı ve bir protesto için ayağa kalkması olası değildi !..
Genel seçim tarihi, 21 Temmuz olarak belirlendi ; daha önceki katılmama tehditlerine karşın DP'liler, kararlarını bir "fedakarlık" olarak niteleseler de, seçimlere katılmayı kararlaştırdılar. Seçimleri boykot, Parti'nin kapanması anlamına gelebilirdi, en azından Meclis'te temsili ve bir propaganda platformunu yitirmeyi gerektirirdi. Seçim kampanyasında DP'liler, siyasi sistemde kendisine partiler üstü bir rol vererek İsmet İnönü'yü partisinden ayrılmaya teşvik etmeye çalışan yeni bir taktik uygulamaya başladılar. Bu nedenle, CHP'nin kendi adayı olarak "Milli Şef"i gösterdiği seçim bölgelerinde ( o zamanki yasaya göre, bir aday birden fazla yerde aday olabiliyordu ), DP'lilerin de kendi adayları olarak onu gösterecekleri açıklandı.
Elbette, karşılık olarak, iktidara geldiklerinde İnönü'nün cumhurbaşkanlığını devam ettirmesi olanağını ellerinde tutuyorlardı. Bu yaklaşım, Türkiye tarihinde yeni bir temel atma arzusuna başvurmak için tasarlanmıştı..
1946 seçim kampanyası siyasi atmosferi sertleştirdi. CHP çatışmadan sakınan bir kampanya yürütmeyi umut ediyordu ve bu nedenle CHP örgütlerine,siyasi ısıyı artıracak konulardan sakınmaları talimatı gönderdi. Ne var ki, DP'liler gerçek ve yakıcı sorunların yerine, çatışmaya dayanarak gelişip güçleniyorlardı. CHP talimatının yayımlandığı aynı gün, DP'liler, aynı uygulamaların genel seçimlerde de gerçekleşme olasılığını ima eden "Müdahale, Baskı ve Usulsüzlük Belgeleri : Mahalli Seçimler" başlıklı bir broşür çıkardı. Bu korkular yersiz değildi ; zira, CHP'nin parti örgütüne verdiği talimata karşın, bürokrasi DP'lilere karşı baskı taktiklerinden zevk alıyordu.
Seçimler 21 Temmuzda yapıldı ve 465 sandalyenin 390'ını kazanan CHP'lilerin ezici zaferiyle sonuçlandı. DP'liler 65, bağımsızlar 7 sandalye kazandı. O zamanki genel inanışa göre seçimler dürüst olmamıştı ve bu durum daha sert ve talihsiz bir siyasi mirasın tohumlarını ekti ; zira DP'liler, 1950'lerdeki kendi aşırılıklarını haklı çıkarmak için buna işaret edebiliyorlardı. İnönü'nün liderliğinde kendi partilerinden dürüst oynamayı bekleyen çok sayıda CHP'li de uzaklaştı. Ordu içindeki subaylar bile CHP'den soğuyup DP'ye sempati duymaya başladı...
( FEROZ AHMAD'ın, "Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980)" adlı kitabındaki bilgilerden derlenmiştir )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)