17 Haziran 2011 Cuma
47) GÖLGESİNDEN BİLE KORKAN "KIZIL SULTAN" !...
19 Mart 1877 günü ilk Osmanlı parlamentosunun açılış töreninde Abdülhamid, arkasında erkek kardeşleri ve nazırlarıyla beraber Dolmabahçe Sarayı'nın taht odasına girerek altın kaplama tahtın önüne geldi. Lacivert redingotu, etrafındaki paşaların aşırı süslü üniformalarıyla tam bir tezat oluşturuyordu. derin bir hürmet ve sessizlik havası hakimdi odaya.. Ulemanın dualarının ardından, Sait Paşa, Sultan'ın açılış konuşmasını okudu. Bu sırada Sultan, "sol eli kılıcının kabzasında, sağ eli, pek de ne yaptığını bilmeksizin kah ara sıra çenesini okşayarak, kah bıyığını burarak, yüzüne yavaş yavaş çöken yorgun ve endişeli bir ifade" ile ayakta duruyordu. Sekiz ay önce Pierre Loti'nin dikkatinden kaçmamış olan genç ve enerjik ifade çoktan silinmişti yüzünden...
Sekiz ay önce, 31 Ağustos 1876'da tahta oturmuştu. 13 Şubat 1878 tarihinde ise, bir sene önce açılışını yaptığı meclisin çalışmalarını sürekli erteleterek o meşhur istibdat yani baskı yönetimini başlattı...
10 Mart 1879'da İstanbul'daki inşaat amelelerinin bir tür greve gitmeleriyle ürktü ve benzeri kıpırdanmaları önlemek için hafiyelik ve jurnal örgütlerini kurdu. Kendisini adeta Yıldız'a hapsetti. Yılda iki kez, bayram namazı için Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'ne iniyor, bir kez de Ertuğrul istimbotuyla denizden Topkapı Sarayı' na Hırka-i Şerif ziyaretine gidiyor, Cuma selamlıkları ise sarayın önüne yaptırdığı Hamidiye Camii'nde düzenleniyordu.
İstanbul'un bütün köşe bucağını hafiyeleriyle gece gündüz denetim altında tutmaktaydı. Esnaftan, ileri gelenlerden, kabadayılara kadar herkesin nerede ne yaptığını bilir, dış siyasal sorunlara olduğu kadar ekonomik ve askeri konulara da doğrudan müdahale ederdi. Ama her konuda gerektiğinde sorumlu tutacağı bir başkasının da bulunmasına dikkat ederdi...
Bu dönemde kadınların çarşafla çarşı pazara, işlek caddelere çıkmaları yasaktı. Kapalıçarşı kapılarında, köprü başında polisler, ellerinde makas, çarşaf keserlerdi. Bunun nedeni, aranan kişilerin ve suikastçıların çarşafla dolaşmaları olasılığıydı..
Cuma selamlıkları sırasında fotoğraf çekmek yasaktı. Oysa Abdülhamid fotoğraf meraklısıydı ve İstanbul'un, imparatorluğun her köşesinin albümlerini hazırlattırıyordu. Kendi fotoğrafının halk arasında elden ele dolaşmasına ise izin yoktu. Yalnızca, ünlü saray fotoğrafçısı Abdullah Biraderler fotoğrafını çekme izni alabilmiş ama söz konusu fotoğrafhanede portrelerinin çoğaltılıp satıldığı jurnal edilince, 1887'de bir iradeyle padişahın resimlerinin basımı ve satışı yasaklanmıştı..
10 Temmuz 1894 yılındaki depremi bile kendisini tahttan indirmeye yönelik bir saldırı sanacak kadar korkak ve beyaz kılı sevmediği için saraydaki tüm yaşlı görevlilerin sakalını siyaha boyamaya zorlayacak kadar da despot bir insandı. Bir depreme yakalanacak en kötü yer padişahın huzuruydu ! Çünkü padişah tahttan kalkmadan salonu kimse terk edemez ! 1894 depreminde de böyle olmuş, yerine başkasını oturtacaklarından korkan Abdülhamid, tahttan kalkmamıştı. Deprem sırasında tahtına sıkı sıkı sarılan Abdülhamid'e olayın Sarayburnu açıklarında bir mavnadan denize indirilen büyük bir aletin neden olduğu söylendi. Bu "jurnal"i ciddiye alan padişah, bir rapor hazırlanması emrini vermekte gecikmedi !. Deprem Abdülhamid karşıtlarına ise ilham verdi. Öyle ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu ve ilk üyesi olan İbrahim Temo eline kalemi alıp vatan şairliğine soyunmuştu :
"Zulüm ve baskıya tövbe etmedikçe ey alçak
Kurtuluş yok, Hak tahtını kudretli eliyle yıkar.."
Depremin olduğu gün altıncı sayısı yayımlanan İkdam gazetesinde büyük bir panik yaşanır. Ne var ki, gazete bürosundaki bu panik, sarsıntının başladığı öğle saatlerinden önce, sabahın ilk saatlerinde patlak verir. Yazı kurulu, etrafına toplandıkları masanın üstünde duran gazetede, "Mösyö" kelimesinin bir dizgi hatası sonucu "Mösyö Cenab-ı Padişahileri" hitabında boy göstermesi sonucunda bir sansür memurunun gelip, gazeteyi kapatmasını beklerken, depremle karşılaşırlar. Depremin birçok devlet dairesini yıktığını, İstanbul'da büyük bir kargaşa yaşandığını öğrenen yazı kurulu, herkesin can derdine düşmesinden dolayı dizgi yanlışının fark edilemeyeceğini düşünse de, matbaanın kapısından giren sansür memurunun uzattığı tebliği okuyunca yıkılır. Tebliğde, İkdam gazetesinin bir ay kapatıldığı yazılıdır !..
21 Temmuz 1905 Cuma günü, Ermeniler tarafından düzenlenen bir suikastten büyük bir şans eseri kılpayı kurtulan Abdülhamid, soğukkanlılıkla saltanat arabasını kendisi sürerek saraya dönmüştü. Yirmi altı asker ve sivilin öldüğü, elli sekiz kişinin yaralandığı ve yirmi atın parçalandığı bu suikast, Osmanlı tarihinde tektir...
1906'da Şehremini Rıdvan Paşa'nın bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra kuruntuları büsbütün artan Sultan, önlemleri daha da sıkılaştırdı. Artık, Beşiktaş sırtlarındaki Yıldız korusu içinde, çevresini küçük bir kasaba gibi örgütlediği sarayında yaşıyordu.
1908 yılında sarayın da yer aldığı Yıldız "kentinde" yaklaşık on iki bin kişi yaşıyordu. Mutfaklarda öyle çok yemek pişiyordu ki, aşçılar yemek artıklarını satarak kazandıkları paralarla kendilerine evler yaptırmışlardı !.. Yıldız'ın hapishanesi de vardı ve çeşitli hayvanların bulunduğu yerin bitişiğindeydi. Söylentilere göre ziyaretlere gelen elçilerle konukların, tutukluların sesi yerine, kuşların ve diğer hayvanların seslerini duymaları için buraya yapılmıştı..
Saraydaki iç muhafızlar, her biri iki metreye yaklaşan boyları ve haşin suratları ile Arnavutlardı. Sultanı koruyan tek birim muhafızlar değildi. Sultan'ın, imparatorluğun yarısına, diğer yarısının muhbirliğini yapması için para ödediği ; bütün büyük malikanelerde ya aşçı ya da kölelerden birinin Sultan'a muhbirlik yaptığı anlatılırdı. Evlatlar kendi babalarını bile ihbar ederdi saraya !.. Kardeşi ve tahtın varisi Reşad ile aynı terziye giden herkesten şüphelenirdi !.. Saraya gelen çuvallar dolusu ihbar mektubu önce, özel bir makine ile sterilize edilir sonra da bizzat okuması için padişaha teslim edilirdi..
Yıldız'ı ziyaret eden konuklar, Sultan'ın yalnızca kendisine getirilen yemekleri tadacak çeşniciler çalıştırmakla kalmadığını, sigaraların zehirlenmemiş olduğundan emin olmak için ilk nefesi bir haremağasına çektirdiğini de anlatıyorlardı..
Ekümenik Patrik bir keresinde ; Fener'de, iki piskopos ile toplantı halindeydi. Yanındakilerden, odada kaç kişi olduklarını söylemelerini istedi. Aldığı yanıt doğal olarak basitti : "Üç" .. Bunun üzerine Patrik, gerekli düzeltmeyi yaptı : Hayır, yedi .. Yani üç kilise mensubu ve dört duvar !...
Bu paranoyanın bir ucu da tiyatrolara uzanıyordu doğal olarak. Halka mesaj verilebilecek yerlerin arasındaydı çünkü tiyatrolar..Bir de gazeteler ..
Galata Köprüsü'nün görünümü Haliç'te çürümeye terk edilen donanma gemilerinden farklı değildi. Bir enkaz yığınını andıran köprünün korkulukları, balık tutanları seyretmek için yaslananların ağırlığına dayanamadı bir gün ve kırıldı. Kırk insan denize düştü ve yüzme bilmeyen yirmisi boğuldu. Abdülhamid'in gazabından korkan gazeteler, bu olayı yazmaktan çekindiler. İş bununla da kalmadı ; Minakyan tiyatrosundaki bir oyunda yer alan köprü sahnesi, izleyicilere Galata Köprüsü faciasını anımsattığı gerekçesiyle kaldırıldı !..
Bir olay daha anlatalım bu konuda : Saray tiyatrosunda oynanacak oyunlardan sorumlu Ahmed Mithad Efendi, Filotist Safvet Bey'in "Zeybek" adlı balesinin bir provasını izlerken, padişahın gizlice gelip, çalışmaları uzaktan izlediğini farketmedi. Dev cüsseli bir yığın oyuncunun ağızlarında bıçak tuttuğunu ve silah kuşandığını gören padişah korku içinde sarayına kaçtı ! Kendisine bir suikast yapılacağından sürekli olarak şüphelenen Abdülhamid, oyunu yasaklamakla kalmadı, görevinden de el çektirdi Ahmed Mithad Efendi'ye...
Evet, yabancı azınlıkların "Lanetli Abdül", "Büyük Katil" ; Clemenceau' nun " Yıldız'daki Canavar" veya "Kızıl Sultan" diye adlandırdığı Abdülhamid ; imparatorluk otoritesiyle, ruhani otoriteyi zihninde birleştirmekle birlikte, gerçekte kendisini tıpkı Papa'nın yaptığı gibi sarayına hapsetmişti. Şark Demiryolu Şirketi yöneticilerinin kendisine armağan ettikleri muhteşem araba bile 1909'a kadar hiç kullanılmadı. Bu tarihte ise, Abdülhamid'i sürgüne götürmekte kullanıldı..
Halkın adamı olduğunu iddia edip, kendisini, aşılmaz bir duvar gibi bir koruma perdesinin arkasına saklayan tüm liderlerin başına geldiği gibi...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder