13 Haziran 2011 Pazartesi
44) KEYİF ERBABI OSMANLI'DA BAHÇE KEYFİ !...
Bahçelerin hakim yapısı, İstanbul'u Lizbon ve Venedik gibi diğer su kentlerinden farklı kılardı. Kırpılıp düzeltilmiş yeşillikler, kırmızı kiremitli damların ve gri taş camilerin karşısında yükselirdi. Slavların, "Türklerin ayak bastığı yerde ot bitmez," atasözü iftiradan başka bir şey değildir. Hıristiyanlar için cennetin somut simgesi bir tepeye kurulmuş pırıltılı bir şehirse, Müslümanlar için de durmaksızın akan dereleri ve pınarlarıyla bir safa bahçesiydi.. Mayıs ayındaki hıdrellez şenlikleri, çiçeklerin ve yeşilin kutlanmasıydı. Veziriazam düzenli olarak sultana, hareme ve yabancı elçilere çiçek ve meyve armağan ederdi. Du Fresne Canaye, Osmanlıların çiçeklere kutsal emanetler gibi davrandıklarını gözlemiştir. Ya ellerinde, ya da başlıklarında genellikle bir çiçek bulunurdu. Osmanlılar İstanbul'da çok değişik bahçe tarzları yaratmıştı. Çiçek tarhlarıyla cennet bahçeleri, evlerin dışında sefa bahçeleri, asma çardaklarıyla gölgelenen taraçalı bahçeler, bostan adı verilen meyve ve sebze bahçeleri, yaz aylarında serin kaldığı için yerin kazılmasıyla elde edilen batık bahçeler...
1790 yılında, Fransız gezgini ve tarihçisi Jean du Mont, Veziriazam kaymakamının (vekilinin) bahçesinden çok etkilenmişti : "Kumlu yollar bazı yerlerde portakal ağaçları, bazı yerlerde de diğer meyve ağaçlarıyla çevreleniyor. Bahçelerin avluları bizimkiler gibi düzenlenmemiş ; sadece tahtalarla birbirinden ayrılarak Türklerin çok sevdiği çiçeklerle doldurulmuş."
Ağaçlar İstanbul'un sokak ve duvarlarında da boy verirdi. Asmalar ve morsalkımlar bugün de olduğu gibi evlerin üzerine yaslanır ve iplerin üzerinde caddenin bir ucundan diğerine uzanırdı. Böylelikle, en fakir mahalleler bile, diğer şehirlerin kenar mahallelerine oranla o kadar sefil görünmezdi.
Sultan'ın Marmara Denizi ve Boğaz kıyılarında altmış bir bahçesi vardı.
Bir bahçe tarzı vardı ki, son derece İstanbul'a hastı : Şehir dışındaki tepelere ve eteklere yayılan, çiçeklerle dolu mezarlıklar. Osmanlı kabirlerinin arasında ya da kabirlerin üzerine oyulmuş deliklerde servi ağaçlarıyla çiçekler yetişirdi. Bütün şehri yeni baştan inşa etmeye yetecek kadar bol olduğu söylenen mezar taşları bir hiza ve yöne göre dizilmez, darmadağınık yerleştirilirdi. Mezarlıklara ait çiçek tarhları çok sevilir ve Cuma günleri ailelerin piknik yapmak için uğrak yeri olurdu. Frenkler her akşam Pera'da "le Petit Champ des Morts" (Küçük Kabristan) adını verdikleri, Haliç'in muhteşem manzarasına hakim bir mezarlıkta toplanır, muhabbet eder ve yürüyüş yaparlardı..
3.Ahmed döneminde, İstanbul'da büyük restorasyon projeleri yürütüldü. 1703 yılından itibaren, yollar, köprüler ve limanlar onarıldı. Hasbahçelerin çoğunda hasar tespiti yapıldı ve binalar yenilendi. Bitip tükenmek bilmeyen savaşlar ve devlet görevlilerinin alışıldık ihmalleri yüzünden harap durumda olan Beşiktaş, Kandilli, Dolmabahçe, Tekfur Sarayı, Tersane; Karaağaç ve Davudpaşa'daki hasbahçeler ; Sadrazam Damad İbrahim Paşa'nın emriyle bakıma alındı.
Beşiktaş yakınlarındaki Yahya Efendi bahçesi, Kanuni Süleyman'ın süt kardeşi olan müderris Yahya Efendi' nin kendi elleriyle diktiği ağaçlarla genişleyip büyüyen ve adeta bir ağaç denizi halini alan, 1570' deki ölümünden sonra da her Çarşamba, tarikattan olsun olmasın, kalabalık bir halk yığınının derviş zikirlerini izlemeye geldikleri bir yerdi..
Kentin çevresinde, Boğaz ve Haliç kıyılarında yeni ve daha görkemli bahçelerin sayısı arttıkça, eski bahçeler saray yaşamının odağı olarak sahip oldukları cazibeyi zamanla yitirdiler. Bakım ve yenileme faaliyetleri sürerken bazı bahçeler terk edildi, bazılarıysa eskidi. Yine de bunların birçoğu halkın faydalandığı bahçeler haline geldi.
İngiltere'deki meşhur Hyde Park bile ancak 1737 yılında halka açılırken ; Osmanlı Devleti, tekrarlayıp duran toplumsal kargaşalara bir çözüm olarak, hasbahçeleri tamamen veya kısmen halka açmaya başlamıştı. Örneğin Yeniköy' deki Kalender bahçesi 1600'lü yılların sonlarında kentin ayaktakımının gözde mekanlarından biri haline gelmişti. Nihayet 1760'larda 3. Mustafa bu bahçeye Bostancı Ocağı için bir baraka yaptırılmasını emretti. Bu ocak, o sıralarda İstanbul kıyılarında bulunan bütün kamusal mekanlarda düzenin korunmasından sorumlu bir polis teşkilatı halini almıştı. Barakalar inşa edildikten kısa bir süre sonra, hasbahçenin çeşmeyle süslenen bir kısmı bir mesireye dönüştürülerek halka açıldı.
Aşağı yukarı bu dönemde kenti ziyaret eden bir Fransız kontesi, İstanbul halkının, "Fransa'daki Tuileries ve Boulevard de Gand'da olduğu gibi" haftanın farklı günleri, farklı bir çeşme başında toplanma adeti uyarınca, Cumartesi günleri Kalender çeşmesinde toplandıklarını belirtmekteydi...
1. Mahmud'un 1749'da bahçeleri yeniletip genişletmesinden sonra, Kandilli hasbahçesi de sultan vakıflarına katıldı. Bir cami, bir hamam ve birkaç dükkan eklenerek, köhne durumdaki Ferahabad Köşkü de eski ihtişamına kavuşturuldu. Şair Nevres'in yazdığı gibi saltanat ihtişamının halka açık bir vitrini ve boş vakti olan İstanbulluların gezinti yeri olarak kullandıkları yeni bir cazibe merkezine dönüştürüldü...
Daha 17. yüzyılın ikinci yarısında, bostancıbaşının yetki alanı, hasbahçelerin sınırlarının ötesine geçip kamusal mekanlara kadar uzanmış durumdaydı. O zamana kadar görevi sadece Topkapı Sarayı'nda ve padişaha ait sur dışındaki dinlenme yerlerinde bulunan bahçelerin bakımıyla sınırlı olan bostancıbaşı ; artık Boğaz, Haliç, Marmara, Karadeniz ve Adalar'daki bütün mesirelerde, gezinti yerlerinde, çayırlarda ve ormanlarda düzenin sağlanmasından sorumlu hale gelmişti. 18. yüzyıl başlarına gelindiğinde bostancılar hem polis, hem de ahlak zabıtası olarak çalışmaya başlamışlardı...
Bir bostancı kendi yetkisine dayanarak belli bir bahçeye girişi sınırlayabilir veya kimi zaman, uygun bir bahşiş karşılığında, başka bir bahçeye girişi serbest bırakabilirdi. Genel ahlaki normları çiğnediğini düşündüğü kişileri hemen cezalandırabilir, örneğin "maazallah bir kayıkta bir arada şarkı söyleyen kadın ve erkeklere rastlarsa derhal kayıklarını batırırdı !.."
Sosyal faaliyet alanı genişledikçe, bu alanla ilgili düzenlemeler de yoğunlaştı. 18. yüzyılda devlet, gündelik yaşamla ilgili kısıtlayıcı kanunların uygulanmasını daha önce görülmemiş bir düzeye yükseltti. Kahvehaneleri aşıp bahçelere kadar uzandı. Yani sosyal ve siyasal kargaşaya yol açacağı düşünülen yerlerden, yaş ve cinsiyet gruplarının, sosyal ve mesleki grupların özgür bir şekilde birbirine karıştığı sosyalleşme alanlarına kadar yayıldı.. Tartışmanın doğası artık değişmişti. Gündelik yaşama ait düzenlemeler, anlamlı bir şekilde, sosyal yapıdaki değişim ve akışkanlığın herkesin gözü önünde sergilenmesini sağlayan kamusal kıyafetler ve bahçe eğlenceleri gibi göstergeleri hedef alıyordu..
Kimi zaman araba gezintileri ve sandal sefaları gibi sosyal faaliyet türlerine yasak kondu. Bazen de belli grupların belli bahçeleri ziyaret etmeleri yasaklandı. 1751 tarihli bir ferman, kadınların Üsküdar ve Beykoz'daki bazı bahçelere girişini yasaklıyordu. 1758'de 3. Mustafa'nın kızı Hibetullah Sultan'ın doğumunu kutlamak için düzenlenen şenlikler sırasında kadınların bahçe, mesire ve çarşılara bir kez daha yasaklanmıştı..
Bahçelerde haremlik-selamlık ayrımını uygulamak için özel düzenlemeler gerçekleştiriliyor ve bahçelerin belli alanları, günün belli vakitleri veya haftanın belli günleri kadınlara ayrılıyordu. Fransız gezgin Pertusier' ye göre, "Cuma ve Salı günleri, kendi isteklerine bağlı olarak, kadınların sosyal buluşmalarına, mesirelerdeki gezintilerine veya hamam ziyaretlerine ayrılıyordu."
Yine başka gözlemcilere göre, "İnsanlar gruplar halinde pikniğe gittiklerinde, aynı ailenin bireyleri bile, hiçbir zaman birbiriyle karşılıklı oturamıyordu..Kadınlar çeşmenin bir tarafında, erkeklerse diğer tarafında ağaçların altında toplanıyordu.." Osmanlı yetkilileri bu ayrımın sağlanmasının temin etmek için etkin bir şekilde çaba gösteriyorlardı..
Kamusal dinlenme-eğlence faaliyetleriyle ilgili düzenlemeler devam ettikçe, revaçta olan bahçelerin özel koşullarındaki kılık kıyafet ciddi bir endişe kaynağı haline geldi. Devlet daha önceden mevcut bulunan kılık kıyafet kanunlarını uygulamaya ve durmadan yeni düzenlemeleri yürürlüğe somaya başladı. Vakanüvis Küçük Çelebizade 1725 tarihli bir fermanı yorumlarken, özellikle Sadabad bahçelerinde, kadınların hem kıyafet hem de tavırları açısından sergiledikleri "utanmazlığa" duyduğu öfkeyi ifade ediyordu. Bu "utanmazlık" 1730'da Emine adlı günahkar bir kadının talihsiz kızının başına gelenler gibi korkunç sonuçlara yol açabilirdi. Kız güpegündüz denizde boğulmuştu !..Bazı muhafazakar ve tahrikçi kesim için epey memnun eden bir cezaydı bu.
1758'de çıkarılan yeni bir kılık kıyafet kanununun amacı, gayrimüslimlerin "Frenk tarzını" gitgide daha çok benimsemelerinin ve geleneksel olarak Müslümanlara özgü olan sarı ayakkabıları giymelerinin önüne geçmekti.
Kıyafet değişiklikliğinin hemen hemen hiç yaşanmadığı iki yüz yıllık bir dönemin ardından, kadınların ve erkeklerin dışarıda giydikleri kıyafetlerde birden gözle görülür değişiklikler meydana gelmeye başladı. Yabancı seyyah ve tüccarların bu dönemde yazdıkları, İstanbul'un orta sınıflarında yükselen bir moda bilincine tanıklık etmekte ve yeni kumaş ve renk beğenilerini ortaya koymaktadır. Örneğin elbiseler daha dekolte, yakalar daha genişti. Peçeler şeffaf ve gevşek hale gelmiş, başörtüleri abartılı bir şekil almıştı ve saçlar sıkı bir şekilde örtülmemekteydi. Bu yenilikler çağdaş gözlemcilerin dikkatinden kaçmıyordu. Mouredgea d'Ohsson'un yazdığına göre, "özellikle yaz aylarında hiçbir kadın, genellikle ince şile bezinden bir bluzu saymazsak, göğüslerini örtmüyordu."
19. yüzyılda, Avrupalıların "Tatlı Su Vadisi" dedikleri Sadabad, padişah ve maiyetinin burayı ziyareti sırasında "muhafızlar tarafından kapatılıyor ve hiçbir yabancının içeri girmesine izin verilmiyordu". Buna karşılık, "diğer zamanlarda piknik yapmaya gelen her sınıftan insana, bilhassa Pazar ve bayram günleri Rumlara açıktı."
3. Ahmed mehtaplı gecelerde kızı Fatma Sultanı da yanına alarak Sadabad'a geldiğinde, vezirsiz Sadabad sefası içine sinmemiş olmalı ki Nevşehirli' ye hemen bir pusula gönderir : "Benim vezirim, Sadabad'ın ay ışığı öyle bir dereceye gelmiştir ki, kalemle anlatmaya imkan yoktur. Bir gece gelip kalsanız çok münasip olur. Özel bir çadır kurdurdum. Kaptanıderyayı da alıp gelebilirsiniz, ya da onu İstanbul'da alakorsunuz..Bu gece Divan gecesidir, Çarşamba gecesi gelebilirsiniz. Demek isterim ki, siz bilirsiniz. Bundan daha gönül açıcı bir yer olmamak gerek.."
Evliya Çelebi ise şöyle anlatır Sadabad'ı : "Bütün çamaşır yıkayanlar gömlek ve sarıklarını buradaki derede yıkar. Sabun sürmeyin, iki defa da temizlenir. Derenin iki yakası çınar, kavak ve salkım söğütlerle süslüdür. Tatil günleri kayıklara binmiş nice bin ihtiyar ve sadık aşıklar bu sevinç diyarına gelip eğlenirler. Kimi canlar, dereye girip yüzerler. İki yandaki ağaçların kökleri su içinde balık ağına dönüşmüştür. Kimi canların ayağına o kökler takılır. 'Beni denizin sahibi tuttu' diye çığlığı basarak korkudan ölürler. Nice bin dilberler, soyulmuş pembe badem gibi nazlı bedenlerini mavi ibrişim futalara (peştemal türü) sarıp, balıklar gibi suya dalarlar. Saz ve sözün hesabı yoktur..."
Acaba "hasbahçe" ifadesindeki "has" sözcüğü 18. yüzyılda zaten "özel" anlamını taşıyor muydu, yoksa "hass u amm" ifadesindeki olduğu gibi sadece saraya ve elitlere ait konuları mı ifade ediyordu ?..
Bu bahçelerin konumlandırıldığı yerlere ve tercih edilen mimariye bakılırsa, saray buraları geniş halk yığınlarının görsel tüketimi için yapmış olmalıdır. Bu görkemli bahçelerin dış cephelerindeki alışılmadık ölçülerdeki açıklık, şeffaflık ve gösterişli müsriflik, o zamana dek rastlanmayan bir teşhirci eğilimi yansıtıyor ve Osmanlı saray geleneğinde önemli bir değişime işaret ediyordu...
Halktan kişilerin saray eğlencelerine bu şekilde katılması Osmanlı saray yaşamı tarihinde eşi görülmemiş bir durumdu. Bazıları, devletin bu tip etkinliklerle dikkatleri imparatorluğun gitgide kötüleşen durumundan başka bir yöne çekmeyi amaçladığına işaret etmekte muhtemelen haklıydı. Yine şüphe yok ki devlet bu tip babacan güç gösterileriyle sarayın halkın gözündeki imajını düzeltmeyi ve İstanbullulara imparatorluğun sarsılmaz gücünü ve zenginliğini onaylattırmayı amaçlıyordu...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder