İnsanoğlunun duygu ve düşünceleri ve dünya görüşü, yaşamı süresince devamlı değişime uğrar. Bu da çok doğal bir şeydir zaten..
Çok sonraları ABD'nin Türkiye'ye yaptığı bazı yardımların karşılığında olduğunu öğrendiğim, Milli Eğitim programlarındaki düzenlenmelerin sonucu piyasaya çıkan tarihi roman ve çizgi roman furyasında "Karaoğlan" da vardı. Sevgili ağabeyimin armağanı olan altı ciltlik bir takım sayesinde tanışmıştım bu "Orta Asya'nın bağrından kopup gelen yiğit " ile.. Suat Yalaz'ın enfes çizgileriyle süslediği bu çizgi romanların tarihsel içeriği o zamanlar fazla dikkatimi çekmiyordu ama "gerekli mesaj" yerine ulaşıyordu : "Kahraman Türk" imajı genç beyinlere yerleştiriliyordu...
Bir de "İki Çocuğun Devrialemi" adlı ya 10 ya da 12 ciltlik bir dizi vardı. Baskısı kötü bir seriydi anımsadığım kadarıyla ve maalesef bugünlere kadar kütüphanemde kalmadı.. Jan ve Yanik adlı iki çocuğun evlerine haber vermeden bir gemiye kaçak olarak binip yola çıkmalarıyla başlıyordu serüven.. Gezmedikleri kıta, görmedikleri yer kalmıyordu.. Değişik kabileler, değişik hayvanlar, yemekler.. Her cildinin dört gözle çıkmasını beklediğim eşi bulunmaz bir hazine.. Jules Verne'den önce bu kitaplar hayal dünyamın sınırlarını iyice bir genişletmişti.
Sonra, tarihi Uşşakizade Köşkünün merdivenlerinde aldığım, sınıfı doğrudan geçme armağanı, bir kitap : "Bozkurtların Ölümü" .. Nihal Atsız'ın kitabı.. Anı olarak kitaplığımda duran bu kitap 7-8 yıl sonra değişik bir olay yaşamama neden olacaktı. Alparslan Türkeş'in ilk eşinin kardeşinin oğlu olan Cengiz diye milliyetçi bir oğlan vardı..Göztepe semtinde bizim grubumuza girmeye çalışan, bizden birkaç yaş küçük.. 1970 Dünya Kupası ile ilgili bir defter hazırlamıştım ben o sıralar ve bu çocuk da futbol delisi olduğundan bu defteri benden satın almak istiyordu. Ben de çok emek harcadığım bu "eseri" elden çıkarmak istemiyordum. Vazgeçsin diye 50 lira gibi o zaman öğrenciler arasında fahiş sayılabilecek bir rakam söylemiştim ama kabul ederek parayı verdi ve hemen gelip almak istedi !.. Ben de yapışkanlığından bir an önce kurtulmak istedim ve bizim eve gittik. Rahmetli validem uzun saçlı, sakallı olan benden ve gruptaki arkadaşlarımdan bıktığı için, temiz yüzlü ve kısa saçlı çocuğu hemen sevmiş ve limonata servisi yapmıştı bile !.. Defteri almaya odama giderken benim çam sakızı da arkamdan geldi ve hala hayret ederim, onca kitap arasında, eliyle koymuşçasına bu kitabı, yani milliyetçilerin rehber yazarlarından birinin kitabını buluverdi. Yüzündeki o zafer gülümseyişini hiç unutamam..
"Ben biliyordum" dedi heyecanla, "senin onlardan olmadığını biliyordum !" .. Sonra ona, kitabın ön sayfasına yapıştırılmış olan okulun verdiğini gösteren kağıdı göstermeme rağmen ; kitaplıkta bir tane daha ona benzer kitap olmamasına rağmen bu fikrini uzun süre korudu !..
Orta üçüncü sınıfta iken "bir kitap okudum ve hayatım değişti !" .. Sünnetimde hediye edilen ve kalınlığından dolayı bir türlü elimin varmadığı, sonra da bir kenarda unutulmuş ama sabırla beni bekleyen bir kitap ve dolayısıyla onun yazarı : "Sokakların Çocuğu" ve Orhan Kemal.. Şimdi hayallerim ve iç dünyamın nehirleri değişik bir yatakta akıyordu artık ; tek farkı, bu defa daha gerçekçi, daha inanılır, daha halktan olmasıydı...
"Murtaza", "Bereketli Topraklar Üzerinde", "Yalan Dünya", "Vukuat Var", "Hanımın Çiftliği", "Üçkağıtçı", "Eskici Dükkanı", "Sokaklardan Bir Kız", "Kırmızı Küpeler" ve aklıma gelmeyen birkaç tane daha...
Okunması çok kolay, içinde hiçbir ağdalı cümle olmayan, halkın içinden gelen ve tamamıyla halka dönük yazdığı ölümsüz kitaplar...
İnsanlar arasında bir eşitlik olması gerektiğini bana ilk öğreten kitaplardı bunlar..
Bir de okulumdaki bir tarih öğretmeni. Yaşıyorsa ömrü uzun olsun, öldüyse Allah rahmet eylesin : Selahattin Eroğlu.. Bize öğretilmesinde diretilen bir müfredatın dışına çıkarak, öğrendiği bazı gerçekleri bizimle paylaşmaya çalışan bu değerli adamı, okul idaresi fazla tutmamıştı.. Hafif sol görüşleri nedeniyle bazı velilerin şikayetleri sonucunda !..
O dönemlerde normal karşılanan çevre baskısı, dolayısıyla aile baskısı, yabancı dildeki gelişmeyle birlikte bazı yabancı parçaların sözlerini anlamaya başlamam, biraz önce bahsettiğim türdeki kitaplar, 15-16 yaşlarımda içimde değişik bir olgunun yeşermekte olduğunu belli etmeye başladı : Başkaldırı ! İsyan !..
Dışarıda da epey değişiklikler oluyordu bu arada.. Hippiler, Vietnam Savaşı, Paris öğrenci olayları ve hep arka planda devam eden soğuk savaş...
Sıcak savaşı sinemalardaki filmlerden, okuduğumuz bazı kitaplardan biliyorduk, tanıyorduk . Birkaç milyon kişinin ölümüne, birkaç yerin haritadan silinmesine neden olurdu belki ama sonunda biterdi.. Ama bu soğuk savaş dedikleri ; özellikle geri kalmış veya bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri, görünmez bir mikrop gibi yiyip bitiriyordu...
12 Nisan 1961'de, insan taşıyan ilk roket uzaya çıkıp, kazasız belasız geriye dönünce ; Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bir açıklama yapmıştı : "Bu büyük başarıyı överek karşılıyoruz. Uzay konusundaki bu ilerlemeler bütün insanlık için faydalı olmuştur. Sovyetler Birliği'ni bu başarıyla insanlığa hizmet ettikleri için kalben kutluyorum.."
İstanbul Erkek Lisesi İngilizce öğretmeni Orhan Yetker de, başkanı Gürsel gibi düşünür ve Yuri Gagarin'e, insanlığa yaptığı bu büyük hizmetten dolayı kendisini kutlayan bir mektup yazar. Ama gel gelelim, üstüne Sovyetler Birliği'nde bir adresin yazılı olduğu bir zarfı postaya vermek Türkiye'de çok ağır bir suçtur !.. Öğretmen derhal tutuklanır, Örfi İdare Mahkemesi'ne gönderilir !..
İşte soğuk savaşın, bir ülkenin kendi bireylerini yemesine neden olan, küçük bir örneği...
Ülkü Tamer'in de başı bir ara yazdığı bir şiirden dolayı derde girmişti. "Yazın Bittiği" adlı şiirinden şu bölümü dikkatle okuyalım :
"Her yerde yazın bittiği söylenir,
çürür çiçeklere yapışan kanlar ;
belki uzaktan iki atlı yanaşır,
belki yakından iki yaprak kalkar ;
akşamın örtüsü derelerde yıkanır,
gökyüzünü görünce gecenin devi ;
çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar,
cüceler bunu bilir, gürgenler bunu bilir,
aşkın uyumadığı her yerde söylenir.."
Edebiyat Profesörü Mehmet Kaplan, 1973 yılında, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı tarafından yayımlanan "Cumhuriyet Devri Türk Şiiri" adlı ve 1970' lerde ders kitabı olarak da okutulan kitabında, yukarıdaki dizeler hakkında şu yorumu yapmış :
"Şiirin son mısralarında geçen 'dev' ve 'cüce' kelimeleri arasındaki kontrastla, bu kelimelerin kullanılış şekli dikkat çekicidir. Burada bir fikir gizlemek için sembolik bir ifadeye başvurulmuştur. Öyle sanıyorum ki, burada bahis konusu olan 'gecenin devi' kelimesiyle kast olunan DEV-GENÇ'tir.. Cüceler ise onları küçümseyen insanlardır.. Bu tür şiirleri tahlil ederken, adeta suçluları ihbar ve teşhir eden insanların durumuna düşmek endişesi taşıdığımı itiraf edeyim. Metinleri anlamaya çalışırken, bir zorlama yapmadığımı sanıyorum. Bir milliyetçi olarak Türkiye'yi bölmek isteyen anarşist ve komünistleri, bir insan olarak kan dökmeyi yüceltenleri tenkit etmek hakkımdır. Fakat burada benim görevim, metinleri doğru olarak tahlil etmektir. Tahli sırasında bu tür fikirlerle karşılaşır ve onları ortaya koyarsam, acaba ilmi araştırmanın dışına mı çıkmış oluyorum ? "
Amerika ve Rusya'nın uzayda cirit attığı, Amerika'nın ayda 'insanlık için dev bir adım' attığı bir dönemde biz de Türkiye'de böyle DEV-GENÇ' li adımlar atıyorduk !...
Kraldan çok kralcı bir davranışla, sahibine şirin görünmek isteyen sevimli bir varlığa özgü içgüdüyle, böylesine buram buram aşk kokan bir şiirde sol örgüt taraması yaparak !...
Bir ülke düşünün ki, o ülkenin bir profesörü, bir şairinin geceye saçtığı yıldızlardan rahatsız olup altında kötülük arasın...
"Yıldızları tutukla geceden, at hapse ve yok et...
Sonra başını kaldır ve yukarıya bak...
Ne kaldı geriye ..."
İşte soğuk savaş böyle bir şeydi, böylesine bir mikroptu !...
Çocukluğumda "Kızılçullu" olan isim "Şirinyer" e çevrilmişti !.. "Rus salatası" ise "Amerikan salatası" olmuştu bazı restoranlarda !..
Esasen benim kuşağım da az şeye tanık olmadı yani !.. Bunu da arada belirtmekte yarar var..
Başka bir yazıda devam etmek üzere saygı ve sevgilerimle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder