20 Mayıs 2013 Pazartesi

364 ) BİR OSMANLI SUBAYININ ÇÖL ANILARI !..

   

   Sina çölünde birçok savaşlar yaptık. Katiye, Rummani, Magdabe, Tellü'r-Refah muharebeleri Türk ordusunda unutulmaz anılar bırakmıştır. Birinci keşif savaşı 1330 (1914) Şubat'ında, Tellü'r-Refah 1332 (1916) yılı sonlarında oldu. 1331 (1915) yılı büyük Mısır seferi için hazırlıkların tamamlanması yılıydı..
   Ordunun yürüdüğü yönde ilk yolu birinci devenin ayak izleri açtı. Birçok yerinde hiçbir yerleşim birimi olmayan Tepe çölü, bir üçgene benzer. Urban denilen fakir bedeviler odun bulunabilecek yerlerde, su çukurlarının dibinde otururlar. 
   Üçgenin Akdeniz tarafında Cifr Çölü, ortasında Tepe (Tih) Çölü ve güneyinde Tur-ı Sina Çölü vardır. Çöl adamları, İsrailoğullarının 40 yıl kaybolduğu Tepe Çölüne İsrailoğulları Çölü der. 
   Bir zamanlar sultanlar eski çölü imar etmek istediler ama yapılan saraylar, mabetler ve malikanelerin yerinde şimdi taş toprak ve tuğla yığınlarından başka bir şey yok. Ariş'ten geçenler bir evliya makamının etrafını çeviren mezarlığın bir taşında şu kelimeleri okurlar :"Yeniçeri ağası, emir-i emiran".
Türklerin eski Mısır seferinden, belki çöller içinde yalnızca bu dört kelime kalmıştır. 
   Her yıl Haziran ayına doğru Cifr Çölünün havasında korkunç sinek sürüleri uçar. O zaman kervan develerini kumaşa sarmak, konak yerlerinde tütsü yakmak gerekir..
   Tepe Çölünü sert taştan bir dağ silsilesi yarar. Burada kum daha azdır. Güneyde Sina Çölünün dağları uzaktan rengarenk görünür. Bu müthiş çölün hiç kaynak suyu yoktur. 
   Ordu ; insanlar, erzak, eşya ve su için yalnız Suriye, Hicaz ve Irak develerinden yararlandı. Böyle bir sefer, çökmekte olan Türkiye'nin rüyasına bile girmediği için, hazırda bir deve teşkilatı yapılmamıştı. Bu ince hayvanlara özel bir itina ile bakmak, dayanma güçlerini, ve seferlerini kendi adetlerine göre idare etmek için iyi uzmanlarımız yoktu. Bu eksiklik birbiri ardına birçok güç işler açtı. Çabuk etkilenip ölen develerin yerine yenilerini bulmak, daima gezip dolaşan aşiretleri çöller arasında bulup altınla onlardan deve satın almak sonra da altın bulmak...



   Bi'r Hasana denen noktadan sonra artık sapsarı, ayak bileklerine kadar geçen kumdan başka bir şey yoktur. İnsan bu kumda bir bataklıkta gibi yürür. Ayağını güç çeker, her adımda bir günlük yol zahmeti duyar. 
   Çöl ve sıcak insana suyu düşündürür. Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir menfezden ateşe iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan daha kutsal ne olabilir ? Ne var ki Sina, taze sulardan, bereketli kuyulardan yoksundu. Yalnız, kuzeydeki çölde tatlı ve tuzlu bazı kaynaklar var. Ancak Bedeviler koyunlarla develere kaynağın başında su verdikleri için bu sular pis ve hastalıklıdır. Bazı meçhul suları yalnız urban bilir, fakat hiç kimseye sır vermez. Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir. 
   On yıldan beri yalnız seferimiz sırasında Tepe Çölüne yağmur düşmüştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur akıntılarını durdurdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için 24 saatte bir matara suya izin veriyor ve fazladan su için birikintilere tecavüz edenleri çok ağır cezalarla tehdit ediyordu. Yalnızca kumandan, büyük bir ordu içinden tek bir kişi, yüzünü yıkamak için ikinci bir matara kullanmak hakkına sahipti. Ordu kumandanı, kendi karargah komutanlarından birinin, haftalardır su görmeyen yüzünü yıkamak için yalvararak istediği bir matara suyu ondan esirgedi.. Suyun her damlası, en tehlikeli cephaneliklerden daha fazla bir özen ile ve kesin emir almış süngülü neferlerle korunmuştur. Bu ufak çukurlar bin çeşit böcek, mikrop ve daha bilmem nelerle doluydu. Hatta bir gün ordu kumandanının yaveri çok pis bir çukurdan matarasının kadehini doldurmuştu. Suyun rengini ve içini gören doktor, "Sıhhiye reisi sıfatı ile sizi bu suyu içmekten men ederim !" dedi. 
Kadeh, dudağına kadar götüren subayın kurumuş ve rengi erimiş gözlerinde kızgınlık, bir ateş gibi yandı. Bu, kim bilir hangi ölümü getiren kadehi damla damla, serinliğini ruhunda duyarak içti. Bu bir içimlik su ancak içindeki haşereleri ıslatmak için yeterliydi !..

   

    Birlikler Kanal'a kadar katı peksimetler yedi. Yemleri kalmayan develere insanlardan artan peksimet kırıntıları verdiler. Tahammül edemeyen develerden birçoğu yollarda ölüp gitti..
   Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen birliklerden biri Kanal'a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki geçirecekleri bu son akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matara suları vardı. Boş yere taşıdıkları karavanalarını zayıf tahtalarla yaktıkları ateşlerin üzerine koydular ve tepenin dibinde yatan ölü bir devenin başını kesip pişirmeye başladılar. Fakat talih, akşamüstü hafif bir çizgi halinde Kanal suyunu gören ve Mısır hikayeleriyle mest olan bu birliğe, yaşamak için son bir geceyi çok gördü. Aldıkları emir üzerine ölü deve başını ve yarı kaynamış sularını kumlar üstüne döktüler. Tulumları alıp Kanal'a gittiler..

    

   Bedevi, koyu esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, sivri başlı, hızlı bakışlı bir adamdır. Her kabilenin bir şeyhi vardır. Bu şeyh, asil, cesur ve cömerttir. Şeyhlerin yanında bir kadı, bir de kısas memuru bulunur. 
   Şeyhlerin verdiği cezalar hakkında garip hikayeler işittim. Örneğin kendi arzusuyla bekaretini bozduran bir kadınla erkeği kendi babalarına ya da kardeşlerine idam ettirmek adetmiş. Katiller ya "diyet" veriyor, ya da öldürülüyor. Diyet, 40 adi deve, beyaz bir dişi hecin devesi ve kendisiyle evlenebilir bir kızdan ibarettir. Bu kız ölen adamın en yakın erkek akrabasının çadırına götürülür ve bir erkek çocuk doğuruncaya kadar bu yabancı adama cariyelik yapar. Doğurduğu çocuk, sağ koltuğuna bir kılıç sıkıştırıldığı vakit sağ elinde testi tutabilecek yaşa gelir gelmez, katilin bedbaht kızı, şeyhler meclisinin huzuruna çıkar ve efendisine : "Bu çocuk kimdir ?" der. Eğer adam, "Yemin ederim ki benimdir !" cevabını verirse çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle alakasını keser ve ailesinin yanına geri döner...
   Vaktiyle bir Bedevi düğününde bulunan dostlarımdan biri bana gördüklerini yazmıştı. Bu mektubun en canlı yerlerini kitaba alıyorum :

"Çöl kızlarından amcaoğulları olmayanlar, şehir kızlarından bile bahtiyardır. Kabilesinin konduğu yerlerde gönlüne hoş gelen herhangi bir gençle evlenebilir fakat her kız için amcasının oğluna varmak mecburiyeti var. Hatta bu amca oğlunun birkaç karısı olsa bile.. 
   Ben, askerimden yardım görmüş bir kabilede nikah ve düğüne davet edilmiştim. Nikah günü delikanlı ile kız karşı karşıya birer taş üstüne oturdu. Erkek dedi ki : 'Ben taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Allah'ın ve Peygamber'in emrettiği gibi beni kendine erkek diye kabul eder misin ?' Kız cevap verdi : 'Ben bir taş üstündeyim, sen de bir taş üstündesin. Seni kendime erkek diye kabul ediyorum.'
   Bu sözleri üç kez tekrar ettiler. Sonra kayınpeder elindeki çöpü damadına verdi. Damat bu çöpü başındaki örtü üzerindeki bağın arasına koydu. Çölde nişan alameti işte bu çöptür. Damat bu hareketiyle demek istiyor ki : 'Kızınız bir çöp de olsa başımın üstündedir.'
   Damat geline bir aba, bir entari, demir halhal, saça takmak için bir sicime dizili boncuk, bir çift bilezik, kakülden gerdana kadar burnu örterek asılmak üzere gümüş İngiliz liraları asılı bir bez parçası hediye etti. Sonra da gelin, ta küçüklüğünden beri, böyle bir gün için ayırıp sakladığı cins hecin devesinin burnuna kendi saçından ördüğü halkayı taktı ve kadınlardan oluşan gürültülü bir kortej önünde damadın çadırına girdi..."

      
     

(FALİH RIFKI ATAY'ın "Ateş ve Güneş" adlı anı kitabından derlenmiştir..)    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder