İtalyanca "seraglio" sözcüğünün anlamları arasında "harem" ve "vahşi hayvan kafesi" nin bulunması ilginçtir. Arapça anlamı "yasak" olan harem, çoğunlukla sanılanın aksine, yalnızca Doğu Müslümanlarına has bir kurum değildi. Eski Çin'de, Hint'te, İran'da ve Bizans'ta, hatta Floransa senyörlerinin saraylarında haremağası da, cariye de vardı. Osmanlı, bu kurumun en son bilinen örneğidir. Birkaç bin yıllık bir süreçte, Doğu'da ve Akdeniz uygarlıkları ortamında kazandığı zengin kültürle Osmanlı yaşamına da erken dönemde girmiş, ancak saltanat sarayının en önemli dairesi olma özelliğini İstanbul'un fethinden sonra ve Bizans saray geleneklerinden de etkilenerek, 16. yüzyıla doğru kazanmıştır.
1413-1421 yılları arasında padişahlık yapan 1. Mehmed döneminde sarayda, Rum ve Boşnaklardan seçilen beyaz köleler "Ak Ağa" diye adlandırılırdı. Fatih devrinden itibaren de sarayda zenci köleler çalıştırılmaya başlanmış, sayıları hızla artarak 1582'den itibaren üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Bunlara "esvedin" (siyahiler) veya "Haremeyn huddamı" da denirdi. Çoğu Sudanlı veya Habeş olup, çocukken köle avcılarının eline düştükten sonra vahşiyane bir şekilde hadım edilmiş kader kurbanlarıydı. Mercan, Firuz, Gazanfer, Amber, Sümbül vb. gibi koku, çiçek ve mücevher adları taşıyıp ; fil kuyruğundan kırbaçlarıyla korku uyandırırlardı.. Manastır hücrelerini andıran odalarda üçer beşer kişi barınmış, Nöbet Odası'nda, Harem'in kapı ve koridorlarında nöbet tutmuş fakat cariyelerin koğuşlarına, haremin iç dairelerine adım atmamışlardı. "Kara" sözcüğüne bozulmuşlar, ten renklerini hatırlattığı için kahve içmemişler ve ikramını hakaret saymışlardı. Haremin yetkin kadınlarının, "kırkının aklı bir incir çekirdeğini doldurmaz" dediklerine bakılırsa bir hayli de aşağılanmışlardır...
Kara ağaların yetkileri 3. Mehmed devrinde iyice artttı. İki yüz elliden fazla oda, onlarca hamam ve avludan haremin yöneticisi oldular. 1903 yılında Osmanlı hanedanının sahip olduğu hadım köle sayısı 194 kadardı..
Darüssaade ağaları (kızlarağası), padişahın gözünden düşene kadar görevde kalmışlardı. Bunların içerisinde en uzun süre görevde kalmış ve Osmanlı tarihinde oldukça etkili bir rol oynamış Hacı Beşir Ağa, 3. Ahmed ve 1. Mahmud'un hükümdarlığı dönemlerinde 29 yıl görev yapmıştır..
Tanzimat'la birlikte birçok yetkilerini kaybetmiş, 2. Meşrutiyet' ten sonra iyice etkisizleşmiş olan haremağalarının sonuncusu Said Ağa olmuştur.
Azledildikten sonra, genellikle Mısır'a gönderilmiş ve burada kendilerine "azatlık" adı altında emekli maaşı bağlanmıştır. Bazı haremağaları, görevdeyken geleceklerini düşünmüş ve Mısır'da araziler satın almışlardır. İstanbul'da vefat edenler, Üsküdar'da Seyyid Ahmed Deresi civarında, Pilavcı Bayırı'ndaki kabristana gömülmüşlerdir..
Saraya gelen cariyeler ; ya Kırım Hanlığı atlılarının Ukrayna ve Polonya ovalarından toplayıp getirmiş olduğu esireler ya da Azak ve Kefe sancakbeyi gibi görevlilerin satın alıp hediye etmiş oldukları veya Akdeniz'deki Cezayir korsanlarının ele geçirmiş oldukları güzellerdi. Bunlardan başka Kafkasya veya Akdeniz adalarındaki, Balkan dağlarındaki fakir fukaranın canları kurtulsun diye saraya göndermiş olduğu veya esirciye vermiş olduğu genç kızlar da hareme gelmişti. 19. yüzyılda durum değişmiş ; daha çok hanedana ve halifeye bağlılık duygusu ile, Çerkez ve Dağıstan soylu kesimi, hanedana gelin verircesine kızlarını saraya göndermişlerdi..
Yalnızca ilk iki hanedan üyesi olan Osman ve Orhan Gazi'nin annelerinin Türk, daha sonra gelenlerin tümünün yabancı olduğu bir hanedan !... İlber Ortaylı'ya göre, Osmanlı hanedanında iki tane büyükanne vardır. İkisi de Ukraynalı olan Hürrem Sultan ve Hatice Turhan Sultan... Yani resmen hanedanımız Türk-Ukrayna karışımıdır !...
Harem denince akla hep cinsellik gelir ama Harem-i Hümayun, padişahın evi ve Enderun'u da içine alan bir eğitim kurumudur aslında.. Enderun, Osmanlı'ya üst düzey yöneticileri ; Harem ise kadın yöneticiler yetiştirmiştir ve her ikisi de yüksek, "sağır" duvarlarla birbirinden soyutlanmışlardır..
Osmanlı sarayındaki resmi adı "Darüssaade-i Şerife" (Kutlu Mutluluk Evi) olan Harem Dairesi'ne, Hindistan saraylarında "Perde" denmiştir. Topkapı Sarayı'nın Harem'inde bazı kapılar için "perde" adının kullanılmış olması da bir başka ilginç konudur..
Papaz Aubry de La Montraye ; 1703-1730 yılları arasında padişahlık yapmış 3. Ahmed Edirne'de, Harem Dairesi de boş durumdayken sandıklı saat onarması gereken bir saatçinin eşliğinde Harem'e girmişti. Onun gözlemleri büyük olasılıkla en gerçekçi saptamalardır : "Duvarlar çinilerle kaplı. Yer yer de altın yaldızlı mavi lambriler görülüyor. Fıskiyenin suları yeşil taştan bir havuza dökülüyor. Türk evlerindeki havuzlar ve çeşmeler salt gözü okşamak için değil, abdest almak içindir. Haremağası bizi, birçok küçük odanın önünden geçirdi. Bunlar, keşişlerin ve rahibelerin hücrelerine benzetilebilir. Birinin içini görebildim. Kutusu bağa, sedef, altın ve gümüşle işlenmiş bir saat, gümüş aynalı alafranga bir masanın üstündeydi. Duvarda, süslü ve cam çerçeveli bir ayna vardı. Yedi yastığın sıralandığı muhteşem sedirin köşelerine gümüş sehpalar konulmuştu. Pencereler uzun boylu insanların bile ulaşamayacağı yükseklikte ; camlar kiliselerdeki gibi renkliydi.."
Harem hakkında yazılanların çoğu uydurmadır. Esasen bu saray İstanbul ve bütün memleket ahalisi için esrarengiz bir makam-ı mukaddes sayılır. Hatta 2. Abdülhamid zamanında bile oraya girip çıkanlar sağına soluna bakamazlardı...
Harem yüksek duvarların, derin ve kafesli pencerelerin gerisinde, güneşten yoksun bir labirent, kapalı bir dünya, bir tezatlar alemiydi... Yarı karanlık koğuşlar ve koridorlar, uzaktaki ulu ağaçların esintileriyle serinleyen çiçek tarhları, lalezarlar, mermer çeşmeler, havuzlar, asma bahçeleri andıran taşlıklar, ferah sofalar, çini kaplı duvarlar, yaldızlı kubbe ve tavanlar ; sandıklı saatlerin vuruşları, gümüş kafeslerdeki kuşların ötüşleri, kadın sesleri ve gülüşleri, ud, tanbur, santur nağmeleri ; zerduva, samur kürklü, sevai, ipek, Hind şalı, lahuri, Frenk kumaşından giyimli, Hürmüz incileri, Bedahşan yakutları, zümrütleri, Hind zebercetleri ve elmasları takıp takıştırmış, birbirinden güzel cariyeler, kapalı ve kasvetli dairelerde ve koğuşlarda bir tür çile hayatına katlanırlardı...
Her topluluk gibi Harem'de de eşitsizlik vardı. Bu doğaldı... Güzelliği ve zekasıyla öne çıkanlar padişah gözdesi, ikbal ve giderek şehzade veya sultan annesi haseki olur, hatta günün birinde valide sultanlığa ulaşırdı. Bu raddeye çıkamayanlar, dokuz yıllık hizmet sürelerinin sonunda, ıtıknameleri (özgürlük belgeleri), elmas küpe ve yüzük, altın saat de içeren bir çeyiz takımı alarak, dışarıdan biriyle evlilik yapar, yani çirağ ederlerdi.
16. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar, saray hareminin, İstanbul ve taşra haremlerine görgü, giyim, kuşam, protokol, konuşma vb. konularda örnek olduğu kuşkusuzdur. Bu işlevi yerine getirenler ise "çıkma" denilen yöntemle gelin olup saraydan ayrılan cariyelerdir.
Sarayın enderundaki gençlerinin biruna çıkması, yani idarede görevlendirilmeleri gibi, harem halkı da kimi zaman padişah gözdesi dahi olsa saraylılarla veya diğer görevlilerle evlendirilirlerdi. Haremin kapısındaki "Hayırlı kapılar açan Allah'ım, bize de hayırlı kapılar aç" ibaresi bunu gösterir..
Her padişah döneminde değişen cariye mevcudu, saray defterlerine göre 2. Selim zamanında 49 ; 1580'lerde 104 ; 3. Murad'ın ölümü sırasında 275 ; 1630'larda ise 400 idi.. 1. Mahmud dönemine ait bir liste ise, 18. yüzyıl ortalarında haremde 456 cariye bulunduğunu gösterir. Bu sayılara Eski Saray cariyeleri de dahildir. Aslında Topkapı Sarayı' nın yüksek duvarlarla çevrilen Harem-i Has'ı, dönem dönem farklı olsa da 100-150'den fazla cariyeyi barındıracak genişlikte değildir...
Akşam yemeğinden sonra Harem'e geçen padişahı hazinedar ustalar karşılardı. Yatma vakti geldiğinde hünkar dairesindeki kagir ve güvenlikli yatak odasında (taş oda, mebit-i has) dinlenmeye çekilirdi. Altın bir şamdanda kol kalınlığında ve amber kokusu yayan bir mumun yandığı bu odada, hazinedar usta ve yardımcıları padişahı soyup gecelik entarisini, takkesini giydirirlerdi. Eğer yalnız yatacaksa, gece boyunca iki kalfa cariye nöbet tutardı. Padişahlar, dört direkli bir nevi karyola (şirvan) içinde yatarlardı. Direkler ve tahta karyolanın üstü pek süslüydü. Yattıkları zaman, değerli kumaşlardan yapılmış perdelerle yatak kapatılır, önce Hünkar Hamamı'na gidip temizlenirler, sonra hamamın karşısındaki Hünkar yatak odasına giderlerdi. Padişah yatınca hem valide sultan dairesi hem de Hünkar Sofası tarafındaki kapılar kapatılır, odanın kapısında ustalar nöbet tutardı...
Harem'e özgü disiplin şu sonucu veriyor ki, kadınlara aşırı düşkünlüklerinden dolayı harem kurallarına uymayan birkaçı dışında padişahların cariyelerle uluorta ilişki kurmaları olası değildi. Padişahla yatma şansını (nail-i istifraş) yakalayarak has odalık unvanını kazanan cariyeye Harem'de özel bir mekan ayrılması ; çocuk doğurduğunda ikbal veya haseki unvanıyla daha mükellef bir daire veya odaya yerleşmesi, ödenek bağlanması, hizmetine cariyeler verilmesi, giyim kuşamı, takılarıyla padişah eşi olduğunu göstermesi kaçınılmazdı..
Harem halkına yılda üç kat elbise ve 5-30 akçe gündelik verilirdi. Saray, okuma yazma oranının hayli yüksek olduğu bir yerdi. Hatta bazı cariyelerin, hizmetlerinde bulundukları şehzadeler kadar düzgün imlası vardı. Harem kadınları Osmanlı kültürünü, dil ve musikisini kapardı ve evlenip dışarı çıkanlar, halkın arasında saraylı hanım olarak bu kültürü yayardı..
Yetenekli veya yeteneksiz, güzel veya az güzel, sağlıklı veya sağlıksız olarak doğmuş olmanın ve zeka farklılığının insan hayatını harem kadar etkilediği bir başka mekan yoktur.. Harem bahtsız genç hayatların başladığı bir yerdir, talihi yaver giden kızlar en üst noktaya kadar tırmanır...
30 Haziran 2011 Perşembe
29 Haziran 2011 Çarşamba
İnsan manyetik alanları hissediyor olabilir
Bilim insanları, yaptıkları deneylerde bugüne kadar altıncı his olarak bilinen şeyin insanların 'manyetik alanları tespit edebilme' kapasitesi olabileceğini ortaya koydu.
Reppert ve ekibinin gerçekleştirdikleri deneylerde, meyve sineklerinde bulunan ve “kriptokrom” (cryptochrome) olarak bilinen bir protein yerine, aynı proteinin insan retinasındaki versiyonu nakledildi.
Normal meyve sinekleriyle, modifiye edilen sinekler T şeklinde labirente kondu. Sineklerin üzerlerine yerleştirilen küçük bobinler aracılığıyla manyetik alan oluşturuldu. Reppert ve meslektaşları, modifiye edilmiş sineklerin oluşturulan manyetik alana saptıklarını gördü.
Sonuçta, insanlarda bulunan proteinin manyetik alan detektörü işlevi gördüğü anlaşıldı. Ancak insanların bu proteini manyetik alanları görebilmek için kullanma yeteneğine sahip olup olmadığı bilinmiyor.
Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Steven Reppert, “Manyetik alanların hayvanların göç etmesinde ne kadar önemli rol oynadığı biliniyor. Belki de bu protein insanların da manyetik alanları tespit etmesine yarayabilir” ifadesini kullandı.
UZAY VE ZAMANI FARKLI ALGILIYORLAR
Deniz kaplumbağaları ve göçmen kuşları dahil birçok hayvanın yön bulmak için kullandığı manyetik alan hissetme yeteneği, aynı zamanda görsel uzayı algılamakta da faydalı olabilir.
Deniz kaplumbağaları ve göçmen kuşları dahil birçok hayvanın yön bulmak için kullandığı manyetik alan hissetme yeteneği, aynı zamanda görsel uzayı algılamakta da faydalı olabilir.
Reppert, “Bu yetenek, hayvanların uzay ve zamandaki cisimleri bizim hiç bilmediğimiz bir şekilde algılamalarını sağlıyor olabilir” dedi.
Hayvanların manyetik alanları tespit etme yeteneğini, “kriptokrom” proteini sayesinde kazandıkları düşünülüyor. Geçmişteki çalışmalar insanların bu tür bir yeteneğe sahip olamayacağını öne sürse de yeni çalışmalar eski bulgularla çelişiyor.
Öte yandan, insanların sahip olduğu proteinin sağladığı manyetik alanları tespit etme yeteneğinin ilk insanlarda var olmuş olabileceği düşüncesi de doğmuş oldu. Bu teoriyi savunanlar, günümüze gelinene dek bu özelliğin körelmiş olabileceğini belirtiyor.
28 Haziran 2011 Salı
54) "KADI"NIN ADI VAR !...
Osmanlı mahkemelerinin bugünkü anlamda mevcut mahkemelerden farklı yönleri vardı. Mahkemeler, sadece hukuki anlaşmazlıklara bakmamakta, noterlerin yaptığı birçok işlemleri, senetleri, belgeleri de düzenlemekteydi. Bugün belediyeler ile kaymakam ve valilerin yetki ve görev alanında bulunan bir çok iş de kadıların sorumluluk alanına girmekteydi. Kadı, Osmanlı döneminde sadece bir hakim değil, ondan çok daha geniş yetki ve sorumlulukları bulunan bir görevliydi. Bunun çok trajik sonuçları da olmuştur. 4. Murad Bağdat seferine çıktığı sırada yolların karını küretmeyen İznik kadısını astırmıştır. Bu, kadının orada idari görevini aksatmasından ileri gelmektedir. Aslında bir nevi dokunulmazlıkları vardır. Kendileri ne boğdurulur, ne de kılıçla siyaset uygulattırılır. Ama gel gelelim, o karışık dönemin astığı astık, kestiği kestik bir padişahına rast gelmiş gariban !..
Osmanlı topraklarında görülen davalarda, ilgili işlerin hallini hızlandırmaya yarayan sadeliği, özellikle mahkeme işlemlerinin ve sonu olmayan davaların uzun sürmesinden dertli olan Batı'da, Osmanlı yargı yetkisinin en önemli avantajlarından biri kabul ediliyordu. Seyyahlar, Türk hukuku hakkında son derece olumlu olan gözlemlerini Batı dünyasına sunarken, kendi hukuk anlayışlarındaki noksanlıklarını karşılaştırmalarla dile getirmişlerdi. Avrupalılar, özellikle çabuk ve adil hüküm verilmesinden etkilenmişlerdi !..
Birçok seyyah ve elçinin üzerinde durdukları bu konu, Papalık tarafından bile kabul edilmişti. Papa X. Leo' nun Özel Kalemi olan Kardinal Jakob Sadolet, 16. yüzyılın başlarında bir hukukçuya ilginç bir mektup göndermişti : "Türkler'in bizde hiç bilinmeyen bir geleneğini, yani hukuk davalarında konu dışına çıkmaktan kaçınmalarını ve tüm anlaşmazlıkları az sayıda kelimelerle ortadan kaldırmalarını övmekten kendimi alamıyorum. Hangi ölümlü, bizde sonunda bir hiçin büyük bir meseleye ; masala benzer bir olaya dönüştürüldüğü en küçük olaylar hakkında bile yığınlarca protokolleri ve belgeleri ; devasa dosyaları gördüğünde öfkeye kapılmayacak kadar aklını kaçırmış ; insanlıktan bu kadar uzak kalmış olabilir. Cinayeti ve katli, ailelerin yok oluşunu ve devletlerin çöküşünü doğuran veba budur.."
Avrupalıların şikayetçi oldukları bu durum, Osmanlı yargı sisteminde yaşanmıyordu.. Nitekim Avusturyalı Gerlach'ın seyahatnamesinde belirttiği gibi, Türkiye'de bir dava yüzünden 10, 20, 30, hatta 50 yıl mahkemelerde sürünmek gerekmiyordu...
16. yüzyılın ikinci çeyreğinde Türkiye'ye gelen ünlü Fransız Doğu bilimcisi Guıllaume Postel'e göre, Osmanlı Sultanı kısa ve özlü mahkeme biçimi ve önlemleriyle vatandaşlarının kanuni haklarını koruma altına almıştı. Postel, eserinde Avrupa'da var olan sistemi eleştirip, sonu gelmeyen mahkemelerden, yazışmalardan bahseder. Mahkemelerin sonuçlanmamasının sürekli yeni davaların açılmasına sebep olduğunu söyleyen Postel, Fransız mahkemelerini Türk adaletiyle karşılaştırdığında, utanç duyduğunu itiraf eder.İngiliz Kralı 8. Henry bile iddialara göre, Kanuni Süleyman'ın kanunlarını kendisine aktarmaları için güvendiği adamlarını Türkiye'ye göndermiştir..
1522 yılına ait "Türk Kitabı"nda da Osmanlı ve Avrupa yargı sistemi karşılaştırılır. Kutsal Roma-Germen İmparatoru'nun "eşitlik ve adalete dayanarak hüküm vermesinden çok, güçlünün yanında yer aldığı" ifade edilir. Fransız Jean de Villamont ise oldukça iğneleyici bir şekilde, Hz.İsa'ya inancın eksikliğine rağmen, bu durumun Türkleri adil ve uygar olmaktan alıkoymadığını yargılar...
Osmanlı adalet sisteminin etkisine bugün bile Alman kültüründe rastlanır. Leyla Coşan'ın Alman gazete ve dergilerinde yaptığı araştırmada "kadı" kelimesinin ; "Kadı Önüne Çıkmanın Bedeli", "Fujitsu-Siemens, telif hakları yüzünden kadı önünde", "Rüşvet suçlamaları onun kadı önüne çıkmasına neden oldu" şekillerinde Almanca'da sık sık mahkeme karşılığında kullanıldığı görülmüştür.
Orta Doğu devlet ve hükumet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir.
Hükümdarın dikkatini çekmek ve şikayet sunmak için saraya yakın bir yerde ateş yakmak adetini, 17. yüzyılda İngiliz tüccarları kullanmışlardır..
Hükümdara doğrudan doğruya erişebilme, şu sebepten önemli sayılırdı : Hükümdar, Tanrı'dan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir ve onların yaptıkları kötüye kullanmaları ancak o bertaraf edebilir...
Osmanlılar her zaman şeriat ile, padişahın yasası anlamındaki kanun arasında (örfi kanun) açık bir ayrım yapmamışlardı. Şeriat tarafından uygun görülen şeyleri belirtmek için kullanılan "şer'en" sözcüğü, genel kullanımda "hukuken" anlamına geliyordu...
Osmanlı Devleti imparatorluk genelinde merkezi olarak kontrol edilen geniş bir mahkemeler ağını destekledi ve özümsedi. Kadılar bu mahkemelerin önde gelen siyasal pratisyenleri konumundaydılar. Bu sistem içinde hukuku yorumladılar, korudular ve arşivleridir..
Kadı mahkemeleri Osmanlı gayrimüslimlerinin gündelik yaşamlarında en önemli rolü oynayan hukuki kurumlardı. Otorite olarak her zaman ağır bastıkları cemaat mahkemelerinin aksine, dini hukuku bölgeselleştiriyorlardı. Yahudiler "halaka", Hıristiyanlar kilise kanununun kendilerine tanımadığı bazı hakları, İslami hukuk kendilerine tanıdığı için, bu durumdan bazen karlı çıkıyorlardı...
Osmanlı kadısı mahkeme yargıcı olduğu gibi, aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Yani şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşıları, asesbaşıları o denetler ve onların amiridir. Çarşıda esnafı kontrol eden "muhtesib" dediğimiz memur ona bağlıdır ve burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte bu, diğer imparatorluklarda da aynıdır..
Kadı Osmanlı ilmiyye sınıfının üyesidir. Yani medreseyi bitirmiş olması, icazet alması gerekir. Medreseyi bitiren insanlar mesleklerine üç kariyerde başlarlar. Birincisi "İkta" dediğimiz müftülük, ikincisi "Tedris" dediğimiz müderrislik (profesörlük) ve üçüncüsü de "Kaza" dediğimiz yargı yolu yani kadılık...
15. ve 16. yüzyıllarda "Sahn-ı Seman" denilen, "Fatih" veya "Süleymaniye" medreselerinden birini bitirmiş olmaları gerekiyordu. Buradan "danişmend" olarak çıkanlar, hocalarından icazet alanlar, karma bir ilmi kurulun önünde yazılı ve sözlü sınava girerler ; başarılı olurlarsa "İstanbul Ruusu" denen dereceyi almaları uygun görülürdü. Bu ruusu alamayan bir adam kırk yıl medresede sürünse de bir itibar görmezdi. Böyle kişilerin imparatorluk içinde kadılık yapması pek olası değildi..
Kadılar 25 akçe gündelikle göreve başlarlardı. Bu ne demektir ? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır. Zamanla terfi ederek, gittiği her yerde 1,5- 2 yıldan fazla kalmadan yer değiştirirler..
Osmanlı kadısı terfi eder, bir yere gider, döner ve İstanbul'da tekrar bekler, daha üst bir yere terfi eder ve buna "mazuliyet" denir. Bekledikçe sonunda yüksek bir sancağa "mevleviyyet" payesi ile atanacaktır. Bu paye için İstanbul'da bekleyen eski kaza kadılarına "tahtabaşı" denir...
O dönemlerden, konuyla ilgili bir fıkra ; Kırklareli'nden (o zamanki adıyla Kırkkilise) gelen bir kadı uzun bir bekleyiş sırasında önemli bir sancak merkezi olan Manastır'a kadı olarak atanması için dilekçe verir, ısrar da eder.. Diyorlar ki, "orası çok önemli bir merkezdir, senin oraya deneyimin yetmez".. Kadı da, "canım" diyor, "Kırk tane kiliseyi idare ettik te bir manastırı mı idare edemeyeceğiz ?"..
Yeniçeri Ocağı kaldırıldığı zaman asayiş örgütü de sarsıldı. Çünkü asesbaşı, subaşı gibi, şehirlerin emniyet amirleri de ocaktandı. Birdenbire kadıların görevleri azaldı. Bir süre sonra vakıflar da ayrı bir nezaret olarak birleştirilince, kadıların bunlardan da eli ayağı çekildi. En sonunda, idari anlamda mahkemeler kuruldu, ceza mahkemeleri kuruldu ve kadıların yargı görevleri de sadece bizim özel hukuk alanı dediğimiz davalarla sınırlı kaldı...
Osmanlı topraklarında görülen davalarda, ilgili işlerin hallini hızlandırmaya yarayan sadeliği, özellikle mahkeme işlemlerinin ve sonu olmayan davaların uzun sürmesinden dertli olan Batı'da, Osmanlı yargı yetkisinin en önemli avantajlarından biri kabul ediliyordu. Seyyahlar, Türk hukuku hakkında son derece olumlu olan gözlemlerini Batı dünyasına sunarken, kendi hukuk anlayışlarındaki noksanlıklarını karşılaştırmalarla dile getirmişlerdi. Avrupalılar, özellikle çabuk ve adil hüküm verilmesinden etkilenmişlerdi !..
Birçok seyyah ve elçinin üzerinde durdukları bu konu, Papalık tarafından bile kabul edilmişti. Papa X. Leo' nun Özel Kalemi olan Kardinal Jakob Sadolet, 16. yüzyılın başlarında bir hukukçuya ilginç bir mektup göndermişti : "Türkler'in bizde hiç bilinmeyen bir geleneğini, yani hukuk davalarında konu dışına çıkmaktan kaçınmalarını ve tüm anlaşmazlıkları az sayıda kelimelerle ortadan kaldırmalarını övmekten kendimi alamıyorum. Hangi ölümlü, bizde sonunda bir hiçin büyük bir meseleye ; masala benzer bir olaya dönüştürüldüğü en küçük olaylar hakkında bile yığınlarca protokolleri ve belgeleri ; devasa dosyaları gördüğünde öfkeye kapılmayacak kadar aklını kaçırmış ; insanlıktan bu kadar uzak kalmış olabilir. Cinayeti ve katli, ailelerin yok oluşunu ve devletlerin çöküşünü doğuran veba budur.."
Avrupalıların şikayetçi oldukları bu durum, Osmanlı yargı sisteminde yaşanmıyordu.. Nitekim Avusturyalı Gerlach'ın seyahatnamesinde belirttiği gibi, Türkiye'de bir dava yüzünden 10, 20, 30, hatta 50 yıl mahkemelerde sürünmek gerekmiyordu...
16. yüzyılın ikinci çeyreğinde Türkiye'ye gelen ünlü Fransız Doğu bilimcisi Guıllaume Postel'e göre, Osmanlı Sultanı kısa ve özlü mahkeme biçimi ve önlemleriyle vatandaşlarının kanuni haklarını koruma altına almıştı. Postel, eserinde Avrupa'da var olan sistemi eleştirip, sonu gelmeyen mahkemelerden, yazışmalardan bahseder. Mahkemelerin sonuçlanmamasının sürekli yeni davaların açılmasına sebep olduğunu söyleyen Postel, Fransız mahkemelerini Türk adaletiyle karşılaştırdığında, utanç duyduğunu itiraf eder.İngiliz Kralı 8. Henry bile iddialara göre, Kanuni Süleyman'ın kanunlarını kendisine aktarmaları için güvendiği adamlarını Türkiye'ye göndermiştir..
1522 yılına ait "Türk Kitabı"nda da Osmanlı ve Avrupa yargı sistemi karşılaştırılır. Kutsal Roma-Germen İmparatoru'nun "eşitlik ve adalete dayanarak hüküm vermesinden çok, güçlünün yanında yer aldığı" ifade edilir. Fransız Jean de Villamont ise oldukça iğneleyici bir şekilde, Hz.İsa'ya inancın eksikliğine rağmen, bu durumun Türkleri adil ve uygar olmaktan alıkoymadığını yargılar...
Osmanlı adalet sisteminin etkisine bugün bile Alman kültüründe rastlanır. Leyla Coşan'ın Alman gazete ve dergilerinde yaptığı araştırmada "kadı" kelimesinin ; "Kadı Önüne Çıkmanın Bedeli", "Fujitsu-Siemens, telif hakları yüzünden kadı önünde", "Rüşvet suçlamaları onun kadı önüne çıkmasına neden oldu" şekillerinde Almanca'da sık sık mahkeme karşılığında kullanıldığı görülmüştür.
Orta Doğu devlet ve hükumet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir.
Hükümdarın dikkatini çekmek ve şikayet sunmak için saraya yakın bir yerde ateş yakmak adetini, 17. yüzyılda İngiliz tüccarları kullanmışlardır..
Hükümdara doğrudan doğruya erişebilme, şu sebepten önemli sayılırdı : Hükümdar, Tanrı'dan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir ve onların yaptıkları kötüye kullanmaları ancak o bertaraf edebilir...
Osmanlılar her zaman şeriat ile, padişahın yasası anlamındaki kanun arasında (örfi kanun) açık bir ayrım yapmamışlardı. Şeriat tarafından uygun görülen şeyleri belirtmek için kullanılan "şer'en" sözcüğü, genel kullanımda "hukuken" anlamına geliyordu...
Osmanlı Devleti imparatorluk genelinde merkezi olarak kontrol edilen geniş bir mahkemeler ağını destekledi ve özümsedi. Kadılar bu mahkemelerin önde gelen siyasal pratisyenleri konumundaydılar. Bu sistem içinde hukuku yorumladılar, korudular ve arşivleridir..
Kadı mahkemeleri Osmanlı gayrimüslimlerinin gündelik yaşamlarında en önemli rolü oynayan hukuki kurumlardı. Otorite olarak her zaman ağır bastıkları cemaat mahkemelerinin aksine, dini hukuku bölgeselleştiriyorlardı. Yahudiler "halaka", Hıristiyanlar kilise kanununun kendilerine tanımadığı bazı hakları, İslami hukuk kendilerine tanıdığı için, bu durumdan bazen karlı çıkıyorlardı...
Osmanlı kadısı mahkeme yargıcı olduğu gibi, aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Yani şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşıları, asesbaşıları o denetler ve onların amiridir. Çarşıda esnafı kontrol eden "muhtesib" dediğimiz memur ona bağlıdır ve burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte bu, diğer imparatorluklarda da aynıdır..
Kadı Osmanlı ilmiyye sınıfının üyesidir. Yani medreseyi bitirmiş olması, icazet alması gerekir. Medreseyi bitiren insanlar mesleklerine üç kariyerde başlarlar. Birincisi "İkta" dediğimiz müftülük, ikincisi "Tedris" dediğimiz müderrislik (profesörlük) ve üçüncüsü de "Kaza" dediğimiz yargı yolu yani kadılık...
15. ve 16. yüzyıllarda "Sahn-ı Seman" denilen, "Fatih" veya "Süleymaniye" medreselerinden birini bitirmiş olmaları gerekiyordu. Buradan "danişmend" olarak çıkanlar, hocalarından icazet alanlar, karma bir ilmi kurulun önünde yazılı ve sözlü sınava girerler ; başarılı olurlarsa "İstanbul Ruusu" denen dereceyi almaları uygun görülürdü. Bu ruusu alamayan bir adam kırk yıl medresede sürünse de bir itibar görmezdi. Böyle kişilerin imparatorluk içinde kadılık yapması pek olası değildi..
Kadılar 25 akçe gündelikle göreve başlarlardı. Bu ne demektir ? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır. Zamanla terfi ederek, gittiği her yerde 1,5- 2 yıldan fazla kalmadan yer değiştirirler..
Osmanlı kadısı terfi eder, bir yere gider, döner ve İstanbul'da tekrar bekler, daha üst bir yere terfi eder ve buna "mazuliyet" denir. Bekledikçe sonunda yüksek bir sancağa "mevleviyyet" payesi ile atanacaktır. Bu paye için İstanbul'da bekleyen eski kaza kadılarına "tahtabaşı" denir...
O dönemlerden, konuyla ilgili bir fıkra ; Kırklareli'nden (o zamanki adıyla Kırkkilise) gelen bir kadı uzun bir bekleyiş sırasında önemli bir sancak merkezi olan Manastır'a kadı olarak atanması için dilekçe verir, ısrar da eder.. Diyorlar ki, "orası çok önemli bir merkezdir, senin oraya deneyimin yetmez".. Kadı da, "canım" diyor, "Kırk tane kiliseyi idare ettik te bir manastırı mı idare edemeyeceğiz ?"..
Yeniçeri Ocağı kaldırıldığı zaman asayiş örgütü de sarsıldı. Çünkü asesbaşı, subaşı gibi, şehirlerin emniyet amirleri de ocaktandı. Birdenbire kadıların görevleri azaldı. Bir süre sonra vakıflar da ayrı bir nezaret olarak birleştirilince, kadıların bunlardan da eli ayağı çekildi. En sonunda, idari anlamda mahkemeler kuruldu, ceza mahkemeleri kuruldu ve kadıların yargı görevleri de sadece bizim özel hukuk alanı dediğimiz davalarla sınırlı kaldı...
27 Haziran 2011 Pazartesi
Biyoloji Öğretmeni İş İlanı - Ankara
Biyoloji Öğretmeni
Eflatun Eğitim Danışmanlık
İlan Tarihi
23-06-2011
Şehir
Ankara
Bölüm
Eğitim
Çalışma ŞekliYarım Zamanlı (Part Time)
Cinsiyet / YaşBay veya Bayan / 24 - 35 Yaş
İlan No821559
İş İlanı Detayları
Dershanemizde görev alabilecek deneyimli biyoloji öğretmeni arıyoruz.Bize telefonla ulaşabilir veya mail adresimize CV bırakabilirsiniz.
Başvuru Bilgileri
İlgili Kişi :
E-Posta :
Telefon
Cep
Biyolog Aranıyor - İstanbul
Biyolog
Clean Life
İlan Tarihi
23-06-2011
Şehir
İstanbul
Bölüm
Pazarlama - Satış
Çalışma ŞekliTam Zamanlı (Full Time)
Cinsiyet / YaşBayan
İlan No820853
İş İlanı Detayları
Kozyatağı'nda bulunan Haşere İlaçlama ve Kontrol Hizmetleri alanında faaliyet gösteren firmamızda bizimle çalışma arkadaşı olacak pazarlama broker'ları ile görüşülecektir. Prim usulu çalışabilecek Biyolog diplomasına sahip prezantabl bayan arkadaşların cv lerini aşağıdaki şirket mailimize göndermeleri rica olunur...
Başvuru Bilgileri
İlgili Kişi :
E-Posta :
Telefon
Biyoloji İş İlanı
Biyoloji Öğretmeni
Çözüm Dergisi Dershanesi Gaziemir Şb .
İlan Tarihi
25-06-2011
Şehir
İzmir
Bölüm
Eğitim
Çalışma ŞekliTam Zamanlı (Full Time)
Cinsiyet / YaşBay veya Bayan / 21 - 60 Yaş
İlan No822759
İş İlanı Detayları
DERSHANEMİZDE ÇALIŞMAK ÜZERE DENEYİMLİ BİYOLOJİ ÖĞRETMENİ ALINACAKTIR.
Başvuru Bilgileri
İlgili Kişi :
E-Posta :
Telefon
Faks
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)