30 Haziran 2013 Pazar
378 ) BİR OSMANLI SUBAYININ NOT DEFTERİNDEN ÇÖL SAVAŞLARI !..
Mart 1332 (1916)
Kardeşim !
Katiye'de Halet'den ve hepimizin arkadaşı Memduh'tan başka bir şey Kaybetmedik. İngilizler gayet güçlü, bizden birkaç kez daha üstündü. Fakat beni en çok üzen nedir, biliyor musun ? İngilizler refah içinde, biz değiliz. Onlar sağlam, iklime göre yapılmış giysileriyle, her gün tam istihkak alan, seri ve güzel atlarıyla, gereksiz ölümler için ön saflara atılmış sömürge askerleriyle geliyorlar. Biz bazen kış, bazen yaz giysileri giyiyoruz. Atlarımız zayıf, sayımız az ve her ölen neferi yüreğimizden veriyoruz. Ölen, eskiyen, yırtılan her şey canımızdan, memleketimizden bir şey. İngilizler böyle mi ? Hiçbir ziyan yok ki biz kolayca telafi edelim ve onlar telafi etmesinler..
Böyle olduğu halde bu sefer savaşı zaferle bitirdik. Elimize 400 İngiliz atı geçti. Bunları az bir fiyatla muharebe edenlere dağıtıyorlar.
Katiye Muharebesi günü çılgın bir kum fırtınası çıktı. Uzun müddet düşman siperlerini gözden kaybettik. Askerlerimiz ateş edecek yeri, hücum yönlerini adeta giderek aradılar. Savaş uçakları bomba, çivi ve daha bilmem ne afetlerle üstümüzde gezip durdu.
Ben bir başka yere çadırımdan telefon ediyorum :
"Alo, siz kimsiniz ?"
"Ben..."
Karşımdaki sözünü kesti.
"Devam et kimsin ?" diye hiddetlendim.
"Efendim şimdi üstümüzde bir tayyare var, işte bomba..."
Telefon kesildi. Sonra biz hatları geri çektik. Ses sahibinin ne olduğunu bilmiyorum.
Fakat atlar ve ganimetler bütün neşesizliğimizi giderdi. İnsan cüce köy atlarından asil İngiliz kısraklarına geçince yalnız hayvan değil, vasıta değiştirmiş gibi oluyor. Kuvvetleri bu kadar itaatkar, süratleri kati bir makine gibi saniye saniye idare edilir hayvan görmemiştim. Konserveler de başka. Çölün ortasında Londra kasaphanelerinin etlerinden yedik.
Sana başka ne yazayım ? Bu kumla biraz önündeki kumun farkı yok ki ? Zapt edilmiş şehirlerden, araziden bahsedeyim. Çöl nankör bir şeydir. Savaşlar kumun bazı kısımlarını kanla çamurlaştırmaktan başka bir iz bırakmıyor..
Temmuz 1332
Rummani savaşını şu birkaç kelime ile anlatabilirim : Üstün kuvvetler karşısında adım adım yenilgi... Yine kumlar üstünde isimsiz ölüler ve geçici mezarlar bıraktık. Zaten bütün savaşlarımızın kaderi bu değil mi ? Daima yabancılar bizden çok ve biz yabancılardan cesuruz.
Buradaki Temmuz dünyanın bütün Temmuzlarından sıcaktı. Birlikler ağır, yorgun, hasta yürüdü. Vaktiyle peygamberler mi çölden geçmişler, çölden geçenlere mi peygamber demişler ? Kendi kendime bunu düşünüyordum..
Katiye neşesinden sonra bu olay acı geldi. Madem ki biz zahmet çekiyoruz, kanlarımızın kuruduğu kumlar üstünde başka adamların tebessüm etmesine ne lüzum var ?
Dün birliğinden geri kalmış bir nefere rast geldim. Ağırlığı on defa ağır, giysilerinden, kundurasından, atından başka üstünde ne varsa hepsinden şikayetçiydi. Geçerken bana döndü :
"Bir su doldur hemşeri !"
Temiz bir bardak içinde berrak bir su verdim. Bir bardak içti. Dudaklarının kenarından sızan su, kaç gündür çenesinde biriken tuzu ince çizgileriyle yarıyor ve çamur hatları meydana getiriyordu. Uzun bıyıklarından ve uzamış sakalından akan suları avucuyla silerek :
"Canına değsin, burası Kerbela" dedi...
Kanun-ı Sani 1332 (Ocak 1916)
Tellü'r-refah (Refah tepesi), düşmanın karşı taarruzunu gemilerle himaye edebileceği bir yerdi. İngilizler ansızın bizim etrafımızı sararak kuşatma altına aldılar. Bazı bölüklerimizi esir verdik. Bu kadar çok düşmana karşı biz ne yapabilirdik ? İngilizlerin sahilden demiryoluyla geldiklerini de hesap et !.
Şerefli Mağara zaferi olmasaydı, bu iki kötü günün hatırasını unutamazdık. İngilizler Mağara'daki ufak müfrezemize iki süvari bölüğü, bir makineli tüfek, bir dağ topu ve bir batarya filosuyla taarruz etti. Bizim bütün kuvvetimiz yorgun bir piyade bölüğüyle bitkin bir istihkam bölüğünden ibaretti. Bu iki bölük, çelik bir çember gibi hücumlara karşı biraz büküldü, fakat hepsini geri püskürttü. Büyük çöl içinde silik bir nokta gibi duran bu hafif savunma karşısında uçaklar, toplar, atlar ve tüfekler geri çekildi.
Kardeşim !
Bugün bir sohbette aklıma Gazze muharebeleri geldi. İngilizler, cepheyi boş ve yorgun bulan taarruza kadar Gazze ordusuna iki kez hücum ettiler. Denizden, büyük gemi topları, karadan, büyük toplar şehri kaç defa yerle bir etti.
Artık harap olan Gazze, on defadan fazla harple yıkılmış, yeniden yapılmıştı. Gazze'yi ilk müthiş hücumdan kurtaran alay bizim tarihte en derin izlerden birini bırakmıştır. Bu alay, kendisinden en az dört beş kat daha üstün kuvvetlere karşı Gazze'yi kurtardı. Aralıksız bir demir yağmuru altında insanı deli eden büyük ve mukaddes Gazze gününden Kudüs'e dönen yaralıları ziyaret ederken, bir arkadaşım, neferlerden birine demiş ki :
"Nasıl ? Yine gelirler mi dersin ?"
"Gelemezler efendi ! Bizim alayı gördüler"
Cesur neferin bu sözüyle anlatmak istediği şey, alayın Çanakkale'de bulunmuş olmasıydı.
FALİH RIFKI ATAY'ın "Ateş ve Güneş" adlı kitabından derlenmiştir..
28 Haziran 2013 Cuma
377 ) NAZİ ORDUSUNDA TÜRK ASILLI MÜSLÜMANLAR !..
İkinci Dünya Savaşı'nda cephedeki konulardan biri, Almanların Rus ordusundan esir aldığı Türk asıllı Müslüman askerlerdi. Alman ordusu, onları ayrı kamplara yerleştiriyordu. Amacı, onların artık taraf değiştirip Ruslara karşı Almanların safında savaşmasıydı. Bunun için bir propaganda mekanizması kurmak istiyordu ve Türkiye'nin buna katkıda bulunmasını öneriyordu..
Bu, savaş sırasında oluşan bir planın bir parçasıydı. Almanya, Sovyet rejimine karşı olan ne kadar halk ve kişi varsa, Sovyet ordularına karşı kullanmak istiyordu. Bunun için İspanya'dan Yugoslavya'ya kadar birçok ülkeden "gönüllü" adı altında asker toplamıştı. Yugoslavya'dan özellikle Müslüman Bosnalıların buna uygun olduğu görülmüştü..
(http://tarihtenanekdotlar.blogspot.com/2012/01/155-hitlerin-imami.html)
Alman orduları Rusya içinde ilerledikçe, Ruslara karşı savaşacak insan bulmak daha da kolaylaşmıştı. Romanya'dan koparılan Moldavyalılardan Ukraynalılara kadar bağımsızlık isteyen halklardan sonra, Sovyet ordusunda iken Almanlara esir düşen Türklerden de faydalanılabileceği de görülmüştü.
Türkiye'nin buna katkıda bulunmasını, Alman Büyükelçisi Von Papen, Ankara ve İstanbul'daki gayri resmi temaslarında öneriyordu. Bunun aynı zamanda, Sovyetler Birliği'ndeki Türk çoğunluklu cumhuriyetlerin geleceğiyle de ilgili olduğunu ima ediyordu..
Türk hükumeti, bu gibi önerileri ve imaları resmi bir müzakere konusu yapmadı. İnönü, Von Papen'in o yoldaki zemin yoklamalarına karşı "Hele bir savaşın kesin sonucu belli olsun" cevabını vermekle yetindi..
Türkiye'de Sovyetler Birliği topraklarındaki "esir Türkler" konusuyla hükumet "resmen" meşgul değildi ama, onunla "fiilen" meşgul olan özel kişiler ve gruplar vardı. Bunlardan bir kısmı, Kırım gibi, Azerbaycan gibi ülkelerden gelip Türkiye'ye yerleşmiş göçmen Türklerdi. Bir kısmı da Türkiye'nin "yerli"si olup kendilerini "Türkçü" diye niteleyen Türkler..
Von Papen Berlin'e gönderdiği raporlarda ; bu gruplar arasında Hüseyin Hüsnü Erkilet gibi asker yazarların, Zeki Velidi Togan gibi profesörlerin de olduğunu yazıyordu.
Almanya Büyükelçiliği'nin teşvikiyle yürütülen çalışmalarla, Türk asıllı esirlerin bulunduğu kamplara gönüllü gidenler veya gönderilenler oldu. Hükumet onları resmen bilmiyormuş gibi davrandı. Fakat yurtdışına çıkmalarını önlemedi. Hatta bir kısmınınkini kolaylaştırdı.
Almanlar, aldıkları esirler arasında Rus olmayanları kökenlerine göre ayırıp ayrı bir düzene sokmakta başarılı olamamışlardı. Başlangıçta, cephedeki bazı SS birimleri, Türkleri ( sünnetli olmalarına bakarak ) Rus Yahudileri ile karıştırmışlar ve onları ayrı yere götürmüşlerdi. Yani, bir süre tutulduktan sonra ölüme gönderilenlerin bulunduğu Yahudi toplama kamplarına.. Sadece Musevilerin değil, Müslümanların da sünnetli olduğunu neden sonra hatırlamışlardı !..
Hatalarının farkına varıp, Türklerle öteki Müslümanları ayırarak ayrı kamplarda topladıktan sonra da, Müslümanlarla, sadece dil değil, dil ve gelenek açısından da anlaşmalarının güç olduğunu fark etmişlerdi.
Türkiye'den gelen gönüllü Türkler, bu açıdan, önce Almanları eğitmek görevi ile karşı karşıya kalmışlardı. Onlara, "Müslümanlar domuz yemez, namaz kılana dokunulmaz, oruç tutana karışılmaz," gibi genel bilgiler veriyorlardı..
Kamplardaki Sovyet vatandaşı Türklerin "ideolojik" eğitimine gelince.. Bunun temeli basitti. Onlara, Almanların tercümanı olarak şu söyleniyordu :
"Siz Rus işgali altındaydınız. Kendi memleketinizde esirdiniz. Ruslara karşı savaşın, esaretten kurtulun."
Bu "öneriyi" işitenlerin, zaten yapacak başka şeyleri yoktu !. "Hayır, biz Ruslara karşı savaşamayız" deseler, başlarına ne geleceği belliydi. Ayrıca, bir kısmı için Sovyet yönetiminden kurtulmak cazip bir seçenekti. Gerçi, Almanlar savaşı kazanırsa, Alman yönetiminden nasıl ve ne zaman kurtulacakları belli değildi ama, "ideolojik" eğitim sırasında bazen "bağımsızlık" lafı da ediliyordu. Almanlar, o kadar geniş toprakları bizzat yönetemeyeceğine göre, Türklerin bulunduğu kesimlere bağımsızlık verebilirlerdi.
Acaba verirler miydi ?..
Alman-Sovyet savaşında Almanlara esir düşen Türk asıllılar gibi, Türkiye'de de bazı kişileri umutlandıran bu ihtimal ne ölçüde geçerli olabilirdi ? Eğer savaşı Almanlar kazanırsa ?..
Savaştan sonra yayımlanan Alman belgeleri gösteriyor, Hitler'in hiç de öyle bir niyeti yoktu. Daha savaşın başlarında, 16 Temmuz 1941'de kurmaylarıyla yaptığı görüşmede saptadığı savaş hedefleri arasında şunlar da vardı :
"Kırım bütün yabancılardan temizlenmeli ve oraya Almanlar yerleştirilmelidir. "
"Baku merkez olmak üzere etrafındaki tüm bölge 'Alman Devleti Bölgesi' olmalıdır.."
Tabii, Alman Dışişleri Bakanlığı da, savaş sonrası hesaplarını, bu talimata göre geliştiriyordu. Gerçi, Türkiye'den bu konuyla ilgilenen kişilerle yapılan görüşmelerde başka şeyler söyleniyordu. Ankara'da Von Papen, Berlin'de de Alman Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, görüştükleri Türklere Kırım'ın bağımsızlığından başlayıp Azerbaycan'ın Türkiye'ye verilmesine kadar birçok şeyin mümkün olduğu havasını veriyorlardı. Fakat görüşmelerini tamamladıktan sonra, gerçek hedefleriyle ilgili çalışmalarına devam ediyorlardı.
Bunun tipik bir örneği, Alman arşivlerindedir. O zamanlar bu konuyla ilgili çeşitli faaliyetlerde bulunan, o arada sık sık Almanya'ya gidip gelen bir "Nuri Paşa" (Nuri Killigil) vardı. (Yukarıda) Enver Paşa'nın kardeşiydi. O da eski bir askerdi. Emekliliğinde sonra sanayicilik yapmaktaydı.
Bu zat Almanya ziyaretlerinden birinde Dışişleri Bakanlığı Siyasi Daire Başkanı Ernst Woerman'la görüşmüştü. Görüşmeden çok memnun olarak ayrılmıştı. Çünkü Daire Başkanı ona, Kırım ve Azerbaycan'la ilgili olarak, hoşuna gidecek sözler söylemişti.
Ama Nuri Paşa'nın bilmediği bir şey vardı : Savaştan sonra yayımlanan Alman belgeleriyle ortaya çıktığı gibi, Başkan, Paşa'nın odasından ayrılmasından sonra oturup bir rapor yazmıştı. Raporda şu cümleler vardı :
"Şu sıradaki taktik menfaatimiz, Turancılık fikrini teşvik etmeyi gerektirmektedir. Ama bunun gerçekleşmesine çalışılmayacaktır. Sovyetler Birliği parçalandıktan sonra, eski Rus devletinin geniş arazisi, yabancıların değil, Almanların nüfuzu altına girmelidir.."
Buna benzer daha birçok belgenin gösterdiği gibi, Almanların Ruslara karşı kesin bir zafer kazansalar da, Sovyet topraklarındaki Türklere veya Türkiye'ye vermeyi düşündükleri bir şey yoktu..
Türkiye'de, Almanların taktik manevralarına kanıp bunun aksine inananların beklentileri hayalden ibaretti. Türkiye saf değiştirip Almanlara tam destek verse bile, bu sonuç fazla değişmeyecekti. Kaldı ki, Almanların Ruslara karşı kesin bir zafer kazanması ihtimalinin de çok zayıf olduğu, giderek daha iyi anlaşılmaktaydı...
ALTAN ÖYMEN'in "Bir Dönem Bir Çocuk" adlı kitabından derlenmiştir..
27 Haziran 2013 Perşembe
Gezi Parkı Olaylarına Destek Veren Firmalar
Hükümet'e karşı direnişe çevrilen eylemlere destek verenler, bir rapor ile Başbakan Erdoğan'a sunuldu. Ayrıntıları AK Parti Merkez Karar Yönetim Kurulu'nda da konuşuldu.
GIDA DESTEĞİ VERENLER
Taksim gazetesindeki rapora göre; 8 Alman vakfı protestoların bitmemesi için eylemcilere yardımda bulundu. Daha önce terör örgütlerine yardım yaptığı ifade edilen bu vakıflar eylemcilerin gıda sorunu yaşamaması için Taksim Meydanı'na sürekli yemek servisi yaptı. Migros'un kamyonları kişisel ihtiyaç maddelerini Taksim'e boşalttı. Alkollü içecekleri ise Anadolu Grubu karşıladı. Bu grup da kamyonlarla sevkıyat yaptı.
SOSYAL MEDYAYI YÖNLENDİREN FİRMALAR
Uluslararası reklam tekellerinin Türkiye'deki uzantıları olan ElmaAltShift, MediaCat, SikkoDigital, Pazarlamasyon, ElmaElma ve Alametifarika gibi reklam ajansları, #DirenGeziParkı başlığı altında toplanarak, internet gençliğini hedef seçti; çarpıcı slogan ve afişler üretti. Taksim'de toplanan gençleri gaza getirdi. Alametifarika'nın kurucusu Serdar Erener'in çalışanlarını bizzat yönlendirdiği iddia edildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı 'diktatör' göstermek isteyen sosyal medya ajansları, bunun için tam 18 bin tweet attırdı. Promoqube, Projecmause, Plesenta ve Vietnam ajansları eylemleri kışkırttı. Medya, olayları yanlı gösterdi.
26 Haziran 2013 Çarşamba
Pratik - İspanyolca Çalışma Ders Notu
Bu döküman sayesinde sadece İspanyolca öğrenmekle kalmayıp aynı zamanda kısmen İngilizce'nizi de geliştirebilirsiniz.
Döküman içinde bazı yerlerde Türkçe-İspanyolca-İngilizce şeklinde açıklamaların olması öğrenmeyi daha pekiştirmek amaçlıdır.
Döküman 158 sayfadır.. Sıkı bir çalışmayla kısa zamanda ve pratik bir şekilde İspanyolca 'yı oldukça iyi düzeyde öğrenebilirsiniz.
İNDİR: İspanyolca Ders Notları.pdf
Döküman içinde bazı yerlerde Türkçe-İspanyolca-İngilizce şeklinde açıklamaların olması öğrenmeyi daha pekiştirmek amaçlıdır.
Döküman 158 sayfadır.. Sıkı bir çalışmayla kısa zamanda ve pratik bir şekilde İspanyolca 'yı oldukça iyi düzeyde öğrenebilirsiniz.
İNDİR: İspanyolca Ders Notları.pdf
25 Haziran 2013 Salı
376 ) OSMANLI "ALTI BÜYÜKLER"E KARŞI !...
Tepede, Rus yazlık Sefareti
"Altı Büyükler"in İstanbul'un Beyoğlu bölgesindeki sefaret binaları, birbiriyle yarış eder gibi yapılmış görkemli binalardı. Her biri bir tepeye yerleşmişti. İngiltere'nin Tepebaşı'nda bir saray büyüklüğündeki binasının adı "Pera House" idi. Cumhuriyetle yönetilen Fransa'nın Nur-ı Ziya Sokağı'ndaki binasının ise, sadece kendisi saray gibi değildi, adı da saraydı : "Palais de France". Rus Sefareti binası bugünkü İstiklal Caddesi'nin Tünel'e yakın bölümünde, eski Rus mimarisini temsil ediyordu. Almanya bu yarışa en sonra, 1877'de katılmış, fakat Gümüşsuyu'ndaki geniş bir arazide en büyük ve yüksek binayı yaptırmıştı..
Sefaretlerin hepsinin deniz manzaraları muhteşemdi. Fakat bir de Boğaz'da Tarabya'da, çoğu sultan tarafından hediye edilmiş araziler üzerinde yazlıkları vardı. Yaz aylarını orada geçirirlerdi.
Avusturya-Macaristan'ın yazlığı ise Yeniköy'de idi..
Cumhuriyet'ten sonra sefaretlerin Ankara'ya geçmesi, bu yüzden uzun sürmüştür. Büyükelçiler bu rahatlarını bozmaya kolay razı olmamışlardır. İstanbul'da oturup yeni başkente arada sırada gitmek gibi bir yol izlemişler, Ankara'ya tamamen yerleşmek istememişlerdir. Sonunda buna mecbur olmuşlardır ama, uzun süre direnmişlerdir..
İngiltere Sefareti
"Altı Büyükler"in İstanbul'daki temsilcisi büyükelçiler birbirleriyle çok sıkı bir rekabet halindeydiler. Osmanlı Devleti'ne kim daha fazla talep kabul ettirecek, devletin yönetiminde kimin etkisi daha fazla olacak diye yoğun bir kulis faaliyeti içindeydiler.
Sonradan açıklanan diplomatik yazışmalar ve anılar da gösteriyor, bu kulis faaliyetine devletin içinden yardımcı olan Osmanlı vatandaşları da vardı. Zaten büyükelçilerin hükumet erkanını ziyaret etmelerinden çok, bazı sadrazamlar dahil, hükumet erkanının büyükelçileri ziyaret etmesi adet haline gelmişti..
Çünkü sadrazam olmaları veya kalmaları, bazı hallerde o büyükelçilerin tutumuna bağlıydı. Şu cümleler Sultan Abdülhamid' aittir :
" (Sadrazam değiştirmelerim) kurban vermeye mecbur olduğumu hissetmeme bağlıdır. Bazen İngiltere'yi yatıştırmak için Kamil'i (Sadrazam Kamil Paşa'yı) kullanmam icap ediyor, bazen de ihtiyar kurt Küçük Said'e (Sadrazam Said Paşa'ya) ihtiyaç oluyor.."
Bu ortam içinde Babıali'de sadrazam adayları arasında, büyükelçiliklere sadece ziyarete değil, gece yatısına gidene de rastlanmıştı !.. Sadrazamlığa birkaç defa atanan Said Paşa, bir ara padişahın kendisine kızdığı ve fena muamele edeceği kanısına vararak İngiliz Sefaretine sığınmıştı. Bu"eylem"ini anılarında anlatırken, amacının yurt dışına çıkmak olduğunu, bunun engellenmesini önlemek için bir sefarete sığınması gerektiğini yazar ; Fransa ve Rusya sefaretlerine de sığınmasının mümkün olduğunu, fakat İngiltere'yi tercih ettiğini belirtir..
Orada altı gün kalmış ve en yüksek protokol uygulamasıyla misafir edilmiştir. Altı günün sonunda da ancak, padişahın gönderdiği "Feraşet Vekili" nin gelip İngilizlerin önünde Padişah adına verdiği güvence üzerine, evine dönmeyi kabul etmiştir.
Bu, Said Paşa'nın anlatımıyla şöyle olmuştur :
"Feraşet Vekili (Padişahın halifelik görevlerini yürüten zat) koltuğunda Kur'an-ı Kerim olduğu halde İngiltere Elçiliğine gelmiş. Baştercüman aracılığıyla bana görüşmek için haber yolladı. Başta ben görüşmeyi kabul etmek istemedim. Fakat yanında Kur'an-ı Kerim bulunduğunu düşününce, buna hürmet olarak, kabule karar verdim.. Görüşmemiz sırasında Elçilik Başkatibi Mösyö Elliot ve yine elçilik görevlilerinden bazıları da yanımızda bulundular. Feraşet Vekili Esad Efendi şöyle konuştu : 'Efendim, Padişah Hazretleri abdest alarak Kıble tarafına yöneldi, Ben de emirleri üzerine abdest tazeleyerek, onunla birlikte Kıble'ye döndüm. Padişah Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'e el basarak, evinize döndüğünüz taktirde size hiçbir zarar vermeyeceğine, zarar getirilmeyeceğine, ezada bulunulmayacağına yemin etti. Bu Kur'an-ı Kerim ki, işte burada da öpüp onu tazim yerine koyuyorum (saygı gösteriyorum, ululuyorum) . Buna el basarak Halife'nin Kıble'ye karşı yemin etmiş olduğunu, Padişah Hazretleri adına size bildiririm. '
Esad Efendi'nin bu yeminini sefaret başkatibi, amiri olan İngiltere Elçisine bildirdi. O da arkadaşlarına ; yani Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa ve Rusya elçilerine yazılı olarak haber verdi.."
Said Paşa evine ancak bundan sonra döndü. Ve işin ilginç yanı şu ki, o vakitten sonra, dört defa daha sadrazamlığa getirildi !..
ÖZETLE : OSMANLI DEVLETİ'NİN O ZAMANLARDAKİ DEVLET BÜYÜKLERİNİN "BÜYÜKLÜK"LERİ, ÇOĞU HALDE, PADİŞAHLARDAN ÇOK BÜYÜKELÇİLERİN GÜCÜNE DAYANIYORDU !..
Alman Sefareti
Büyükelçilerin taleplerini öne sürerken ellerinde tuttukları en güçlü silah, Osmanlı Devleti'ne ve devlete resmen bağlı olan özerke yönetimlerine verdikleri borçlardı. 19. yüzyılın son çeyreğinde Fransa'nın Tunus'u, İngiltere'nin Mısır'ı ellerine geçirişinde bunun doğrudan doğruya rolü vardı. Doğu Anadolu'da ve Balkanlar'daki toprak kayıplarında da, dolaylı etkisi olmuştu.
Bunlara karşı Osmanlı Devleti, yani devletin mutlak hakimi Sultan Abdülhamid ne yapıyordu veya yapabiliyordu ?..
Şunu yapabiliyordu : Büyük devletlerin karşılıklı çıkarlarını birbiriyle dengeleyerek, imparatorluğunun çöküşünü olabildiğince ertelemeye çalışıyordu.
Abdülhamid'in dış politikasını başarılı bulanların gerekçesi, bu dengeleme ve erteleme gayretleridir. Fakat bu, hiç kimsede, bir gün gelip de o çöküşün duracağı umudunu uyandırmıyordu.
Siyasette sessizlik vardı 1876'da Meşrutiyet'in rafa kaldırılmasıyla baslayan baskı rejimi, giderek koyulaşmış, sansür ve jurnalcilik inanılmaz boyutlara varmıştı.
Geçim güçlüğü ülkenin her köşesini zorluyordu. Fakat bundan şikayetler basına yansımıyordu. Gazete ve dergiler, şikayetlerden söz etmek şöyle dursun, ülkenin Abdülhamid sayesinde çok iyi durumda olduğunu öne süren ısmarlama yayınlar yapmaya devam ediyordu.
Tabii bunları okuyanlar da çok azdı, okuyanlar arasında bunlara inananlar da. Ama düzen, böyle bir düzendi. Başkalarıyla birlikte kendi kendini de aldatarak "durumu idare etme" düzeni idi. Veya eski deyimle, "idare-i maslahat" dönemi..
Avrupa'nın altı büyük devleti arasındaki güçlenme yarışı, aralarındaki barışı bozmaksızın sürerken, Osmanlı Devleti böyle bir güçsüzleşme süreci içindeydi.
(ALTAN ÖYMEN'İN , "BİR DÖNEM BİR ÇOCUK" ADLI KİTABINDAN...)
"Altı Büyükler"in İstanbul'un Beyoğlu bölgesindeki sefaret binaları, birbiriyle yarış eder gibi yapılmış görkemli binalardı. Her biri bir tepeye yerleşmişti. İngiltere'nin Tepebaşı'nda bir saray büyüklüğündeki binasının adı "Pera House" idi. Cumhuriyetle yönetilen Fransa'nın Nur-ı Ziya Sokağı'ndaki binasının ise, sadece kendisi saray gibi değildi, adı da saraydı : "Palais de France". Rus Sefareti binası bugünkü İstiklal Caddesi'nin Tünel'e yakın bölümünde, eski Rus mimarisini temsil ediyordu. Almanya bu yarışa en sonra, 1877'de katılmış, fakat Gümüşsuyu'ndaki geniş bir arazide en büyük ve yüksek binayı yaptırmıştı..
Sefaretlerin hepsinin deniz manzaraları muhteşemdi. Fakat bir de Boğaz'da Tarabya'da, çoğu sultan tarafından hediye edilmiş araziler üzerinde yazlıkları vardı. Yaz aylarını orada geçirirlerdi.
Avusturya-Macaristan'ın yazlığı ise Yeniköy'de idi..
Cumhuriyet'ten sonra sefaretlerin Ankara'ya geçmesi, bu yüzden uzun sürmüştür. Büyükelçiler bu rahatlarını bozmaya kolay razı olmamışlardır. İstanbul'da oturup yeni başkente arada sırada gitmek gibi bir yol izlemişler, Ankara'ya tamamen yerleşmek istememişlerdir. Sonunda buna mecbur olmuşlardır ama, uzun süre direnmişlerdir..
İngiltere Sefareti
"Altı Büyükler"in İstanbul'daki temsilcisi büyükelçiler birbirleriyle çok sıkı bir rekabet halindeydiler. Osmanlı Devleti'ne kim daha fazla talep kabul ettirecek, devletin yönetiminde kimin etkisi daha fazla olacak diye yoğun bir kulis faaliyeti içindeydiler.
Sonradan açıklanan diplomatik yazışmalar ve anılar da gösteriyor, bu kulis faaliyetine devletin içinden yardımcı olan Osmanlı vatandaşları da vardı. Zaten büyükelçilerin hükumet erkanını ziyaret etmelerinden çok, bazı sadrazamlar dahil, hükumet erkanının büyükelçileri ziyaret etmesi adet haline gelmişti..
Çünkü sadrazam olmaları veya kalmaları, bazı hallerde o büyükelçilerin tutumuna bağlıydı. Şu cümleler Sultan Abdülhamid' aittir :
" (Sadrazam değiştirmelerim) kurban vermeye mecbur olduğumu hissetmeme bağlıdır. Bazen İngiltere'yi yatıştırmak için Kamil'i (Sadrazam Kamil Paşa'yı) kullanmam icap ediyor, bazen de ihtiyar kurt Küçük Said'e (Sadrazam Said Paşa'ya) ihtiyaç oluyor.."
Bu ortam içinde Babıali'de sadrazam adayları arasında, büyükelçiliklere sadece ziyarete değil, gece yatısına gidene de rastlanmıştı !.. Sadrazamlığa birkaç defa atanan Said Paşa, bir ara padişahın kendisine kızdığı ve fena muamele edeceği kanısına vararak İngiliz Sefaretine sığınmıştı. Bu"eylem"ini anılarında anlatırken, amacının yurt dışına çıkmak olduğunu, bunun engellenmesini önlemek için bir sefarete sığınması gerektiğini yazar ; Fransa ve Rusya sefaretlerine de sığınmasının mümkün olduğunu, fakat İngiltere'yi tercih ettiğini belirtir..
Orada altı gün kalmış ve en yüksek protokol uygulamasıyla misafir edilmiştir. Altı günün sonunda da ancak, padişahın gönderdiği "Feraşet Vekili" nin gelip İngilizlerin önünde Padişah adına verdiği güvence üzerine, evine dönmeyi kabul etmiştir.
Bu, Said Paşa'nın anlatımıyla şöyle olmuştur :
"Feraşet Vekili (Padişahın halifelik görevlerini yürüten zat) koltuğunda Kur'an-ı Kerim olduğu halde İngiltere Elçiliğine gelmiş. Baştercüman aracılığıyla bana görüşmek için haber yolladı. Başta ben görüşmeyi kabul etmek istemedim. Fakat yanında Kur'an-ı Kerim bulunduğunu düşününce, buna hürmet olarak, kabule karar verdim.. Görüşmemiz sırasında Elçilik Başkatibi Mösyö Elliot ve yine elçilik görevlilerinden bazıları da yanımızda bulundular. Feraşet Vekili Esad Efendi şöyle konuştu : 'Efendim, Padişah Hazretleri abdest alarak Kıble tarafına yöneldi, Ben de emirleri üzerine abdest tazeleyerek, onunla birlikte Kıble'ye döndüm. Padişah Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'e el basarak, evinize döndüğünüz taktirde size hiçbir zarar vermeyeceğine, zarar getirilmeyeceğine, ezada bulunulmayacağına yemin etti. Bu Kur'an-ı Kerim ki, işte burada da öpüp onu tazim yerine koyuyorum (saygı gösteriyorum, ululuyorum) . Buna el basarak Halife'nin Kıble'ye karşı yemin etmiş olduğunu, Padişah Hazretleri adına size bildiririm. '
Esad Efendi'nin bu yeminini sefaret başkatibi, amiri olan İngiltere Elçisine bildirdi. O da arkadaşlarına ; yani Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa ve Rusya elçilerine yazılı olarak haber verdi.."
Said Paşa evine ancak bundan sonra döndü. Ve işin ilginç yanı şu ki, o vakitten sonra, dört defa daha sadrazamlığa getirildi !..
ÖZETLE : OSMANLI DEVLETİ'NİN O ZAMANLARDAKİ DEVLET BÜYÜKLERİNİN "BÜYÜKLÜK"LERİ, ÇOĞU HALDE, PADİŞAHLARDAN ÇOK BÜYÜKELÇİLERİN GÜCÜNE DAYANIYORDU !..
Alman Sefareti
Büyükelçilerin taleplerini öne sürerken ellerinde tuttukları en güçlü silah, Osmanlı Devleti'ne ve devlete resmen bağlı olan özerke yönetimlerine verdikleri borçlardı. 19. yüzyılın son çeyreğinde Fransa'nın Tunus'u, İngiltere'nin Mısır'ı ellerine geçirişinde bunun doğrudan doğruya rolü vardı. Doğu Anadolu'da ve Balkanlar'daki toprak kayıplarında da, dolaylı etkisi olmuştu.
Bunlara karşı Osmanlı Devleti, yani devletin mutlak hakimi Sultan Abdülhamid ne yapıyordu veya yapabiliyordu ?..
Şunu yapabiliyordu : Büyük devletlerin karşılıklı çıkarlarını birbiriyle dengeleyerek, imparatorluğunun çöküşünü olabildiğince ertelemeye çalışıyordu.
Abdülhamid'in dış politikasını başarılı bulanların gerekçesi, bu dengeleme ve erteleme gayretleridir. Fakat bu, hiç kimsede, bir gün gelip de o çöküşün duracağı umudunu uyandırmıyordu.
Siyasette sessizlik vardı 1876'da Meşrutiyet'in rafa kaldırılmasıyla baslayan baskı rejimi, giderek koyulaşmış, sansür ve jurnalcilik inanılmaz boyutlara varmıştı.
Geçim güçlüğü ülkenin her köşesini zorluyordu. Fakat bundan şikayetler basına yansımıyordu. Gazete ve dergiler, şikayetlerden söz etmek şöyle dursun, ülkenin Abdülhamid sayesinde çok iyi durumda olduğunu öne süren ısmarlama yayınlar yapmaya devam ediyordu.
Tabii bunları okuyanlar da çok azdı, okuyanlar arasında bunlara inananlar da. Ama düzen, böyle bir düzendi. Başkalarıyla birlikte kendi kendini de aldatarak "durumu idare etme" düzeni idi. Veya eski deyimle, "idare-i maslahat" dönemi..
Avrupa'nın altı büyük devleti arasındaki güçlenme yarışı, aralarındaki barışı bozmaksızın sürerken, Osmanlı Devleti böyle bir güçsüzleşme süreci içindeydi.
(ALTAN ÖYMEN'İN , "BİR DÖNEM BİR ÇOCUK" ADLI KİTABINDAN...)
KPSS Genel Kültür Tarih - Full
Tüm Adaylar İçin KPSS Genel Kültür Tarih Alanındaki Ders Notları, Çalışma Notları, Özetler, Terimler ve Diğer Dökümanları Bu Başlık Altında Bulabilirsiniz...
KPSS ye Hazırlanıyorsanız Başka Bir Kaynaktan Tarih Notu Aramanıza Gerek Kalmayacaktır.
Bu Konu Güncellenecektir Yani Tekrar Bir Açıklamaya Gerek Kalmadan Yeni Döküman Geldikçe Buraya Eklenecektir. O yüzden bu konuyu takip edin.
İyi Çalışmalar..
İNDİRME LİNKLERİ:
KPSS Tarih Özetleri Kitapçığı : KPSS Tarih Özetleri Kitapçığı.pdf
KPSS Tarih Terimleri Sözlüğü : KPSS Tarih Terimleri Sözlüğü.pdf
İnkılap Tarihi Test Soruları ve Cevapları : İnkılap Tarihi Test Soruları ve Cevapları.doc
İnkılap Tarihi Ders Notları : İnkılap Tarihi Ders Notları.pdf
KPSS Pratik Tarih : KPSS Pratik Tarih.pdf
KPSS Tarih Konu Özetleri : KPSS Tarih Konu Özetleri.pdf
Tarih Konu Özeti : Tarih Konu Özeti - Tablo.pdf
Tarih Kısa Ders Notları : Tarih Kısa Ders Notları.pdf
Tarih Soru ve Cevap : Tarih Soru ve Cevap.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 1 : KPSS Tarih Ders Notu 1.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 2 : KPSS Tarih Ders Notu 2.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 3 : KPSS Tarih Ders Notu 3.pdf
KPSS Tarih Detaylı : KPSS Tarih Detaylı.pdf
KPSS Tarih Osmanlı Özetler : KPSS Tarih Osmanlı Özetler.pdf
KPSS Tarih - İlk Türk İslam Devletleri : KPSS Tarih İlk Türk İslam Devletleri.pdf
KPSS Tarih - Orta Asya Türk Tarihi Özet : KPSS Tarih - Orta Asya Türk Tarihi Özet.pdf
KPSS Tarih - Savaşlar Cemiyetler Özet Tablo : KPSS Tarih - Savaşlar Cemiyetler Özet Tablo.pdf
KPSS Tarih - Islahatlar : KPSS Tarih - Islahatlar
KPSS Tarih - Atatürk İlkeleri Özet: KPSS Tarih - Atatürk İlkeleri.pdf
KPSS Tarih - Çağdaş Türk Dünyası Tarihi Özet : KPSS Tarih - Çağdaş Türk Dünyası Tarihi.pdf
KPSS ye Hazırlanıyorsanız Başka Bir Kaynaktan Tarih Notu Aramanıza Gerek Kalmayacaktır.
Bu Konu Güncellenecektir Yani Tekrar Bir Açıklamaya Gerek Kalmadan Yeni Döküman Geldikçe Buraya Eklenecektir. O yüzden bu konuyu takip edin.
İyi Çalışmalar..
İNDİRME LİNKLERİ:
KPSS Tarih Özetleri Kitapçığı : KPSS Tarih Özetleri Kitapçığı.pdf
KPSS Tarih Terimleri Sözlüğü : KPSS Tarih Terimleri Sözlüğü.pdf
İnkılap Tarihi Test Soruları ve Cevapları : İnkılap Tarihi Test Soruları ve Cevapları.doc
İnkılap Tarihi Ders Notları : İnkılap Tarihi Ders Notları.pdf
KPSS Pratik Tarih : KPSS Pratik Tarih.pdf
KPSS Tarih Konu Özetleri : KPSS Tarih Konu Özetleri.pdf
Tarih Konu Özeti : Tarih Konu Özeti - Tablo.pdf
Tarih Kısa Ders Notları : Tarih Kısa Ders Notları.pdf
Tarih Soru ve Cevap : Tarih Soru ve Cevap.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 1 : KPSS Tarih Ders Notu 1.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 2 : KPSS Tarih Ders Notu 2.pdf
KPSS Tarih Ders Notu 3 : KPSS Tarih Ders Notu 3.pdf
KPSS Tarih Detaylı : KPSS Tarih Detaylı.pdf
KPSS Tarih Osmanlı Özetler : KPSS Tarih Osmanlı Özetler.pdf
KPSS Tarih - İlk Türk İslam Devletleri : KPSS Tarih İlk Türk İslam Devletleri.pdf
KPSS Tarih - Orta Asya Türk Tarihi Özet : KPSS Tarih - Orta Asya Türk Tarihi Özet.pdf
KPSS Tarih - Savaşlar Cemiyetler Özet Tablo : KPSS Tarih - Savaşlar Cemiyetler Özet Tablo.pdf
KPSS Tarih - Islahatlar : KPSS Tarih - Islahatlar
KPSS Tarih - Atatürk İlkeleri Özet: KPSS Tarih - Atatürk İlkeleri.pdf
KPSS Tarih - Çağdaş Türk Dünyası Tarihi Özet : KPSS Tarih - Çağdaş Türk Dünyası Tarihi.pdf
22 Haziran 2013 Cumartesi
375 ) İNÖNÜ TÜRK MİLLETİNİN ERKEKLİĞİNİ NASIL ÖLDÜRDÜ !..
İkinci Dünya Savaşında savaş, artık tam bir ulusal güç savaşı haline gelmişti. Bu ulusal güç, ancak kuvvetli müttefikler tarafından desteklenme oran ve olanaklarına göre işleyebilmiştir. Bu sebeple bir ülke ve bir ordunun savaş gücünü artık, gizli kasalardaki planlar ve hatta silah, cephane yedeklerinden çok ; hiçbir şekilde gizlenmesi olası olmayan ekonomik gücü, örneğin akaryakıt depolarının kapasitesi tayin etmektedir. İş bu yönden ele alındığı zaman, hemen bütün eksiklerini dışarıdan tamamlayan Türkiye gibi açık ve az gelişmiş ülkeler için, aslında hiçbir zaman, bir askeri sır yoktur.. İkinci Dünya Savaşı başlangıcında Türkiye'nin bu açıdan durumu, cesaret verici değildi. Öyle anlaşılıyordu ki, ülke bir savaşa sürüklenirse, hemen birkaç hafta içinde savaş, modern bir savaşın gerek ve olanaklarını kaybedecektir. Bizim için, gene Birinci Dünya Savaşının veya Kurtuluş Savaşının "kanının son damlasına kadar" dayanmak formülünde ifadesini bulan yiğitlik manzarasına dönecektir..
Şevket Süreyya Aydemir önce Ankara İktisat İşleri Müdürü, sonra İktisat Bakanlığının Sanayi Tetkik Dairesi Başkanı, sonra da aynı zamanda ülkenin İaşe İşleri Müsteşar Yardımcısı olarak, sivil ve askeri bütün yönetim cihazları ile olan doğrudan temasları ve işbirliği çalışmaları yapmıştır. Bu sayede gerek halk, gerek ordu gereksinimleri bakımından, çok yararlı bilgi sahibi olmuştur.
Bu arada gerek Başbakanlık makamı ve Koordinasyon Heyeti ile doğrudan temaslar, gerek Milli Savunmanın ilgili daireleri veya bizzat Milli Savunma makamında ilgililerle yapılan temas ve çalışmalar sonucunda şunu anlamıştır :
Ülke, bir savaş olasılığı karşısında, hemen her cephesi ile halsiz ve yetersizdir !..
Cumhuriyet ; eski saltanat idaresinden ancak ; ekonomik esaret şartları ile, ekonomik ve mali perişanlık, yokluk, cihazsızlık ve bir de ağır borçlar devralmıştı.. Türkiye zaten gümrük bağımsızlığına ancak 1929 yılı Ekim ayında kavuşmuştu. Halbuki tam o sırada dünya ekonomik krizi patladı. Bazı tarımsal ihraç mallarımızın fiyatları % 90 oranına kadar düştü. Buna rağmen, ne yapılmışsa gene bu kriz dönemi ile, onu izleyen ve İkinci Dünya Savaşına çıkan 1930-1938 arasında yapılmıştır.. Demiryollarının inşasına devam edilmiş, yabancı şirketler devletleştirilmişti. Türkiye'de ilk defa bir sanayi siyasetine geçilmiş, yeni fabrikalar kurulmuştu. Bu arada bir de "İmalatı Harbiye Sanayii" geliştirilmişti. Bütçe dengesi, Türk parası değerinin korunması, dış ticaret dengesi hep bu yıllarda sağlandı..
Fakat ne var ki, yatırımlar elbette ki yetersizdi. Tarımsal hammadde ihracatçılığına dayanan döviz potansiyelimiz yetersizdi. Dış yardımlar ve borçlar ise mümkün olmuyordu..
Türkiye'deki bütün akaryakıt tanklarının mal depolama kapasitesi ancak 100.000 tondan ibaretti. İstanbul, İzmir ve İskenderun'daki bu depolarda yapılan incelemeler şunu gösteriyordu ki ; bu depolar hiçbir zaman bu kapasiteyi tam kullanamazlar.. Nitekim savaş içinde ülkede, akaryakıt stoku, ihtiyaca göre, bazen bir haftalık, hatta daha az seviyeye kadar düşmüştü. Herhangi bir savaş durumunda, ordu da, akaryakıt bakımından halk kadar sıkıntı çekecek durumdaydı. Ordunun geniş tahkimat projeleri de, örneğin Çakmak Hattı tahkimatı, demir ve çimento bakımından sıkıntılı durumdaydı. Çünkü, ülkenin bütün çimento üretimi yılda en fazla 380.000 tondan ibaretti. Bu üretimi sağlayan "iki buçuk" çimento fabrikasının hepsi de İstanbul'da ve kolayca bombalanacak yerlerdeydi..
Ülkede inşaat demiri yapacak Karabük tesisleri ise, henüz işe açılmamıştı. Ülkede bütün pamuklu üretimi, kişi başına yılda ancak 6 metre idi !.. (Örneğin Macaristan'da bu, 55 metre idi) Şeker üretimi kişi başına 4 kilo idi. (Balkan ülkelerinde ortalama 14 kilo).. Köselelik deri dışarıdan geliyordu.. Petrol ve demir üretimi yoktu. ( Karabük'te birinci yüksek fırın 11 Eylül 1939'da açıldı).. Buğday ve yem bitkileri yetersizdi. Motorlu araçlar az ve çok çeşitliydi. Orduda birbirinden farklı sadece 28 kamyon vardı !.. Savaş sanayii bakımından, Türkiye'nin yeterli bir savunma potansiyeline hiçbir şekilde sahip olmadığı da açıkça bilinen bir şeydi..
Her şey onu gösteriyordu ki, eğer Türkiye bir savaşa sürüklenmek zorunda kalırsa, çok ağır problemlerle karşılaşacaktı. Her ne pahasına olursa olsun bir savaşın dışında kalınmalıydı..
Halk ve hele ordu ihtiyacındaki eksikliklerin müttefiklerce ikmali yolunda yapılan sonu gelmez girişimlerin verdiği sonuçlar ise, savaş içinde bütün ilgilileri düşündürüyordu. Örneğin İzmir'e bir gemi buğday veya İskenderun'a bir akaryakıt tankerinin vardığı haberini alabilmek için haftalarca çekilen sinir gerginliklerinin haddi hesabı yoktu..
Müttefiklerin aslında Türkiye'yi beslemek, donanımını takviye etmek gibi bir görevleri yoktu. Onlarla zaten ancak dünya savaşı başladıktan sonra müttefik olunmuştu. Ama onların da istediği gibi ve istedikleri anda savaşa girilecekse, bu ikmal şartlarının Türkiye lehine düzenlenmesi gerekiyordu..
Kaldı ki böyle bir savaşa girildiğinde yeni sorunlarla da karşılaşılacaktı. Parmakla sayılacak kadar az olan sanayi merkezleri ilk anda tahrip edilebilirdi. Tek bir kömür havzası vardı ve bu havza, eski, hurda tesislerden kurtarılarak, tek bir elektrik santraline (Çatalağzı) bağlanmaya çalışılıyordu. Hepsi ancak 100.000 ton depolamak gücünde ve hiçbir zaman dolu olmayan üç akaryakıt tank merkezinin bir anda tahribi mümkündü.
Türk ordusunun silah ve cihazlanma durumu ve özellikleri, hatta savaşın başladığı günlerde de müttefikler için henüz malum değildi. Çünkü savaştan önce Fransa, İngiltere ve o ülkelerin sınai üretim ve ikmal şartları ile silah tiplerine uygun ilişkilere girilmemişti. Savaş başladıktan sonra ise, bir muharip ordunun, o güne kadar alıştığı malzeme ve silah, tip ve kaynaklarından başka türlü tip ve kaynaklarla beslenmesi ; bu ordunun yeniden silahlandırılması, elbette ki büyük problemdi. Kaldı ki bu donatım ve beslenme için de, yollar açık değildi...
İşte bütün bu olasılıklar karşısında Türk Hükumeti ve İnönü için açık kalan tek yol, bütün zekasını ve olanakları kullanarak, işi duygusallık meselesine dökmeden, kendi kabuğu içinde vaziyet almaktan ve savaş dışında kalabilmenin çarelerini aramaktan ibaretti. Nitekim öyle de oldu..
Gerçi TBMM'de de savaş için nutuklar verilmiştir. Bir aralık İnönü'ye Demokrat Parti iktidarı sırasında muhalifleri tarafından ve onun savaş dışında kalmak başarısını küçültmek için :
"- Milletin erkekliğini öldürdüler !.."
şeklinde taşlamalar yapıldı. Üçlü ittifakın görüşmeleri sırasında kendi Halk Partisi saflarından da, savaşı özleyen ateşli nutuklar çekilmişti. Örneğin Ankara'da 15-20 Kasım 1943'de gerçekleşen Tarih Kongresi günlerine ait şöyle bir olaydan bahsedilir. Kongrede bulunamayan İnönü, Çankaya Köşkünde bir kongre heyetini kabul ederek şöyle hitap ediyor :
"Arkadaşlar, görüyorsunuz, İngiltere, Alman bombalarının yağmuru altındadır. İngiliz milleti, vatanlarının menfaati namına buna tahammül ediyor. Orası gibi Almanya da İngiliz bombalarının yağmuru altındadır. Aynı şekilde Almanlar da vatanlarının menfaati namına buna tahammül ediyor. Gün pek yaklaşmıştır. Türk milleti de vatanının menfaati namına bu savaşa girmek üzeredir. Milli menfaatimiz bunu emrediyor. Milleti bu zarurete şimdiden hazırlamalısınız. Türkiye bu savaşa katılacaktır.."
Bu beyanları nakleden ve dipyazıda işaretlenen, 11 Haziran 1954 tarihli D.P. neşriyatı, propaganda broşürüne göre, daha sonra konu Millet Meclisine de getirilmiş ve gizli oturumda çoğunluk, Türkiye'nin de savaşa girmesi tezini savunmuştur. Ancak buna Fuat Köprülü karşı çıkmış ve keza Mareşal Fevzi Çakmak da ayrıca, savaşa girmek çabalarının karşısında olmuştur.
Özetle, gerçek öyle görünüyor ki, İnönü'nün şartları yakından bilmekten ve savaşın ne olduğunu yakından tanımaktan gelen mantığı onun hem kendini, hem etrafındakileri gözü kapalı maceralardan kurtarmıştır. Soğukkanlılık ve mantık, İnönü'de daima duygusallık ve heyecana üstün gelmiştir...
( ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'in "İkinci Adam" adlı eserinin ikinci cildinden derlenmiştir.)
20 Haziran 2013 Perşembe
Siyah Plaj, İzlanda
Suudi Arabistan'da dev bir insan iskeleti bulundu..!!
Etiketler:
bilgi,
iskelet,
keşif,
suudi arabistan,
yeni
Develerin hörgüçlerinde ne var?
Genelde hörgüçlerinde su olduğu ve uzun yolculuklarında bu suyu kullandıkları
söylenir ama doğru değildir. Develerin hörgüçlerinde 30-35 kg kadar yağ
bulunur. Yiyecek bulamadıkları zaman bu enerjiyle hareketlerini sağlarlar
ayrıca yağ çöl sıcağına karşı koruma görevi de yapar. Develer suya az
gereksinim duyarlar. Burun mukozaları insana göre 100 kat daha büyüktür.
Soluk alırken havadaki nemin üçte ikisini kazanabilirler. Su kaybını da
dokularından kaybederler, kandaki su etkilenmez.
19 Haziran 2013 Çarşamba
374 ) BİR OSMANLI KÖYÜNDEN SEFERBERLİK MANZARALARI !..
Birinci Dünya Savaşının seferberlik haberi Şevket Süreyya Aydemir'i, köyde bulur.
Harman makinesi işleri henüz bitmemiştir. Köye bir jandarma gelir. Önceden dağıtılan bir zarf köy odasında açıldığı zaman içinden bir duvar afişi çıkar. Bu afiş, kötü bir baskı makinesinde çiğ renklerle basılmıştır. En üstte iki çapraz bayrak görünmektedir. Bunların altına da toplar, tüfekler çatılmıştır. En alta da büyük harflerle : "Seferberlik var ! Asker olanlar silah başına !" sözleri yazılmıştır. Günün tarihi ve adı, boş bırakılan yere, jandarmanın getirdiği emre göre orada doldurulur : 21 Temmuz 1330 ( 1914 )..
Afişi cami duvarına asarlar. Haber köye çabuk yayılır. Köy, Edirne-İstanbul arasında bir istasyon köyüdür. Adına Çerkezköy derler ama burada yalnız Türkler oturmaktadır. Balkan Savaşından henüz çıkılmıştır ve bir yenilgiyle bitmiştir. Ancak yeni yeni bir yerleşme ve iyileşme havası esmeye başlamıştır. Köyde Balkan Savaşında yanan yıkılan binaların henüz tamirine el atılmıştır. Cami minaresi bile hala yıkık durumdadır. Ortada tedavileri tamamlanmamış yaralılar dolaşmaktadır. Savaş sırasında Anadolu'ya göç edebilen göçmenlerin bir kısmı yeni yeni dönmektedir. Fakat ne çare ki savaş, işte gene başlamaktadır..
Erkekler cami duvarının gölgesine çömelmişlerdir. Kadınlar da meydanın karşı tarafına sıralanmışlardır. 20 yaşından 45 yaşına kadar herkes askere gidecektir. Bu gidenlerin çoğunun, Balkan Savaşından dönüşleri üstünden henüz iki yıl bile geçmemiştir. Daha yaşlıca olanların ise yarı ömürleri, Yemen, Bağdat ve Arnavut'luk'ta geçmiştir..
Adları okunanlar bir yana dizilmektedir. Künyesi çıkanlar içinde babalar, oğullar, amcalar, dayılar yan yana sıralandıkça, kadınlar tarafından gelen mırıltılar dalga dalga artmaktadır. Bu mırıltılara, sesler, hıçkırıklar karışmaktadır. O zaman muhtar, bir şey yapmış olmak için, ya kocaman şal sarıklı başını sağa sola sallıyor, yahut da uzun tütün çubuğunun ucunu ensesinden sokarak arkasını kaşımaktadır !.. Hıçkırıklar artar gibi olunca da, masanın başında sağa sola laf yetiştirerek : "Ha oğullarım, ha aslanlarım" diye, hem kendine hem meydana hakim olmaya çalışmaktadır..
Askere gidecek olanlar, ertesi sabah gün ışırken, çeşme başındaki ağaçların altında toplanırlar. Komşu köy Kızılcapınar tarafından bir davul zurna sesi gelmektedir. Az sonra o köyün kafilesi de görünür. En önde köyün imamı gelmektedir. Bir ata binmiştir. Omuzunda kocaman bir de bayrak taşımaktadır. Arkasında yeni askerlerin sıraları ilerlemektedir. En önde en gençler vardır. Sonra arkaya doğru yaşlar artmaktadır. En geride atlı, yaya köy ihtiyarları gelmektedir..
Askere gidenlerin torbalarını, dağarcıklarını, ya ihtiyar asker babaları, yahut da analar, gelinler arkalarına vurmuşlar, kafileyi sarmışlardır. Bu kafile köye girerken Çerkezköy'ün tertibi tamamlanmıştır. Muhtar atına binerek en öne geçer. O da omuzunda bir bayrak taşımaktadır.
İki köyün halkı bir araya gelince hareketler, sesler birbirine karışır. Fakat imam atını ileriye sürüp de, ellerini gökyüzüne açarak, hakim, dalgalı sesiyle bir duaya başlayınca, ortalık durulur. Duadan sonra herkes "Amin !" diye haykırır. Kafileler yola düzülür. Kazanın bütün köylerinin askerleri Çorlu kaza merkezine yürüyecek ve orada birleşeceklerdir !..
Bu yol, eski yüzyıllarda İstanbul'u Balkanlar'a, Tuna'ya, Avrupa içerilerine, Ukrayna ve Polonya'ya bağlayan tarihi yolun bir parçasıdır. Eski istila ordularının yolu... Kafileler ilerledikçe sağdan soldan yeni yeni davul zurna sesleri gelmektedir. Yeni bayraklar, yeni kafileler görülmektedir. Ovalardan, tepelerden inen yeni kollar birbirlerine katılmaktadır.
Köyler boşalmaktadır. Pınarların dereleri doğurması, derelerin çaylara karışması ve çayların nehirleri meydana getirmesi gibi, daima üreyerek, daima genişleyerek kol kol insan dalgaları, bir yerlere doğru akmaktadırlar. Bu dalgalar, acaba hangi denizlere dökülecektir ?.. Yoksa bozkırlarda güneş, sularını mı tüketecektir ?.. Doymaz çöller kanlarını emerek onları kurutacak, bitirecek midir ?.. Yoksa şurada burada bölüne bölüne sazlarda, bataklıklarda eriyip, dağılıp gidecekler midir ?.. Bu, bilinemez..Fakat bilinen şudur ki, bu hal yüzyıllardan beri hep böyle olagelmiştir. Köyler hep böyle boşalmıştır.. Bu milletin kaderi budur.. Bugün bu yolculukta da o kaderin yenilmez ve hükmedilemez kanunu hakimdir. Bugün de bu tüysüz delikanlılarla, şu ayaklarından henüz dünkü savaşların tozları silinmemiş insanlar, birtakım bilinmeyen yönlere dağılacak ve belki oralarda kaybolacaklardır. Avrupa'da devletin sınırları, gerileye gerileye şu köyün kuzey ufuklarına kadar çekilmiştir ama, Asya'da henüz bu sınırlar Sina çölüne, Yemen'e, İran körfezine, Kafkasya'ya kadar uzanmaktadır. Bu geniş dağınıklık, gerçi artık aralarında hiç bir bağıntı olmayan çürük ve gevşemiş bir ülkeler varlığıdır. Ama bu mesafeler daha nice nice milyonları yiyip bitirebilir..
Namazgah yerine bu çelişkili duygular içinde varırlar..
Burası, o çevrenin tarihi bir toplantı yeridir. Şimdi artık seyrekleşmiş, azametini kaybetmiş gibi görünen ulu ağaçların gölgesinde, km bilir kaç defa otağlar kurulmuştur. Yeniçeriler, sipahiler konaklamıştır.
Katıldıkları kafile çayırlığa varınca, her tarafta dövülen davullar, çalınan zurnalar susar. Sonra namazgahtan gür bir ezan sesi duyulur. Ezan sona erince, imamın arkasında saf tutan müezzinlerle köy hocaları hep birden tekbir almaya başlarlar. Bütün saflar onlara katılırlar. Bazen inip, bazen gürleşen, fakat etkisi ve ululuğu daima artan bu tekbir sesleri, çayırları dolduran cemaati baş döndürücü havası içine sardıktan sonra, dalga dalga ovalara, sırtlara doğru yayılmaktadır..
Şimdi herkesin kafasında, ne bu savaşın bir türlü anlayamadıkları amacı, ne dökülecek kanları, ne çöllerde, bozkırlarda kaybolacak hayat dalgaları vardır. Kendilerini gittikçe coşan, kanatlandırıcı bir rüzgarın akışına bırakmışlardır. Milletin yüzyıllardır o kadar şikayetsiz tahammül ettiği ve onun bütün tarihini oluşturan "ebedi seferberlik"in gerçek anlamını artık anlamaktadırlar..
Tekbirlerden sonra iki rekat namaz kılınır. İmamın her söylediğini bütün müezzinler tekrarlamaktadır. Bunun arkasından cemaatin, doğruluş, eğiliş ve secdeye kapanış halinde dalgalanması, taşması gelmektedir.
Namazdan sonra gene fetih duaları okunur, tövbe edilir. Son fatihanın bitmesiyle beraber, davul zurnaların hep birden "ey gaziler"i vurması, köy bayraktarlarının cemaatlerini toplamaları ve kafilelerin kaza merkezi olan Çorlu yolu üstünde yerlerini almaları bir olur..
Aydemir derhal askere çağrılacak yaşta değildir. Fakat gittikçe daha iyi anlamaktadır ki memleket, artık fiilen savaşa girmiş bulunmaktadır. Okullarda sınıflarda seyrekleşme her gün biraz daha artmaktadır. Ders yılı içinde, son ağabeyinin de Sarıkamış'ta şehit olduğu haberi gelir. Fakat hemen onun yerini doldurabilecek yaşta değildir.
O ders yılı şöyle böyle geçer. Bu sefer tatili gene bir köyde, fakat bu kez Meriç kenarına yakın İbriktepe köyünde geçirir. Harmanda çalışır.
Israrlı başvurmaları ancak 1915 yazı sonuna kadar sonuç verir. Onu da askere almaya razı olurlar. Şube reisine, Kafkas cephesine gitmek istediğini, ağabeyinden kalan boş yeri dolduracağını söyler.
Öğretmen okulundan talimgaha hareket ederken, ordunun saflarına kabul ettiği en küçük yaşta subay adayının o olduğunu sanmakta ve bundan gurur duymaktadır. 18 yaşının içindedir..Fakat İstanbul'a varıp da talimgahı görünce, durumun hiç de öyle olmadığını görür. Burada belki de ondan da küçükleri vardır. Kendi kendine, "Demek ki ben dağarcığımı toplamakta hatta biraz da geç kalmışım" der... Gururlanmakta ne kadar da aceleci davranmıştır..
18 Haziran 2013 Salı
LOZAN'DA ON İKİ ADAYI NASIL KAYBETTİK SANIYORSUNUZ?
Lozan görüşmelerinde İsmet İnönü'nün Ankara ile neler görüştüğünü öğrenebilmek amacıyla telgraf görüşmelerini ta
kip eden ve kriptoları çözen İngiltere, yeni bir dinleme skandalına imza attı. İngiliz hükümetinin, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in G20 zirvesinde işbirliği yapıp yapmayacağını belirlemek amacıyla gizlice dinlediği ortaya çıktı.
kip eden ve kriptoları çözen İngiltere, yeni bir dinleme skandalına imza attı. İngiliz hükümetinin, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in G20 zirvesinde işbirliği yapıp yapmayacağını belirlemek amacıyla gizlice dinlediği ortaya çıktı.
MEHMET ŞİMŞEK İLK DEĞİL
Haber, İngiltere'de yayınlanan Guardian gazetesinde yer aldı. Gazeteye göre, 2009 yılında, yeni Maliye Bakanı olduğu sırada Mehmet Şimşek'in İngiltere Devlet İletişim Birimi GCHQ tarafından dinlendiğini yazıyor.
Mehmet Şimşek'i dinleyen İngilizlerin bu ilk yaptıkları iş değil. 1. Dünya Savaşı sonrası başlattıkları dinleme eğitimleriyle tüm anlaşmalar öncesi bu tür işlere imza attılar.
Lozan görüşmeleri esnasında da İnönü'nün İstanbul'a yolladığı telgraflar deşifre edilmiş ve neticesinde Lord Curzon İsmet İnönü'den istediği tüm tavizleri almıştı. Mustafa Armağan 2012 yılında yazdığı yazıyla bu konuya değinmişti.
Müzakereler süresince Türkiye'nin hamlelerini önceden bilen İngilizler, çok özel bir istihbarat sistemi kurmuş.
İNGİLİZLERİN TELGRAF ÇALMA VE ÇÖZME EKİBİ
Üstelik Lozan'da ciddi bir istihbarat oyunu oynandığından da haberdar değiliz.Lozan'ın karşı taraftan bilgi çalmaya dönük operasyonları üzerinde duran nadir bir İngilizce araştırmaya göre İngilizler, İstanbul'a yerleştirdikleri özel yetiştirilmiş telgraf çalma ve çözme ekibi sayesinde Türk hükümetinin Lozan'a çektiği telgrafları bizimkilerden önce yakalıyor, çözüyor ve Lozan'daki ekibimizin eline ulaşmadan önce Londra'ya ulaştırıyorla. Gereken emirler verildikten sonra Lozan'da müzakere masasına, bizim elimizdeki kozları bilerek oturuyorlardı. Birdiplomatın dediği gibi bunun, briç masasında karşısındakinin elindeki kartları bilerek oynamaktan farkı yoktu. (K. Jeffrey-A. Sharp, "Lord Curzon and the use of secret intelligence at the Lausanne Conference", The Turkish Yearbook, 1993.)
RAUF ORBAY DEHŞETE DÜŞMÜŞ
Bu ahlaksızca oyunun farkında olmayan Türk tarafı, müzakerelere giripçıkıyorlardı ama telgraflaşmaları kendilerinden önce okumuş rakipleriyle aynı masada oturduklarından bihaberdiler. Zamanın Başbakanı Rauf Orbay, yıllar sonra Londra Büyükelçiliği sırasında bu oyunu öğrenince dehşete düşmüştü.
İngiltere, 1. Dünya Savaşı'nın hemen ardından bir Kod ve Şifre Okulu açmış vemezunların bir kısmını İstanbul'da kurduğu kablosuz dinleme merkezinde istihdam etmiş olması tesadüf değildi.
İngiltere, 1. Dünya Savaşı'nın hemen ardından bir Kod ve Şifre Okulu açmış vemezunların bir kısmını İstanbul'da kurduğu kablosuz dinleme merkezinde istihdam etmiş olması tesadüf değildi.
İSMET PAŞA'YI SIKIŞTIRIYORLARDI
Curzon ve Rumbold Türk tarafının kafasından nelerin geçtiğini bilerek hareketediyor ve ortamı germek istediklerinde geriyor, gevşetmek istediklerinde de gevşetiyorlardı. Mesela bir keresinde azınlıklar konusunda Curzon, İsmet Paşa'nın üstüne gidiyor, sıkıştırıyordu. Rumbold onu uyardı:
"İsmet'in ellerinin bu konuda Ankara tarafından bağlanmış olduğunu hissediyorum. Gizli kaynaklardan edindiğim bilgiye göre eğer biz Montagna Formülü'nde ısrar edersek masayı ve konferansı terk edecek. Vatandaşlarımız için bazı garantiler almamız yeterli. Konferans kesilirse bunu kamuoyumuzun anlayışla karşılayıp karşılamayacağından emin değilim."
Curzon, bunun üzerine tutumunu değiştirecektir.
İngilizler ele geçirilen telgraflardan şunu da net olarak anlamışlardı: İsmet,Ankara'dakilere oranla uzlaşmaya daha yatkındı ve ılımlı bir tavır sergiliyordu. Ancak Ankara çok sertti. Ne yapsın İsmet!
GİZLİ HABERALMA SERVİSİ
Gizli Haberalma Servisi (SIS) de bunu doğruluyordu. Haziran 1923'te Rumbold,Curzon'a şöyle yazıyordu: "Malum gizli kaynaklardan edinilen bilgileredikkat ederseniz İsmet'in kendi hükümetiyle giderek daha büyük birmüşkülat içine girmekte olduğunu görürsünüz."
İngilizler Lozan'da bir başarısızlık veya eli boş dönme halinde Meclis'in delegelerden ve hükümetten hesap soracağını bile tespit etmişlerdi. 30 Ocak 1923'te Rumbold şöyle yazıyordu Henderson'a:
LOZAN'DA İNGİLİZ HİNLİĞİ
"Kötü bir anlaşmayla geri dönerlerse BMM onları düşürecek, hiçbir şey imzalamadan dönecek olurlarsa bu defa boşu boşuna zaman kaybettirdikleri ve para harcadıkları için suçlanacaklar." Lord Amery ise Curzon'a Türklerin halı satıcılarına benzediğini, tam kapıdan çıkarken müşterinin verdiği fiyata razı oldukları uyarısında bulunuyordu.
Makalenin yazarları Jeffrey ve Sharp, Lozan'ın, 1. Dünya Savaşı'nı bitiren antlaşmaların en uzun ömürlüsü oluşunu, İngiliz gizli haberalma servisinin bir başarısı olarak değerlendiriyor. Onların gayreti sayesindedir ki İngilizler, Türktarafının elindeki kozları ve tezleri önceden öğrenmiş ve sonuçta ortaya "gerçekçi" bir antlaşma metni çıkmıştır.
17 Haziran 2013 Pazartesi
373 ) MECLİS UNUTUR AMA TARİH UNUTMAZ !...
Adı, Birinci Meclis'in tutanaklarına geçmesine, cephede Atatürk ve İnönü'nün iltifatlarına mazhar olmasına karşın Kurtuluş Savaşının gizli kahramanlarından biri olarak neredeyse unutulacak iken ; dikkatli bir genç tarihçi sayesinde bu tehlike bertaraf edildi..
Oysa Birinci Meclis, onun adı ve kahramanlıkları tarihe malolsun, gelecekte de anılsın diye ona onbaşılık rütbesi ve İstiklal Madalyası verme kararı almıştı. Bu kahramanın öyküsü Kurtuluş Savaşı tarihine vakıf kişiler tarafından bile atlanmıştı. Ancak Ozan Bodur, "Meclis'in Unuttuğu Kahraman Nezahet" adlı kitabını çıkarınca "Türk Jean d'Arc"ının bir ömür boyu süren mağduriyetini öğrenebildik..
Onun adı Nezahet Baysel.. Kurtuluş Savaşı sırasında 12 yaşındadır. Annesini kaybedince ayrı kalmak istemediği için 70.Alay Komutanı olan babası Hafız Halit Paşa ile birlikte Ulusal Ordu saflarına katılır. Küçük bedenine ilk asker üniformasını ve Kuvayı Milliye kalpağını Geyve cephesinde geçirir. Osmanlı'dan kalma silahlar büyük ve ağır olduğundan taşıyamayan Nezahet'e Akhisar'da karşılaştığı Çerkez Ethem tarafından, daha küçük ve hafif bir Yunan filintası olan ilk silahı verilir. İlk kurşunu İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından kurdurulan Kuvayı İnzibatiye'ye karşı Adapazarı'nda sıkar. Gediz'de dağılmak üzere olan askerin önüne atını sürerek mutlak bir bozgunu önler. Konya isyanında elebaşı Cin Ali'yi Ilgın'da saklandığı yerde bizzat o yakalatır. İnönü savaşlarında gösterdiği başarılar efsane gibi bütün cephelerde anlatılır. Küçük Nezahet, 70. Alay'ı kutlamaya Ahu Dağı'na gelen Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın da dikkatini çeker. Gazi, 11.Tümen Komutanı Arif Bey'den öyküsünü dinlediği küçük Nezahet'e ve babasına iltifatlarda bulunur. İnönü zaferi nedeniyle yurdun dört bir yanından tebrik telgrafları alan Birinci Meclis'in 30 Ocak 1921 Pazar günkü 140. oturumunda Bursa Mebusu Emin Bey, 70.Alay'da babası ve askerleri ile birlikte savaşan küçük Nezahet'e ilk İstiklal Madalyasının verilmesini teklif eder... Savaşın tam ortasında gelen bu ilginç teklif, oturumu izleyen vekiller arasında şaşkınlık ve hayret ifadeleri ile karşılanır. Emin Bey, kendisinden bu konuda açıklama isteyen vekillere teklifinin gerekçesini şöyle sunar :
"Efendiler !
Bu kahraman çocuk mutlaka ödüllendirilmelidir. Eğer ilk İstiklal Madalyasını bu çocuğa verirsek büyük bir kadirşinaslık göstermiş oluruz. Ha, şunu da unutmadan söylemeliyim ki, asker arasında bu kızımıza Türk Jean d'arc'ı denmektedir.."
Rahmetli İlhan Selçuk'un kayınpederi olan İzmit Mebusu Hamdi Namık Gör de, kürsüye gelerek Emin Bey'in anlattıklarını doğrular. "Gerçekten bu kız, Türklerin bir Jean d'Arc'ı olarak addolunabilir" dedikten sonra bir küçük çocuğa İstiklal Madalyası vermek yerine çeyizini düzmenin daha doğru olacağını söyler. Meclis'teki kadın haklarının yılmaz savunucusu olan Tunalı Hilmi Bey de konuya müdahil olarak, "Hem İstiklal Madalyası hem de çeyiz verelim" önerisinde bulunur. Tunalı Hilmi Bey, bununla da yetinmeyerek, "Bendeniz ilk defa olmak üzere Osmanlı tarihinde bir paşa hanım görmek istiyorum. Bence bu kıza madalya bile yetmez, ben bu kızımızın şahsına mir-i miran (tuğgeneral) rütbesinin verilmesini teklif ediyorum. Dikkat edin, sadece nişan değil bir de rütbe verilmeli" der.
Reis unvanıyla oturumu yöneten Hasan Fehmi Bey, Bursa Mebusu Emin Bey'in önerisini oylamaya sunar ve elleri sayarak dosyanın işleme konulması için Başkanlık Divanı'na gönderir.
Kurtuluş Savaşının bu çocuk kahramanına ilk İstiklal Madalyası verilmesi için Meclis karar almıştı. Kararın yanında onbaşılık mazbatası da Kemalpaşa'nın Yunanlılardan alınmasından sonra 70. Alay'ı ziyaret ederek iltifatlarda bulunan 11. Tümen Komutanı Derviş Ahmed Paşa tarafından törenle verildi.
Meclis zabıtlarına göre İstiklal Madalyası kendisine verilmiş olmasına karşın Nezahet Onbaşı, bu madalyayı hiçbir zaman alamadı. Türkiye'de asker-sivil doksan bini aşkın kişiye İstiklal Madalyası verilmiş, ancak ilk madalya verilmesi Meclis'de karara bağlanmış küçük Nezahet'in madalyası unutulmuştu. Madalya ile birlikte adı da...
Adının yeniden gündeme gelmesi için 1944 yılını beklemek gerekiyordu. Samet Ağaoğlu'nun yazdığı bir kitapta adı geçen Nezahet Hanım'ı bularak söyleşi yapan ve onun öyküsünü Tasvir-i Efkar'da yayımlayan Kadri Kayabal, Nezahet Hanım'a iyilik yapayım derken istemeyerek de olsa en büyük kötülüğü yapmıştır. Çünkü söyleşiyi yaparken aldığı belgeleri, en önemlisi de onbaşılık mazbatasını kaybetmiştir. Bu tarihten sonra Nezahet Hanım, madalyasını istemek için ne zaman TBMM'ne başvursa kendisinden bu belgeler ve onbaşılık mazbatası istenmektedir. Kadri Kayabal'ın gazetede kendi imzasıyla kamuoyuna "Nezahet Hanım'a ait belgeleri ve onbaşılık mazbatasını ben kaybettim" açıklaması da hiçbir işe yaramamıştır. Sadece 1985 yılında dönemin TBMM Başkanı Necmettin Karaduman kendisine bir plaket vererek gönül almaya çalışmıştır.
MİYASE İLKNUR'un 21 Nisan 2013 tarihli "Cumhuriyet" Gazetesi ekinde çıkan yazısından alıntı yapılmıştır..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)