bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2013 Cuma

TERSANE-İ ÂMİRE & DONANMA-YI HÜMÂYÛN

DÜNYANIN EN BÜYÜK TERSANESİ: "TERSANE-İ ÂMİRE"

DÜNYANIN EN BÜYÜK DONANMASI: "DONANMA-YI HÜMÂYÛN"

Osmanlı Devleti'nin birçok liman şehrinde tersanesi vardı. Ama en büyüğü olan ve şöhreti dünyayı kaplayan Haliç üzerindeki İstanbul Tersanesi'ydi. Bu tersanenin dünyada eşi yoktu. Hiç bir tersane burası kadar gemi kızaklayamaz, işçi çalıştıramazdı. Akla gelebilecek her türlü sanat erbabı mevcuttu. İşçilerin çoğu Hıristiyan esirlerdi. Ama bedava değil, ücretle çalıştırılırlardı. Ücretlerini biriktirenler değerlerini öderler, hür olur, memleketlerine dönerlerdi. Ustaların ve mühendislerin hepsi Türk'tü. Tersanede çalışanların sayısı yaklaşık 20.000'di.

İstenildiği an, bir yıl içinde, Venedik Donanması'nın bir eşini inşa etmek ve donatmak mümkündü. Denizci bir ülke olan Venedik bile, Osmanlı Devleti ile barış halinde olduğu zamanlarda bu tersaneye kadırga ısmarlardı. Barbaros'un vekili Hasan Reis'in 24 Ekim 1541'de Cezayir'i almak için gelen haçlı kuvvetlerini bozguna uğrattıktan sonra padişaha sunulmak üzere gönderdiği hediyeleri getiren leventlerin bir kısmı İstanbul’a ilk kez gelmişlerdi.

Çoğu Anadolu’nun küçük köylerinden Cezayir’e gittiklerinden İstanbul’u büyük bir şaşkınlık, heyecan ve hayranlıkla gezmişlerdi. Tersane-i Hümayun’da yaklaşık

20.000 kişinin 100'e yakın gemiyi inşa etmek için hep birlikte karınca gibi çalıştıklarını görünce, hayretlerinden dilleri tutuldu ve bu derece kudretli bir devletin tebaası oldukları için Allah’a şükrettiler.

Osmanlı Denizciliği, özellikle 16. yüzyılda zirveye ulaşan bu göz kamaştırıcı başarısını; üst düzeydeki denizcilik bilgisine, gemi yapımındaki üstün tekniğine, günümüzde bile hayranlık uyandıran lojistik destek sistemi ve üs zincirine, sahip olduğu mükemmel düzeydeki deniz haritalarına ve en önemlisi tüm bu konuları değerlendirip uygulayabilecek, inançlı ve üstün nitelikte denizciler yetiştirmesine borçludur.

Osmanlılar, kadırgaları, barçaları, pergendeleri, baştardeleri ile mavi enginliklerde dolaşan usta denizcileri, ünlü haritacıları, gök bilimcileri ve savaş kahramanları ile tarih yazmış ve dünya denizcilik tarihine damgalarını vurmuşlardır.


DÜNYANIN EN BÜYÜK TERSANESİ

 DÜNYANIN EN BÜYÜK DONANMASI

 DÜNYANIN EN BÜYÜK TERSANESİ



27 Ağustos 2013 Salı

Neden üçyüz seneden beri hiçbir buluşun ve keşfin üstünde hiçbir Müslüman’ın imzası yok?..

 Neden?.. Neden?.. Neden?

23 Ağustos 2013…Sormalıyız kendimize: Neden İsrail denen birkaç milyonluk korsan bir devlet, bir buçuk milyar Müslüman’ı susta durduruyor?..

Neden üçyüz seneden beri hiçbir buluşun ve keşfin üstünde hiçbir Müslüman’ın imzası yok?..

Neden dünya milletlerinin önderi ve örneği iken, en geri sıralara düştük?..
İslam dünyası neden istikrarsız, neden iç savaşların kıskacında bocalıyor?..
Neden İslam dünyasını çapaçul diktatörler yönetiyor, demokrasi denemeleri daima hüsranla sonuçlanıyor?..

Neden bütün tepkimiz, tepki duyduğumuz milletlerin ürettiği mamul maddelere ambargo koymaktan ibaret kalıyor da ondan iyisini üretme çabasına girmiyoruz?..

Neden dünya çapında karikatüristimiz, ressamımız, gazetecimiz, siyasetçimiz, bilim adamımız

yok?..

Neden Peygamber Efendimiz’e karikatürle hakaret eden karikatüristin karşısına karikatürle, romanla hakaret edenin karşısına romanla, resme resimle, şiire şiirle, filme filmle karşı koyamıyoruz da bağırıp çığırarak cevap vermeye çalışıyoruz?

Hikâye malum: 1409’larda Bursa’ya gelen İranlı bir âlimin, Efendimiz hakkında küçültücü ifadeler kullanması üzerine Süleyman Çelebi kaleme sarılmış ve “Vesiletü’n Necat” [bildiğimiz mevlid] isimli muhteşem eserini yazmıştı…

Ne ambargo, ne galeyan: Fikre karşı fikir, kaleme karşı kalem, kelama karşı kelam! Bu yöntem o kadar etkili oldu ki, atılan tüm iftiraları sildi süpürdü. Bugün o iftiraların esamisi dahi okunmazken, Mevlid hâlâ gürül gürül okunuyor…

Bu konular üzerine kafa yorabilir, kabiliyetimiz ölçüsünde görevler üstlenebiliriz…
“Müslüman birey” olarak, Müslümanları “kurun-u vusta”da (ortaçağ) tevkif eden (durduran) engelleri kendi çapımızda aşmanın formüllerini üretmeyi deneyebiliriz…
En azından böyle tasalarımızın olması gerekiyor…

Aksi taktirde “Müslüman dindar”lar “kemiyet” (sayıca) olarak artarken, “keyfiyet” (nitelik) olarak azalmaya devam edecekler.

Her biri müstesna kürsülerden yıllar boyu cemaate seslenen hocalarımızın bu gibi konulardan hemen hemen hiç bahsetmemeleri ne kadar acı! Hocalarımız İslâm Dini’nin sadece ibadet boyutuyla ilgili vaazlar veriyorlar, “tefekkür” ummanımızdan beslenip bunları halkla paylaşan yok gibi…

Sonuç olarak toplumumuza “İslâmın beş şartı” ile sınırlı bir din algısı yerleşmeye başladı. İslâmî hayatın parçaları olan kelime-i şahadet, namaz, oruç, hac, zekât gibi farzlar, “İyi Müslüman” olmak için yeterli sayılıyor. Bir birimize namazı-orucu anlatıyoruz da, İslâmın “ilim-irfan” ve “tefekkür” boyutunu yeniden nasıl inşa edeceğimiz konusunda bir gayret göstermiyoruz.

Oysa namazı, orucu, haccı, zekâtı idrak için bile ilme, irfana ve tefekküre (derin algı ve analize) ihtiyacımız var.

Zaten Kur’an bizi görmeye, idrak etmeye ve düşünmeye dâvet ediyor; hatta zorluyor…


Al-Jazari kaldirac gercek tarih deposu



Yeni Akit 
Yavuz Bahadıroğlu 

12 Ağustos 2013 Pazartesi

TARİHTE EN ÇOK BİLİNEN 10 MÜSLÜMEN BİLİM ADAMI

TARİHTE EN ÇOK BİLİNEN 10 MÜSLÜMEN BİLİM ADAMI

İslam Tarihinde bilim adamı sayısı batılı bilim adamlarından daha fazladır . Buna Rağmen bizler çok azını bugün bilir ve tanırız ve çoğunu tanımayız. Gençlerimizin bunları kısaca da olsa tanımak ve bilmesi hem okulda , hem de hayatta genel kültürleri artacağından onlara fayda sağlayacaktır. Biz en fazla bilinin 10 Müslüman Bilim adamını size tanıtalım dedik.

Farabi
Yılları arasında Ortadoğu da yaşadığı sanılan Farabi çağında tam bilinememiş ve değeri anlaşılamamış ve yaşadığı çağdan 200 sene sonra bilinmeye başlamıştır. Matematik, Botanik, Tıp, Felsefe ,Mantık ve Musiki alanında eserler vermiştir. Büyük islam alimi, hekim, filozof olarak tanınmış, insan vücudunun , organların görevi , hastalıklar ve tedavi yöntemleri konusunda çalışmalarda bulunmuş. İnsanın sağlıklı bir bedene sahip olması için gereken sebepleri araştırmış ve hastalıklara çözüm yolları aramıştır.

Fizik alanında ses konusunda araştırmalar yapmış, ud ve kanun gibi musiki aletlerini bulmuştur. Kendinden sonra gelen hem müslüman hem de batılı ilim adamlarına yol göstermiş günümüzde öğrenci değişim hareketlerinden birine adı verilmiştir.

2.İbni Sina

980-1037 yılları arasında bugün ki Özbekistan sınırlarında yaşamış olan İbni Sina tıp alanında mikrobun varlığını keşfeden bilim adamı olup, 150 den fazla eser bırakmıştır bunlardan 17 tanesi tıp ile alakalıdır.

Devlet hizmetlerinde bakan ,hekim ve filozof olarak görev aldığından gündüz devlet işlerinde gece bilim işlerinde çalışarak eserler ortaya koymuştur.

Felsefe konularında kitaplar yazmış, Belirtiler ve uyarılar, kurtuluş kitabı gibi bu alanda meşhur eserlerini vermiştir. Tıb Kanunu kitabı 1000.000 kelimelik bir tıp ansiklopedisidir. Bu kitapları tüm dünyada ders kitabı olarak okutulmuştur.

3.Ali Kuşcu

1474-1525 yılları arasında yaşayan Ali Kuşçu Astronomi ve Matematik dâhisi olarak bilinir. Özbekistan sınırları arasında kalan Semerkant’ta doğmuştur. Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul’a gelmiş ve Uluğ bey Rasathanesinde çalışmıştır. Ayasofya da dersler vermiştir. Fetih Risalesi, Astronomu Risalesi ve risalei Muhammediye yazmış ve Fatih Sultan Mehmet’e takdim etmiş ve 1474 yılında İstanbul’ da vefat etmiştir. Matematik ’ten dil ve belagat konularına kadar eserler bırakmıştır.

4. El Buruni

973-1051 yılları arasında yaşamış olan ve bugün Özbekistan ve Türkmenistan arasında bir bölge olan Harezm de doğmuş. Astronomi, Tarihçi , Botanikçi, Eczacılık uzmanı, Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist olarak çok yönlü çalışmış olan bir bilim adamıdır. İlk kitabını 17 yaşında yazmıştır. Kitaplarının adı ise ilginçtir. Boş geçen asırlardan kalan eserler, Meskenler arasındaki mesafeyi düzeltmek için Mekanların sonunu sınırlama, Hind Tarihi , Cevherlerin bilinmesine dair kitap, Yıldızlar ilmine giriş, Eczacılık Kitabı .. Pi sayısı ve Tirigonometri üzerine araştırmaları ile ün yapmıştır. Günümüzde bu kadar çok yönlü insanları bulmak zor.

5. Mimar Sinan

Kanuni devrinin en büyük mimarıdır. Osmanlı İmparatorluğunun gelmiş geçmiş bilinen en büyük mimarlarındandır.1489 1588 yılları arasında yaşamıştır. 99 yıl hayatına binlerce eser sığdırmış ve 350 ye yakın eser yapmış bunlardan 84 cami 52 mescit ,57 medrese,35 küçük saray,20 kervansaray v.b Mimar Sinan’ı anlatmakla bitiremeyiz.

6. Kindi

9. yüzyılda yaşamış büyük islam alimi olan kindi, ilk defa pergel kullanan, sıvıların özgül ağırlıklarını bulan , felsefe, tıp, ilahiyat, siyaset, matematik, astronomi, meteorolojiye, psikolojiden diyelaktiğe, optik, kimya nın da aralarında olduğu 20 den fazla farklı alanda 270 e yakın eser vermiş çok yönlü islam alimlerinden bir tanesi olup, Kufe de doğduğu bilinmektedir. 17 alanda 22 felsefe, 16 astronomi, 14 matematik, 32 geometri, 22tıp, 12 tabiat, 7 müzik, 5 psikoloji, 9 u mantıkla alakalı olmak üzere çok yönlü eserleri bırakmıştır. Bundan dolayı da 1100 yıldan bu yana unutulmamıştır.

7.Battani

859 929 yılları arasında yaşamış olan Battani bundan 1000 yıl kadar önce Matematikte Trigonometriyi bulan ve Müslüman ve Astronomi ve Matematikçi olarak bilinmektedir. Ayın güneş etrafında dönmesini 365 gün,5 saat ,48 dakika 24 saniye olarak hesaplamıştır. Günümüzde ise bu 365 gün, 5 saat ,48 dakika ve46 aniye olarak hesaplanmıştır yani 22 saniye yanılmış Battani. Saygı ile anılası bir bilim adamı .

8.Razi

865- 925 yılları arasında yaşamış olan Razi, Tahran yakınlarında Rey de doğmuştur. Tıp, eczacılık, Simya gibi çok alanda eserler vermiş bir islam alimi olup, ilk göz ameliyatını yaptığı bilinmektedir. Suçiçeği ve kızamık ın ayrı şeyler olduğunu 1100 sene önce keşfetmiş bir tıp dehasıdır.

9.Sabit Bin Kurra

9. yy yaşamıştır. Matematik, Astronomi ve tıp konularında çalışmalarda bulunmuştur. Diferansiyeli hesabını İlk o hesaplamıştır. Parabol, Pisagor genel ispatını yapmıştır. 79 eseri olup, 21 tıp, 2muzik, 25 felsefe matematik, astronomi alanında eserler vermiştir.

10. Nurettin Batruci

Modern astronominin kurucusu kabul edilir ve bütün gezegenlerin iki kutuplu olduğu, gök cisimlerinin hareketlerinin kutuplar arasında olduğunu , gezegenlerin günlük dönüşlere sahip olduklarını, yıldızların bulunduğu gök tabakalarının değişken olduğunu , gök cisimlerinin hareketlerinin doğudan batıya doğru olduğunu v.b gibi bir çok astronomi gerçeğini bundan 800 sene önce tespit etmiş batılı ilim adamları ise ondan 400 veya 500 sene sonra bunları fark edebilmişlerdir.

Buraya kadar gördüğümüz gibi Müslüman ilim adamları geçmişte çok yönlü olarak Kur’an ve Hadislerden faydalanarak her konuda eser vermişler ve bunları da gelecek nesiller ile paylaşmışlar Batı ise onlardan yüzyıllar sonra onlardan öğrendiklerini kendi buluşları gibi göstermişlerdir. Atalarımızla ne kadar övünsek azdır.

üm bilgisayar mantığının gerisinde yatan algoritma yı bir müslüman Türk bilim adamı geliştirmiştir

BBC'nin "Dünya Tarihi" belgeseline göre tüm bilgisayar mantığının gerisinde yatan "algoritma" (algorithm) terimi, MS 780 – 850 yılları arasına Bağdat'ta yaşamış Türk kökenli İslam bilgini el-Harezmi'nin (Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harezmi) adının Latince söylenişidir.

Matematik ve Astronomi uzmanı olan el-Harezm, Cebir'in de kurucusudur.

O günkü teknoloji ile dünyanın çapını bugün hesaplanandan birkaç kilometre farkla hesaplayan e-Harezm, algoritmanın da isim babasıdır.

Belgesel diyor ki "Unutmayın, elinize ne zaman bir akıllı telefon alsanız, içerisinde bu İslam bilgini vardır"

11 Ağustos 2013 Pazar

Suyun Gariplikleri Sudaki Sır Perdesi

Dr, Bilimsel Programlar Uzmanı, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi

Suyun Gariplikleri

Sudaki Sır Perdesi

Yıl 1963. Erasto Mpemba adında Tanzanyalı bir ilköğretim öğrencisi okul projesi için dondurma yapmaya çalışıyor. Küçük dondurma kâselerine kaynamış sütü boşaltıyor. Genelde kaynamış sütü soğuduktan sonra buzdolabına koyarız. Ancak Mpemba aceleden kaynar sütle dolu kâseleri de buzluğa atıveriyor. Bir süre bekleyen Mpemba şaşırtıcı bir olgu ile karşılaşıyor: Kaynar sütün soğumuş olandan daha çabuk donduğunu fark ediyor. Küçük öğrenci şahit olduklarını sınıfta öğretmeni ve arkadaşlarıyla paylaşıyor. Ancak öğretmeni, ısı yasalarına aykırı bu duruma pek ihtimal vermediğinden olsa gerek Mpembayı pek ciddiye almıyor. İşin peşini bırakmayan öğrenci gözlemini bir gün okullarına fizik semineri vermek üzere gelen Denis Osbornea da anlatıyor. Amatör mutfak deneyini laboratuvara taşıyan Osborneun sonuçları altı yıl sonra Mpembanın da isminin yer aldığı bir makalede açıklanıyor.

Literatüre Mpemba etkisi olarak giren bu olguya ait ilk gözlem Aristoya ait MÖ 350. Sonrasında Francis Bacon ve Descartes de sıcak suyun soğuk sudan daha çabuk donduğunu kaydetmişler. Aslında bu kayıtlardaki ifadeler çok da doğru değil. Çünkü bu olgu her sıcaklıkta ve durumda gözlenemiyor. Belli başlangıç koşulları gerekiyor. Çünkü suyun koyulduğu kabın şeklinden, soğuk sıcak su arasındaki sıcaklık farkına kadar birçok etken donma süresini etkiliyor. Mpemba etkisi iki sudan biri 35 santigrat derece °C diğeri 5°C iken daha belirgin gözlenebiliyor. Mpemba etkisi kaynamış sıcak suyun buharlaşarak kütle kaybetmesi, sıcak suyun içinde soğuğa oranla daha az çözülmüş gaz olması gibi nedenlerle açıklanmaya çalışılmış, ama hiçbiri Mpemba etkisinin tek ve yeterli açıklaması olarak görülmüyor.
Suyun henüz tam açıklamasını bulamamış tek olağan dışı davranışı bu değil. Suyun ısı kapasitesi beklenenin çok üstünde bir değere sahip. Bir gram suyun sıcaklığını 1 °C yükselmek için gerekli ısı miktarı olarak tanımlanan ısı kapasitesinin yüksek olması, suyun sıcaklık değişimine direndiğinin bir göstergesi. Bu aynı zamanda suyun fazla miktarda enerji depolayabildiği anlamına geliyor. Bir kilo suyu belli bir sıcaklığa yükseltmek için suya verilmesi gereken ısı enerjisi miktarı, aynı miktarda altını aynı dereceye ısıtmak için gereken ısıdan 30 kat daha fazla. Bir diğer değişle su, aynı miktardaki ve sıcaklıktaki altından 30 kat daha fazla ısı enerjisi depolayabiliyor. Bu özellik suyun ısı kalkanı ve ısı deposu olarak kullanılmasına olanak sağlıyor. Her şeyden önemlisi suyun bu özelliği sayesinde insanların ve büyük oranda su içeren canlı organizmaların vücut sıcaklıklarında büyük değişimler olmuyor. Suyun ısı kapasitesinin yüksek olmasının yanı sıra ısıyı diğer sıvılardan daha iyi iletmesi vücudumuzda ısının eşit dağılmasına yardımcı oluyor.

Ekosistemler de devamlılıklarını suyun yüksek ısı kapasitesine borçlu. Sadece suyun değil su buharının da sıcaklığını değiştirmek zor. Buzun ve su buharının ısı kapasitesi suyunkinin yarısı kadar. Yine de havada ani bir sıcaklık değişimi meydana getirmek için su buharına yüksek miktarda ısı enerjisi aktarılması gerekiyor. Bu da pek mümkün olmadığından iklim değişimleri yavaş ve sorunsuz bir şekilde gerçekleşiyor.
Şekillerindeki simetriye hayran olduğumuz kar kristalleri yağmur damlalarının donması ile değil su buharının birden donup katılaşmasıyla ortaya çıkıyor. Yağmur aşağılara inerken katılaşıp sulu yağmur dediğimiz şekilde yağabilse de bu durumda simetrik kristal yapı oluşmuyor. Doğadaki kar ve buz altıgen simetriye sahip su kristallerinden meydana geliyor. Kristal yapıyı 60° döndürdüğümüzde aynı şekli elde ediyoruz.
Suyun yüksek ısı kapasitesi okyanuslardaki sıcaklık değişimlerini eksi 12 santigrat dereceyle +35 santigrat derece arasında sınırlıyor. Buna karşın karadaki sıcaklık farkı çok daha yüksek. Sibiryada sıcaklık 70°Cyi bulurken ekvator yakınlarında yaşayanlar zaman zaman +58°Cyi görebiliyor. Dünyamızda hiç su olmasaydı karalardaki sıcaklık değişimi 200°Cden +200°Cye kadar çok daha geniş bir aralıkta gerçekleşecekti.
Suyun ısı kapasitesi bir yönüyle daha diğer sıvılardan ayrılıyor. Diğer sıvılarda ısı kapasitesi sıcaklıkla birlikte sürekli artarken su ısıtıldığında ısı kapasitesi düşüyor; 35°Cde en düşük değerini alıyor, ısıtmaya devam edildiğinde tekrar artıyor. Benzer bir davranış suyun yoğunluğunun sıcaklıkla değişiminde de kendini gösteriyor. Katılar ısındıkça genleşir ve yoğunlukları düşer. Ancak buz için durum böyle değil. 0°Cdeki buzu ısıttığımızda yoğunluğunun arttığını ve +4°Cye ulaşıldığında en yüksek değere ulaştığını görüyoruz. Suyun bu özelliği, buzun daha az yoğun olduğu için su üzerinde yüzmesini sağlıyor. İşte bu durum gezegenimizdeki suların derinlerden yüzeye doğru donmasını ve tüm sualtı yaşamının yok olmasını engelliyor. Buzul çağında bile göl, deniz ve okyanus sularında yaşamın devamlılığına olanak veriyor. Suyun donarken genişlemesi toprak oluşumunda da rol alıyor. Kayaların içerisinde donan su genleşerek kayanın parçalanmasını ve küçük parçalara ayrılmasını sağlıyor.
Suyun yüksek ısı kapasitesi bütün bir gölün donmasını önemli ölçüde geciktiren bir diğer etken. Okyanus sularının donmamasında tuzlu olmasının da katkısı var. Nasıl bir etkisi olduğunu küçük bir deneyle görebiliriz. İçinde kırık buz parçalarının olduğu bir buzdolabı poşetine biraz da tuz katıp poşeti kapatalım. Poşeti yoğuralım ve tuz buza iyice karışıp da buzun erimesini sağladıktan sonra, tuzlu suyun sıcaklığını termometreyle ölçelim. Tüm buz erimiş olsa da termometrenin suyun donma sıcaklığı olan 0°Cden daha düşük bir değer gösterdiğini görürüz. Bunun nedeni tuz moleküllerinin buzdaki su molekülleri arasındaki bağları kopararak buzun erimesine yol açması. Suda sadece tuz değil şekerler, asitler, alkol ve proteinler de çözünüyor. Hatta bunlar gibi hidrofilik suyuseven maddelerin dışında hidrofobik sudankorkan bazı yağlar da suda bir miktar çözünebiliyor. Suyun iyi bir çözücü olmasında çift kutuplu dipole olması önemli rol oynuyor. H2O molekülünün H atomlarının olduğu tarafta pozitif yük yoğunluğu varken, O atomunun olduğu tarafta negatif yük yoğunluğu var. Bu durum, bir yandan su



molekülleri arasındaki bağların elektrostatik çekim etkisiyle kuvvetini arttırırken diğer yandan da suyun içine katılan artı eksi kutuplu bir maddenin su moleküllerini etraflarına çekip hidrofilik bir karakter sergilemesine neden oluyor. Örneğin suya atılan sodyumklorürün NaCl pozitif yüklü kısımları Na+ suyun oksijeniyle, negatif yüklü kısımları Cl suyun hidrojeniyle bağ kuruyor. Sonuçta NaCl suyun içinde çözünmüş oluyor. Suyun çift kutuplu yapısı su molekülleriyle hücre zarı arasındaki kuvveti de adezyon kuvveti güçlendiriyor. Bu kuvvet sayesinde su ağaçların odun borularındaki hücre zarlarına tutunarak yapraklara kadar ve insanların en küçük kılcal damarlarından hücrelerine kadar ulaşabiliyor.

Âh. Su benzeri çözücülere kıyasla çok yüksek erime ve kaynama sıcaklığına sahip. Suyun erime sıcaklığı kendine benzeyen moleküllere, örneğin H2S hidrojen sülfür, H2Se hidrojen selenür moleküllerine kıyasla 100°C daha yüksekken, kaynama sıcaklığında bu fark 200 dereceye çıkıyor. Suyun sıvı halden gaz hale geçerkenki hacim değişimi de olağanüstü fazla. İşte bütün bunların sonucunda su doğada her üç halde de katı, sıvı ve gaz bulunabilen eşsiz bir madde olma özelliğine kavuşuyor.
Suyun esrarengiz davranışları sıcaklık değişimiyle sınırlı değil. Su, basınç değişiminin bir sıvıda meydana getirmesi beklenen davranışları da sergilemiyor. Örneğin bir sıvının basınç altında daha zor yayılmasını bekleriz. Ancak su basınç arttıkça daha kolay yayılıyor. Su tahmin edilenden çok daha yüksek ağdalılığa vizkoziteye sahip. Bal ya da yağ kadar olmasa da benzer yapıdaki diğer moleküllere kıyasla vizkozitesi yüksek. Üstüne üstlük 33°Cnin altında, suya uygulanan basınç arttıkça, diğer sıvıların aksine, vizkozitesi azalıyor.

Hidrojen Bağları:
Suyu oluşturan hidrojen ve oksijen elementlerinin yapısı ve oluşturdukları su molekülünün kimyası hayli iyi bilinse de, bir yığın su molekülünün bir arada nasıl durduğu yeni yeni aydınlığa kavuşuyor. Bilim insanları suyun, ancak bir kısmından bahsedebildiğimiz, tüm aykırı davranışlarının su moleküllerinin ortaklaşa davranışından kaynaklandığını düşünüyor.
Su molekülündeki iki hafif hidrojen atomu ve kütlesi hidrojene göre 16 kat daha fazla olan bir oksijen atomu arasında elektron paylaşımı söz konusu. Atomlar elektron paylaşarak yörüngelerindeki elektron sayısını tamamlarken aralarında oluşan kovalent bağ sayesinde birbirlerine kenetleniyor. Bir tek su molekülü değil de bir kap suda ise her bir su molekülünü diğer su moleküllerine bağlayan hidrojen bağları da var. Hidrojen bağı kovalent bağa kıyasla 10 kat zayıf olsa da güçlü bir bağ olarak tanımlanıyor ve suyun garip özellikleri bu bağın gücüne ve geometrisine bağlanıyor.
H2Odaki oksijen, etrafında bulunan iki H2O molekülüne bağlanırken, iki hidrojenden her biri birer H2Oya bağlanıyor. Sonuçta her bir su molekülü dört hidrojen bağıyla çevresindeki dört su molekülüne bağlanmış oluyor. Bu moleküllerin beraberce oluşturduğu geometrik yapı, köşelerine ve tam or
tasına birer su molekülünün yerleştiği bir dörtyüzlü tetrahedral. Ancak bir kap su arka arkaya düzgün bir şekilde sıralanmış, simetrik dörtyüzlü yapılar silsilesi olarak düşünülmemeli. Hidrojen bağlarının kovalent bağlarla hizalandığı simetrik tetrahedral yapılar, sudakine oranla buzda daha fazla. Genelliklerde şekillerde buz içindeki hidrojen bağları molekül içi bağlarla aynı doğrultuda gösterilir, aslında bu bağlar sürekli olarak sağa sola ufak hareketler yapar. Ancak bu hareketlerin zaman içindeki ortalaması şekillerde gösterildiği gibidir. Bu arada hizalanmanın gerçekleştiği anlarda hidrojen bağının kuvvetinin arttığını da belirtelim.
Hidrojen bağları
Buzu eritmek, suyu kaynatmak için enerji vererek hidrojen bağlarını koparmak gerekiyor ve suyun ısı kapasitesinin yüksek olması bu bağları kırmanın zorluğuna bağlanıyor. Örneğin H2S hidrojen sülfür molekülleri arasındaki hidrojen bağları, H2O arasındaki hidrojen bağlarına göre sülfür oksijenden daha kütleli olsa da çok daha zayıf. Haliyle suyun hidrojen bağlarını koparmak için çok daha fazla ısı verilmesi gerekiyor. Bağlar kırılana kadar soğurulan ısı, hidrojen bağlarının potansiyel enerjisini yükseltmek için kullanılıyor ve sonuçta suyun ısı kapasitesi artıyor.


Kuantum Etkileri
Sudaki hidrojen bağlarını kuvvetlendiren bir diğer etken de sıfır nokta enerjisi. Kuantum fiziğine göre bir sistem en düşük enerji seviyesinde olsa bile enerjisi sıfırlanmıyor ve sıfır nokta enerjisi denen düşük bir enerjiye sahip oluyor. Sıfır nokta enerjisi kuantum fiziğinin temelinde yer alan Heisenberg belirsizlik ilkesiyle yakından ilintili. Zira bir sistemin enerjisinin tam olarak tespit edilmesinin imkânsızlığı olarak tanımlanan Heisenberg belirsizlik ilkesine göre vakumda sürekli bir enerji dalgalanması var. Bu da enerjiyi tam olarak belirleyemememize, yani enerjide belirsizliğe yol açıyor. Belirsizlik ilkesi tabii ki moleküller arası ortamda da geçerli. Su molekülleri arasındaki alan enerjisinin dalgalanmasının hidrojen bağlarına etkisi oluyor. Enerjideki ufak değişimler hidrojen bağlarının uzunluğunun değişmesine, bu da bağların kuvvetinin değişmesine yol açıyor. Atomaltı ölçekteki böylesi küçük bir değişimin hayatımıza şaşırtıcı derecede büyük bir etkisi var. Zira bu etki olmasaydı, su hayat kaynağımız olamayacaktı. Cambridge Üniversitesinden Felix Frank sıfır nokta enerjisinin önemini şöyle özetliyor: Bir su molekülü alın ve sudaki hidrojen atomunu, hidrojenin ağır izotopu olan döteryum ile değiştirin. Sonuçta yapısı aynı ancak zehirli bir sıvı elde edersiniz. Aralarındaki tek fark sıfır nokta enerjisindedir. Hidrojenin atom çekirdeği bir protondan meydana gelirken döteryum çekirdeği bir proton ve bir nötrondan oluşuyor. Bu durumun sıfır nokta enerjisinde doğurduğu fark ise bu iki molekülün vizkozitesini, erime ve kaynama sıcaklıklarını tamamen farklı kılıyor.
Kabul edilen görüşe göre su esnemez tetrahedral bir yapıya sahip değil. Hidrojen bağları arasındaki alanda gerçekleşen enerji dalgalanmaları suyun statik değil, çok daha dinamik bir yapı kazanmasına katkı sağlıyor. Hidrojen bağlarının uzunluğu gibi yönü de sıcaklık, basınç ve sıfır nokta enerjisindeki dalgalanmaların etkisiyle değişebiliyor. Birçok sıvıdaki kimyasal bağlar, sıcaklığın ve basıncın değişmemesi durumunda yıllarca aynı kalabilirken suda durum çok farklı. Su molekülleri arasındaki bağlar saniyenin trilyonda birinde kırılıp tekrar oluşuyor. Buzda ise bu süre bir saate kadar uzayabiliyor.

Yeni Modeller Işığında Sır Perdesi Aralanıyor

Stanford, Stockholm ve Tokyo üniversitelerinden üç araştırma ekibi Anders Nilssonın ekibi, Lars G. M. Petterssonın ekibi, Shik Shinın ekibi 2010 yılında ortak bir makale yayımlıyor. Makalede araştırmacıların su molekülerindeki elektron bulutlarından saçılan X ışınını inceleyerek ulaştığı sonuçlar yer alıyor. Deneyde öncelikle su X ışını bombardımanına maruz bırakılıyor. lşığı soğuran elektronlar enerji seviyelerini değiştiriyor ve eski seviyelerine dönerken belli dalga boylarında ışık saçıyorlar. Saçılan ışık miktarının dalga boyuna göre değişim gösteren saçılma tayfından, hangi dalga boyundaki ışınların daha çok soğurulduğu ve saçıldığı görülebiliyor. Bu da su moleküllerinin yapısı, aralarındaki hidrojen bağları ve bu bağların kuvveti hakkında bilgi içeriyor. Bu çalışma kullanılan yöntem bakımından yeni olmasa da araştırmacıların saçılma tayfı üzerine yaptıkları yorum hayli farklı. Saçılma tayfında ilk dikkat çeken, biri küçük dalga boyunda diğeri daha büyük dalga boyunda iki tepe oluyor. Araştırmacılar, saçılma tayfındaki büyük dalga boyundaki tepenin tetrahedral yapıdaki molekül topluluğundan, küçük dalga boyundaki tepenin ise düzensiz yapıya sahip su molekül topluluğundan geldiğini düşünüyor. Saçılan ışının dalga boyunun küçük olmasını hidrojen bağının zayıf olmasına bağlayan araştırmacılar bu kadar zayıf bir hidrojen bağının, su moleküllerinin daha düzensiz dağıldığı bir yapıya işaret ettiğinde ısrar ediyorlar. Daha yalın bir ifade ile, bir miktar suyun tek çeşit bir sıvı olmadığını, içinde iki farklı motif içerdiğini iddia ediyorlar. İddiaya göre su moleküllerinin bir kısmı tetrahedral yapılanma gösterirken bu yapıların aralarına serpiştirilmiş bir grup su molekülü de düzensiz bir yapı sergiliyor. Aslında bu iddia yeni değil, yıllar önce X ışınının kâşifi Wilhelm Röntgen de su moleküllerinin iki farklı şekilde gruplandığını ileri sürmüş. Ancak sadece her bir su molekülünün dört komşu moleküle bağlandığı tetrahedral yapıyı içeren bilgisayar simülasyonlarının suyun çoğu özelliğiyle uyumlu sonuçlar vermesiyle tek tip, tetrahedral motifli su modelinden yana oylar çoğalmış. X ışını saçılma tayfında görülen iki tepeli yapının suyun yoğunluğundaki dalgalanmalardan kaynaklandığını savunan ve çalışmayı yapan ekibin yorumlarına katılmayan bilim insanları da var. İki motif içeren su modeli geleneksel su modeliyle bir noktada daha çakışıyor. Geleneksel su modeline göre hidrojen bağlarının en fazla %10u bozulmuş kabul edilirken yeni modele göre bu oran çok daha yüksek. Çünkü söz konusu deneyi yapan araştırmacılar saçılma tayfındaki tepelerin yüksekliğinin hangi tip tetrahedral ve düzensiz tipler motiften daha çok bulunduğunu gösterdiğini söylüyor. Düzensiz yapıdaki H2O moleküllerindeki elektronlardan geldiği iddia edilen dalga boyu tepesi hayli yüksek. Bu yeni su modeli, geleneksel modelle arasındaki tutarsızlıklara rağmen suyun garip özelliklerine mantıklı açıklamalar getiriyor.
Örneğin buzun yoğunluğunun sudan daha düşük olması ve sıcaklık arttıkça tetrahedral yapıların azalması, moleküllerin birbirine daha yakın konumlanabildiği düzensiz yapıların oranının artması ile açıklanıyor. Yine suyun ısı kapasitesinin çok yüksek olması alınan ısı hidrojen bağlarını koparmak yerine düzenli motiften düzensiz motife geçişe harcanıyor açıklamasıyla aydınlığa kavuşuyor. Genelde sıvılardan sıcaklıkları arttıkça sıkıştırılabilirliklerinin artmasını bekleriz. Ancak suyun sıcaklığı 46°Cye yükselince daha zor sıkıştırıldığı gözleniyor. Bu da yine iki motifli modelle, sıcaklık arttıkça düzensiz motiflerin artmasıyla açıklanabilir. Basıncın artması da düzensiz motiflerin artmasıyla sonuçlanıyor. Basınç arttıkça H2O moleküllerinin daha rahat hareket edebildiği düzensiz yapılar arttığı için, suyun yayılabilirliğinin artması da artık çok şaşırtıcı gelmiyor. Ayrıca X ışını saçılma teknikleriyle yapılan deneyler yüksek basınçta su moleküllerinin birbirinden uzaklaştığını gösteriyor.

Su neden renksiz sorusunun cevabı su moleküllerinin soğurma tayfında gizli. Soğurma tayfına baktığımızda suyun görünür bölgedeki elektromanyetik dalgaları soğurmadığını, bir diğer deyişle suyun 400700 nanometre dalga boyundaki ışığı soğurmayıp tamamen geçirdiğini görüyoruz. Alttaki grafik değişik elektromanyetik dalga boyları için suyun soğurma katsayısını gösteriyor. Grafikteki derin çukur bölge, soğurma katsayısının çok düşük olduğu mordan kırmızıya kadar uzanan görünür ışık bölgesine denk geliyor. Şimdi bir de morötesi olarak tanımlanan daha düşük dalga boyundaki bölgeye dikkat edelim. Yani grafikteki renkli tayfın sol tarafına. Bu dalga boylarında suyun soğurma katsayısı çok yüksek. İşte bu özelliği sayesinde atmosferdeki su buharı Güneşten gelen zararlı morötesi ışınları soğuruyor.

İki motifli su modelinden esinlenerek çalışmalarını yönlendiren araştırmacılar da var. Francesco Roe, Sean GarrettRoe ve Peter Hamm bilgisayar benzetimiyle su moleküllerinin nasıl kümelendiğini anlamaya çalışan ve bunun için iki motifli su modelini kullanan araştırmacılardan. Son makaleleri birkaç ay önce Journal of Physical Chemistry dergisinde yayımlanan ekipten fizikokimyacı Peter Hamm suyun çift yapılı olduğunun gittikçe daha çok netlik kazandığını söylüyor. Biyolog ve kimyacılar arasındaki genel kanı suyu anlamadan moleküler seviyede biyolojinin anlaşılamayacağı. Zira su fotosentezden protein katlanmasına, DNAdan enzimlerin işleyişine kadar her yerde kendini gösteriyor.
Suyu ilginç kılan ve onu bu kadar eşsiz yapan nedenler hâlâ tam olarak bilinmiyor. Son on yılda bu konuda yapılan araştırmalar artsa da sayıları suyun hayatımızdaki önemiyle karşılaştırılınca yetersiz kalıyor. İşin diğer ilginç yanı bu araştırmalar suyun kendisi kadar beklenmedik sonuçlar veriyor.
Suyu anlamak için bilim insanlarının tahminlerin ve varsayımların ötesine geçmesi gerekiyor. Kendine araştırma konusu arayanlara duyurulur. Su hâlâ keşfedilmemiş bir okyanus.


Robson, D., ve Marshall, M., Many Mysteries of Water, NewScientist, Şubat 2010. Tokushima, T., Harada, Y., Horikawa, Y., Takahashi, O., Senba, Y., Ohashi, H., Pettersson, L.G.M., Nilsson, A., Shin, S., High resolution Xray emission spectroscopy of water andits assignment based on two structural motifs, Chemical Physics Letters, Cilt 460, Sayı 46, s. 387400, 2008.


Bilim ve Teknik Ocak 2011

Suyun Gariplikleri

suyun hafızası

Su hücreler arası bilgi alış-verişini sağlar. Bu şekilde var olabiliyoruz. Sizin gün içinde düşündüğünüz ve söylediğiniz her şey tüm hücrelerinizi etkiler, çünkü bedeninizdeki su bunların enerjisini kopyalayıp hücrelere dağıtır.

Dolayısı ile siz bir bakıma düşündüğünüz ve konuştuğunuz şeyler olursunuz, bedeninizi de etkilersiniz. "Ben hep hasta olurum." dediğinizde içinizde dolaşan su o kaliteye bürünüp bunu hücrelere iletir.



Düşündüklerinizin ve konuştuklarınızın kalitesinde yaşarsınız. Tüm hayatınız ve sağlığınız hücrelerinizde var olan, atalarınızdan aktarılan ve kendi geçmişinizden gelen bedeninizdeki sudaki bilgilerin kaydıdır.



-Su ve Şifa



‘Benim endişelerimi temizlesin’ düşüncesiyle içilen su, bedende bu komutu yerine getirir.



Su bütün evrenin ve kainatın başlangıç noktasını oluşturuyor. Ve insanı bedenlenmesinde etmen olan en önemli madde. Su olmadan ne yeryüzü, ne gökyüzü, hiç bir canlı olamazdı. Bedenin yüzde 70'i su ama beyinle birleştiğinde bu su anlam kazanıyor. O zaman H 2 0’dan çıkıyor. Ve ona hangi dalga boyunu yüklersen o frekansa bürünüyor. Moleküler yapısı dönüşüyor, bedene şifa katıyor.



Örneğin zihninizden “Bütün kuşkularım, korkularım arınsın, bedenim bunlardan temizlensin” diye geçirip, suyu içtiğinizde, o kesin şifadır. Çünkü, sözlerle suya frekans yüklemiş oluyorsunuz. Düşündüğün anda beyin onu tanımlayarak bir dalga boyu yayıyor. Ve sen suya doğru bakarak bunları söylediğinde kayda alıyor. Bütün bunlar düşünülerek içildiğinde, bedenin ihtiyacı olan bir işleve bürünüyor. "Beni üzüntülerimden temizlesin" diye içildiğinde bedene o şekilde aktarılıyor ve komutu yerine getiriyor.



Huzura kavuşmak, dertlerden kurtulmak için önce derin bir nefes almak, yaşam enerjisini bedene aktarmak sonra da bu düşüncelerle suyu içerek şifa bulmak mümkündür. Ben uzun yıllardır, bu uygulamayı hayata geçiriyorum. Hem sağlıkta hem estetikte hem de şifada. İnsanların huzura kavuşması için bedeni arındırmak çok önemli. Bir insana şifa olsun diye frekans yükleyerek verdiğimiz su, o kişinin bedenini temizler. Suyla ilgili uygulamalar onlarca. Örneğin büyüyü çözer, akıp gitmesini sağlar. Eve konulan bir kase su, bütün odalardaki negatif enerjileri yok eder.. Bedene doğru bir şekilde yüklendiğinde şifa aracıdır. Nasıl ilaçlar şifa katıyorsa su, bunlar arasında en önemli maddedir. “ "Yarın için düşüncelerinizi, niyetlerinizi ve dileklerinizi bir kağıt bardağın üzerine yazın, suyun bunların tezahürüne yardım etmesi için. Bazen bu, “yarın şaşırtıcı şekilde yaratıcı olacağım ve sevgiyle parıldayacağım” gibi genel iyi bir prensip olabilir veya “yarın bu durum ile zorluğumu çözmeyi diliyorum” gibi spesifik olabilir.”



Bunu tam bir zihinsel berraklık ve şükran ile yaptıktan sonra, suyun yarısını için ve suyun büyük yoğunluk ile yansıttığını ve evrene büyütücü bir anten olarak davrandığını bilerek uykuya dalın. Bedeninizdeki içtiğiniz su sizin niyetinizi taşıyor ve hala herşey'e bağlı olan bardakta kalan su ile bağlantılı ve mesajınızı evrene göndermenize yardım ediyor. Onun yapısı düşüncenizi gerçekten değiştiriyor ve bu bilim tarafından kanıtlanabilirdir. Siz uyurken, bilinçaltı zihniniz hem bedeninizdeki suyla hem de bardaktaki suyla iletişim kurmaya devam eder ve sizin konsantre olduğunu şeye yapısını değiştirir, sabahleyin uyandığınızda ve bardakta kalan suyu içtiğinizde, tam tamına hayallerinizi içiyor olursunuz !Bu, onları tüm varlığınızda daha da güçlü yansıtır. Bunu her gece yapın ve nelerin olduğunu görün, mucizeler katlanır ve sağlık daha hızlı şekilde güçlenir. Su, insanların sahip olduğu en güzel, değişken ve düşünceden etkilenen fiziksel maddedir. Su varlığımızın hologramında nıhai fiziksel tezahürdür ve eğer suyunuzu severseniz, o da sizi sever ve yolunuzda size yardım eder. Su canlı ve farkındadır.



-Fransız bilim adamı Dr. Jacques Benveniste, araştırmalarda DNA hücrelerinin belli bir frekansta foton (ışık) yaydığını, farklı hücrelerin farklı frekansta titreştiğini, farklı titreşimdeki iki hücre yan yana geldiğinde yeni bir frekans oluşturup birlikte bu frekansta titreşmeye başladıklarını ve elektro manyetik dalgalar ile bir çağlayan yaratıp ışık hızında yolculuk ettiğini keşfetmiş. 1980 lerde başlattığı çalışmalarında suyun hafızası olduğunu anlamış. Suya bir madde ekleyerek bunu 1 milyon kez sulandırmış ve özel bir alet ile aşırı hızda karıştırarak o maddenin yok olacağını tahmin etmiş ama hala maddenin suda mevcut olduğunu görünce deneylere defalarca milyonlarca kez daha sulandırarak devam etmiş. Ancak ne kadar sulandırsa da suyun içine en başta eklenmiş olan maddenin yok olmadığını tespit etmiş. O zaman suyun yüklenen maddeyi bir şekilde hafızaya kaydettiğini anlamış. Bir başka deneyinde suya bir zehir yerine sadece zehirin frekansını yüklemiş ve aynen zehirin kendisi eklenmiş gibi içine koyulan sinekleri öldürdüğünü tespit etmiş.

Benvenistenin araştırmalarını şüphe ile karşılayan Queens Belfast üniversitesi Profesörü Madeleine Ennis Avrupa ülkelerinde yelpazelenen bir araştırma grubuna katılmış. Fransa, İtalya, Belçika ve Hollanda'dan oluşan ekip Profesör M. Roberfroid tarafından koordine edilmiş. Belçika Katolik Üniversitesinde, Benvenistenin kullandığı orijinal deneyin daha rafine edilmişini kullanarak, yapılan uygulamayla ilgili her dört laboratuardaki bilim adamları deney solüsyonlarının içinde ne olduğunu bilmeden çalışmışlar. Hatta tüplerin bazılarında sadece saf su varmış. Tüm deney bağımsız bir bilim adamı tarafından koordine ediliyormuş. Bu kişi tüm solüsyonları kodluyor ve bilgiyi topluyormuş ama deneylerde bil-fiil çalışmıyormuş, bu yüzden yalan ve dolana yer kalmamış. Yapılan tüm deneyler Benveniste'nin sonuçlarını desteklemiş. Benveniste buna karşılık "12 sene önceye, bizim başladığımız noktaya gittiler" demiş. Benveniste ayrıca "Biyokimyevi maddelerin yaydığı sinyal kaydedilip internet aracılığı ile dünyaya yayılabilir ve bu sinyal biyolojik hücreleri sanki gerçekte o madde varmış gibi etkileyip değişim yaratır" demiş.



Unutmayalım ki; insan bedeninin %85′i sudur. Düşüncelerimiz ve konuştuklarımız bedenimizdeki suya kaydedilir ve o kalitede yaşarız. Şeklimizi, sağlığımızı ve hayatımızı biz oluştururuz. Yaşam muhteşem bir enerjisel danstır, frekansların uyumu, birleşmesi, çatışması, iç içe geçmesi, aşağı-yukarı, sağa-sola, zıt yönlere dalgalanmasının dansı.



2. BÖLÜM



-Masaru Emoto Deneyleri



İÇİNDE SU OLAN ŞİŞENİN ÜSTÜNE YAZILMIŞ VEYA SÖZEL SÖYLENMİŞ OLAN SÖZCÜKLER, SUYA YÖNLENDİRİLMİŞ DÜŞÜNCELER, DİNLETİLMİŞ OLAN MÜZİK VEYA OYNATILMIŞ FİLM SUYUN YAPISAL ÖZELLİĞİNİ ETKİLER VE DEĞİŞİMİNE YOL AÇAR.



Yaratıcı Japon bilim adamı Emoto'nun çalışmasında somut kanıtlarla insanın titreşimsel enerjisinin, düşüncesinin, kelimelerin, fikir ve müziğin, hatta son yaptığı çalışmalarda suya oynatılan filmlerin dahi suyun moleküler yapısını etkilediğini ispat etmiştir. Su bu gezegendeki yaşamın kaynağıdır. Beden bir sünger gibidir ve hücre denilen, sıvı dolu trilyonlarca odacıktan oluşur. Yaşamımızın kalitesi sıvımızın kalitesi ile direk bağlantı halindedir. Su son derece uyumlu bir maddedir. Fiziksel şekli kolayca bulunduğu ortama adapte olur. Fakat değişen sadece fiziksel şekli değildir, moleküler şekli de değişir. Çevreden aldığı enerji veya titreşimler suyun moleküler şeklini değiştirir. Bu anlamda su sadece görsel olarak çevresel durumu yansıtmaz, aynı zamanda moleküler anlamda da yansıtır.



Bay Emoto görsel anlamda bu moleküler değişimi belgelemekte. Su damlacıklarını dondurup fotoğraf çekme kapasitesi olan bir karanlık alan mikroskobu altında inceliyor. Yapılan çalışmalar çevresel etkilerin suda yarattığı moleküler değişimi açıkça ortaya koymakta. Bay Emoto dünyanın değişik kaynaklarından alınan ve değişik durumlarda olan suyun kristalize şekillerinde birçok büyüleyici farklılıklar keşfetmiş. Akarsulardan ve kaynaklardan alınan su çok güzel geometrik şekilleri olan kristal desenler gösterirken, sanayi ve yerleşimin yoğun olduğu yerlerden alınmış kirli ve toksik su ile su borularında, depolarda bekletilen durgun su damıtılmış olsa bile kesin olarak şekilsel bozukluk ve rast gele oluşmuş kristal şekiller oluşturuyor.





Bu fotoğraflar suyun inanılmaz yansıtmalarını gösteriyor. Canlı ve her duygu ve düşüncemize tepki veren bir madde. Suyun, çevresindeki titreşim ve enerjiyi kolayca kopyaladığı açıkça ortadadır. Su, bir şey söylendiğinde, ona aktarıldığında, anında etkilenmekte.



Fotoğraflardaki dondurulmuş sulara, dondurulmadan önce ya sözel olarak veya şişenin üstüne yazılarak resimlerin altında yazılı kelimeler yüklenilmiş. Su, kelimelerin enerjisini kopyalıyor ve görüntü olarak şaşırtıcı bir şekilde kelimenin manasını yansıtıyor. Kelimelerin enerjisel frekansları suyun moleküler yapısını değiştiriyor. Yapılan araştırmada ayrıca suya müzik çalınmış, film de oynatılmış. Örnek fotoğraflarda kelimelerin ve müziğin etkisini görebiliyorsunuz. Film oynatıldığında korku filmlerinin, şiddet içeren filmlerin kötü bir etkisi olup, şekil bozuklukları yarattığı görülmüş. (Bu yüzden sizlere bu tarz filmleri hiç seyretmemenizi veya mümkünse hiç olmazsa hemen uykudan önce seyretmemenizi tavsiye ederim. Uykudan hemen önce yapılan şeyler bilinçaltına daha çabuk yerleşir ve etkiler.)



Su hücreler arası bilgi alış-verişini sağlar. Bu şekilde var olabiliyoruz. Sizin gün içinde düşündüğünüz ve söylediğiniz her şey tüm hücrelerinizi etkiler, çünkü bedeninizdeki su bunların enerjisini kopyalayıp hücrelere dağıtır. Dolayısı ile siz bir bakıma düşündüğünüz ve konuştuğunuz şeyler olursunuz, bedeninizi de etkilersiniz. "Ben hep hasta olurum." dediğinizde içinizde dolaşan su o kaliteye bürünüp bunu hücrelere iletir. "Beni hasta ediyorsun, seni öldüreceğim" cümlesi yüklenilmiş olan suyun fotoğrafına bakınız. Düşündüklerinizin ve konuştuklarınızın kalitesinde yaşarsınız. Tüm hayatınız ve sağlığınız hücrelerinizde var olan, atalarınızdan aktarılan ve kendi geçmişinizden gelen bedeninizdeki sudaki bilgilerin kaydıdır.



-Bir başka örnek var:





Solda "Sevgi" - Sağda "Nefret"



Resimde Japonya'da iki ilkokul talebesinin, okul için yaptığı bir deneyin sonucunu görüyorsunuz. İki farklı şişeye pişmiş pirinç koyup şişenin birine "Teşekkür ederim!" diğerine ise "Seni Aptal!" diye yazmışlar. Bir ayın sonunda "Teşekkür ederim!" yazılan pirincin renginin sarı ve kokusunun helmelenmiş pirinç gibi olduğunu ve "Seni Aptal!" yazılan pirincin ise simsiyah ve kötü kokulu olduğunu, pirincin bile kelimelerden etkilendiğini görmüşler. Bu deney yayılmış ve dünyada birçok değişik insan aynı deneyi tekrarladığında aynı neticenin elde edildiğini görmüşler. Siz de deneyebilir, farklı kelime veya cümlelerle ne tür netice elde ettiğinizi görebilir, söz ve düşüncenin etkisini bizzat gözlemleyerek yaşayabilirsiniz. Not: ("Pirinç Deneyi Görseli" bir başka çalışmadan alıntıdır)





Masaru Emoto’yla ilgili ayrıntılı İngilizce bilgi için: http://www.masaru-emoto.net/ ve http://www.hado.net/index2.html sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Masaru Emoto’nun bilimsel çalışmaları, fotoğrafları ile yayınlanmış olan “The Message from Water” isimli kitabında bulunuyor.

12 Mayıs 2013 Pazar

Bitkiler birbirleriyle iletişim kurarak büyüyor


Bitkilerin kendi aralarında iletişim kurabildiği ve çevreleri hakkında bilgi toplayabildiği ortaya çıktı. Bu durumun, biribirleriyle ‘iyi geçinen’ bitkiler yan yana dikildiği zaman, daha verimli gelişmelerini sağladığı belirtildi.Bilim insanları, bitkilerin akustik titreşimler sayesinde iletişim kurduğunu ve çevreleri hakkında bilgi topladıklarını tespit etti.

Western Australia Üniversitesi fizyologları, bitkilerin iyi ve kötü gelişmesine etken olan faktörleri belirlemek için kırmızi biber (Capsicum annum) bitkisi üzerinde gözlemler yaptı. Deneylerde, biber bitkisi tohumları diğer biber bitkisi tohumlarıyla gömüldü, bazı tohumlar da izole edildi. Ayrıca, biber bitkileri fesleğen (Ocimum basilcum) ile de gömüldü.

Gözlemlerde, tohumların tek başlrına daha az filizlendiği görüldü. Ancak bitki tohumları yan yana gömüldüklerinde, filizlenme oranında ciddi bir artış yaşandı.Araştırmcılar daha sonra bitkilerin arasına siyah plastik levha koyarak toz ve sürtünme gibi kimyasal ve fiziksel iletişimlerini keserken, ışık oranı ve nemlilik gibi aynı ortamda paylaşılan değerleri de değiştirdi.

İletişimleri bloke edilmesine rağmen, yanyana gömülen tohumlar izole edilenlere kıyasla yüksek oranda filizlenme gösterdi. Bilim insanları, buradan yola çıkarak bitkilerin gelişmesini güçlendiren, kendi aralarında bir çeşit iletişim olduğu sonucuna vardı.HAŞERELERİ UZAK TUTUYOR
BMC Ecology dergisinde yayımlanan araştırmada yer alan Monica Galiano, “Bitkilerin, tohum gelişimini henüz tam anlayamadığımız bir mekanizma sayesinde olumlu olarak etkileyebildiğini gördük... Rezene gibi kötü komşular, izole edilen tohumlarda olduğu gibi gelişimi olumsuz etkiliyor. Bu etkileşimin, hücreler içindeki nano mekanik salınımlarla ortaya çıkarılan akustik sinyallerle kurulan iletişimden kaynaklandığını düşünüyoruz” dedi.

Sonuçlar, çiftçi ve bahçıvanların iyi iletişim kuracak bitkileri beraber dikerek bitki örtüsünü güçlendirebileceklerini gösterdi. Dahası, fesleğeni biber ve domates gibi ekinlerin yakınına gömmenin, beyaz sinek ve yaprak biti gibi haşereleri de uzak tutmakta etkili olduğu belirtildi. Yapraklı fesleğenin, toprakta gölge oluşturarak diğer bitkiler için ideal nemlilik oluşturduğu, özellikle biberin gelişiminde fesleğenin öne çıktığı anlaşıldı.

Bilim insanları, Hindistan’da ortaya çıkan fesleğen ile ilk olarak Orta ve Güney Amerika’da görülen biberlerin, spesifik olarak bir ilişkiye sahip olmadığına da dikkat çekti.
KAYNAK:ntvmsnbc.com/

EINSTEİN BİR KEZ DAHA HAKLI ÇIKTI


Bugüne kadarki en yoğun kitleli nötron yıldızını bulan uluslararası bir araştırma ekibi Albert Einstein’ın görelilik kuramı test etti.
Sonuç: Einstein haklı. Nötron yıldızları, patlamış olan dev yıldızların sönmüş kalıntılarıdır. Kendi kütle çekimlerinin etkisiyle içlerine çöküyorlar. Bunların birçoğunda radyo dalga alanında düzenli kozmik bir fener gibi parlayan atımlı sinyaller saptanabiliyor. Bu tür nötron yıldızlarına astronomlar “titreşen yıldız” (pulsar) diyor.

Son incelenen PSR J0348+0432 katalog numaralı pulsarın çapı 20 kilometre fakat buna karşın tam bir “ağır sıklet” diyor Max-Planck Radyo Astronomi Enstitüsü’nden John Antoniadis: “Güneşimizin iki misli ağırlığına sahip olan bu yıldız, en yoğun kütleli nötron yıldızıdır.” PSR J034810432’nin bir kesme şeker kadarki hacminde bir milyar tonu aşkın madde bulunuyor. Nötron yıldızına bir Beyaz Cüce eşlik ediyor.

http://akademikfizik.blogspot.com/2013/05/einstein-bir-kez-daha-hakli-cikti.html
Beyaz Cüceler atmosferlerini uzaya savurmuş olan sönmüş güneşlerdir. Bu iki yıldız birbirlerinin etrafında yaklaşık olarak 800.000 km mesafede dönüyorlar ki bu Dünya ve Ay’ın arasındaki mesafenin iki katı. Yakın mesafe nedeniyle bir dönüş sadece iki buçuk saat sürüyor. Görelilik kuramına göre bu tür bir sistem kütle çekim dalgaları yayar ve bu nedenle enerji kaybeder. Bu durum ise dönme süresindeki değişimle anlaşılır.

Sistem düzenli olarak radyoteleskoplar ve optik enstrümanlarla gözlemlenerek, dönme süresinde gerçekten de her yıl için saniyenin sekiz milyonda biri kadar bir değişim ölçüldü. “Bu tam tamamına Einstein’ın teorisiyle tahmin edilendir” diyor Paulo Freire. Görelilik kuramı şimdiye dek bu kadar kesin bir şekilde test edilmemişti. Tahminleri, ölçümlerle uyuşmayan alternatif teorileri artık dikkate almamız gerekmiyor, diyor bilimciler.

http://akademikfizik.blogspot.com/2013/05/einstein-bir-kez-daha-hakli-cikti.html

3 Mayıs 2013 Cuma

Bilim [Alan Kay]


Bilim, temsil edebildiğimiz ve düşünebildiklerimiz ile gerçekte ''orada bir yerlerde olan'' arasındaki ilişkiyi, iyi haritalamanın bir uzantısıdır. Bilim dahilinde tahminde bulunurken, yaklaşık değerlerin ve dillere karşılık gelen eşleştirmelerin tahmininde bulunuyoruz; ''doğru''nun değil. Ve eğer ''doğruyu tahmin ettiğimizi'' ya da ''doğruyu bulduğumuzu'' sanıyorsak, zihnimiz bilim yapmaya elverişli değil demektir. Bu durum bilim dışında hiç iyi anlaşılamıyor ve ne yazık ki bilim eğitimi almış bazı insanlarca da anlaşılmamış gibi görünüyor.

(Alan Kay)
 ''Science is a relationship between whatwe can represent and think about and what’s actually “outthere;” it’s an extension of good mapmaking. When we guess inscience, we are guessing about approximations and mappings tolanguages, not guessing about “the truth”—and we are not in agood state of mind for doing science if we think we are “guessingthe truth” or “finding the truth.” This is not at all well under-stood outside science, and unfortunately some people with sci-ence degrees don’t seem to understand it either.'' 
(Alan Kay)

2 Mayıs 2013 Perşembe

HAYATIMIZI KÖKTEN DEĞİŞTİRECEK 9 TEKNOLOJİ


1) ATMOSFERİK ENERJİ: Dünyanin elektrik alanina temas ederek enerji tranferi amaclaniyor

2) NANO TEKNOLOJİ: Malzemelerin moleküler ve atomik ölcekte manüpilasyonu

3) ARTIRILMIŞ GERÇEKLİK: Bilgisayarlar tarafindan yaratilmis duyusal girdilerin gercek dünyayla bilestirilmesi

4) GÜNEŞ YAKITI: Günes enerjisinin sivi olarak depolanabilmesi

5) KÖK HÜCRE TEKNOLOJİSİ: Yedek organlarin üretilmesi

6) KABLOSUZ ENERJİ TRANSFERİ: mevcut olan teknolojinin gelismesiyle kablolara büyük oran veda edecegiz

7) UZAY BAZLI GÜNEŞ ENERJİSİ: Uzay bosluguna günes panelleri yerlestirilerek enerjinin dünyaya transferi

8) KUANTUM IŞINLANMA: Bu teknoloji Bilgisyarlarimizi ve iletisimi cok hizli hale getirecek.

9) YAPAY ZEKA: Kendi bilincine sahip makinalar ve robotlarin gelistirilmesi

27 Mart 2013 Çarşamba

Babil'in Şaşırtıcı Pili ve Gümüş Kaplama Çömlekleri

1938 Yılında Avusturyalı Arkeolog Dr. Wilhelm Konig bir müze oluşturmaya çalışıyor ve durmaksızın kazı yapıyordu . Kazı sırasında , 15 cm yüksekliğinde parlak sarı renkte kilden yapılmış ikibin yıllık bir çömlek buldu ; çömleğin içinde bakır levhadan yapılmış 3.81 cm. çapında 5 cm. yüksekliğinde bir silindir vardı . 

Silindirin kenarları 60/40 oranında kurşun/kalay alaşımıyla kaplanmıştı ve bu oran günümüzde kullanılan en iyi orandı . Tepesinde şapka gibi duran katlanmış ve bakırın içine gömülmüş mühre benzer zift ya da asfalt bir parça veya katman görülüyordu . Bu katmanın içinden çıkan bir demir çubuk , bakır silindirin içine doğru asılı duruyordu , bakar bakmaz demir çubuğun paslanmış olduğu yani asitlendiği anlaşılıyordu . Bir mekanik uzmanı olmayan Dr. Konig bu garip cisme önce uzun uzun baktı ama fazla düşünmesine ve uzman olmasına hiç gerek yoktu çünkü kil çömlek antik pilden başka birşey olamazdı .

Bu pil şu anda Bağdat Müzesindedir ve resmi tarihlemesi ise m.ö. 248 ile m.s. 226 arasındaki Part/Pers işgalidir yani o dönemden kaldığı bilimsel olarak kabul edilmiştir . Dr. Konig bu garip çömleğin dışında yine şu anda aynı müzede bulunan gümüş kaplı başka bakır çömlekler de bulmuştu ; tüm çömleklerin bulunduğu yer Güney Irak'taki Sümer kazılarıydı ve bu alanın arkeolojik tarihi m.ö. 2500 olarak belirlenmişti ama tutucu müzeciler inatla kendi bildikleri tarihi çömleklerin yanına yazmaktan geri kalmadılar .

Bugün özellikle gümüş kaplı çömleklere baktığınızda , yüzeydeki parlak mavimsi rengi görebilirsiniz ; bu renk gümüşün elektro kaplama yöntemiyle bakıra kaplanması halinde ortaya çıkan karakteristik renktir . Bir an için müzecilerin haklı olduklarını kabul edelim ; öyleyse Persler , bildiğimiz en eski uygarlık olan Ortadoğu uygarlığının dışında ve ötesindeydiler çünkü pil kullanıyorlar ve elektro kaplama yapabiliyorlardı . Ya da Sümerler bunu yapıyordu ; yapan veya sahibi kim olursa olsun ; sormamız gerekmiyormu?


Kaynak : Türk Fizikçiler

25 Haziran 2011 Cumartesi

Anne sütü üreten inek klonladılar


Arjantinli bilim insanlarının anne sütüne çok yakın süt üreten inek kopyaladığı iddia edildi.


İngiliz The Daily Telegraph'ın haberine göre, bilimciler genetik teknoloji kullanarak doğumdan önce ineğe insana ait 'anne sütü' geni enjekte ettiler. Bunun neticesinde, klonlanan havyanın yetişkinlikte 'insanlarınkine benzer süt' verebileceği ifade edildi.
Klonlamayı yapan Buenos Aires'teki Milli Tarım Teknolojisi Enstitüsü'nün açıklamasında, böylece 'bebeklerin beslenmesinde büyük önem taşıyacak bir gelişme sağlandığı' bildirildi.
Açıklamada, klonlanan ineğe 'Rosita İSA' adının verildiği ve bunun insan sütünde bulunan proteinleri içeren iki insan genini taşıyan ilk büyükbaş hayvan olduğu belirtildi.
Enstitü ile çalışan Milli San Martin Üniversitesi'nden Adrian Mutto, ''Amacımız, bebeklere anti bakteriyel ve anti viral koruma sağlayan laktoferrin proteini ile yine bir anti bakterial madde olan lysozme enjekte ederek, inek sütünün besleyici değerini artırmaktı'' dedi.
Çinli bilim adamları nisan ayında insan sütünde bulunan protein içeren GM Holstein inekleri yetiştirdiklerini bildirmişlerdi. Ancak Arjantinli ekip, Çinlilerin sadece bir insan geni kullandıklarını, kendilerinin ise sütün insanınkine daha çok benzemesini sağlayan iki gen kullandıklarını söylediler.